KAMAL ATATÜRK / Ogün Deli/ ALTER YAYINCILIK/ Yayın Tarihi: 2013-10-01 / ISBN: 6054745814 / Sayfa Sayısı: 230 / Boyut: 13.5 x 21 cm
Atatürk ve ailesine ilişkin saldırıların altında ne yatmaktadır? Kimler bu saldırıları ne amaçla yapar? Ve bu saldırılara ortam hazırlayanlar kimlerdir? Neden farklı farklı şecereler hazırlanır? Şecere yazanların arasında oluşan çelişkilerin sebebi nedir? Ali Rıza Efendi`nin tahrif edilen fotoğrafı ve günümüzde getirilmiş son hali, Tarihi kimler Tahrif ediyor? Atatürk`ün "Şemsi Efendi Mektebi"nden mezun olduğunu söyleyen tarihçiler aslında bu okulun Atatürk okuduğu dönemde "Selanik Terakki Mektebi" olduğunu bilmemekte midirler? Atatürk`ün son yıllarda kullandığı isim "KAMAL"dır. neden Mustafa Kamal Atatürk demiyoruz? Atatürk`ün vasiyetnamesindeki imza ile Noterde vermiş olduğu imza aynı değildir. Yani vasiyetname sahtedir. Atatürk krallığını ilan etti mi? İngiliz basınında ve dünya basınında yayınlanan haberler neden kaynaklandı?

SANA DA SELAM
OLSUN, YÜCE ATATÜRK!
Bir zamanlar
gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir.
Fikirlerimi
inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir.
Fakat
ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten,
Mısır'dan döner dolaşır gene
gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.
Mustafa
Kemal ATATÜRK
1937
(Atatürk'ten B.H., S. 6, 128)
“KAMAL ATATÜRK”
OGÜN DELİ
(ORPARS)
“Sevgili
anneciğim, EMİNE DELİ (mekânı cennet olsun) ve Babacığım, MEHMET DELİ’ye ithaf ediyorum…”
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
1.BÖLÜM:
Çelişkili Tarihler Tahribatlar
-Atatürk’ün Şeceresinde İlk On Yılına ait
Çelişkiler
-Ali
Rıza Efendi’nin Yaşamına İlişkin Bilgilerde Yapılan Tahribatlar
-Ali
Rıza Efendi’nin Fotoğrafı’nın Tahribatı
-Google’de
yer alan Tahrifatlı Ali Rıza Efendi Resimleri
-Zübeyde
Hanım Hakkında
-Atatürk’ün
Doğumu
-Ali
Rıza Efendi- Zübeyde Hanım
-Atatürk’ün
Kardeşleri
-Okul
Hayatında ki Tezatlar
-Askeri
Rüştiye’ye Girişi
-RAPLA
ÇİFTLİĞİ
-Genel
Değerlendirme
İKİNCİ
BÖLÜM KAM(A)L ATATÜRK
-Kamal
Atatürk
-Atatürk
Krallığını İlan etti mi?
-Osmanoğullarıyla
ilgili T. C. Yasaları
-Abdülmecid
Efendi’nin Halife seçilişi (18 Kasım 1922)
-Sultan
Vahidettin’in Kaçtı (mı?) Gitmesine göz yumuldu
(mu?)
(16–17 Kasım 1922)
-Saltanatın
Kaldırılması (30 Ekim)
-Lausanne
(Lozan) Barış Konferansı 21 Kasım 1922–24
Temmuz 1923)
-Atatürk’ün Kullanmış olduğu Kamal Mührü
Kamal Atatürk
-Atatürk
İmzası bulunan mühürler kullanırdı ve
birçok
yerde
sahte imzası kullanıldı Bunlardam biride vasiyet
namesidir.
-Vasiyetinde
ki imza Atatürk’ün mü?
-Kemalizm
nasıl ortaya çıkıyor
-Acı
sonuç Kemalizm 1953 CHP Kurultayında Tüzükten
çıkarılmıştır
-BİR
İDDİA- V.Mehmed Reşad’ın oğlu Atatürk(!)
-Atatürk’ün
yaşayan akrabaları ve çelişkili şecereler
-V.Mehmedin
ilan edilmeyen oğlu Şehzade Kamal
-Osmanlı
Şehzadeleri
-V.Mehmed
Reşad (1844–1918)
-Atatürk’ün
V.Mehmed Reşad’dan aldığı Madalyalar
Ek:1/
Kamal Atatürk mührü
EK
DOSYALAR:
1-Muhsin Yazıcıoğlu Atatürk’ün Akrabası
mı?
2-Ali Güler’in Atatürk Şeceresi
Kaynaklar
ÖNSÖZ
Dünya Tarihini değiştiren insanların ve toplulukların hayatları ve
yaşamları her dönem ilgi odağı olmuş bu
konuda birçok masal ve efsaneler üretilmiştir.
Bu doğal olarak topluluklar ve şahıs hakkında kindar
hane[1] bazen de koruyucu olabilmektedir.
Uzun tarih yolculuğu içerisinde tanımadığımız ve asla yüz yüze gelmemiz
mümkün olmayanların yanında yine tarih olacaklarla yaşamak aslında fark
etmediğimiz ve önemli sorularında ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.
Günümüzde kimlikleri ve nereden geldiklerine dair şüphe taşıyan insanların
yönetimi altında bulunmak birkaç nesil sonrada bu insanların ve toplulukların
gelecek nesillerimiz açısından tarih kitaplarında yer aldıkları pozisyonlar bu
konunun ne kadar hassas ve önemli olduğunun altını çizmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’e ilişkin son yıllarda yapılan çalışmalar ve bu
konuda yazılanlara baktığımızda sürekli devam eden ve “DUR” demesi gerekenlerin
sessiz duruşlarının arkasında farklı nedenler aramak yerine bu konuda yazan ve
araştırmalar yapanların namuslu bir şekilde bilgilerini Yüce Türk Milletine
açması zorunluluğu doğmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk sadece bir kesimin ya da
insanların kontrolünden acilen çıkarılıp Yüce Türk Milleti’nin bağrına
bırakılmalıdır.
Onun asıl bulunduğu ve asırlarca da bulunacağı , hak ettiği yer
burasıdır..
Siyasi partilerin ya da cemaatlerin siyasi propagandası olmaktan
uzaklaştırılmalıdır.
Bu kitap içerisinde okuyacağınız tüm bilgiler aslında var olan
bilgilerden çıkarılmış ve kamuoyunun önüne konulmuştur.
Bu bilgileri yıllarca yayınlayan ve yazanların yanında Cumhurbaşkanlığı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak
üzere tüm devlet birimlerinin geçmişten günümüze kadar bu ağır sorumluluğun
ortağı olduğu izlenmiş ve bu kurum ve kuruluşların onurlu bir şekilde
görevlerini yerine getirme zamanı gelmiştir.
Yıllarca Atatürk’e hakaret edenler ve onun üzerinden prim yapanların
artık tek tek maskeleri aşağıya indirilerek yıllarca yaptıkları bu sömürüyü Yüce
Türk Milletine açıklayacaklardır.
Burada
hemen bir noktayı da tarihi bir not olarak düşmek isterim.
Yazarlık Allah’ın kullarına bahşettiği
mesleklerin en kutsalıdır. Ve yazı yazan kalemlerin ve düşünen beyinlerin
ahlaklı ve dürüst olması bu sebepten ötürü son derece önemlidir.
Bunları neden mi diyorum. Malatya dosyası
ile ilgili olarak bir yazar (öyle dedikleri
için) gerekli incelemeleri ve araştırmaları yapmadan kamuoyunu yanıltmış ve
yanlış bilgilendirmiştir.
Bunu not etmekte ki gayemiz bu mesleği
içra edenlerin Kamuoyuna karşı olduğu kadar tarihe karşı da sorumlulukları
olduğu ve terbiye kurallarını hiçe sayarak bu kutsal mesleği içinden çıkılmaz bir
hale getirmelerini asla kabul edilemeyecegini buradan tekrarlamak isterim.
Son olarak, bu eserlerin hazırlanmasında bana katkı ve destek veren Gazi
Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nin çok değerli hocaları ve onların
asistanlarına, eşime, çocuklarıma her
daim vefalı duruşlarıyla beni ayakta tutmaya çalışan dostlarıma ve ismini
yazamayacağım birçok dostlarıma teşekkürü borç bilmekteyim.
Bu kitapların hazırlanması aşamasında birçok uzman yer almıştır. Onların
tabii bu kitaplarda isimleri maalesef yer almamaktadır. Onları da saygı ve
sevgiyle verdikleri destek için ayrıca teşekkür ederim.
OGÜN DELİ
(ORPARS)
GİRİŞ
Elinizde tutmuş olduğunuz eserin ilk öncü kitabı, 2008 tarihinde
Ankarada mevcut Cantekin matbasında basılan “Anıtkabirin Gözyaşı” kitabıyla
verilmiştir.
İlk
baskı adedi 5.000 adet olarak basılmıştır. Daha sonra 2013 yılında Alter yayınları
arasında ilave yeni bilgiler ile “Kamal Atatürk” ismiyle çıkmıştır.
Aslında birbirini tamamlayan bu iki farklı
eserin son baskılarda birbirlerinden ayrılıp farklı iki eser olarak yayınlanması
yazar tarafından uygun görülmüştür.
Bunun sebepleri elbette ki yazarın kendi
isteği olmakla birlikte, bir yerde de zorlayıcı
nedenlerden kaynaklanmıştır.
Atatürk’ün gerek hayatta iken ve vefatından
sonra manevi şahsına yönelik saldırıların hala günümüze kadar sürüyor olması
tesadüfü bir konu olması mümkün değildir...
Yapılan bu saldırıların plan ve proğram
içerisinde süre geldiğini anlamak ise oldukça güç değildir.
Anıtkabirin Gözyaşı kitabında bu saldırıların
bir kısmını örnek olarak okuyucuya sunmuş ve bu saldırıların aslında
“ATATÜRKÇÜYÜM” diyenlerle “ATATÜRK DÜŞMANIYIM” diyecek kadar açık kin
ve nefretini ifşa edenlerin aynı karakter ve kimlik içindeki kişi yada
kurumlarca yapıldığını artık tesbit etmiş durumdayız.
Kamal Atatürk kitabında ise bu saldırıların içeriklerine
girmeden bu saldırılara neden olan unsurlar ve unsurların hedefleri yer almaya
başlamıştır.
Bu eser aracılığıyla bir cümlede eklemek istiyorum. Atatürk’ü yıllarca kendi çıkar
ve menfaati için kullanan bu sebeple makam ve şöhret kazanmayı kendine adet
edinmiş olanların zaman zaman yazdıkları eserler (Şüpheli) incelediğimiz vakit şunu
gördük ki bilgi sahibi yada akademik kariyer sahibi olmak bazen yeterli
olmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurucusu,
Ulu Önder, Şehit Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, hakkında ve Cumhuriyetimize
yönelik saldırılar her geçen gün bir yenisi
eklenerek artmaktadır.
Yapılan bu saldırıların merkezinde;
Atatürk’ün ailesi ve kendisi yer aldığı gözlenmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet’ini kuran Yüce
Türk Milleti ve onun ebedi önderi, Mustafa Kemal’e karşı yapılan bu saldırıların
arkasındaki planın iyi tahlil edilmesi gerekmektedir, yapılan bu saldırılar
aslında Atatürk’ümüzün şahsına ilişkin değil, onun şahsı kullanılarak, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve onun Yüce Milletine karşı yapılmaktadır.
Çünkü Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti
Devletiyle şahsı bütünleşmiş iç içe girmiş dünyadaki tek liderdir.
Fakat bu saldırıların temelinde yatan ana
konuya indiğimizde, aşağıda vermeye çalışacağımız örneklerde de görüleceği
üzere, Atatürk’ün biyografisinde verilen bilgilerin sağlıklı olmaması bu
bilgilerin aktarılmasını yapan yazarların da kendi içlerinde çelişkiye düşmüş
olması öncelikle dikkat edilmesi gerekli konuların başında gelmektedir.
Yaşanılan bu
sıkıntıyı dile getiren Sadi Borak şunları söylemekte;
“Hazırlamakta
olduğum ‘Açıklamalı Atatürk Kronolojisi’ için otuz yıl evvelsinden bu yana
Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsü ile ilgili yüzlerce eseri fişledim.
Bu fişler kronolojik bir sıraya girdiği zaman
gördüm ki Ulusal Kahramanımızın yaşamının çeşitli aşamalarını oluşturan pek çok
olayın tarihleri birbirini tutmaz bir karışıklık içindedir.
Sadece Harbiye’ye
girdiği 1899 tarihi ile Anadolu’ya geçtiği 1919 tarihi arasında geçen 20 yıllık
yaşamına eğilecek bir araştırıcı; karşısına çıkan birbirini tutmaz tarih rakamları
karşısında bunalıp kalacak, içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşamış, özellikle 7
yaşından sonraki elli yıllık yaşamına tanık olmuş pek çok kişinin hâlâ sağ
olduğu bir dönemde, vatan kurtarmış bir Ulusal Kahramanın yaşam öyküsünün niçin
böylesine birbirini tutmaz bir kargaşa haline getirilmiş olduğuna şaşacaktır ”[2] demektedir.
Bu bilgilerdeki
çelişkiler Cumhuriyetimize karşı yıkıcı tavırlar içine girmiş olan kesimlerce
çok güzel kullanılmaktadır.
Bunca haksız
saldırıya karşın, Yüce Türk Halkı ile olan kökleşmiş bağlarını Atatürk’le
koparmaya çalışanlar her denemelerinde yine Yüce Türk Milletini karşısında
görmüş ve görmeye de devam edecektir.
Yüce Türk
Milletinin Dincisinden, dinsizine ya da diğer felsefik fikir sahibi olan kesimlerle
temelde hiç bir problemi yoktur.
Yada şöyle dersek;
Ülkemizde “Atatürkçü” olduğunu söyleyenler ne kadar “ Atatürkçü” ise yine bu
ülkede “Ben Müslüman’ım” diyenlerde o kadar “Müslüman’dır”
Bunların
birbirlerinden hiç bir farkları yoktur.
Aşağıda
okuyacağınız belgeler sadece bir milletin
kaderi değil o kaderi yönlendirenlerin ne kadar alçakça saldırılarla karşılaştıklarının
delilidir.
Ayrıca
aydınlarında ne kadar namuslu ve cesaret sahibi olmaları gerektiğini vurgulamak
için iyi birer örnek teşkil etmektedir.
Atatürk hakkında
yapılan saldırıların başında ailesi ve şeceresine ilişkin bilgiler ilk göze
çarpanlardandır. “Atatürk Nasıl Öldürüldü?” Kitabımızda konuya ilişkin bir giriş yapmıştık. Doğal olarak her fikrin kabul edeni olduğu gibi
karşı çıkanı da olacaktır.
Bunun aksini
düşünmek yanlış olur. Bizim buradaki amacımız Yüce Türk Halkının bu aktarılan
bilgileri iyi tahlil etmesi ve çevresinde yaşananları sağlıklı bir şekilde
gözlemlemesidir.
2004 yılında
Agoni kitabımla Atatürk’e ait yazıların içerikleri ve konularında ki
zenginlikler arttış göstermiştir. Bu Agoni kitabının başarılarından sadece bir
tanesidir.
Fakat o tarihden
günümüze kadar gelen süreçte Türk Silahli Kuvvetleri başta olmak üzere devletin
çeşitli kurumlarından kitaba karşı takınılan olumsuz tavır hep dikkatimi
çekmiştir.
15 Temmuz
Olaylarından sonra FETÖ Terörö örgütünün Atatürk Düşmanlığının beni ne kadar
etkilediğini bugün daha rahat ve anlaşılır olduğunu görmekteyim.
Bilindiği gibi
FETÖ terör örgütü Atatürk Düşmanlığıyla da anılmaktadır. Oysa Atatürk Kuran-ı
Kerimde gecen Asr Suresinde, “Yemin
ederim zamana:İnsanlar hüsranda. Ançak şunlar
müstesna : İman edip makbul ve
güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine
hakkı ve sabrı tavsiye edenler”[3] anlam
bulan işler yapmıştır.
Bu sebepten ötürü
FETÖ Örgütünün de Müslümanlığı sorgulanmalıdır.
Bunlara ilave olarak hangi sıfat veya
akademik kariyer sahibi olursa olsun öncelikle şahsım olmak üzere tüm yazı yazan
kalemlerin tek tek sorgulanması ve gerekli eleştirilerini vicdanlarında
yapmaları gerekir.
Birde bu kitapları
yazanların hangi görüş ve fikirde olurlarsa olsunlar, kimler oldukları,
isimleri, kimlikleri sorgulanmaya muhtaçtır.
Bilgi aktarımını
yaparken karşımıza çıkan metinleri ne kadar dikkatli okumamız gerektiği
vurgulamasının yapıla bilmesi için bazı metinleri uzunca aldım.
Bunun sebebi de
okuduklarımızı aslında yeteri kadar denetlemediğimiz, sorgulamadığımız gerçeği
ile birlikte bize bu bilgileri aktaran hangi sıfat ve akademik kariyer sahibi
olursa olsun nasıl yanlışlar yaptıklarının ortaya çıkmasını sağlamaya yöneliktir.
Tabii ki o kadar
çok metin var ki, hepsini buraya aktarmamız mümkün değil, sadece konunun
öneminin kavranması için birkaç örneği buraya taşıdık bunun genellemesini okuyucu
kendisi yapacaktır.
1.BÖLÜM
ÇELİŞKİLİ TARİHLER / TAHRİBATLAR

Ali
Rıza Efendi
ATATÜRK’ÜN ŞECERESİNDE İLK ON YILINA
AİT ÇELİŞKİLER
Atatürk’e ait günümüze kadar gelen ve hala
yazılmaya devam eden şecere ve şemalarda dikkatle bakıldığında yaşamının ilk on yılına ait olan dönemi açık değildir.
Bu kapalı dönemin aslında olmasının
sebepleri vardır. Ama onun saldırılara
uğramasına gerek kalacak sebeplerle bağı olmamaktadır.
Kötü niyetli kişi ve kurumlarda aslında bu
yazdıkları ve söylediklerinin gerçekle ilişkisi olmadığının farkındadır.
Nitekim ortaya belge diye koydukları bir çok kağıt parçasının
aslında düzmece belge oldukları ortaya
çıkarılmıştır.
Asıl sorun bu belgeleri gerçek gibi
alıp hiç bir araştırma ve incelemeye
gerek duymadan , ön yargı ile kabul eden
bu konuda şehir efsaneleri ve dedikoduları yayanların bilgisizliğidir.
İşte bu
sahte bilgileri ortaya koyanlar bu cahil yada yarı beyinli kişileri çok
güzel organize etmiş ve bu yalan bilgilerin ve belgelerin gerçek olduğu zaman
içerisinde taraftar bulmuştur. Aslında gerçekler hiçde böyle değildir.
Bunlara ilave olarak binlerce Atatürk
eserini yazan ve bu konuda da isim yapmış olanların dahi günümüzde bu yanlışlıkları
yapıyor olması gerçekten düşündürücü ve üzücüdür.
Atatürk hakkında yapılan saldırıların
merkezinde öncelikle ailesi ve milleti hep dillendirilmektedir.
Bu konuyla ilgili metinler “Anıtkabirin
Gözyaşı “ eserimizde genişce dile getirilmiştir. Arzu edenler bu eserden bu konuyu
takip edebilir.
Biz burada ailesi ve aile fertleriyle
ilgili başka bir konuyu inceleyeceğiz.
İnceleyecegimiz ilk kişi Ali Rıza
Efendi’dir. Ali Rıza Efendi bilindiği gibi Atatürk’ün babasıdır.
Bu konuda o kadar çok garip şeyler
söylenmiş ve dillendirilmiştir ki bir zaman sonra bu yanlış bilgilerin artık
gerçek bilgiler göz ardı edilerek tahribata varaçak hale gelen bilgi ve
belgelerin yeni yeni üretildiğini görmekle birlikte, Atatürk sevdalı
yazarlarımız tarafından dahi bu tahrip edilmiş belgelerin kullanılıyor olmasını
görmek bize artık cinnet geçirme noktasına getirmiştir.
ALİ RIZA EFENDİ’NİN YAŞAMINA İLİŞKİN BİLGİLERİNDE YAPILAN TAHRİBATLAR
Ali Rıza Efendi ile ilgili bilgilerde ilk
verilen ve kamuoyu tafafından da bilinen Selanik’te Evkaf Katipliği yaptığıdır.
Bu tüm Atatürk şecere bilgilerinde geçen
temel konudur. Ve şöyle dile getirilir.
“Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi önce Selanik’te
evkaf katipliği yapmıştır. Atatürk
onu az hatırladığını söylemekle
birlikte...”[4] Denilmektedir.
Yukarıda dikkat edecek olursak Atatürk’ün
babasını çok küçük yaşlarda kaybettiği için çok az hatırladığı vurgulanmaktadır.[5] Ve Ali Rıza Efendi’nin
Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunan Selanik’te, bu dönemde de devlet memuru olduğu anlaşılmaktadır.
Yani Osmanlı Devletinin resmi arşivlerinden
Ali Rıza Efendi ile ilgili kayıtlara ulaşmamız mümkündür.
Devamında ise; “ ....1876’da Sırbistanla savaş başladıktan sonra
Selanik’te gönüllülerden bir Asakir-i
Milliye taburu kurulmuş ve Ali
Rıza Efendi onda mülazımı evvel (üst teğmen)
olmuştur...”[6]
Yine buradan da anlaşılmaktadır ki bahsi
geçen Ali Rıza Efendi. Devlet görevi dışında da Asker olarak Osmanlı ordusunda
yer almıştır.
Son olarak da bilindiği gibi kereste
ticareti ile geçen hayatı dile getirilmekte, genelde cümleler şöyle
bitirilmektedir, “Kereste ve tuz
ticaretinde iki kez batan Ali Rıza tekrar Rüsumat memurluğuna alınmayınca içmeye başladı. Üç yıl hastalık çektikten sonra öldü...”[7]
“Ali Rıza Efendi Gümrük memurluğundan
istifa ederek , Cafer Efendi adında
bir zatla kereste ticaretine başlayarak...”[8]
“...Ali Rıza Efendi’nin evkaftan
çekilip rüsumat memuru olduğu anlaşılıyor. Daha sonra özel hayata atılıp
kereste tüccarlığı yapar....”[9]
Ali Rıza Efendi’nin memurluk,askerlik
ve iş hayatının hemen dışında şeceresine
ilişkin verilen bilgilerde ise tüm temel kitaplarda şu cümleler yer almaktadır.
“...Kırmızı Hafız Ahmet
isimli babası ve ailesiyle birlikte
Selanik’e Aydın’ın Söke ovasından
gelmişlerdir...
Ali Rıza Efendi Katerin ilçesinin (Pasaport-Köprü) bölgesinde gümrük muhafaza
memurluğu yapmaktaydı.
İri yarı yapıya sahip olan Ali Rıza
Efendi , ilk mektep öğretmeni bir
babanın çocuğu olması nedeniyle Zübeyde
Hanımdan daha eğitimliydi.
Ali Rıza Efendi Evkaf idaresinde çalışırken Zübeyde Hanımla
birlikte Olympos dağları eteğindeki bir
köy evine yerleşirler. Gümrük ve Efkaf’tan aldığı maaşı yetiremeyen Ali Rıza Efendi, memuriyetten ayrılarak bu
zengin ormanlık bölgede kereste
ticaretine atılır...
Tekrar Selanik’e döner....İki katlı
geniş odalı cumbalı ve Arnavut kaldırımı döşeli sokağa bakan
bir ev yaptırır....”[10]
Ali Rıza Efendi’nin vefatına ilişkin verilen
bilgilerde ise;
“Ali
Rıza Efendi...Bağırsak veremine yakalanarak
üç yıl devam eden bir
hastalık esnasında , hak emrivaki
olur....”[11]
Ali Rıza Efendi ile ilgili yazılan
bilgilerde genelde tarihler fazla dillendirilmemektedir. Dillendirilenlerde
ise;
“Ali Rıza Efendi, Evkaf katipliğinde, gümrük
memurluğunda ve 1876’da Selanik Asakiri Milliye taburunda birinci mülazım olarak bulunmuştur....”[12]
“Bir’ara
Çayağzı’nda gümrük memurluğu da etmiş ve 47 yaşında ölmüştü...”[13]
“ Babası evkaf katipliğinde , gümrük
memurluğunda bulunmuş, daha sonraları kereste ticareti yapmış olan Ali
Rıza Efendi, anası Zübeyde Hanımdı. Yıl
1880. Bu çocuk 8 yaşındayken babasını
kaybetti...1880 Mustafa’nın Selanik’te doğuşu...1888- Babası Ali Rıza
Efendi’nin ölümü”[14]
“
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Kırmızı
Hafız diye anılan öğretmen
Ahmet Efendi’nin oğludur.
Yıllarca Gümrük
Evkaf memurluğunda bulunmuştur..
Daha sonraları özel iş hayatına atılıp kereste ticareti yapmıştır....
Atatürk
babasını az hatırlamakla birlikte.... Ali Rıza Efendi , 1876’da Sırbistanla
savaş başladıktan sonra , Selanik’te gönüllülerden kurulu
bir taburda üstteğmen olarak görev yapmıştır.”[15] Denilmektedir.
ALİ RIZA EFENDİ’NİN FOTOĞRAFININ TAHRİBATI
Ali Rıza Efendi’nin babası , Mustafa Kemal’in de dedesi olan Kırmızı
Hafız Efendiye ait verilen bilgilerde dahi netleşilmemektedir.
Nitekim bazı yerlerde kendisinin bir öğretmen olduğu söylenirken başka bir yerde de asker
olduğu dile getirilmiştir.
Diğer bir konu Ali Rıza Efendi’nin Gümrük
memurluğundan emekli mi olduğu yada istifa mı ettiği anlaşılmamaktadır.
Bu bilgilerin dışında fiziki görünümüne
ait verilerde bile iri yada ufak yapılı
gibi fikirler ileri sürülerek fiziki görüntü iyice fululaştırılmıştır.
Asıl dikkat çeken ve bizimde önemli bulduğumuz
Atatürk’ün hayatına ilişkin bilgileri aktaranların tarih belirtmemeleridir.
Aktarılan bilgilerde Atatürk’ün doğumu 1880 verilirken babası Ali
Rıza Efendi’nin vefatı da 1888 tarihi olarak kayıt girilmiştir.
Ali
Rıza Efendiye ait bilgilerin anlatımında yaşanan eksiklikleri yukarıda
gösterdik. Bunların yanında resmi bir kimliğide bulunmasına karşın bu
bilgilerin neden kullanılmadığı soru işaretiyken günümüzde daha vahim
olaylarında bu konuda yaşandığına şahitlik etmekteyiz.
Ali Rıza Efendiye ait olduğu söylenen bir
kare resim zaman içerisinde değişimlere uğratılarak aslıyla alakası olmayan bir hale getirilip günümüzde Ali Rıza Efendi diye
insanlara servis yapılmaktadır.
Ali Rıza Efendi’nin Gönüllü olarak iştirak
ettiği Asakir-i Milliye elbisesi ile çekilmiş üniformalı resmi Macide Vildan
Kunter’in Atatürk’ün Hayatı ve
Başarıları, adlı eserinde yer almıştır.

Yukarıda vermiş olduğumuz resim 1935 yılında
Ankara Cebeci de bir evde bulunan
fotoğraf geçici olarak subaylık yaptığı
“Selanik Asakir-i Milliye “ taburundaki
arkadaşı Hasip Beyle
birlikte 1876 yılında çektikleri fotoğraf denilmektedir.
Bu fotoğrafın Ali Rıza Efendiye ait olan
kısmını Hasip Efendi’nin gelini Şehnaz
Hanımdan alan Çankırı eski Milletvekillerinden
Mustafa Önsay , Selanik’e giderek bu konuda
araştırmalar yapmıştır.
Selanik Asakir-i Milliye Taburu hakkındaki araştırmayı Türk Tarih kurumu’nun (TTK) o yıllarda ki As Başkanı , Tarih
araştırmacısı İhsan Sungu, Zamanın Ankara milletvekili Falih Rıfkı
Atay aracılığıyla Atatürk’e ulaştırır.
Araştırma Atatürk tarafından incelendikten
sonra fotoğraf ve belge ile
birlikte TTK’na gönderilir.
Araştırma belge, fotoğraflarla birlikte
1939 yılında Belleten’de İhsan Sungu imzasıyla yayınlanır.
Macide
Vildan’ın 1953 yılında bu resim kitabında yayınlanmıştır.
Konuyla ilgili olarak geçen cümlede ise; “Atatürk’ün
babası Ali Rıza’nın bu fotoğrafı, Gazi Mustafa Kemal’e Selanikli eski bir aile tarafından sunulduğu zaman çok duyğulanmıştı...Bu resim Ali Rıza Efendiyi ‘Asakir-i Milliye subayı
olarak göstermektedir....”[16]
Yalnız fotoğrafı incelediğimizde bazı
sorunların olduğu ortaya çıkmaktadır.
Örnek verecek olursak Ali Rıza efendinin bu
fotoğraf içerisinde omuz, eller gibi fiziki durumunda tam netlik sağlanmamakla
birlikte günümüz için sağlıklı bir resim
degildir.
Günün şartları inceledikten sonra bu kara
resmin tekrar ele alınıp tahlilinin sağlıklı şekilde yapılması arzu
edilmektedir.

Macide Vildan Kunter’in kitabında yer alan
resim zaman içerisinde değişimlere uğrayarak yeni bir kare elde edilmiştir.
Dikkat çeken husus ilk kare resimden çok
farklı olarak yeni karenin Atatürk’e benzetilme gayretidir.
Bugün bir çok
yazar ve akademisyende bu yeni üretilmiş resmi kullanmaktadırlar.

Ali Rıza Efendi, Gönüllü olarak
iştirak ettiği Asakir-i Milliye elbisesi ile çekilmiş fotoğrafı Üniformasıyla[17]
Yapılan bu tahrifatlar sadece orijinal resim üzerinde değil Atatürk’e
benzetilen ve bugün yaygın şekilde etrafımızda bulunan resimlerde bu resim
üzerinden çalışılmış ve maalesef onlarda tahrifatlıdır.
GOOGLEDE YER ALAN TAHRİFATLI ALİ
RIZA EFENDİ RESİMLERİ
Ali Rıza Efendi (d. 1839, Selanik - ö. 1888, Selanik),
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün babasıdır. ...
tr.wikipedia.org/wiki/Ali_Rıza_Efendi -
Ali Rıza
Efendi 1841 yılında Selanik'te doğdu. Söke'den Selanik'e yerleşmiş Türkmenlerden Kırmızı Hafız
lakaplı Ahmet Efendi'nin oğludur.
www.turkcebilgi.com/ali_rıza_efendi/ansiklopedi
Ali Rıza Efendiye
ait olduğu söylenen resim bir adettir. Bu resimden
türetilen binlerce kitap üzerinde yer alan Ali Rıza Efendiyle de alakası olmayan
Mustafa Kemale benzetilen resimler yer almaktadır ki bu tamamıyla tarihi bir
olayı tahrifat anlamına gelmektedir.
Aşağıda bu konuda
verilen resimlere bakmak bile yeterli olacaktır.

Resimlerde yapılan tahrifat tabii sadece Ali
Rıza’yla da sınırlı kalmamaktadır.
Atatürk’ün birçok resmi yok edilirken, bir kısım resimleri üzerinde de günümüzde oynanarak o
tarihi dokusundan uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır.
Bununla birlikte siyasi emelleri için
kullanmaya kalkanlarda az değildir.
Hatta
bazen resmi kurumlarda sözleri metinlerden çıkartılmış oluyor olması da aslında
yapılan bu çalışmaların kimlere ne gibi kar getirdiğini tekrar sorgulama bizi
zorlamaktadır.

Ermeniler Atatürk'ün Fox'la
çekilen bu resmini montajlayıp, Atatürk’ü Ermeni soykırımı yapmış gibi göstermeye
çalışmışlardır.

Türkiye de uygulanmaya başlayan
Sigara yasağından Atatürk’ün bu fotoğrafı da nasibini almıştır.

Atatürk'e ait bu araştırmalarımız
esnasında fazlasıyla karşılaştığımız konulardan biride sözlerinin ve
yazdıklarının sansürlenmesi olmuştur.[18]


Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım
ZÜBEYDE HANIM HAKKINDA
Maalesef Atatürk hakkında yapılan
saldırılarda Annesine ilişkin verilen sahte ve düzmece belgelerde en büyük
maduriyeti yaşayan Zübeyde Hanımdır.
Bugün kendisini dindar referansıyla sunup
İslam diniyle asla bağdaşmayaçak tavırlara giren bir kesim mevcuttur.
Bunların Kutsal Dinimiz İslam ile asla
uzlaşmayaçak tavırlarının içinde iftira yolunu seçiyor olması gerçekten bu insanların
kimler yada nasıl bir varlık olduklarını sorgular olmuşuzdur.
Sıradan bir kadının onur ve şerefiyle
oynamak bunu yapanların ne kadar alçak ve düşük seviyeli insanlar olduğunu
zaten bizlere göstermiş ve ilerleyen dönemlerde bu insanların sonları da gerçekten
yaptıkları hakaretin bedelini ödeyerek bu dünyadam göçüp gittiklerini
görmüşüzdür.
Zübeyde Hanımın nasıl bir insan olduğunu
anlamak isterseniz onun son döneminde yazmış olduğu vasiyetini okumanızı acilen tavsiye ederim.
Kitaplarda Zübeyde Hanıma ilişkin bilgilerde
şunlar dile getirilmektedir.
“Zübeyde sarışın, mavi gözlü ve beyaz
tenliydi… Tırhalada doğmuştu. Vaktiyle Rumeliye göç etmiş Yörüklerin soyundan
olduğu söylerdi…”[19]
“Okumamıştı, akıllıydı, irade
sahibiydi. Kocasına sözünü geçirirdi. …”[20]
“Zübeyde Hanımı aslı Teselya’nın fethinden
sonra Anadolu’dan 1810 yıllarda göçerek, Yunanistan’ın Vodina bölgesi Sarıgöl
bucağı, daha sonra da Selanik’e yerleşen göçmenlerdendir.
Ailedeki göçmen babanın adı Feyzullah,
lakabı ise Hacı Sofulardır.
Zübeyde hanımın iki kardeşinden birisi
Lankazadaki Aşçılık yapan Hasan diğeri ise Selanikli Sami Bey’in çiftliğinde
subaşılık yapan Hüseyin efendiydi…”[21]
“Atatürk’ün anası Zübeyde Hanım Hacı Sofu
ailesinden Feyzullah Ağanın kızıdır.”[22]
“Geçim
zorluğu, Zübeyde’yi kaygılandıran sorunlardan biriydi. Çok
geçmeden, yaşlı ve varlıklı bir koca buldu.
Adı
Ragıp’tı. Oğlunun ilk tepkisi halası
Rukiye’nin yanına gitmek oldu.”[23]
“…Annesi
Zübeyde Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in pederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından,
Larissa göçmeni Ragıp Efendiyle evlendirilir.
Larissa’lı Ragıp Efendi oldukça varlıklı ve
dul bir insandı… Zübeyde Hanım
başlangıçta kendisinden yirmi yaş büyük Ali Rıza Efendiyle evlenmişti.
Bu
ikinci izdivacında ise, kendisinden on
yaş küçük tütün reji memuru Larissa’lı göçmen Ragıp Efendiyle evleniyordu…”[24]
“Bu genç tütün reji memuru oldukça varlıklı
olmasına karşın, dört çocuğuyla birlikte Zübeyde hanıma içgüvey olarak
gelmiştir…”[25]
“
Bu evliliğe fazlasıyla kızan Mustafa Kemal, evi terk ederek, Horhor
mahallesindeki halası Emine Hanımın
evine gider.”[26]
“Annesi Zübeyde Hanım, Makedonya, Teselya
fatihlerinden bir aileye mensuptur. Anadolu’dan gelip Selanik’in Göl bölgesinde
yerleşen Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağanın kızıdır.” [27]
Kısaca aldığımız bilgilerde hemen dikkat
çekecek konular vardır. Bunlarda;
1-Zübeyde
Hanımın bir metinde Rağıp Efendiyle yaş olarak anlatılandır. Ragıp Efendi’nin
Zübeyde Hanımdan yaşlımı yada genç mi olduğu anlaşılmamaktadır.
2-Atatürk’ün
bu evliliği kabul etmeyip kızarak halasının yanına gitmesidir. Burada farklı
iki hala ismi zikredilmektedir.
“Oğlunun ilk tepkisi halası Rukiye’nin yanına
gitmek oldu.” Ve “halası Emine Hanımın evine gider.” denilmektedir.
ATATÜRK’ÜN DOĞUMU
“XlX.
Yüzyılda hele taşralarda kayıtlar pek eksik olduğundan onun doğum günü
bilinmemektedir. O Rumi 1286 yılında doğmuş olarak kayıtlı olduğuna göre 1880
veya 1881’de doğmuş demektir. Adı Mustafa’dır...”[28]
“Zübeyde
Hanımdan dünyaya gelen bir Makedonyalı… Mustafa Kemal’in 1881’de doğduğu yer
olan Selanik, denize açılan kozmopolit bir liman kentiydi…
Bu
anlattığımız yerler Makedonya olduğuna göre, buralarda doğan Mustafa Kemal’de
Makedonyalıydı… Mustafa Kemal… Ahmet Subaşı Mahallesindeki, Senayi okulunun karşısında
mütevazı ve ahşap bir evde dünyaya gözlerini açtı… Selanik’te Müslüman bir
Osmanlı olarak doğduğu halde, Mustafa Kemal’in günümüzde alışagelmiş Türk
tipine benzemez.
Makedonların
birçoklarında olduğu gibi, Arnavut yâda Slav karışımı olup olmadığı iddiadan
öteye geçmemiştir.
Böylesine
karışık bir çağda dünyaya gelen bir insanın ana babasından önceki ırkı
araştırmak boş bir durum olsa gerek.”[29]
“Atatürk,1880 yılında Selanik’te dünyaya
geldi…”[30]
“Büyük annesi Ayşe Hanım bu yavrunun adını
Mustafa koydu…”[32]
“Babası
Ali Rıza, Annesi Zübeyde’dir…”[33]
“1881
Martında, Selanik’te oturan küçük bir memur ailesinin Mustafa adını alan
oğulları dünyaya geldiği zaman… Atatürk, Mart’ta mı doğmuştu?
Bilmiyoruz. Bu sadece tahmindir. Doğum gününün bilinmesini, Atatürk’de istemiyordu,
birgün; “Sene yetişir” demişti, yoksa birgün gelir, doğum günümü kutlamaya
kalkarlar, sonra padişahlara benzerim…”[34]
“1880–1296
senesinde (Selanik) şehrinde dünyaya geldi.”[35]
“Selanik 1881…Selanik Kasımiye Mahallesi
ıslahhane caddesinde, bugün müze olan bir evde doğdu… Babası Ali Rıza Efendi
gümrük kolcusu idi, annesi Zübeyde Hanım Sarıgöllü Hacı Sofu ailesinden
Varyemezoglu İbrahim Feyzullah Efendi’nin kızı… [36]
“Gazi Mustafa Kemal, 1881 yılında
Selanik’te Islahhane semtinde Ahmet Subaşı mahallesinde bu evde dünyaya gelmişti…”
[37]
“Atatürk
1881 yılında Selanik’te doğmuştur.
Doğum günü kesin olarak bilinmemektedir. Mayıs ayında doğduğu tahmin
edilmektedir…” [38]
ALİ RIZA EFENDİ - ZÜBEYDE HANIM
“Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi Sofu
oğlu Feyzullah Efendi’nin kızı (Zübeyde) Hanım ile evlenir.”[39]
“Eşinden
yirmi yaş büyüktü…”[40]
“1876’ evlenmişlerdi…” [41]
“Önceleri
Olympos yamaçlarında Ali Rıza’nın görev yerine yakın bir ormanlık yerde
oturmuşlardı. Yerin adı Papaz Köprüsü idi. …”[42]
“Selanik’e taşınmışlar ve Hatuniye yahut
öbür adıyla Ahmet Subaşı mahallesine yerleşmişlerdi…”[43]
“Zübeyde
Hanım genç yaşta evlendiği Ali Rıza
Efendi, kendisinden yirmi yaş kadar büyüktü…”[44]
“Kocacıklı Bay Ali Rıza ile Mora
Yenişehirli Bayan Zübeyde… İki Türk genci Selanik’te evlenerek…”[45]
“Ali Rıza’nın evi Selanik’in Islahhane civarında Ahmet Subaşı
mahallesinde üç katlı ve pembe boyalıydı…”[46]
ATATÜRK’ÜN KARDEŞLERİ
“Ali Rıza ile Zübeyde’nin beş çocukları
oldu. İçlerinde yalnız Mustafa ve Makbule yaşadılar, Ömer ve Ahmet
Papaz köprüsünde kaybettikleri büyük oğullarıydı. Naciye’yi daha sonra
Selanik’te toprağa verdiler… Mustafa 1881’de Selanik’teki evde doğdu…”[47]
“Zübeyde Hanımın, Ali Rıza Efendiden Fatma,
Ahmet, Ömer, Mustafa, Makbule ve Naciye adlarında altı çocuğu olmuştur… Bu
çocuklardan yalnızca Mustafa ve Makbule yaşamışlardır.”[48]
“Sonradan
Mustafa’nın iki kız kardeşi oldu. Makbule ve Naciye… Bu üç kardeşle beraber
büyüdüler…”[49]
Mustafa
Kemal Atatürk’ün şeceresine ilişkin, yukarıda vermeye çalıştığımız bilgiler
içinde dikkat çeken birkaç konudan biri de kardeşlerine ilişkin
bilgilerdir.
Konuyla
ilgili yazılmış birçok eserde isim,
doğum, ölüm ve hatta ölüm şekillerinin bile verildiği kardeşleri,
Atatürk ile ilgili konularda pek halkımız tarafından bilinmez.
Bunun
en önemli sebebi ise; İlköğretim yıllarından belki de daha öncesinden Atatürk’e
ait bilgilerin yer aldığı ders kitaplarında bunlardan sadece bilineni Makbule
Atadan’dır.
Son
yıllarda bu isimlere Naciye Hanım da eklenmiştir. Konunun başında hemen bu
kardeşlere ilişkin bilgileri verelim;
Fatma (1871/72-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875–1883), Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938),
Makbule (Boysan, Atadan), (1885-1956), Naciye (1889-1901), Fatma dört, Ahmet
dokuz, Ömer sekiz, yaşlarında o
senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından
öldüler. En küçükleri Naciye Hanım Mustafa Kemal Harp Okulunu bitirdiği sene
vefat etmiştir.
Atatürk’ün
kardeşlerine ilişkin bilinenlerde bunlardan ibaret gibidir.
Ailenin Mustafa’dan (Kemal Atatürk’ten) başka
Ahmet, Ömer adlı iki oğlu, Naciye, Fatma, Makbule adlı üç kızı daha vardı, ama
Mustafa ve Makbule hariç diğerleri küçük yaşta öldüler. [50]
Yukarıdaki verilen bilgilerin içerisinde
dikkat edecek olursak bazı kaynaklar Zübeyde hanımı hiç okumamış bazıları da
okumuş eğitimli olarak gösterirken yine Ali Rıza Efendi’nin öldüğünde yirmi
kusur yaşlarında kalan Zübeyde hanımın kendisinden on yaş küçük biriyle
evlenmesi hatta o evlilikte evlendiği kişinin üç çocugu olması çok ilginçtir.
Diğer bir konu da Selanikte ki ev
meselesidir. Bu eve ilişkin bilgilerde ise şu söylenmektedir; “Ali
Rıza Efendi bu evi Zübeyde Hanımla evlendikten sonra yaptırmıştı.” [51]
OKUL HAYATINDAKİ TEZATLAR
“Küçük Mustafa Beş yaşına gelince babası Ali Rıza Efendi onu okula
vermeye karar verdi. Mektebe girme meselesinden aile içinde hayli münakaşa
oldu…”[52]
“Mustafa
Yedi yaşında… Mustafa bugün
mektebe başlayacak… Anne… O, oğlunu
din mektebine yerleştiriyor… Mustafa, babasının elinde Avrupa usulünden ders veren Şemsi Efendi’nin
mektebine gidiyordu…”[53]
“Okul çağındaki Mustafa ailesinin kararıyla Fatma molla kadın mektebine
başlar. Daha sonraları bu okuldan alınan küçük Mustafa, Şemsi Efendi Mahalle
okuluna gönderilir…”[54]
“Birkaç gün sonra da, mahalle mektebinden
alınarak (Şemsi Efendi’nin mektebi)ne veriliyor… Fakat acı bir hadise,
birdenbire onun tahsil hayatını durduruyor. Pederi, vefat ediyor…”[55]
Öğrenimine
Selanik’te Fatma Molla kadın mektebinde başladı… Bu hadiseden sonra Fatma Molla
Kadın mektebinden alınarak Modern öğretim yapan Şemsi Efendi ilkokuluna
verildi. Henüz bu okulu bitirmeden babası öldü.”[56]
“Mustafa Kemal Şemsi Efendi ilkokulunu
bitirdiği yıllardı, sevgili babasını kaybetti. O zaman henüz yedi yaşında bulunuyordu…”[57]
“Mustafa
Şemsi Efendi okulunu tamamlayamadı…”[58]
“En sonu babası ortalama bir yol buldu önce
küçük Mustafa’yı ilahilerle (Mahalle mektebi)ne başlatarak Zübeyde Hanımın
gönlünü yaptı. Birkaç gün sonrada oradan alınıp (Şemsi Efendi ilkokuluna verdi
…” [59]
“Daha sekiz yaşına basmış basmamıştı,
babacığını kaybetti…”[60]
“Fakat
aradan bir ay geçmedi, babası Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak “Şemsi
Efendi” okuluna yazdırdı…”[61]

Şemsi Efendi
Yukarıda ardı ardına verilen bilgilere
baktığımızda Mustafa Kemal’in okul
hayatına ilişkin birçok tezat ortaya çıkmaktadır.
Bu yazılanların hangisi doğrudur? Daha da
ilginç olanı Şemsi Efendi okuluna başlama ve bitirme konusundadır.
Çünkü okul kayıtları bulunması şartı bulunan
bu okulda Maalesef Mustafa Kemal
okula başladığında adı “Şemsi Efendi” değildir.
Okulun tarihçesine bakmak bu konuda
yeterli olacaktır. Buna göre;
“1873 yılında kentin ilk özel Müslüman Türk
ilkokulu olarak kapılarını açan "ŞEMSİ EFENDİ MEKTEBİ," hedef olarak
çağdaş kuşaklar yetiştirmeyi, yöntem olarak da "usul-i cedid"
(yeni/çağdaş yöntem) tedrisatını seçerek bu atılımı yapıyordu.
İşte
bu "ŞEMSİ EFENDİ MEKTEBİ" bugün artık Türk Milli Eğitiminin en köklü
kurumlardan birisi olan Terakki Vakfı Özel Şişli Terakki Okullarının
çekirdeğidir.
Okul,
Şemsi Efendi’nin öncülüğünde Abdi Kamil, Derviş Efendi, Halil Vehbi Efendi gibi
Selanik eşrafının katılımı ve diğer hayırseverlerin yardımlarıyla kurulmuştur.
Kuruluşundan
bir müddet sonra kız öğrencilere eğitim olanağı sağlaması, okulda Batı eğitim
anlayışına uygun özel dersler verilmesi, bu kurumun çağdaş niteliğinin
kanıtlarıdır.
Şemsi
Efendi Mektebi, kuruluşunun üzerinden daha dört yıl geçmeden devralınarak Emin
Lütfi Efendi’nin başkanlığındaki 13 kişilik bir encümen ile tam teşkilatlı ve
daha büyük kapasiteli bir okula dönüşme çabalarını başlattı.
Bu
çalışmalar, 2 Ağustos 1877 tarihinde, okulun rüştiye, yani ortaokul düzeyine
çıkarılması ve TERAKKİ MEKTEBİ adı altında öğrenime başlaması sonucunu verdi.
Okul, bu tarihten sonra da gelişmesini
sürdürdü. 27 Mart 1880 tarihinde
okulun adı "SELANİK TERAKKİ MEKTEBİ" olarak değiştirildi.
"SELANİK TERAKKİ MEKTEBİ" ortaokuldan sonra lise düzeyinde de
eğitim vermeye başladı. (Atatürk bu tarihte Doğmuştur)
Bu hızlı gelişim ve verdiği eğitimin
kalitesi açısından Selanik’in en gözde okullarından biri haline gelen
"SELANİK TERAKKİ MEKTEBİ" velilerin de isteğine uyarak yatılı kısım
ve kızlar bölümünü de açtı.
Okul, 20’nci yüzyılın başında adını "YADİGÂR-I
TERAKKİ TİCARET MEKTEBİ" olarak değiştirdi. “ yani Mustafa Kemal bu okulda okumaya başladığında okulun adı “TERAKKİ
MEKTEBİ” dir.[62]
Bugün Şemsi Efendi diye bahsettiğimiz
okulun aslında 1880 yılında Selanik
Terakki Mektebi olmasına karşın neden Şemsi Efendi okulu olarak kayıtlara
geçeriz. (?) Buda tarihleri yazan Yazarların gerçekten sıkıntılı olduğunu bize
gösteriyor.
ASKERİ RÜŞTİYEYE GİRİŞİ
Atatürk’ün Askeri okula gitmesine sebep olarak komşuları olan Kadri Bey’in oğlu Ahmet’in üniformalı
halinden etkilenmesidir. “...Komşu
çocuğu Kadri Bey’in oğlu Ahmet, onun Askeri Rüştiyesine mahsus resmi elbisesi…”[63]
Denilmektedir.
Yaş olarak da on iki gösterilmektedir.
“Henüz oniki yaşında bir çocuk… ”[64] Askeri Rüştiyeye
gimesine ilişkinde, “Askeri Rüştiye’ye gidip imtihan verir ve
okula alınır. (1893) ”[65]
Devamında ise ; “1896’da Mustafa Kemal Manastır Askeri idadisine geçti…”[66]
başka bir kaynakta ise ;“1895-Mustafa Kemal’in Manastır Askeri idadisine
girmiştir.”[67] Manastırda bulunduğu sırada ise yaşına
ilişkin bilgide; “Manastır Askeri
idadisine girdi. Ondört yaşındaydı.” [68]
Denilmektedir.
Harbiyeye girişine ait verilen bilgide ise ; “1889’da Harbiye’ye alındı.
1905’de Akademiden Yüzbaşı rütbesiyle çıktı…”[69]
Eğitimine ilişkin verilen başka
bir bilğide ise ;“1894’te Selanik’te Mülkiye Rüştiyesine giren Mustafa burada
tahsilini tamamlamak imkânı bulamadı.” [70]
Bu
arada ise annesinin evlenme konusu dillendirilir. “Mustafa Kemal Askeri Rüştiye’de
bulunduğu sırada… Dul olan annesi Ragıp Bey adında biriyle evlenir.” [71]
RAPLA ÇİFTLİĞİ
“Atatürk pek genç iken
babasının ölmesi (1888’de veya az sonra) ailenin durumunu sarsmış ve Zübeyde
Hanım iki çocuğu olarak kardeşi Hüseyin Ağanın yanına gitmiştir.
O ise Selanik etrafından
Süleyman Bey’in Çalı çiftliğinde subaşılık (Kâhyalık) etmektedir.
Böylelikle iki çocuk
tarlalar içinde oynar ve türlü hafif çiftlik işlerinde kullanılırlar.”[72] “Zübeyde Hanım, iki çocuğunu alarak kardeşi
Hüseyin Ağanın yanına gitmiştir…Teyzesinin daveti üzerine Selanik’e
dönmüşlerdir.” [73]
“…Selanik’teki teyze derin bir
memnuniyet duyuyor…” [74]
“Bunun için Mustafa yine Selanikli teyzesinin yanına gönderilince Selanik
Mülkiye idadisine yazıldı…” [75] “Bunun üzerine ağabeyimi Halamızın yanına gönderdiler burada
komşumuz bulunan bir kadın hoca tuttular… Bundan sonra ağabeyimi Mülkiye Rüştiyesine
yazdırdılar.[76] “Bu köyde öğretmen olarak, Müslüman hocayla
bir Rum papaz vardı. Her iki öğretmenden ders alan Mustafa buradan
sıkıldığından annesi oğlunu tekrar Selanik’
TEYZESİ’nin yanına gönderdi.”[77] “Gözün aydın çocuğum,
okuluna kavuşacaksın, Selanik’teki teyzen seni bekliyor…”[78]“Böylece hadisesiz,
sakin iki sene geçip gidiyor… Mustafa gene Selaniğe gidecek, orada yaşıyan
teyzelerinden birinin yanında oturacak…”[79]
Yukarda takip ettiğimiz gibi Atatürk’e
saldırıların önünü açan en önemli husus Atatürk’e ait yazı yazanların öncelikle
sağlıklı bilgileri tarihi ve Kronolojisini tam olarak yerine koymadan
yazılarını yayınlıyor olmasıdır.
Üzülerek söylemek ve kabul etmek gerekir ki
bu yanlış bilgilerin okuyucular ve bu
konuda eser yazmak hevesinde olanlarca olduğu gibi kabul edilip gerekli
araştırma ve sorgulamayı yapmadan yayınlamaları bir süre sonra bu yanlış bilgilerin
sürekli tekrarından ötürü kabul ve doğru kabul edilmesi gibi durumu ortay
koymuştur.
Bunun aksini iddia edenler ise Ya Atatürk
Düşmanı yada İşbirlikci olarak suçlanmışlardır.
İşte sebeb ve sonucunu uzun uzun yazacagımız bu
ciddi sorunu Atatürk aleyhinde konuşanlarca çok rahat bir şekilde kullanmaları
için malzemeler oluşturulmuştur.
Benim şahsi fikrim, bunların aslında
bilinçsizce değil aksine bilinçli bir şekilde olduğu yönündedir.
Nitekim aşağıda okuyacagınız bilgi ve belgelerinde
aslında bu tezimizi kanıtlayan görsel ve somut delillerini okuyucuya
sunduğumuzu bildirmek isteriz.
Burada şu veya bu suçlu aramak yerine asıl
olan okuduklarımızı gerektiği şekilde sorgulamak ve doğru bilgiyi ise akademik kariyeri ne olursa olsun tüm kesimlerde ki
yazarların sorgulanarak tekrar okunmasını uygun bulmaktayım.
GENEL DEĞERLENDİRME
Sevgili okuyucum, yukarıda kısa notlar
aldığım parçaları dikkatle incelediğinde göreçeksin ki bir birinden farklı
zaman dilimleri ve anlaşılması hala mümkün olmayan açıklamaları okumuş
durumdasın.
Bu karışık bilgilerin bir çok örneği bugün
okumuş olduğun bir çok eserde de yer almaktadır.
Bugün türemiş yada türetilmiş insanlar
tarafından hiç bir inceleme ve araştırmaya gerek duyulmadan bu kitapların bu
şahıslarca iktibas edilip yeni bir kitap gibi topluma lanse edilmesi bilesin ki
ihanetlerin en büyüğüdür.
Burada tek tek hataları yazarak ifşa etmek
yeterli olmamaktadır.
Senin dikkatli ve o duru görüşünle daha
fazla bilgiye erişe- cegine kesinlikle eminim.

KAMAL ATATÜRK
Vefatına üç yıl varken Atatürk
çevresindekilerinde etkisiyle ismini “KAMAL” olarak değiştirmiştir.
Elli Beş yıl boyunca kullandığı bir ismi
neden değiştirme gereği duymuştu? Öncelikle sorulması gerekli sorulardan biri
bu olmalıdır.
Bugün sözlüklerimizde ki anlam acaba
Atatürk’ün ismini değiştirecek kadar önemli miydi?
Şahsi kanaatım şudur ki; Atatürk çok ilerileri
gören ve bu konuda da çalışmalar yapan bir insan olarak geleçekte kendisini
takip edeçeklere bir işaret bırakmalıydı.
Ortalık yere bir “sır bulutu “ atmak
değil, asıl amaç bu ismin altında yatan mananın ve uzantılarının “bal sarısı”
mührü ile geçmiş-geleçek tarihe damgasını vuruyor olmasıdır.
Üzülerek söylemem gerek ki, kendisini
kitapların içine gömerek ezberlediklerini yazan, sağdan soldan topladığı bilgilerle
ortalık yerde kalın kalın kitap yazan yazarların, işte bu kadar önem arz eden
bilgiler karşısında gözüne ışık tutulmuş
tavşan gibi öylece kala kalmalarıdır.
Bu yüzdendir ki Atatürk, kendi içindeki
topluma bu aydınlar tarafından anlatılamadı.
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını çıktıkca
dünya yüzeyinde Atatürk’e karşı duyulan ilgi ve alakanın nedeni de aslında
bahsetiğimiz gibi buralarda daha anlaşılır olmasından kaynaklanmaktadır.
Atatürk’ü bir çercevenin içine sokup
anlatmak isteyenlerin onun evrensel boyutunu görememelerinden kaynaklanmaktadır.
O sadece bizler için değil ama dünya
milletleri içinde çok önemli konuma sahiptir.
Her mülakatımda ve açıklamalarımda bir
cümleyi sürekli tekrar ettim.
“Ben Atatürk yazarı değilim ve Onunda
avukatlığını yap mıyorum.”
Birincisi, Atatürk hakkında araştırmalar
yaparak hayatını buna adayanların sayısı ve isimleri bellidir. Yazdıkları ve çizdikleri
de ortada durmaktadırlar.
İkincisi, Atatürk’e karşı yapılan
saldırılara asla cevap vermek ve onu korumak hevesinde olmadım.
Çünkü tanıdıkca gördüm ki ona saldıranların
ne kadar zavallı, küçük insancıklar olduğunu anladıkca ve Atatürk’ün sözlerinde
aslında onlara yattığı yerden nasıl cevap verdiğini bilmek bu işe soyunmanın
saçmalığını ve hatta gereksizliğini ortaya koydu.
Zaman zaman ortalık yerlere atılan bu
saçma sapan sözler ve yazılara tepkiler olmaktadır.
Bu tepkileri yapanların dahi aslında
Atatürk’ü ne kadar tanıdıklarını sorguladım ve gerçekten de hiç tanımadıklarına
şahitlik yaptım.
İşte “KAMAL” ismi Atatürk’ün ismidir. Bunu
kaçımız biliyorduk?
Arnavutluk Devletinin başında bulunan Zogu’nun 1928 yılında Krallık ilan
etmesi üzerine Türk- Arnavut ilişkileri biranda gerilmiştir.
Atatürk’ün ani gelişmeden
haberdar edilmediğinin yazışmalardan da ortaya çıktığı gibi şaşkınlığı çarpıcıdır.
Çünkü bu şaşkınlığın altında
Atatürk’ün Krallık ilan edecegine dair, Zogu’nun Atatürk’ü bilgilendirmediği
yatmaktadır.
Nitekim Ek’ler bölümünde de
birkaç belgede görüleçektir ki Kral Zogu ile Atatürk arasında ve
Arnavutluk-Türkiye Cumhuriyeti arasında sıkı ve güçlü ilişkiler yer almaktadır.
Bu da Krallığa karşı olan Atatürk’ün bilgisi dahilinde olan Zogu’nun
Krallık ilanını son dakikaya kadar Atatürk’ten gizlediğini ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte olaylara paralel olarak
gelişen bir başka sonuçta İngiliz basınında ve İç işlerinde yapılan görüşmelerde
Atatürk’ünde Cumhuriyetten vazgeçip krallığa geçeceği yolunda yapılan
açıklamalardır.
Nitekim bu konuya ilişkin, Halide Edip
Adıvar’ın, “Atatürk’ü sultan olmayı
isteyeceğine inanmıyor böyle bir olayın yıkılışı da yanında getireceğine dile
getiriyordu”.[80]
Ve aşağıda da okuyacağımız gibi neredeyse tüm dünya basınına yansıyan şu
cümleler: “Türkiye, Kral Mustafa Kemal ile Krallık sistemine geçti. İstanbul’dan
gelen haber bunu söylüyor. Mustafa Kemal, Türkiye’nin Kralı olarak ilan
edilecek.”[81] Denmektedir. Bu
cümlelere ilave ilerleyen yıllarda ise “Mustafa
kemal Paşa Cumhuriyet Reisi olmayı red ediyor.”[82] Olacaktır.
Gelişmeler ileride ortaya çıkacak
beklenilmeyen olaylarında ve ardında sakladığı sırlarla ilginç boyutlara
ulaşacaktır.
Arnavutluk-Türkiye ilişkilerine ait
çalışılan bu metinlerde Sayın Tayfun Atmaca’nın eserinden faydalanılmıştır.[83]
Kendisine bu güzel çalışmayı Türk araştırmacılara
açtığı için teşekkür etmek istiyorum.
Öncelikle
1 Eylül 1928 yılında aşağıda verilen Arnavutluk Meclisinin kararına bakmak
gerekmektedir.
“Tiran Elçiliğinden Hariciye Vekâletine
Şifre tel. Tiran,1 Eylül 928
(Vürudu 2Eylül 928)
“Meclisi Mebusan bu sabah saat 9.15’de Krallık ilan ve Reisicumhur Ahmed
Zogu’yu Arnavutlar Kralı Birinci Zogu unvanı ile Kral intihap etmiştir.
Hariçte, Arnavutluk Kralı denilmesi melhuzdur. Kralın validesi Ana Kraliçe ve
kardeşleri ise prens ve prenses unvanlarını alacaklardır…”
Tahir
D.B.A.-Arnavutluk 1/32.
Yukarıda verilen belgeden de anlaşılmaktadır
ki Krallık sadece Zogu ile sınırlı kalmayıp tüm aile efradını da içine almaktadır.
Yaşanan bu olaylardan rahatsız olan
Atatürk 3 Ekim 1928 tarihinde Tiran Elçisine aşağıdaki mektubu yazdı.
Hariciye Vekâletinden Tiran
Elçiliğine
Şifre tel. Ankara, 3Teşrini
evvel 1928
No:49701/5
D.B.A.-Arnavutluk 1/32 Arnavutluk’ta
şekli Hükümetin tebeddüki Krallık İlanı
“Reisicumhur Hazretleri
avdet etti. Arnavutluk’ta vukubulan şekli hükümet tebeddülü hakkında maruzatta
bulundum. Bu büyük hadisenin hudüsundan mukaddem Arnavutluk Hükümeti tarafından
bize kâfi malumat verilmemiştir.
Hatta İstanbul’da kendisi
ile veda ettiğim Arnavutluk sefirinden tarafınızdan vaki olan iş’ar üzerine
keyfiyeti sorduğum zaman henüz böyle bir şeyden haberi olmadığını söylemişti.
İşbu vaziyet muvacehesinde
Reisicumhur Hazretlerine bütün maceradan kâfi derecede malumat arz edebilmek
için zatıâlilerinin buraya gelmelerine ihtiyaç vardır.
Arnavutluk Hükümetine tarafınızdan Ankara’ya
gelmek için mezuniyet istediğinizde ve bundaki maksadınız da hadisatı ahire
hakkında şifahen maruzatta bulunarak iki hükümet münasebetının tacili tansimini
istihdaf ettiğinizden münasip göreceğiniz şekilde bahsederek ve hatta İlyas
Beyefendinin kâğıtların ( ?arkasına) size bu babta vukubulan teellümat ve
tessüratından mütehassıs olarak böyle bir seyahata karar vermiş olduğunuz dahi
faidali müteala buyurulursa ilave ederek buraya gelmenizi rica ederim.”[84]
Denilmiştir.
Atatürk
burada ustalıkla hem Arnavutluk da görev yapan elçisini çekerken, bir taraftan
da rahatsızlığını dile getirmiş ama siyasi ilişkilerin kopmamasına da ayrıca
dikkat etmiştir.
Yaşanan bu olaylar esnasında İngiliz
Hariciyesi ve basınında da beklenmedik bir şekilde yâda bu biliniyordu da zamanlama
olarak bu durum beklendi şeklinde bir değerlendirme yapmak gerekirse yapılan
yazışma ve görüşmelerde Atatürk’ün Krallık ilan edeceği yönünde olmuştur.
“The Daily Telegraph,01.09.1928
KING KEMAL?
AN ANGORA REPORT.
Constantinople friday A message from Angora States that Kemal Pasha
Contemplates following the example of Ahmet Zogu of Albania, and proclaiming
himself King of Turkey. He has received numerous petitions urging him to
transform Turkey info a monarchy.”
“Manchester Guardian,01.09.1928
Çevirisi ise;
“The
Daily Telegraph, 01.09.1928
Kral
Kemal?
Bir
Ankara Haberi.
İstanbul,
Cuma.
“Ankara’dan
gelen bir mesaj, Kemal Paşa’nın Arnavutluk’tan Ahmet Zogu örneğini takip etmek
ve kendisini Türkiye’nin Kralı olarak ilan etmek niyetinde olduğunu belirtiyor.
Türkiye’yi bir monarşiye dönüştürmesini talep eden sayısız istek / dilekçe
almış bulunuyor.”
“Manchester
Guardian, 01.09.1928
KEMAL TO FOLLOW SUIT?
Amessage from Angora States that Kemal Pasha
Contemplates following the example of Ahmed Zogu of Albania and Proclaiming
himself King of turkey Hehas received numerous petitions urginghim to transform
Turkey from a republic to monarchy.”[85]
KEMAL TO
FOLLOW SUIT?
Amessage from
Angora States that Kemal Pasha Contemplates following the example of Ahmed Zogu
of Albania and Proclaiming himself King of turkey Hehas received numerous
petitions urginghim to transform Turkey from a republic to monarchy.”[86]
Londra Büyükelçiliğinden Dışişleri
Bakanlığına
Şifre
Londra,1.9.928
No.4485/352
“Central Vews” ajansı İstanbul telgrafına
atfen Gazi Hazretlerinin Kraliyet ilan edeceğini ve vilayettan bunu temenni
eden müteaddit arızalar aldığını yazıyor. İfası muktezi muamele varsa emri
müsterhamdır.
Londra B.Elçiliği Arşivi –Kutu (L.B.A.-K.581/1)
“Central Newis.
Manchester Guardian 1.9.928
KEMAL TO FOLLOW SUIT?
Central News Telegram.)
A.message from Angora states that Kemal
Pasha contemplates follovving the example of Ahmet Zogu of Albania a and
proclaiming himself King of Turkey.
He has received numerous petitions urging
him to transform Turkey from a republic to monarchy”
Çevirisi;
“Central
News
Manchester
Guardian, 1.9.1928
Kemal
Aynısını Mı Yapacak?
(
Central News Telegram)
Ankara’dan
gelen bir mesaj, Kemal Paşa’nın Arnavutluk’tan Ahmet Zogu örneğini takip etmek
ve kendisini Türkiye’nin Kralı olarak ilan etmek niyetinde olduğunu belirtiyor.
Türkiye’yi cumhuriyetten monarşiye dönüştürmesini talep eden sayısız istek /
dilekçe almış bulunuyor.”
Yayınlanan haberler üzerine birkaç gün
sonra Ankara tarafından yalanlanacaktır.
“The Turkish Embassy in London to the
Editors of ‘The Times’, ‘The Daily
Mail’,’The Manchester Guardian’,’The Daily Telegraph’, ‘The Daily Express’, and
The Reuters Ltd. London
September 6th,1928
Londra’daki Türk
Büyükelçiliği’nden The Times, The Daily Mail, The Manchester Guardian, The
Daily Telegraph, The Daily Express ve The Reuters Ltd. London Editörlerine, 6 Eylül
1928
For Publication
A few London nevvspapers have
lately published some informations to the effect that His Excellency Gazi
Mustapha Kemal, the president of the Turish Republic, contemplates proclaiming
him self King of Turkey and that he has received numerous petitions urging him
to transform Turkey from a Republic to a Monarchy.
This purely imaginary nevs is
devoid of any foundation and the Turkish Embassy in London is in a position to
oppose a most formal and categorical denial”
L.B.A.-K.581/1
Londra Büyükelçiliğinden Dışişleri
Bakanlığına
No.5404/364 Londra, 7 Eylül 1928
Yayınlanması
İçin,
Geçen
günlerde birkaç Londra gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri’nin kendisini Türkiye’nin kralı olarak ilan etmeyi
düşündüğü ve Türkiye’yi bir cumhuriyetten monarşiye dönüştürmesini talep eden
sayısız istek / dilekçe aldığına dair bazı bilgile yayınlamışlardır.
Bu tamamiyle hayal ürünü olan haberlerin
herhangi bir dayanağı yoktur ve Londra’daki Türk Büyükelçiliği buna daha resmi
ve kesin bir itirazla karşı çıkmak durumundadır.
5-9928 tarihli ve 146 numaralı emr-i
telgrafileri cevabıdır.
İrade’i velehaletpenahilerine imtisalen Türkiye’de
kıraliyyet ilanı haberinin serapa
musanna oldugu merbuten takdim edilen tebliğ ile tekzip edilmiş ve iş bu
tekzibimiz Royter ajansı ile bugünkü Times, Daily Telegraph ve Manchester
Guardian gazetelerinde neşredilmiştir.
Arz-ı keyfiyet ve te’yid-i hürmet eylerim
efendim hazretleri.
L.B.A.-K.581/1
Büyükelçiliğin yalanlaması İngiliz
gazetelerinde şöyle yayınlanmıştır.
“The Daily Telegraph,7.9.1928;
‘KING OF TURKEY’
EMBASSY DENIAL
The Turkish Embassy in London states;
‘Reports have lately been published to the
effect that his Excellency Gazi Mustafapha Kemal, the president of the Turkish
Republic, comtemplates proc-laiming himself King of Turkey, and that he has
received numerous petitions urging him to transform Turkey from a Republic to a
monarchy. ‘This report is devoid of any foundation, and the Turkish Embassy in
London is in a position to oppose to it a most formal and categorical denial.’
“Manchester Guardian,7.9.1928
TURKEY AND MONARCHISM
The Turkish Embassyin London has issued the
folovvng:
A few London nevvspapers have lately
published some informatıon to the effect that his Excel-lency Ghazi Mustapha Kemal,
The president of the Turkish Republic, confemplates proclaiming himself King of
Turkey, and that he has received numerous petitions urging him to
transform Turkey from a republic to amonarchy. This purely imaginery news is devoid
of any foudation, and the Turkish Embassy in London is in a position to oppose
a most formal and categorical denial.”
“The Times (London),7.9.1928:
The Turkish Embassy has insued a categorical
denial of reports published in London
(not in The Times) to the effect that Ghazi Mustapha Kemal, the president
of the Turkish Republic, contemplates
proclaiming himself King of Turkey and that he has received numerous petitions
urging him to transform Turkey from a Republic to a Monarchy.”
“The
Daily Telegraph, 7.9.1928;
‘Türkiye’nin
Kralı’
Büyükelçilik
Yalanladı
Londra’daki
Türk Büyükelçiliği bildirdi:
‘Geçen
günlerde birkaç Londra gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri’nin kendisini Türkiye’nin kralı olarak ilan etmeyi
düşündüğü ve Türkiye’yi bir cumhuriyetten monarşiye dönüştürmesini talep eden
sayısız istek / dilekçe aldığına dair bazı bilgile yayınlamışlardır. Bu
tamamiyle hayal ürünü olan haberlerin herhangi bir dayanağı yoktur ve
Londra’daki Türk Büyükelçiliği buna daha resmi ve kesin bir itirazla karşı
çıkmak durumundadır. ‘
“Manchester
Guardian, 7.9.1928
Türkiye
ve Monarşi
Londra’daki
Türk Büyükelçiliği aşağıdaki açıklamayı yaptı:
‘Geçen
günlerde birkaç Londra gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri’nin kendisini Türkiye’nin kralı olarak ilan etmeyi
düşündüğü ve Türkiye’yi bir cumhuriyetten monarşiye dönüştürmesini talep eden
sayısız istek / dilekçe aldığına dair bazı bilgile yayınlamışlardır. Bu
tamamiyle hayal ürünü olan haberlerin herhangi bir dayanağı yoktur ve
Londra’daki Türk Büyükelçiliği buna daha resmi ve kesin bir itirazla karşı
çıkmak durumundadır. ‘
“The
Times ( Londra), 7.9.1928
Londra’daki
Türk Büyükelçiliği, London ( The Times değil) ‘da yayınlanan ve Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in kendisini Türkiye’nin Kralı
ilan etmeyi düşündüğü ve Türkiye’yi bir cumhuriyetten monarşiye dönüştürmesini
talep eden sayısız istek / dilekçe aldığı haberlerini kesin bir şekilde
reddetti.”
İki ülke arasında yaşanan bu gerilim yine
Atatürk’ün ikinci Balkan Konferansı için 20 Ekim 1931 yılında gelen Heyeti
kabulü ve Kral Zogu’ya mesaj göndermesi üzerine normal seyrine girmiştir.
Fakat 1935 yılına gelindiğinde bu sefer Kral Zogu’nun kız kardeşiyle,
Padişah 2.Abdülhamid’in oğlu şehzade Abid evliliği tekrar iki ülke arasında
gerginlik yaşanmasına sebep olmuştur.
Gazmend Shpuza “Ataturku dhe
shgiptaret” (Atatürk ve Arnavutlar) adlı eserinde şöyle bahsetmektedir;
“Krizin başlangıcında Kral Zogu’nun kız
kardeşi Padişah Abdülhamid’in 2’nin oğlu olan prens Abid’le evlendiler.
Bu
evlilik Atatürk’ü kızdırdı ve Türkiye Cumhuriyeti bu evliliğe karşı tepki
gösterip resmi bir açıklamayla onun “siyasi bir evlilik” olduğunu iddia etti.
Bu iddiaya cevap olarak Tiran’dan da bir
açıklama geldi. Arnavut Krallığının açıklamasında bu evlilikten herhangi bir
siyasi amacın bulunmadığı ve bunun gayet olağan bir evlilik olduğu söylendi.
Bu
açıklama Türkiye Cumhuriyeti Kurumlarını tatmin etmedi. Türk Büyükelçisinin
Tiran’dan ayrılması da bu evlilik kararından sonra yer aldı.”[87]
Atatürk’ü bu kadar kızdıran ikinci olay
sadece bunla da sınırlı değildi.
Kral Zogu’nun yanında sadece Şehzade Abid
değil aynı zamanda çok eskilerden beri yanında bulunan Şehzade Mehmed Orhan’da
vardı.[88]
İsmail Bey’in torunu Egerem Bey Vlora’nın
“Kujtime” (Hatıralar) kitabında yer alan şu bölümler dikkate şayandır.
Osmanlı hanedanının son üyelerinden olan
ve San Remo’da sürgün yaşayan Mehmed Orhan’a verilmek üzere yanında bulunan
1000 Sterlini vermek için karşılaştıkları Şehzade’nin
Mustafa Kemal için sözleri şunlar olmuştur;
“Biz bu askeri herkesten iyi
tanırız. O kabiliyetli bir asker, yetenekli ve enerjik bir liderdir.
Biz kendisine özel kasamızdan lüzumlu eşyayı sağladık (30.000 altın
sterlini) ve müzakereler devam ederken (Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920)onu
galip kuvvetlere karşı hareket etmekle görevlendirdik.”[89] Demektedir.
Konuyu biraz daha açmak gerekirse
Murat Bardakçı’nın Orhan Mehmed Osmanoğlu ile yaptığı görüşmelerden aktardığı
bilgilere göre Şehzade Mehmed Abid, Paris’ten Tiran’a beraberinde Orhan
Mehmed’i de getirmişti.
Ahmet Zogu’nun eniştesi olunca
çocukken kendi yaveri olan Orhan Mehmed Osmanoğlu, Ahmed Zogu’nun yaveri olmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kanun no: 431, Kabul Tarihi: 26 Recep 1342 –
3 Mart 1340 ( 1924 ), Madde: 1-Halife hal’edilmiştir.
Bu maddeyle birlikte Hilafete
dahil olan eş ve aile fertleri de yurt dışına sürülmüş ve ülke içindeki tüm mal
varlıklarına el konulmuştur.
Düzenlenen bu kanun maddelerinin üzerinden yirmi beş yıl geçtikten
sonra yumuşatılarak hanedan üyelerinin ülkeye tekrar dönmesi sağlanmıştır.
1949 yılında pasaport kanununda yapılan bazı düzenlemelerle (Kanun no:
5370 Kabul Tarihi: 18 Nisan 1949 Resmi
Gazete ile yayım ve ilanı : 25 Nisan 1949 – Sayı: 7190)Yurt dışında bulunan
Hilafet yakınları mal ve mülklerinden feragat etmiş ve hak sahibi olamaycakları
yönündeki düzenlemeyle ülkeye girmeleri izne bağlanmıştır.
Bunun devamında; Vatandaşlık Kanununa Bazı Maddeler Eklenmesine dair kanun
Kanun no : 5371 Kabul Tarihi : 18 Nisan 1949 Resmi Gazete ile yayım ve ilanı:
25 Nisan 1949- Sayı: 7190/ Vatandaşlık Kanununa Bazı Maddeler eklenmesine dair kanun: Yorum no : 245 Resmi Gazete ile
yayım ve ilanı: 7 Mayıs 1949- Sayı :7201 Hilafetin Ilgasında ve Hanedan-ı
Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına dair olan 431 Sayılı kanunun 2.
Maddesinin değiştirilmesi ve aynı kanuna bazı Maddeler
Eklenmesi Hakkında kanun: Kanun no: 5958, Kabul tarihi : 16 Haziran 1952
Resmi Gazete ile yayım ve ilanı : 23 Haziran 1952 – Sayı: 8142- Cumhuriyetin 50.
Yılı Nedeniyle Bazı Suç ve Cezaların Affı hakkında Kanun’un 8. Maddesi Kanun
no: 1803
Resmi Gazete
ile neşir ve ilanı : 18 Mayıs 1974[91]dır.
ABDÜLMECİD EFENDİNİN HALİFE SEÇİLİŞİ (18 KASIM 1922)
Sultan Vahideddinin 17 Kasım 'da İngilizlere sığınarak İstanbul'dan ayrılması üzerine T.B.M.M ince halifelik kaldırıldı.
T.B.M.M
tarafından yeni halife seçilmeden önce, seçilecek kimsenin de padişahlık sevda
ve davasına kapılarak, herhangi bir yabancı devlete sığınması ihtimalini
ortadan kaldırmak için İstanbul'da bulunan Rafet paşa' ya, Abdülmecid Efendi
ile görüşerek ve hatta elinden T.B.M.M 'nin hilafet ve saltanat hakkında bir
belge alarak gönderilmesi, Mustafa Kemal Paşa tarafından bildirildi.
Onun bu istekleri Rafet Paşa tarafından
gerçekleştirildi. Yine 18 Kasım 'da M. Kemal Paşa, Rafet Paşa'ya bir
şifre-telgraf göndererek verdiği talimatta şu noktaları belirtti.; "Abdülmecid
Efendi, Halife-i Müslimin ünvanını kullanacaktır.
Bu
ünvana başka sıfat ve kelime eklenmeyecektir. İslam dünyasına yayınlanmak üzere
hazırlayacağı bir beyanname, Rafet paşa aracılığı ile, önce şifre olarak bildirilecektir.
Uygun görüldükten sonra tekrar şifre ile ve
yine Rafet Paşa'nın aracılığıyla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayınlanacaktır."
Bu beyannamenin metnini kısaca şu noktalar oluşturacaktır.
Bu beyannamenin metnini kısaca şu noktalar oluşturacaktır.
1-) T.B.M.M'nin kendisini halife seçmesinden dolayı açıkça memnun olduğunu söyleyecektir;
2-) Vahdeddin Efendi'nin son
hareket tarzı, geniş bir şekilde ele alınarak kötülenecektir;
3-) Teşkilat-i Esasiye
Kanunu'nun 10. Maddesine kadar olan maddelerindeki hükümler, gerektiği şekilde
açıklanarak ve mühim ifadeleri aynen alınarak ve hükümetin kendine has mahiyeti
ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslâm dünyası için en yararlı ve en
uygun rejim olduğu belirtilip tespit edilecektir.
4-) Türkiye milli halk
hükümetinin geçmişteki hizmetlerinden ve yararlı çalışmalarından övücü bir
dille bahsolunacaktır;
5-) Bu beyannamede, belirtilen
noktalardan başka, siyasi sayılabilecek bir nokta ve fikir söz konusu
edilmeyecektir; T.B.M.M'nin 18 Kasım tarihli oturumunda Sultan Vahideddin'in
kaçmasıyla hilafet makamı boşladığı belirtilerek yeni halife seçimi ile ilgili
fetvalar okundu.
Bu fetvalar şöyleydi; İmamül
Müslimin olan Zeyd düşmanın umum Müslimin Elyhinde mucubi mahvaldun tekalifi
şedidesini zarured olmaksızın kabul ile, hukuk-i İslâmiye'ye muddafaada
aczini izhar ve müslimin müdafaa-i mücahidanalerini düşmana muvafakatle ihlal
ve müslimin ve harekat-ı ihtilalkaraneda devam ve ısrar ve sonra da ecnebi
himayesinde iltica ederek Makam-ı Hilafeyi terk ve firar hilafetten feragat
etmekle, bu makam şet'an münhal olur mu?
Allâhü
âlem bissevab olur.
Ketebülfakir Mehmed Vehbi. "Bu suretle hukuk ve menafi-i
islamiyeyi siyaneten Makam-ı Hilafete layık bir
zata erbabü hallü akid tarafından biat olunmak vacib olur mu?
Elcevap: Allâhü âlem bissevab olur. Ketebetülfakir Mehmed Vehbi.
Fetvalar okunduktan sonra, oylamaya koyma söz konusu olunca M. Kemal Paşa yerinden kalkarak;
Elcevap: Allâhü âlem bissevab olur. Ketebetülfakir Mehmed Vehbi.
Fetvalar okunduktan sonra, oylamaya koyma söz konusu olunca M. Kemal Paşa yerinden kalkarak;
"Bu memleketi yıkmak içinde fetvalar
verilmiştir. Fetva herhalde meclisin oyuna konmalıdır" diye
müdahale etti.
Böylece fetva elde olduktan sonra meclis
kararın gerek duyulmaması ve millet işlerinde fetva ile yetinmek geleneğinin
devam ettirilmesini önlemek istedi.
Nitekim Bitlis
Mebusu Yusuf Ziya oya koymayı gereksiz bularak; "Fetvay-ı şerife, bizim reylerimizden üstündür. Mademki fetva
vardır, Vahideddin hal olmuştur." Dedi
T.B.M.M Reisi Dr. Adnan Bey (Adıvar)'in; "Fetvay-ı şerife mucibinde inhilali kabul
edenler lütfen ellerini kaldırsınlar" sözleri üzerine oybirliği ile
verilen kararı sürekli alkışlar izledi.
Bundan sonra
halife seçimine geçildi. 162 mebus oy kullandı, 148'i Abdülmecid Efendi'ye 2'si
Abdülhamitt’in Oğullarından Şehzade Abdürrahim'e 3'ü büyük oğlu Selim Efendi'ye
oy verdi ve 9 mebus çekimser oy kullandı.
Böylece
Abdülmecid Efendi Halife seçildi. 19 Kasım tarihli açık telgrafta Abdülmecid Efendi'ye "Türkiye Devleti'nin hâkimiyetini,
kayıtsız şartsız millete veren Teşkilât-ı Esasîye kanununa göre yürütme gücü ve
toplanmış bulunan milletin tek ve gerçek temsilcilerinden kurulu T.B.M.M'nin 1
Kasım 1922 tarihinde oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve esaslar çevresinde
Yüce Meclis'in 18 Kasım 1922 Tarihindeki oturumunda halifeliğe seçilmiş
olduğu" M. Kemal tarafından bildirildi.
19 Kasım tarihli bir şifre-telgrafla M. Kemal'in
telgrafına cevap veren Rafet Paşa şunları bildirmekteydi;
“Abdülmecid
Efendi, imzasının üstünde Halife-i Müslimin (Müslümanların Halifesi) ve
Hadimü'l Haremeyn (Mekke ve Medine'nin kulu) ünvanlarının bulunmasının Cuma
selamlığında hil'at giyinmesinin ve Fatih Sultan Mehmed'in ki gibi sarık
takmasının mümkün ve uygun olacağını öne sürmüş; İslam dünyasına yazacağı
bildiri metni hakkın ileri sürdüğü fikirlerde de, Vahadeddin hakkında bir şey
söylemeyeceğini bildirmiş ve bildirinin İstanbul gazetelerinde yayınlanırken
Türkçesi ile birlikte bir Arapça suretinin yayınlattırılması fikrini atmıştı.
M. Kemal Paşa,
20 Kasım'da Rafet Paşa'ya gönderdiği cevapta, Halife-i Müslimin ünvanı ile
beraber Hadimü'l Haremeyni'ş-Şerifeyn deyiminin kullanılmasını yerinde bulduğunu
söyledi. Cuma Selamlığında Fatih'in kıyafetini giymesini normal bulmayan M.
Kemal redingot veya İstanbulin giyebileceğini, askeri üniformanın ise söz konusu
edilemeyeceğini bildirdi.
T.B.M.M 'nin saltanatın kaldırılması hakkındaki kanunu oy birliğiyle
kabul etmesi üzerine İstanbul'da mevcut hükümet dağılmış ve milli hükümet
yönetimi kurulmuştu.
4 Kasım günü son Osmanlı Sadrazamı olan Tevfik
Paşa istifa etmişti. Bu günlerde İstanbul'da bulunan Rafet Paşa (Bele),
saltanatın kaldırılmasını izleyen günlerde son Osmanlı Padişahının
hareketlerini sıkı bir kontrol altına almış bulunuyordu.
Sultan Vahidettin, T.B.M.M tarafından 2 Kasım gecesi hükümdarlıktan
düşürülmüş olmasına rağmen son Cuma selamlığına 10 Kasım günü çıktı ve o gün
namazdan sonra Hamidiye Camii'nin mahfelinde İstanbul'daki İşgal Kuvvetleri Kumandanı
General Harrington ile görüşme yaptı.
Bu görüşmede tercümanlık görevini Hünkâr yaverlerinden Yüzbaşı Fahri
(Engin) yaptı.
Anılarında bu görüşmelerden söz
etmeyen General Harrington, Vahidettin'in kaçışını şöyle anlatmaktadır. "Lozan Konferansı'nın birkaç güne kadar
başlayacağını umuyorduk. Fakat daha iyi şartlar altında çalışmak tehir
edilmişti. Nihayet konferans hazırlıkları başladı ve İngiltere Fevkalade Komiseri
büyükelçi Sir Horace Rumbold, İstanbul'dan ayrıldı. Fakat gitmeden önce
Sultan'ın hayatından benim mesul olduğumu ve işler ciddileşirse Sultan'ın
sonuna kadar kendisine sadık kalacak olan Mızıka komutanı vasıtasıyla beni
haberdar edeceğini söyledi.
Mızıka komutanı, Sultanın kadınlarından birinin kardeşi idi; adı Zeki
idi. Bir Çarşamba günü Korgeneral Hartings, Mc. Hardy ve Anderson ile yemekte iken Sultan'ın yaverlerinin
geldiğini bildirdiler.
Bu yaverin mızıka komutanı olduğunu öğrendim. Kendisi, Sultanla
senelerce beraber olmuş olan doktoru dâhil, bütün Saray halkının aleyhine
döndüğünü ve Sultan'la da Cuma selamına çıktığı zaman öldürüleceğini
zannettiğinden hayatını kurtarmam için bana haber yolladığını bildirdi.
Tabiatı ile Sultan'ı kaçırmakla
itham edilmek istemediğim için, bu talebin yazı ile yapılmasını istemek zorunda
kaldım ve önümde şimdi eski Sultan tarafından kendi el yazısı ile yazılmış ve
kendi mührü ile mühürlenmiş olan iki fevkalade vesika durmaktadır."
(...)
Son Osmanlı padişahı 6. Mehmed
Vahdeddin'in General Harrington'a yazdığı mektup şöyleydi: "Dersaadet İşgal
Kuvvetleri Kumandanı General Sir Harrington Cenaplarına. İstanbul'da hayatımı
tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti fahimayesine iltica ve bir an evvel
İstanbul'dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim. 16 Teşrinisani
1922-Halife-i Müslimin Mehmed Vahideddin"
General Harrington, 17 Kasım sabahı erkenden Vahideddin'i Saray'dan
otomobile alarak Dolmabahçe Sarayı Rıhtımından İngiliz Malaya zırhlısına
bindirdi ve bu gemi Padişahı Malta'ya götürmek üzere derhal hareket etti.
Aynı gün İngiliz Kumandanı Rafet
Paşa'ya şu yazıyı gönderdi;
"Resmen haber verildiğine göre, Zat-ı Hazret-i Padişah-ı, vaziyet-i hazıra münasebetiyle hürriyet ve hayatının tehlikede olduğundan korkarak bütün müslümanların halifesi sıfatıyla İngiltere'nin himayesini ve İstanbul'dan derhal dışarı naklini talep etti. Zat-ı Hazret-i Padişahı'nın talebi bu sabah is'af edildi. Türkiye'deki Britanya Kuvvetleri Başkumandanı Sir Charles Harrington Zat-ı Hazret-i Padişah'ının emrine amade olarak kendisine, bir İngiliz harp gemisine kadar refakat etmiş ve gemide Akdeniz filosu Başkumandanı Amiral Sir Osmund Brock tarafından kabul edilmişti.
"Resmen haber verildiğine göre, Zat-ı Hazret-i Padişah-ı, vaziyet-i hazıra münasebetiyle hürriyet ve hayatının tehlikede olduğundan korkarak bütün müslümanların halifesi sıfatıyla İngiltere'nin himayesini ve İstanbul'dan derhal dışarı naklini talep etti. Zat-ı Hazret-i Padişahı'nın talebi bu sabah is'af edildi. Türkiye'deki Britanya Kuvvetleri Başkumandanı Sir Charles Harrington Zat-ı Hazret-i Padişah'ının emrine amade olarak kendisine, bir İngiliz harp gemisine kadar refakat etmiş ve gemide Akdeniz filosu Başkumandanı Amiral Sir Osmund Brock tarafından kabul edilmişti.
Britanya Fevkalade Komiserliği vekâletini ifa
eden Mr. Nevil Hanerson, gemide Zat-ı Şahaneyi ziyaret ederek İngiltere Kralı
Haşmetli 5. George Hazretlerine arzadilmek üzere arzularını istifsar etmiştir.
17.11.1922"
Vahidettin, Malta'dan sonra Hicaz’a oradan da Rivera'ya giderek San
Remo'ya yerleşti.
17 Kasım’da Ankara'ya gönderilen resmi
telgrafın ilk cümlesi şöyleydi: "Vahidettin efendi bu gece Saray'dan ayrılmıştır."
Tabii ki bu gidişten o gün yetkililerin ya da Atatürk’ün haberi
olmadığını düşünmek imkânsız.
Böyle düşünecek olursak da o dönemde herkesi hafife almış oluruz.
Ve Atatürk Vahidettin’in kaçmasına değil ama gitmesine göz yummuştur.
Bunu da ülkenin geleçegi için uygun gördüğü muhakkakdır.
1921 tarihli Teşkilât-ı Esasîye Kanunun 1. Ve 2. Maddelerine göre esasen saltanat fiili olarak sona ermiş, memleketin kaderine T.B.B.M el koymuştur.
Fakat bunu kanunun kesin ve açık
anlatımıyla belirtmek, böylece İstanbul Hükümetini dayanaksız ve hükümsüz
kılmak gerekiyordu.
M. Kemal Paşa, Padişahlığı
kaldırmayı çok önceden tasarlamış bulunuyordu, ancak onun bu niyetini sezen
bazı milletvekilleri Saltanat ve Hilâfet kurumunun yaşamasını, ancak son
Osmanlı Padişahının Milli Mücadeleye ihanet ettiği için değiştirilmesini,
nihayet bazı milletvekilleri de bu makama M. Kemal'in getirilmesini
istiyorlardı.
Padişahlığın aleyhinde bulunanlardan bazıları
bile halifeliği, İslam birliğini temsil etmesi bakımından gerekli sayıyorlar ve
saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmadığı için ister istemez padişahlığa göz
yummak gereğini duyuyorlardı.
Az sayıda milletvekili de
saltanatın kaldırılmasından sonra M. Kemal'in otoritesinin, meclis otoritesini
zayıflatacağını ileri sürüyorlardı.
O sıralarda Vekiller Heyeti Reisliği'nde Rauf Bey (Orbay) bulunmaktaydı.
2. Grup adı verilen padişahın iktidarına taraftar olanlarca seçildiğinden, Rauf
Bey, o tarihten itibaren M. Kemal Paşa'nın hareket tarzından uzaklaşmaya
başlamıştı.
Bir süre sonra Ankara'da, Rafet
Paşanın (Bele) Keçiören'deki evinde saltanat konusunda M. Kemal Paşa, Rauf Bey,
Rafet Paşa ve Ali Fuat Paşanın katıldığı bir görüşme yapıldı.
Rauf Bey M. Kemal saltanatın
kaldırılmasına niyeti olduğu hakkındaki söylentilerin neye dayandığını sordu.
Gazi M. Kemal, Rauf Beye saltanat konusunda ne düşündüğü şeklinde bir karşı
soru ile cevap verdi.
Rauf Bey kendisinin ve babasının
ekmeğini yemiş oldukları padişahlarını devamına taraftar olduğunu açıkça
söyledi. "Asırlardan beri süren bir
hükümetle çevrili olarak ve tebaalarının ihtiras ve kavgalarının üstünde tahtta
kalmaya devam etmelidirler" şeklindeki görüş tarzını Rafet Paşada
onayladı.
Ali Fuat Paşa ise, Rusya'dan yeni dönmüş olduğunu mazeret göstererek özür
diledi ve konuşmaya katılmayı reddetti.
M. Kemal Paşada, bu konuyu görüşmek için gelmiş olduğunu söylemekle
yetindi.
Oysa Gazi M. Kemal, daha
Samsun'da, hatta 1907'de Selanik’te verdiği kararı uygulamak için en uygun
fırsatı beklemekteydi.
Bu fırsatı kendisine, Lozan
Barış Konferansına hem T.B.M.M. Hükümeti'ni, hem de Babıâli Hükümeti'ni davet
eden İtilaf Devletleri'nin tutumu vermiş oldu.
17 Ekim'de Sadrazam Tevfik Paşa,
M. Kemal Paşaya bir telgraf çekerek, barış konferansına gidilmesini ve Ankara'dan
bir delege gönderilmesini istedi.
M. Kemal, Tevfik Paşaya verilmek
üzere İstanbul'da Ankara Hükümeti'nin temsilcisi Hamit Bey'e yazdığı telgrafta
Tevfik Paşanın devlet siyasetini karıştırmak suretiyle çok büyük bir sorumluluk
yüklendiğini bildirdi.
Tevfik Paşa 29 Ekim'de Sadrazam
unvanıyla çektiği bir telgrafla doğrudan doğruya T.B.M.M. Başkanlığı'na
müracaat etti.
Bu arada M. Kemal, T.B.M.M'ne yansıttı.
Tevfik Paşa'nın 29 Ekim tarihli telgrafında: "Eğer Babıâli konferansa katılmazsa, devletin altı asrı aşan bir zamandan beri müesses ve mahfuz olan bütün İslam âleminin ilgili bulunduğu tarihi belleğinin çökeceğini" yazılıydı.
Tevfik Paşa'nın 29 Ekim tarihli telgrafında: "Eğer Babıâli konferansa katılmazsa, devletin altı asrı aşan bir zamandan beri müesses ve mahfuz olan bütün İslam âleminin ilgili bulunduğu tarihi belleğinin çökeceğini" yazılıydı.
Ayrıca: (....)
"T.B.M.M.'nin konferansa katılmaması ise, bütün cihanın büyük bir istek
gösterdiği ve beklediği barışı çıkmaza sokacaktır.
Bu ağır sorumluluğu ne Padişah'ın hükümeti, ne
de T.B.M.M. yüklenebilir" şeklinde bir de tehdit cümlesinin yer aldığı
telgrafta, padişah hükümetini T.B.M.M'nin tanıması istenmekte, Ankara'ya bir
delege yollanmakta ısrar edilmekteydi.
30 Ekim günü T.B.M.M'nde bu konuda sert tartışmalar yapıldı. Saat 17.00'
yapılan kapalı oturumda M. Kemal Paşa kürsüye çıkarak bir konuşma yaptı.
Tevfik Paşa, oğlunu gizli
olarak M. Kemal'e göndermiş, İngiliz'lerin, İstanbul ile Anadolu'nun ayrı ayrı
cepheler durumunda bulunmasından yararlanıp Halifeliğin hamisi sıfatını elde
etmeye çalışacağından, meseleye layık olduğu kadar önem vermesini rica etmişti.
M. Kemal, bundan sonra Tevfik
Paşa'nın telgrafını ve ona verdiği cevabı ve yine Tevfik Paşa'dan gelen yeni
bir telgrafı okudu.
Söz alan Rasih Hoca (Kaplan): "Babıâli konferansa gitmezse bu onun
bütün İslâm âleminin ilgili bulunduğu tarihi hüviyetini yok eder" diyen
Sadrazam'ın sözlerini mugalata olduğunu, şeriata göre hükümdarın çoban ve
gözettiklerinden sorumlu bulunduğunu söyleyerek, padişaha Vahdeddin'in
"câni" ve "hain" olduğunu adını Halife ordusu koyduğu haydutlarını,
vatanı kurtarmaya çalışanların üzerine saldırttığını söyleyerek: "Bâbıâli padişahın dayandığı istilâcı
kuvvetlerin pek yakında yıkılıp
gittiğini göreceğiz" dedi.
Rahis Hoca'nın görüşü, M. Kemal'in çevresindeki Müdefa-I hukuk adiyle
anılan Birinci Grup'un görüşüydü. Onun ardından kürsiye, İkinci Grup'un
liderlerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) gelerek, M. Kemal'in olmasına
rağmen görüşünü şu sözlerle açıkladı: "İslâm
âlemi Ankara'ya bağlıdır: İstanbul'un bu telyazısında birlik fikri değil, fesat
tohumları vardır. Esasen kendilerini varsaymadığımız insanlarla yazışmaya
girilmemelidir. Reisimiz Paşa Hazretleri Tevfik Paşa'ya nezaket göstererek
şahsen cevap vermişlerdir. Hatta bana kalsa bu cevap verilmemeliydi".
T.B.M.M. 2. Başkanı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) da söz alarak, 1921'de kabul
edilen Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun 11. Maddesiyle, hâkimiyetin padişahtan
alınıp millete verilmiş bulunduğunu, Padişahlığın ortadan kaldırması yerine
T.B.M.M'ne geçtiğini anlatıp, sözlerine şöyle devam etti: "Barış konferansında fitne çıkaracak ve ikililik ihdas edecek
olan Saray ve hükümetinin Türk milleti üzerinde hiçbir vaziyetin kalmadığını
hakkındaki kararlarınızı bütün cihana bir kere daha ilân edelim ve bu suretle
düşmanlarımızın sonuncusu olan saray ile hükümetini ortadan kaldıralım."
Birkaç mebus konuştuktan sonra Doğu cephesi Kumandanı Kazım (Karabekir)
Paşa, ilk kez Meclis kürsüsünden şu konuşmayı yaptı: "Babıâli gitmezse İslam âleminde büyük tessür uyanırmış
deniyor. Cihan harbinde Kutsal Cihat ilan edilmişken birçok cephelerde
müslümanlarla karşı karşıya çarpıştık; İstiklal Savaşı yaparken, bize karşı
Padişah tarafından cihat fetvası çıkarılmış iken İslâm kardeşlerimiz Anadolu
milletine ellerini uzattılar, İstanbul hükümetini lanetlediler."
İcra Vekilleri Heyeti Başkanı
Rauf Bey (Orbay) de, Tevfik Paşa'nın talgrafına çatmış, İslâm âleminin, İslâm
dininin gerçek koruyucusunun Türk milleti, T.B.M.M. olduğunu anladığını
söylemiş, "Halk İstiklâlini
almıştır, İslâmı ve Türkiye halkını kimse iğfal edemeyecektir"
demişti.
Son sözü alan Dâhiliye Vekili Fethi Bey (Okyar) de, Sarayı ve Bâbili'yi
kaldırmayı ve bu kararın ilânını ısrarla isteyerek, Tevfik Paşa'nın telgrafına
işaretle: "İngiltere Başvekili Llody
George' un zihniyetini taşıyan adamların teşsiki de olmuştur. Eğer buna bir set
çekmez ve T.B.M.M hükümetinden başka bir heyetin söz söylemeye hakkı olmadığını
âleme kesinlikle ilân etmeyecek olursanız, elbette düşmanlarımız bizi barış
antlaşmasına zayıf düşürmeye çalışacaklardır. Meclisin bu yolda kararını
açıklaması ve set çekmesi vatan vazifesidir." demişti.
Bu konuşmalarda, T.B.M.M'nin Babıâli’nin hiçbir temsil yetkisi olmadığı,
Tevfik Paşa'dan gelen telgrafa hiçbir cevap verilmemesi konusunda mutabakatı
ifade olmuştu.
Sonuç olarak 83 imzalı bir
takrirde "Osmanlı İmparatorluğu
ile Padişahlığın zeval bulunduğu Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile hükümdarlık
haklarının millete ait olduğu" nun karar altına alınması
önerildi: bu takdirde M. Kemal Paşa'nın da imzası vardı.
31 Ekim ile Kasım arasında,
müşterek bir karara varmak için, birbirine uymayan fikirlerin temsilcileri
arasında görüşmeler yapıldı ve 83 imzalı takririn 6. Maddesi şu şekilde sokuldu:
"Halifelik; Türklere, Osmanoğulları
ailesine aittir. Türkiye Devleti halifeliğin dayanağıdır. Halifeliğe T.B.M.M.,
bu ailenin bilgice ve ahlakça ehil ve yetişkin olanını seçer. T.B.M.M. hükümeti
Halifelik makamını, esir bulunduran yabancıların elinden kurtaracaktır."
Bu takrir müzakereye konmadan önce, hocaların itirazları kulise hâkim oldu.
M. Kemal Paşa, Saltanat ile halifeliğin
ayrı ayrı yürütülebileceğini kanıtlamak için, 1 Kasım günü T.B.M.M.'nde, bütün
Türk tarihini en özlü bir biçimde özetleyen tarihi bir demeç verdi. Bu
konuşmada Türklerin Orta Asya'da devletler kurmalarından günümüze kadar tarihi
gelişimini anlatarak, Hz. Muhammed'in kişiliği, kendisinden sonra gelen
halifeler, Emevi ve Abbasi halifeleri, Endülüs'deki halifeler üzerine durdu.
Bu konuşmadan sonra mebusların verdikleri önergeler, Teşkilât-ı Esâsiye,
Şer'iye ve Adliye Komisyonlarına havale edildi.
Meclisin bir odasında toplanan bu
üç komisyon başkanlığına Hoca Müfit Efendi seçildi. Üç Komisyonun bu ortak toplantısında
bir kısım üyeler Saltanat ile Hilâfet'in birbirinden ayrılamayacağını ileri
sürdüler.
Görüşmeler olumsuz bir yöne dökülmeye başlayınca toplantı odasında
bulunan M. Kemal Paşa, müdahale gereği duyarak, komisyon başkanından söz aldı
ve yüksek sesle şunları söyledi: "Efendim,
Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim icabıdır diye,
görüşmeyle, münakaşayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle ve zorla alınır.
Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı.
Bu zorbalıklarını altı asırdan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu
mütevazıcilerin hadlerini bildirerek isyan ederek hâkimiyet ve saltanatını
kendi eline, fiilen almış bulunuyor. Bu bir oldu-bittidir. Söz konusu olan,
millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi
değildir. Mesele zaten oldu-bitti haline gelmiş hakikati ifadeden ibarettir. Bu
mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce, yerinde olur. Aksi takdirde,
yine hakikat gerektiği gibi ifade olunacaktır. Fakat ihtimal, bazı kafalar
kesilecektir. İşin ilmi tarafına gelince, hoca efendilerin merak ve endişelerine
hiç yer yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim. (...)"
Bundan sonra uzun uzun birtakım açıklamalarda
bulundu. Bunun üzerine Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi: "Affedersiniz efendim, dedi, biz
meseleyi başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık"
dedi ve sorun ortak komisyonda çözümlendi.
Kanun tasarısı süratle
hazırlandı ve aynı gün T.B.M.M.'nin ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya
konulması önerisine karşı kürsüye çıkan M. Kemal "Buna hacet yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedi olarak
koruyacak esasları Yüce Meclis'in oy birliği ile kabul edeceğini zannederim."
dedi.
Yapılan oylamada, yalnız bir tek kişi menfi oy kullandı. Böylece 1 Kasım
1922 tarih ve 307 sayılı kanunla saltanat kaldırıldı. T.B.M.M.'nin kararı bir
bildiri ile içte ve dışta ilan edildi.
T.B.M.M'nin saltanat konusundaki
kararı şuydu:
1-) Teşkilât-ı Esasîye Kanunu
ile Türkiye halkı hakimiyet ve hükümdarlık haklarını, gerçek temsilcisi olan
T.B.M.M. 'nin tüzel kişiliğinde, bırakılmaz, parçalanmaz ve başkasına aktarılamaz
olarak temsile ve fiilen kullanmaya ve milli iradeye dayanmayan hiçbir kuvveti
ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle, Misak-ı Milli sınırları içinde
T.B.M.M. hükümetinden başka hükümet şekli tanıma; binaenaleyh Türkiye halkı,
şahıs hakimiyetine dayanan İstanbul'daki hükümet şeklini 16 Mart tarihinden
itibaren tarihe intikal etmiş saymıştır;
2-) Halifelik, Osmanoğulları hanedanına
ait olup, Halifeliğe T.B.M.M tarafından bu hanedanın, bilinçce, ahlakça en yetişkin
ve en iyi olanı seçilir. Türkiye devleti, halifelik makamının dayanağıdır.
LAUSANNE (LOZAN) BARIŞ KONFERANSI 21 KASIM 1922–24 TEMMUZ 1923)
T.B.M.M. Hükümeti, İtilaf Devletlerine gönderdiği 4 eylül 1922 tarihli notada, barış konferansının toplanma yeri olarak İzmir'i önermişti.
Müttefikler ise 27 Ekim tarihli notlarında
konferansın Lozan'da yapılmasını istemişler ve konferansa T.B.M.M hükümetinin
yanı sıra İstanbul hükümeti'ni de davet etmişlerdi.
İstanbul hükümeti'nin konferansa davet
edilmesi, Ankara'nın şiddetle tepki göstermesine neden oldu. Bu olay, milliyetçilerin
Osmanlı Padişahı'nın durumu sorununu ele almalarını gerektirdi.
T.B.M.M. 1922'de yaptığı toplantıda,
saltanatı kaldırması hakkında M. Kemal'in yaptığı açıklamayı dinledikten sonra,
Osmanlı Saltanatı'nı resmen kaldıran kanunu kabul etti. Hilafiyet ise bir çok
yetkiden yoksun olarak Osmanlı Hanedanından bırakıldı.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Osmanlı
Hükümeti istifa etti ve T.B.M.M. Hükümeti tarafından vatan haini ilan edilen
Osmanlı Hanedanı'nın son padişahı V. Mehmet Vahideddin, 17 Kasım 1922'de bir
İngiliz Savaş gemisi ile İstanbul'dan ayrıldı. 18 Kasım günü
Abdülmecit Efendi, T.B.M.M. tarafından bütün müslümanların halifesi ilan
edildi.
Hilafet kurumunun bir süre daha
devam etmesi, iç ve dış politika bakımından yararlı görülmüştü. Böylece,
İstanbul'da artık müttefik devletlerin üzerinde baskı kurabilecekleri bir
hükümet kalmamıştı: Lozan Barış Konferansı'nda Türkiye'yi sadece Ankara
Hükümeti temsil edecekti.
ATATÜRK’ÜN KULLANMIŞ OLDUĞU KAMAL MÜHRÜ

KAMAL ATATÜRK
Atatürk hakkında binlerce kitap yazılır ve
milyonlarca da hayranı ve bir o kadarda düşmanları vardır.
Bu kadar
çok düşmanı ve dostu olan bu seçkin insanı ne kadar tanıyoruz?
Ben
kendi adıma itiraf etmeliyim ki “ hiç tanımıyoruz!”
Hayatına ilişkin bilgileri inceledikçe ve
doğrulara ulaştıkça daha derinlere inen ve ulaşılmaz olmayıp sadece dikkatle
bakmak gereken bu zat karşısında çok daha kitaplar yazılacak ve sözler söyleneceğe
benzemektedir.
Bunun en
bariz örneği ise ismini bile doğru bilmediğimiz bir zatla karşı karşıya
bırakılmış olmamızdır.
Bu bölümden
sonra Atatürk’ün “Kemal” ismini
değil “KAMAL” ismini kullanarak
devam edeceğiz.
Atatürk’ün son olarak kullandığı asıl adı KAMAL’dır. Elli beş yıl boyunca
Atatürk’ün kullanmış olduğu KEMAL isminden vaz geçerek KAMAL olması, 1935 yılının
hemen başlarında iki dilbilimci Yusuf Ziya (Özer) ve Naim Hazım (Onat)
Atatürk'ü Kemal adının Arapça'dan Türkçe'ye geçtiği orjinal halinin Kamal
olduğunu dile getirmiş ve bu konuda da Atatürk’ü ikna etmişlerdir.
Hepimizin bildiği gibi resmi
yazışmalarda alınan son isim ve soy isim geçerlidir. Burada alınan karar gereği
yazılı olarak önümüzde duran tüm resmi yazı ve kitaplar ve hatta ders kitapları
Atatürk’ün ismini yanlış yazarak bir tarihi bu şekilde karartmaktadırlar.
Çünkü burada kullanılan KAMAL
isminin altında yatan anlam ve özelliklerin aslında bazı çevrelerce çok iyi
bilinmesi ve bunun gizlenebilmesi halkımızdan bu isim gizli tutulmaktadır.
Her şeyden önce, ATATÜRK’ÜMÜZÜN BURADA KULLANDIGI MÜHRÜN RENGİ ALTIN
SARISI VE ÖZEL BİR SIRRI BARINDIRMAKTADIR.
Nitekim Anıtkabir Müzesine gittiğiniz vakit orada Atatürk’ün imzalarının
bulunduğu bir mühür demetiyle karşılaşacaksınız.
Bu da şu demektir ki Atatürk el imzası yerine imzasının bulunduğu
mühürleri basmaktadır.
Aşağıda verilen sadece bir örnektir. Hemen bu nokta da durup
soluklanmadan Atatürk’ün imzalarına ilişkin birkaç söz etmek gerekeçektir.
Çünkü tahribat bu noktada da gerçekleştirilmiştir.
ATATÜRK İMZASI BULUNAN MÜHÜRLER KULLANIRDI VE BİRÇOK YERDE SAHTE İMZASI
KULLANILDI BUNLARDAN BİRİDE VASİYETNAMESİDİR

ATATÜRK İMZALARINI MÜHÜRLERİNDE ATMIŞTIR.
VASİYETİNDE Kİ İMZA ATATÜRK’ÜN MÜ?
Atatürk’e ait olduğunu bildiğimiz birkaç
imzanın hepsinde dikkat çeken hepsinin mühür olarak da yer almasıdır. Anıktabirin
içerisinde yer alan ve binlerce insanın hergün ziyaret ettiği bu nadide müzenin
hemen giriş kısmında solda bulunan cam bölme içinde yer almaktadır.
Aşağıda verilen imza örneklerine baktığımızda
1935 yılında Atatürk’e ait Kamal isminin bulunduğu mührün hemen yanında bulunan
imzası ile kendi el yazısı ile düzenlediği vasiyetnamesindeki imzayı
karşılaştırın birbirine benzemekte midir?

Bunu devam ettirelim ve
Atatürk’ümüzün Beyoğlu 6.Noterinde kayıtlı vasiyetin altında ki imza aynı
mıdır?

Bu birbirinden farklı üç (3)
imza Atatürk’e ait olduğu söylenmektedir?
13 Kasım 2005 tarihinde Anayurt Gazetesinde
devam eden dizi yazılarımın içerisinde bu konuya da değinmiştim.

13 Kasım 2005 Anayurt gazetesi

Atatürkün vasiyetnamesinde yer alan iki
farklı imza
Bugün
sürekli olarak kamuoyunun önünde tartışılan konulardan biride vasiyetname
konusudur.
Herkes gibi Atatürk’te bir vasiyetname
hazırlamıştır. Ama günümüzde ardında başka planları barındıran konuları içeren
bir vasiyetname değildi muhakkak bu vasiyetnamesinin orjinali çok yakın bir
zamanda kamuoyuna sunulacak ve içeriği hakkında gerçekleri hep beraber öğrenecegiz.
Ve altında Atatürk’ümüzün mührü ile
yayınlanaçak bu vasiyetnamenin içeriği ortaya çıktıkça bugün planları ve proğramları
çıkar üzerine kurulu birçok kişinin ve kurumun maskesi de kendiliğinden
düşeçektir.
Ve bu sahte imza konusunu burada kaparken
son cümle olarak şunu demek isterim. Yayınlanan Atatürk’ün vasiyeti gerçekleri
yansıtmamaktadır.

KEMALİZM NASIL ORTAYA ÇIKIYOR
Hepimizce malum olduğu gibi Kemalizm’in
ilk kullanılışı bildiğimiz kadarıyla 1930 yılına aittir. Ahmet Cevat Emre, 1928–1933
yılları arasında çıkardığı Muhit dergisinde Kemalizm terimini ilk kez 1930
yılının Temmuz ayında kullandı. “Kemalizm
doktirin olarak, bütün siyasi prensipleri malum bir demokrasi mektebidir.”
diyordu.[92]
Fakat yukarda koydugumuz kitap
kapağından da anlaşılan 1922 yıllarında aslında KEMALİZM’den bahsetmek
mümkündür.
Yazımıza kaldığımız yerden devam
edecek olursak,
Ali Naci Karacan ise çıkardığı İnkılâp gazetesinde 2 Aralık 1930 tarihli başyazısında
“Kemalizm
olmalıdır. ”[93]
diyordu.
Mahmut Esat Bozkurt ise, Kemalizm terimini ilk kez Kasım 1932 tarihinde
Anadolu (İzmir) gazetesinde kullandı. [94]
Kemalizm 1935 tarihinde toplanan CHP 4.
Kongre kararıyla kabul edildikten sonra yaygın olarak kullanılır olmuştur. 1936
yılında "Kemalizm" ve "Kamâlizm" başlığını taşıyan iki
kitap yayınlanmıştır.
Birisi Edirne Mebusu Şeref Aykut'un
"Kamâlizm" isimli kitabıdır.
Alt
başlıkta, "C.H. Partisi Programı'nın İzahı" açıklaması yer
almaktadır.
İkincisi de, yine 1936 yılında Tekin Alp’in
yazdığı ve‘Kemalizm’ adını
verdiği kitaptır. Bu kitap daha sonra yeniden yayınlanmıştır.[95]
Kemalizm kavramına CHP’nin temel belgelerinde
ilk kez 1935 yılında rastlıyoruz. CHP'nin 9 Mayıs 1935 günü açılan 4. Büyük
Kongresi'nde kabul edilen programın Giriş'inde şöyle denmektedir:
"Yalnız
birkaç sene için değil geleceği de kapsayan tasarlarımızın ana hatları burada,
toplu olarak yazılmıştır."Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kamâlizm
prensipleridir." C.H.P: Programı,
Atatürk, bu tanımı,
1939 yılında toplanacak CHP Kurultayı için 1937'de kendi eliyle yazdığı program
taslağının "Giriş" bölümüne de aynen almıştır."
Atatürk aynı sayfanın son cümlesinde, Türk
Devrimi'nin gerçekleştirdiği bütün bu işleri, "Kamâlizm Prensipleri"
diye adlandırmayı sürdürür:
"Partinin
güttüğü bütün bu esaslar 'Kamâlizm Prensipleridir."[96]

"Belge, Anıtkabir Arşivi ‘'
Edirne saylavı (Mebusu) Şeref Aykut'un "KAMALİZM" isimli kitabında. (Alt başlıkta, "C.H.
Partisi Programı'nın İzahı" açıklaması yer almaktadır.) Muallim Ahmet
Halit Kitabevi, 1936, önsözünde kamalizm ile ilgili şöyle yazmaktadır.
KAMALİZM
ÖNSÖZ
Türk devrimini son asırların değişikliklerini hazırlayan fikirlerle ve
daha sonraları yürüyen, göğdelen Rasyonel, Sosyolojik, Marksist, Faşist rejim
ve ideolojileri ile izaha çalışmakta fazla bir iş olur.
Kamalizm bunların üstünde
yalnız yaşamak yolu aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine
kuran bir yoldur.
Ötekilerinde uluslara ve insanlığa zorla ve ağır basarak sarkan ve seken
yerler pek çoktur. Kamalizm, inanana damga vurarak kalkınmış değildir.
İnanan gönülleri kazanarak yaratmış ve yükselttiği için yükselmiştir.
Amaçladığı gaye de ulusun kalkınma davasıdır. Bunu yürütende hiç şaşmayan ve şaşırtmayan
sağ duyu, selim akıldır. İşte Atatürk’ün büyük eserini toplayan “Cumhuriyet
Halk Partisinin” programı üzerinde bir araştırma gerekliğini bu sebeple duydum.
İkinciteşrin
935 Şeref Aykut
Kemalizm’in “Kamalizm’e”
dönüşmesinin hikâyesini ise, 4. Şubat 1935 günlü Anadolu ajansı bülteninden
öğrenebiliyoruz. “istihbaratımıza nazaran Atatürk’ün taşıdığı “Kamal” adı Arapça bir kelime olmadığı
gibi, arapça “Kemal” kelimesinin
delalet ettiği manada da değildir. Atatürk’ün muhafaza edilen öz adı, Türkçe “ordu ve kale” manasına olan “Kamal’dır”. [97]
Şeref Aykut’un bu kitabında ve Atatürk’ün bahsettiği kamalizm’in anlamı
yukarıda bahsedilen Türkçe anlamı olan kale ve ordu anlamının ötesinde başka
bir anlamları da bulunmaktadır.
Bu konuda “Tek Adam Mustafa
Kemal” adlı eserin yazarı şevket Süreyya Aydemir kitabının 470 inci sayfasında
dipnot olarak şöyle yazmaktadır. ‘Türkçeleştirme
hareketleri sırasında <Kemal> yerine <Kamal> gibi kullanım
hareketleri görüldü kamalizm’in kökü
olan <Kam> Türklerde tanrı ile insanlar arasında ilişki sağlayan lider
anlamında bir anlamı vardır. Birde <Kam> tanrı buyruğunu bilen ve onu
öğreten kişi anlamına gelmektedir.’
Yine, Büyük devletler kuran Türkler, büyük ve kapsamlı medeniyetlere
de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek
bizler için bir borçtur.[98]
Kam kelimesiyle ilgili www.gokkogbitsik.com
adlı internet sitesinden aldığım bilgiyi aşağıya notlar bölümüne aktardım. [99]
Bundan böyle, Kemalizm sözcüğünü gerçek
bilimsel anlamı ile, yani kendine özgü düşüncelere, ayırıcı ve özyapısal(karakteristik)
ilkelere sahip bir istem ve bir rejim anlamı ile kullanmakta ikirciliğe yer yoktur.
Bu deyim,
Halk Partisi’nin Ankara’da 9 Mayıs 1935’te toplanan Dördüncü Genel Kongresi’nde benimsenen programda
yönetimce açıklanmıştır.
“Yalnız birkaç yıl için değil
geleceği de kapsayan düşüncelerimizin ana çizgileri burada toplu bir biçimde
yazılmıştır. Partiyi kapsayan bütün bu ilkeler Kemalizm yoludur.”
Emin Arat 1969 yılında yayınladığı
“Kemalizm” adını verdiği kitabında
Kemalizm’i şöyle tanımlamaktadır;
“
Kemalizm, tam bir düzeni düşüncedir, çünkü diğer düşüncelerin tek yönlü ve
noksan oluşlarının karşısında, Kemalizm, fertçi ve toplumcu düşünce
unsurlarının her ikisine de sahip bulunmaktadır. Kemalizm’in bu özelliği,
yapıları değişik alan bütün toplumlarda uygulanma imkânı verir…
Kemalizm, insanı maddi ve manevi
çeşitli yaşama ihtiyaçlarının tümünü kavrayan külli bir yaşama düzeni düşüncesidir,
onun için Kemalizm hiçbir düşünceye benzemez ve fakat diğer bütün diğer bütün
düşünceler kendilerini Kemalizm’de bulabilirler.”
Mahmut Esat Bozkurt, Devrim Tarihi
derslerinde CHP Programı'yla uyumlu bir Kemalizm tanımı yapmıştır:
"Türk
ihtilalinin verimi, sembolik altı ok içindedir ki, buna Kemalizm diyoruz ve
diyorlar."
Prof. Dr. Afet İnan da, "Atatürk'ün
uğraştığı ve kendi mesuliyeti altında tahakkuk ettirmek istediği
inkılâplar"ın, "ona izafeten 'Kemalizm' tabiriyle tarihte yer
aldığını" belirtmektedir.
ULUS Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay'’ın 1937
– 1938 başyazılarından "Kemalizm" sözcüğünün tanımlandığı bölümlerden
alıntılar
Hedefi: Zihniyet ve Ruh değişikliği olan,
Başkalarının haklarına saygılı, Barışçı, istikrarlı, Güvenilir ve itibarlı,
inanmış, (azimli)
İnsani ve alternatifi olmayan bir ideoloji.
Kemalist Türkiye, Medeniyet ve Kültür Mücadelesi içinde bir ülke. Dürüst
politikalar sonunda oluşturulan Sağlam bir Mali Yapı ve Gelişen Ekonomi ile
Kemalist Türkiye 'nin her taraflı inkişafı ve inşası devam etmektedir. Edecektir.
Onbeşinci Yıl'da herkes bu nedenle gururlu.
ACI SONUÇ KEMALİZM 1953 CHP KURULTAYINDA TÜZÜKTEN ÇIKARILMIŞTIR.
1953 kurultayında Kemalizm, CHP
Programından çıkartılmış yerine Atatürk yolu diye bir kavram getirilmiştir. Kemalizmi
savunanlar tasfiye edilmiştir.
Oysa Kemalizm; devrimci rejim olarak sürekli geliştirilip uygulanması
gerekirken, daha durağan olan statükoyu korumak anlamında Atatürkçü düşünce;
bir fikir, bir yol gösterici, muhafazakâr bir yapı olarak kemalizm’i gizlemek
ve toplumun sadece bir kesiminin yönetim talebi için kullanılmıştır.
Emperyalizmin Kemalizmi tasfiye programına
paralel olarak kemalizme karşı olanlar. Atatürkçü kimliği ile ortaya çıkmış ve
bazı derneklerin yönetimine girmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk'ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy
Loraine'in Londra'ya özel bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine " 40 Yıl
Boyunca Açıklanmayacak damgası vurulan mektubunun kısa bir metnin de şunları söylemektedir;
“özellikle, başından beri
isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya
çalışmasıdır.”
Yunanlı
Thomas A. Vaidisi, kemalizm için 1936 yılında yazdıgı yazısında ise;
“ Kemalizm; ne faşizm, ne de Hitlerizm
dir. Bunların ikisi de ilerlemeyi ve tarihsel evrimi önleyici kuruluşlardır. Burada
ise atılım sağlamak, uygarlıkca geri kalmış ülkeyi çağdaşlaştırmak için devrim
yapılmaktadır. Kemalizm, Türkiye nin gerçek uygarlık devrimidir. Kemalizm
devrimi çağdaşlıktan da ötedir.”[100]
-BİR İDDİA- V.MEHMED REŞAT’IN OĞLU ATATÜRK
(!)
Kitabın ikinci bölümünde Atatürk’ün Kronolojisinde yapılan yanlışlıklar
ve çelişkilere yer verildi, verilen bu bilgilerin tutarsızlığının altında yatan
sebep nedir?
Atatürk’e ait Kronoloji yazarlarının itiraf ettiği bir konu vardır ki, o
da Atatürk’ün ilk on- on iki yaşına kadar olan yaşam hikâyesi kapalıdır.
Atatürk’ün yaşadığı dönemde yaşayan yaşıtlarının kayıtları mevcuttur.
Yine bunla ilişkili olarak Zübeyde Hanım’ın o günkü doğan çocukların
kayıt edilmediğini söylemesi de doğru kabul edilemez.
Ve bunların dışında önemlisi Anne, evladını ne zaman dünyaya getirdiğini,
doğurduğunu bilmez mi?
Atatürk Kronolojisinde çelişkiler sadece Atatürk’ün hayatına ilişkin
değildir. Ali Rıza Efendiye ait bilgilerde de çelişkiler ve tutarsızlıklar
vardır.
Uzun süre Devlet hizmetinde görev yapmış ve sonrasında ticaretle uğraşmış
bir insanın hakkında edinilecek resmi ve özel bilgilerin çok olması gerektiği
bir gerçektir. Bunun aksinin olması düşündürücüdür.
Nitekim Ali Rıza Efendiye ait elimizde iki bilgi vardır ve ikisi de
sağlıklı değildir. Bunların ilki Selanik’te bulunan evin yaptırılması, sahibi
olması diğeri de resmidir.
Selanik’teki evin artık biliyoruz ki sahibi Ali Rıza değildir. Ve resmin
kendisine ait olmadığı da ortadadır. Nitekim Ali Rıza’ya ait olduğu düşünülen
bu resmin daha sonra özgün olanı tahrif
edilerek yayınlanmaya başlamıştır.
Bu kadar çelişkiye rağmen Atatürk, Zübeyde Hanım, Makbule Hanım hayatta
iken kendileriyle bu konuda yapılan sohbet, mülakatlarda ve yakın
tanıdıklarının verdikleri bilgilerde sürekli çelişkili olması İkinci Bölümde
ayrıntılarıyla ortaya konulmuştur.
ATATÜRKÜN YAŞAYAN AKRABALARI VE ÇELİŞKİLİ ŞECERELER
Atatürk’e ait yayınlanmış birçok şecere şema halinde çeşitli zaman
dilimlerinde yayınlanmaya devam etmektedir. Birbirini adeta yok sayan bu
şecereleri kimler ne amaçla yapmaktadırlar?
Yukarıda anlattıklarımıza ek olarak akrabalık bağı olduğunu dile
getirenlerinde hazırladıkları şecereler bugün elimizde mevcuttur…
Fakat yayınlanan bu tüm şecereler Atatürk Kronolojisiyle asla
bağdaştırılamaz.
Şecereler konusunda Avni Altıner’in sözleri de dikkat çekicidir.
“Atatürk’ün şeceresi hakkında
şimdiye kadar çıkan eserlerde bilgi yoktur. Babasından ileri gidilmemiştir…
Enver Behnan Şapolyo Ata’nın şeceresini incelemiş ve dedesini firari Ahmet göstermiştir ve Kırmızı Hafız
Mehmet adlı kardeşi olduğunu (Mustafa
Kemal) adlı eserde yazmıştır.
Hürriyet Gazetesinde 10 Kasım 1961
‘de Atatürk’e ait bir şecere çizmiş ata’nın babasını Kırmızı Hafız Ahmet diye
yazarak aşağıya aldığımız imzasız yazıda Ata’yı Kırmızı Hafız Mehmed’in oğlu
göstermişlerdir.” Demektedir. Aşağıda
verilen şecere bahsi gecen şeceredir.

Yukarıdaki şecerenin bir başkası da Mustafa Kemal’in kuzeni Bayındırlık
Bakanı Süleyman Sırrı Bey ile birlikte 1924 yılında anne tarafına ait soy
ağacının hazırlanmasına ilişkindir.
NTV Tarih Dergisinin, Kasım–2009,
Sayı;10,Sf.34–36 da Ayşegül Parlayan-Derya Tulga imzalı yazılarında aşağıda
verilen şecere açıklanmıştır.

Zübeyde Hanıma ait bir şecere ve akrabalık
bağları da İskenderun’da bulunmuştur.
İskenderun. Org’da Ufuk Aktug’un mülakatına göre, Abdurrahman Aldırmanın
Selanik yıllarında Rapla Çiftliğinde Atatürk’le birlikte Karga kovaladığı ve
hayatına ilişkin bilgiler içeren bir mülakatta kendisinin üç oğlan çocuğu
olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre; Metin, Melih, Mete’dir.
Zübeyde Hanıma ait bir şecerede ikinci
evliliğine ilişkindir. İkinci evliliğini Ali Rıza Efendi öldükten bir yıl sonra
yapan Zübeyde Hanım Ragıp Beyle evlenmektedir.
Ragıp Beyinde bu evlikten önce Hakkı,
Süreyya, Ruhiye (Rukiye) isimlerinde üç çocuğu olduğu anlaşılmaktadır.
Ragıp Beyle Zübeyde Hanımın evlilik tarihi olarak da 1889 tarihi verilmektedir.
Açıklamaları Sabah Gazetesinde
Figen Yanık’a yapan Ferhat Babür’ün bilgilerine göre Zübeyde Hanım’ın vefatına
kadar yanında Ruhiye Hanım bulunmuştur. Atatürk bu dönemde sekiz yaşındadır
demektedir.
Burhan Göksel’in Atatürk’ün Soy kütüğü üzerine bir çalışma kitabında
Ank.-1994,Sf.21’ de verdiği şecerede şöyledir.

Burhan
GÖKSEL ŞECERESİ
Atatürk’ün Şeceresine
ilişkin Türkiye’de en kapsamlı çalışan araştırmacı Doç.Ali Güler’dir. Sayın Ali
Güler’in bu konuda yayınlanan birçok eseri bulunmakla birlikte üniversitelere
sunmuş olduğu bildirileride bulunmaktadır ki bunları ve yazarı
önemsediğimizden ötürü ek dosya olarak vermeyi uygun bulduk.
Bu konuyu araştırmak isteyenlerin Sayın Ali
Güler’in çalışmalarını ve eserlerini okumalarını özellikle verdiğimizin bilinmesini
isteriz.
Şimdi, bunca çalışma ve belgeden sonra
şahsımın üzerinde oluşan bir kanaat vardır.
Geçen yıllar içerisinde kendisiyle
İstanbulda sekiz saat süren bir sohbet ettiğim Osmanlı ailesinden Kayahan Bey’e
aşağıda oluşan kanaatımı söylediğimde çok şaşırmıştı.
Fakat bir süre sonra ailenin ileri
gelenlerinden birinin Genel Kurmay Başkanlığına giderek böyle bir şüphesini
dile getirmiş bu konuda bilgi olup olmadığını araştırmış olduğunu belirtmişti.
Bu konuşmanın devamında Osmanlı Hanedanının
bugün yaşayan evlatları İngilterede bulunan vakıfları aracılığıyla hazırlamış
oldukları İngilizce Osmanlı Hanedanının Şeceresini bana göstererek şöyle
demişti; (Şahsımda tüm yazı yazanları kast ederek.) “Siz mi doğru söylüyorsunuz?
Yoksa biz mi?”
Gerçekten şahsımı etkileyen bu cümleleri
unutmamama engel olan sebep ise bugüne kadar Osmanlı Şeceresi diye yazılanların
aslında gerçegi yansıtmadıgını hatta ileri giderek uyduruk olduğunu görmüş
olmamdır.
Yakın bir zamanda ellerinde
bulunan ve Türkçeye çevrilerek, “Osmanlı
Şeceresi” eserin yayınlanarak Türk kamuoyuyla paylaşılacağını umut etmekteyim.
Atatürk ile ilgili ve ailesi ile ilgili
kanatım her zaman pozitif olmuştur.
Gerçekten bir deha ile karşı karşıya
kalmanın dışında kendisini anlamaya başladıkca bir asaletin varlığını hep
üzerinde gördüğüm bu muazzam şahsın, ailesinin bugün tartışma haline
getiriliyor olması çok üzücüdür.
Fakat dediğim gibi araştırmalarımı
derinleştirdikce çok iyi farkına vardığım bazı sonuçlar aslında bu
tartışmaların bilinçli bir şekilde, hatta kontrollü yaptırıldığını gördüm.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerinde durdugu ve yaşamını sürdürdüğü
topraklarda iki kesim ile sık sık bir arada yaşamıştır. Bunlar Ermeni ve
Musevilerdir. Bu iki ayrı milletin arasında oluşan Ekonomi ve statü kavgası
sosyal hayatımızı hep derinden etkilemiştir.
Hepimiz üst kimliğimizde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Ve bundan da
memnunuz. Vatanımız, toprağımız ve bayrağımız birdir.
Fakat bu iki kesim içinde
gizlenerek kimliklerini TÜRK olarak gösteren siyaset, yazar, gazeteci ve iş
adamlarının yapmış oldukları faaliyetlerin bölücü ve yıkıcı tavrı işte Atatürkümüzün
şeceresine kadar sıçramıştır.
Kendi çıkar ve menfaatleri için artık
kullanılmaya çalışılan bir Atatürk vardır.
Bunlar olup biterken Devletin Yetkili
kurumları çevresinde oluşturulan birkaç kişinin iaşesini sağlayan kurumlar
haline gelmiş, asli görevlerini yapamaz durumda kalmışlardır.
Şahsım, Bu konuda diretmekle kalmayıp bir
fikir olarak ve bu konuda yapılaçak olan çalışmalarında önünü acabilmek için Atatürk’ün Osmanlı Hanedanından gelen
bir şehzade olduğuna inandığımdır.
Bu bende oluşan bir kanaattır.
Doğruluğu konusunda asla israr etmiyor ve bu fikrimi dürüstce kamuoyuyla paylaşmak
istiyorum.
Nitekim bölüm başında
Atatürk’ün kendi Krallığını ilan edeceği konusunun altında bu psikolojik yada
biyolojik bir bilginin olabileçeği muhakkaktır.
Nitekim Beşinci Mehmedin hayatı ile ilgili çalışmaları incelediğimizde
de bağlantıların ilginçliği dikkat çekicidir.
MEHMEDİN İLAN EDİLMEYEN OĞLU ŞEHZADE
KAMAL
Mustafa
Kemal’in biyografisine ilişkin bilgiler yukarIda not edilmiştir. Bu notlardan da
anlaşılan ve gözüken Atatürk’ün biyografisinin çelişkiler ve yanlışlıklarla
dolu olması tesadüfî ya da bilinçsizce yapılmış olarak algılamak mümkün değildir.
Atatürk’ün hayatına ilişkin bakıldığında özel
bir şahsiyet olduğu zaten dikkat çekicidir.
Milli Mücadele yıllarında yaşananlar ve
dönemi ileri gelen komutanları ve siyasileri içinde seçkin ve özel
yeteneklerinin yanında başarısının arkasında gizli fakat güçlü milli yapıları
da görmek mümkündür.
1.Dünya Savaşından sonra hızla toprak kaybına uğraması ve Devletin güç
kaybettiği gören Osmanlı İmparatorluğunun yetkililerinin önlem ve tedbir
almamaları asla düşünülemez.
Atatürk’ün
Osmanlı Şehzadeleri arasında yer aldığına dair iddialar hep olmuştur.
Aşağıda verilecek bilgiler ve eklerden ilk bilgileri edineceğimiz bu
fikrin temeli yine Osmanlının kendine ait bulundurduğu kök şeceresinde yer
almaktadır.
Bugün Osmanlı Hanedanının devamı olanların da elinde bulunan şecerelerine
baktıgımızda V. Mehmed Reşad’ ın beş eşinden son iki eşine ait olanlarının
çocukları yer almamaktadır.
Konuya başlamadan önce bu şehzadelerin ne anlama geldiklerine bakmak
gereklidir.
OSMANLI ŞEHZADELERİ
Şehzade, “Şah oğlu, Padişah oğlu” demektir…
Padişah Çocuklarına, Sultan Çelebi Mehmet zamanına kadar “Çelebi” denilmiş,
sonra şehzade tabiri kullanılmaya başlanmıştır.
Şehzade veya sultan doğduğunda Sarayda özel
merasimler yapılırdı.
Şehzade
ve Sultan doğumları ferman geldikten sonra her mahallin şer’i mahkeme
sicillerine kaydolunurdu.
Osmanlı şehzadesi beş, altı yaşına gelince
kendisine bir hoca tayin edilerek merasimle okumaya başlardı. Bu derse başlamaya “Bed-i besmele” denirdi.
Şehzade ilk olarak Elif-bayı şeyhülislamdan
okurdu. Merasim sonunda Şeyhülislam dua ederdi.
Şehzadelik oğuldan oğul’a gecen hanedanlık
unvanıdır. Yani Osmanlı Hanedanına mensup padişah dışında tüm erkek çocuklara
verilen ortak isimdir.
Şehzade unvanı sadece Osmanlıya ait bir unvan
değildir. Türk ve İslam medeniyetlerinin kurmuş oldukları Devlet ve Beyliklerin hükümdarlıklarının erkek çocukları ve ondan devam eden
soylarına da verilen unvandır. Bu
bakımdan Şehzade ifadesi kullanılırken Osmanlı şehzadesi, Timurlu Şehzadesi,
Dulkadirli Şehzadesi gibi ön hanedan mensubiyetleri de belirtilmektedir.
Anadolunun çeşitli şehirlerin de şehzade
sancakları vardır. Şehzadeler delikanlılık çağına geldiklerinde yanlarına da
onlara devlet idaresini öğretecek eyalet valiliği yapmış lala tayin edilmek
suretiyle bu sancaklara gönderilirdi.
Sultan
ikinci Selim handan itibaren yetişkin şehzadelerin sancaklara çıkarılma
uygulamasından vaz geçilerek, bunlardan yalnız büyük ve padişahlığa yakın olan
şehzadeye sancak verilmesi kararlaştırılmıştır ve Manisa Sancağı Veliaht Şehzade
Sancağı olmuştur.
Sultan 3. Mehmed Han (1595–1603) zamanından
itibaren büyük şehzadelerinde sancağa çıkmaları kanunu tamamen kaldırılmıştır,
fakat veliaht şehzadelere Anadolu’da ismen sancak verilmiş, bunun bir vekille
idare edilmesi gibi bir usul konmuştur.
Şehzadelerin fırsat buldukça saltanat
iddiasında bulunmaları sebebiyle bir kısmının boğularak öldürüldüğü ya da bir
kısmının ülkeyi terk ettiği bilinmektedir.
Bilhassa Devletin başına gecen hükümdarın
devlet nizamının sarsılmaması için kardeşlerini de boğdurduğu bilinen bir
gerçektir.
“Osmanoğulları’nın, kurallarının en değişmez olanı, tahta çıkmak için
padişah oğlu olmak koşuluydu. Bu koşul uyarınca ölen, tahtan indirilen
padişahın yerine oğlu, kardeşi veya kuzeni
geçmiş; Şehzade oğlu olarak tahta çıkan olmamıştır. Bu kuralın altı yüzyıl
boyunca korunabilmesi dikkatlerden kaçırılacak gibi değildir.
Hanedan atası Osman Bey’in ardılları Orhan’ın, l.Murad’ın,Yıldırım
Beyazıd’ın kesin doğum tarihleri bilinmemektedir. Kaynaklarda Büyük
babalarının öldüğü, babalarının tahta
çıktığı, tarihler önerilip, beğ/padişah oğlu olarak dünyaya geldikleri
vurgulanmıştır..
Daha sonra da yerleşen kurala göre ise, şehzade oğlu şehzadenin tahtın
varisi olabilmesi için önce babasının
tahta çıkması koşuldu..
Bu şekilde ilk tahta çıkanlar
Çelebi Mehmed ve ll. Murad’dır. Fatih Sultan Mehmed (1430) babası ll. Murad’ın
padişahlığında doğmuştu. ll. Beyazıt (d.1447), Yavuz Selim (1466)…
Her iki durumda da kural ,
“EVLADİYET” ve “AMUD-I NESEBİ” denen dikey iniş, yani babadan sonra oğlunun olmasıydı.
Bu ilke “ES-SULTAN İBNÜS-SULTAN”, (Sultanoğlu
Sultan) sanı yinelenerek vurgulanırdı.
İlk dönemin diğer bir kuralı, tahttaki padişahın oğullarının sancağa
çıkarılmalarıydı.
Şehzadeler, Manisa, Kütahya, Konya, Amasya, Kastamonu sancaklarına vali
gönderilirlerdi.
Şehzadelerden biri tahta çıkınca diğer kardeş ve yeğenlerini “NİZAM-I ÂLEM”
için boğdurturdu.
Sancaktan gelip padişah olanların sonuncusu lll. Mehmed (1595–1603),
kendi şehzadelerini sancağa göndermediğinden bu gelenek kapandı.1603’de ölünce
büyük oğlu l. Ahmed tahta oturdu ve kardeşi l.Mustafa’yı boğdurmayarak Sarayda
göz hapsinde tuttu.1617’de ölünce oğlu ll. Osman değil, kardeşi l. Mustafa
tahta oturtulunca üç yüzyıllık kuralda bozuldu.
1617–1618 arasında, tahta oturmada, “EKBERİYET ve Bİ’L-İRS ve
İSTİHKAK” (Padişah oğlu ve yaşça büyük olmak) kuralı yerleşti.
Bu dönemim 22 padişahı da
babalarının saltanatı yıllarında doğmuşlar, ancak bunlardan sadece ikisi (lV.
Mehmed ve Abdülmecid) babalarından, diğerleri ise kardeşlerinden, amcalarından,
kuzenlerinden sonra tahta çıkmışlardır.
Bu dönemin 1617–1808 evresinde, şehzadeler, babalarının padişahlığında
yaşadıkları mutluluğun ardından, ağabeylerinin, amcalarının, kuzenlerinin
saltanatında, dünyadan habersiz, eş ve çocuk edinmekten yasaklı olarak göz
hapsinde tutulmuşlardır.
1808–1922 arasındaki devrenin başında ise ll. Mahmud (1808–1839)
hanedanın “tek” erkek bireyi kaldığında “kafes” yaşamına son verdiği oğlu
Abdülmecid, Kardeşi Abdülaziz’e özgürlük tanıdığı gibi onun doğumu resmen ilan edilmeyen oğlu Yusuf İzzettin
Efendiye’de göz yummuştur.
Abdülaziz ise, yetkin yiğenlerine, saray daireleri, köşkler, konaklar
tahsis ettiği gibi harem yani aile kurmalarına da göz yummuş; V.MURAD, ll.
ABDÜLHAMİD ve V.MEHMED REŞAD bu sayede şehzadeliklerinde evlat sahibi
olmuşlardır.
ANCAK BUNLARIN OĞULLARININ
DOĞUMUNDA RESMİ DUYURU, GELENEKSEL ŞENLİKLER
YAPILMAMIŞTIR.
1924 yılında hanedanın yurt dışına
çıkarılışı sırasında, taht varisi olabilecek konumdaki şehzadeler şunlardı;
Abdülaziz’in
oğulları son Halife Abdülmecid (ö.1944), Mehmed Seyfeddin(ö.1927) -Abdülhamidin
oğulları, Selim (ö.1937), Abdülkadir(ö.1944), Ahmet Nureddin(ö.1944), Burhaneddin
(ö.1949), Abdürrahim Hayri (ö.1952), Abid(ö.1935)-Sultan Reşad’ın oğulları Ömer
Hilmi (ö.1935), Mehmed Ziyaeddin (ö.1938) -Vahideddin’in oğlu Ertuğrul
(ö.1944)dir.[101]

V.MEHMED REŞAD (1844–1918)
V.MEHMED REŞAD (1844–1918)
Sultan Abdülmecid’in Şefkatza kadından doğma
oğlu
(Gülcemal Kadın Efendi) olan V. Mehmed Reşad 20
Eylül 1844’de İstanbul Çırağan Sarayında doğdu. Osmanlı Padişahlarının 35.si ve
İslam halifelerinin de 100. südür.
Mavi
Gözlü, altın sarı saçı nedeniyle tek sarışın padişah olarak da bilinmektedir.
Babası ve amcası sultan Abdülaziz zamanında çok
rahat yaşamış, 2. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla kendiside veliaht durumuna
düştüğünden uzun bir süre gözetim ve baskı altında yaşamak zorunda kalmıştır.
V. Mehmed, ll. Abdülhamid’in tahtan
indirilmesinin ardından 27 Nisan 1906 tarihinde Saltanatın başına
getirilmiştir.
Dokuz
yıl saltanatta kaldıktan sonra altmış beş yaşında kalp yetmezliğinden vefat
ederek ölmüştür.
Burada
şunu not etmek gerekiyor. V.Mehmet Reşadın vefatının Dolmabahçe Sarayında ve Atatürk’ün de vefat
ettiği odada olması durumudur. Bu konuda henüz net olmamakla birlikte böyle bir
durumun gerçekleşmiş olmasıdır.
Sultan V. Mehmed Devri Osmanlı İmparatorluğunun
devamını sağlamak hususunda yapılan son denemeyi teşkil eder. BU DEVİRDE,
MİLLİ BİR TÜRK DEVLETİ KURULMASI GAYESİYLE GEREKLİ MALZEMENİN TEMİNİ İÇİN, İLMİ
USULLER İLE ÇALIŞMAYA BAŞLANMIŞTIR.
V.Mehmed Reşad’ın
eşleri ise;
Kam-res Baş
Kadın Efendi
Dürr-i And
İkinci Kadın Efendi
Mihr-engiz
İkinci Kadın Efendi
Naz-perver
Üçüncü Kadın Efendi
Dil-firib
Dördüncü Kadın Efendi ‘dir. V.Mehmed
Reşad’ın Şehzadeleri de;
1-Şehzade
Cengiz Nazım Efendi (1939)
2-Şehzade
Ömer Abdülmecid Osmanoğlu Efendi(1941)
3- Şehzade
Mehmed Ziyaeddin Nazım Efendi (1947)
4- Şehzade
Erıc Mehmed Ziyaeddin Nazım Efendi (1966)
5- Şehzade
Mahmud Francis Osmanoğlu Efendi (1975)
6- Şehzade
Nazım Osmanoğlu Efendi (1985)
7- Şehzade
Mehmed Necmeddin Efendi
8- Şehzade
Ömer Hilmi Efendi’dir.
V. Mehmed Reşat’ın soyundan
yaşayan 25 şehzadeden sadece 3’ü ve 1974’ de sürgünün kaldırılmasından sonra
İstanbul’da doğmuştur.
Geri kalan 14’ü sürgün devam ederken, 8’i de sürgünün
kaldırılmasından sonra yurt dışında, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere,
Avusturya, Suriye, Mısır ve Lübnan da
dünyaya gelmiştir. Aralarında
en yaşlı olanı 23 Haziran 1924 Paris doğumlu Osman Beyazıd Efendi, ailenin yeni
reisi. Ançak Osman Beyazıd Efendi saltanat kaldırıldıktan sonra dünyaya geldiği
için, halefi Osman Ertuğrul Efendi gibi “Şehzade” olarak doğmamıştır.[102]
ATATÜRK’ÜN V.MEHMED REŞAD’DAN ALDIĞI
MADALYALAR
Mustafa Kemal Atatürk 8 adet madalyasını 5.Mehmed Reşad’dan almıştır.
1) 3.Rütbeden
Osmanlı Nişanı–5.Mehmed Reşad-Tekirdağ’da kuruluş durumundaki 19.Tümen Komutanlığına
gönüllü atanması neticesinde gösterdiği tümen kurma ve hazırlamadaki başarıları
nedeniyle verilmiştir. (Gümüş,01.02.1915)
2) İmtiyaz
Madalyası–5.Mehmed Reşad–19.Tümen Komutanlığındayken gösterdiği üstün
başarıları nedeniyle verilmiştir.(Gümüş,37–30.04.1915)
3) Liyakat
Madalyası–5.Mehmed Reşad- Gelibolu Savaşlarındaki üstün başarıları nedeniyle
verilmiştir.(Gümüş,25–01.09.1915)
4) Liyakat
Madalyası–5.Mehmed Reşad-Anafartalar Grup Komutanıyken gösterdiği olağan üstü
başarılarından dolayı verilmiştir.(Altın,25–17.01.1916)
5) 2.Rütbeden
Osmanlı Nişanı–5.Mehmed Reşad- Kafkas cephesi Savaşlarında gösterdiği üstün
başarılarından dolayı verilmiştir.(Gümüş,65x90–01.02.1916)
6) 2.Rütbeden
Mecidi Nişan-ı–5. Mehmed Reşad–16.Kolordu Komutanıyken gösterdiği olağanüstü başarıları
nedeniyle verilmiştir. (Ortası Altın,65x85–12.12.1916)
7) Altın
çift kılıçlı İmtiyaz Madalyası–5.Mehmed Reşad–1.Dünya Savaşında 16. Tümen
Komutanı iken, birliğinin Muş, Bitlis ve Tatvan’ı Ruslardan geri alması nedeniyle
verilmiştir.(Altın,40–23.09.1917)
8) 1.Rütbeden
Kılıçlı Mecidi Nişanı–5.Mehmed Reşad–1.Dünya savaşındaki üstün başarılarından
dolayı verilmiştir. (Ortası Altın,65x100–16.12.1917)
Ek:1/ KAMAL ATATÜRK MÜHRÜ
KAMAL
ATATÜRK

ATATÜRKÜN İMZASI

ATATÜRKÜN KAMAL
İSMİNİ KULLANDIGI MÜHRÜ







EK DOSYALAR
1-MUHSİN
YAZICIOĞLU ATATÜRK’ÜN AKRABASI MI?
2-ALİ
GÜLERİN ATATÜRK ŞECERESİ
EK DOSYALAR:1
MUHSİN YAZICIOĞLU ATATÜRK’ÜN AKRABASI MI? [103]
“1530 yılına ait tapu tahrir kayıtlarında mezra olarak
belirtilen Bozok kazası Gedik / Gedükçubuk kazası Mesudlu karyesi Elmalu
mezrası (günümüzde Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı) Elmalı köyünün
Başbakanlık Osmanlı Arşivlerindeki 1260–1261 (1844–1845) tarihli, “kâr ve zarar
anlamına gelen aile reislerinin mal varlığını gösteren temettuat
defterlerindeki kayıtlarda yer alan “Yazıcıoğlu ailesinin” aile reislerinin
isim ve şöhretleri şöyledir:
Hane no 1:
Kızılalioğlu Minla Ali,
Hane no 2: Kızıl
Ali oğlu Bekir kethüda,
Hane no 3: Kızıl
Ali oğlu Hasan.
Sayın Muhsin
Yazıcıoğlu’nun büyük dedelerinin adı Kızılalioğlu Molla Ali, Kızılalioğlu Bekir
kethüda ve Kızılalioğlu Hasan’dır. Dolayısıyla Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sülalesi
Kızılalioğlu Aşiretine mensuptur. Doğmuş olduğu Elmalı köyü de adını Elmalı
cemaatinden almaktadır. Elmalı cemaati Mes’udlu cematine bağlıdır. Mes’udlu
Cemaati, Kızılali, Kızılalioğlu adıyla bilinen Anadolu’nun birçok yerinden
balkanlara kadar iskân olunmuş Kızıllar, Kızılaliler, Kızılalioğulları vesaire
gibi birçok ad ile bilinen aşirete mensuptur. Kızıllar, "konar-göçer
Türkmen yörükânındandır. Osmanlı imparatorluğumun aşiretleri iskân politikası
uyarınca Anadolu’nun çeşitli yörelerine ve Balkanlar’a yerleşen aşirettir.
Kızıllar, "Konar-Göçer Türkmen Yörükânındandır. Osmanlı imparatorluğunun
aşiretleri iskan politikası uyarınca Anadolu’nun çeşitli yörelerine ve
Balkanlar’a yerleşen aşirettir.
Kızıllar, Kuzey
Asya Türkmen topluluklarındandır. Hazar denizi kıyıları ile Etrek (Ertek veya
Erdek şeklinde yazıldığı da görülmektedir) ırmağından Mangışlak’a kadar uzanan
yerlerde uzun süre yaşamışlardır. Bilindiği gibi, Batı Türklerinin ataları olan
ve daha sonra “Türkmenler” adıyla anılan Türk topluluğu Oğuzların ilk ana yurdu
Ötüken bölgesinde yaşamışlar. Arap kaynaklarına göre, Müslüman olmayan Oğuzlar,
Müslüman olan Oğuzlar’a “Türkmen” adını vermişlerdir. Türkmen adını alan
Oğuzlar esas adlarını hiçbir zaman unutmamışlardır. Türkmen adında olduğu gibi
Müslüman olan Kuman, Karaman, Ataman, Kölemen adlarında görülen “man”, “men” ekleri Müslüman Türklerin
isimlerinin sonuna o devirde eklendiği düşünülebilir.
Sir-i Derya
(Kırgızistan’dan doğup Aral gölüne dökülen nehir)’dan Hazar’a, Aral’dan
Horasan’a kadar olan bölgelerde yaşayan Oğuzlardan, ilk defa VIII. Asrın ikinci
çeyreğinde yazılmış olan “Göktürk Kitabe”lerinde bahsedilmiştir. Göktürk
Hakanı, Oğuzlardan “benim halkım” diye bahsetmiş. Kitabenin verdiği bilgiye
göre, Oğuzlar 9 boydan, Oğuz destanına göre ise; Oğuzhanın Günhan, Ayhan,
Yıldızhan, Gökhan, Dağhan ve Denizhan adlı altı çocuğu olmuş, bunların her birinin dört çocuğu olur ve Oğuz
boyları bunlardan meydana gelir.
Oğuzhanın
ölümünden sonra bu 24 Oğuz boyu Gökhanoğulları, Ayhanoğulları ve
Yıldızhanoğullarının oluşturduğu Bozoklar ve Günhanoğulları, Dağhanoğulları,
Denizhanoğullarının meydana getirdiği Üçoklar adıyla 12’ şerli olarak ikiye
bölünür.
Daha sonra
Bozoklarla üç oklar arasında anlaşmazlığa düştüklerinden bir bölümü Kafkasya
taraflarına göçerler. Bunlar, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli
Türkleridir. Bu boylardan bir kısmı aynı boy adlarını taşıyan Tireler halinde
bu günkü Türkmen halkını oluşturmaktadır.
Türkmenlerin
oluşumunda Orta Asya’nın eski halklarından Massagetler, Dahlar, Parfiyalılar,
Alanlar, İskitler, Eftalitler, Sakalar ve Hazarlar gibi bu bölgede yaşayan
yerli halkların da katkılarının olduğunu ifade edenler vardır. Moğollar
devrinde Türkmen boylarına yapılan saldırılar çok ağır olmuştur. Onu takiben
gelen Timur işgali zamanında da aynı muameleyi gören Türkmenler paramparça
olmuş ve her Türkmen boyu veya kabilesi kendi hayatını tanzim etmeye
başlamıştır.
Türkmen
boylarının bir kısmı Kuzey Türkmenistan’a, bir kısmı Batı Türkmenistan’a, bir
kısmı da Güney Türkmenistan’a yerleşmişlerdir. Bu bölgelerin haricinde Uzboy,
Sarıkamış ve Harezm bölgelerine de yerleşenler olmuştur.
İşte bu Türkmen
boylarının en önde gelenleri Salur, Teke, Yamut, Ersari, Gölken, Yazır, Sarık
ve Ali’li idi. Bunların dışında ikinci derecede küçük Türkmen grupları olmuştur
ki bunların başında Çovdır, Abdal, İğdir boyları gelmektedir. Bunlar da aynı
bölgelerde diğer Türkmen boylarının himayelerinde yaşamaya devam etmişlerdir.
Hazar Denizi'nin
doğusundaki Ertek ırmağı dolaylarında ve Gürcan'da oturan Yamutlar'dan bir
kabile olan Kızıl aşireti Moğol İstilası ile göç etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içine katılmıştır. Anadolu'da Bozok, Kayseri, Sivas, Akdağ, Adana,
Maraş, Teke Ha-mid, Bolu, Tarsus, içel, Karaman, Afyonkarahisar, Bolvadin Dinar
Şark. Karaağaç, Karaman, Çerkeş gibi 13 il sınırları içerisinde 16 köy kasaba
ve beldede; Rumeli'de ise Gümülcine, Dimetoka, Kavala Uskup, Hezargrad
(Niğbolu), Vardar, Selanik, Silistre, Usturga Oh-rı, Manastır ve köylerinde
Kızıl, Kızıllı, Kızıllar, Kızılca, Kızıloğuz Kızılkocalı, Kızılcakeçili...
Adlarıyla iskân olan aşiret geleneklerine bağlı, otantik kültüründen birşey
kaybetmemiştir.
Sivas Vilayeti
Bozok Sancağına bağlı Kızılkoca kazası vardır. Kızıllar aşiretinin sadece
Anadolu coğrafyasında kalmadıkları, Osmanlı imparatorluğunun iskân politikası
gereği Rumeli'de de iskân edildikleri bilinmektedir.
Araştırmacıların
yayınladığı kitap, makale, bildiri vb. çalışmalarda Türkiye Cumhuriyetinin
kurucusu M. Kemal Atatürk'ün hem anne ve hem de baba tarafı soyunun Karaman’dan
giden bu aşiretlerden olduğu ispatlanmıştır.
Karaman'a
yerleşen aşiret, oymak ve cemaatlerden ikisi olan Kızıllar ve Sofular
aşiretleri Karaman'a bağlı Taşkale - Kızıllar ve Yeşildere - İbrala
beldelerinde yaşamaktadır. "Kaynakların verdiği bilgiler değerlendirildiği
zaman görülmektedir ki, Rumeli'ye yerleşen Türk grupları üç önemli isim altında
toplanmaktadır: Konyarlar, Yörükler (Yürükler) ve Tatarlar. Atatürk'ün anne
tarafından soyunun da bir "yörük" grubuna mensuptur. Anadolu'dan
geldikleri yerin (Konya-Karaman) ismiyle anılan "Konyarlar" dâhil
bütün Yörükler, çeşitli tarihi, kültürel ve coğrafi nedenlerle isimler almışlardır.
Osmanlı Devleti'nin resmi kayıtlarından geçen ve adlarına "tahrirler"
yapılan, Rumeli'ye iskân edilen Yörükler şunlardır: "Naldöken Yörükleri,
Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri, Selanik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize
Yörükleri ve Kocacık Yörükleri".
Tanrı Dağı
Yörükleri BOA da yer alan kayıtlarda Sivas ve havalisinde Yıldızeli kazasında
da iskan edilmişlerdir. BOA ML. VRD.13968 Tanrı Dağı Ahalisinin TMT,
kayıtlarında yer almaktadır.
Tanrı Dağları:
Taşelinde, Taşkentin batısındaki Belenyurt beldesinin Kuzey-batısında bulunan
Tanrı dağı da (2408 m.) Issık Kul’un (Isınmış, sıcak Göl) güneyindeki tarihi
Tanrı Dağları’nın anısını Yaşatmış olmalıdır. Yine Yıldızeli kazasında Kızıl
(ML. VRD. TMT 14908) , Kızılca (ML. VRD. TMT 14933 Kızılca) adlarıyla köyler
bulunmaktadır.
Belgelere göre,
Rumeli'deki Yörüklerin üç şekilde isim aldıkları görülmektedir: İlk olarak
başlarındaki reislerinin veya "beylerinin" adına, ikinci olarak
herhangi bir farklı veya mümeyyiz özelliklerine, nihayet üçüncü olarak da en
çok bulundukları mahallin adına göre. İsimlendirmede veya isim almada
başlangıçta ilk şekil yaygın olmakla birlikte, daha sonra bir merkez etrafında
toplanmaları ve yarı yarıya yerleşik hayata geçmeleri sonucunda üçüncü şekil
yayılmıştır. Mesela "Koca Hamza Yörükleri", birinci şekilde isim
alanlardandır. Atatürk'ün baba soyunun geldiği "Kocacık Yörükleri"
işte bu Koca Hamza Yörükleri'dir. "Naldöken Yörükleri" ikinci şekil
isim alan gruplardandır. Çünkü onlar, nal dökme sanatı ve işinde temayüz etmişlerdi.
Naldöken
Yörüklerine XV Yüzyılda "Yörükan-ı Nalbant Doğan da denilmekteydi. Aynı
şekilde kayıtlarda "Yay Döken Yörükleri" de vardır. Bunlar,
Anadolu'da da aynı isimle anılıyorlardı. "Selanik"
"Ofçabolu" ve "Vize" Yörükleri ise yoğun olarak yaşadıkları
merkezlerin isimleri ile anılmıştır ki, coğrafi bir isimlendirmedir. Bu Yörük
grupları içinde o bölgede yaşayan, Konyarlar, Kocacıklar vb. gibi Yörük
grupları da bulunmaktadır.
Nevşehir,
Kırşehir ve İçel'in Anamur ilçesine yerleşen ve Boynuinceli Türkmenlerinden
olan Kurutlar (Kurutlu)1, Kızılalili ( Kızılaliler) Oymakları, bazen Kurutlu
Aşireti, Kızılalili ve bazen de Kurutlu Cemaati, Kızılalili Cemaati şeklinde
geçmektedir. “ Kızılali-Kızılaliler-Kızılalilü: Anamur kazası( İçel Sancağı),
Karsı Meraş, Siverek, Hama, İçel, Tarsus, Adana, Sis Sancakları, Kızılkilise
Karyesi (Anamur Kazası), Yalavaç Kazası (Hamid Sancağı). Yörükan Türkman
Taifesi. “ kaydı vardır. İlaveten: “Boynuinceli Türkmen Aşiretinden olan
Kızılalili Cemaaati Anamur Kazasının Kızılkilise karyesinde sakin olmuştur.
Kazai-i mezbur ehalisi ile maan civar yaylaklarında yaylarlar. (....)
deniliyor.”
Dolayısıyla Sayın
Yazıcıoğlu ile Mustafa Kemal Atatürk’ün mensup oldukları aşiretler aynı kola
bağlıdırlar. Birisi Kızıllar diğeri Kızılaliler’dendir. Her ikisi de Aynı
Aşirete mensuptur.
Kendisi de yiğit
bir Türkmen beği olan Sayın Muhsin Yazıcıoğlu’nun kaza yaptığı yerdeki Tekir
Yaylasında bulunan Kurucaöz, Kızılcaöz, Keş Dağı ve Elmalı dağı..yöredeki tüm
dağ ve yaylaların adları zaman içerisinde bölgeye iskan olmuş aşiret, oymak ve
cemaatlerden almıştır.
Muhsin Yazıcıoğlu-Hayatı
1954 yılında
Şarkışla'nın Elmalı köyünde doğan Yazıcıoğlu, ilk ve orta öğrenimini Şarkışla'da, üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Veteriner
Fakültesi'nde yaptı. 1968'de Cemiyetçilik çalışmalarına başlayan, Şarkışla'da
Genç Ülkücüler Hareketi'ne katılan, üniversite eğitimi için 1972'de Ankara'ya geldikten sonra da, Ülkü
Ocakları Genel Merkezi'nde görev yapmaya başlayan Yazıcıoğlu, sırasıyla; Ülkü
Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı'nda
bulundu. Yazıcıoğlu, 1978'de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği' nin de
kurucu Genel Başkanı oldu. Yazıcıoğlu, Ülkücü Gençlik Derneği'nin kurucu Genel
Başkanı iken Bahçelievler ve Maraş katliamları yaşandı. Yazıcıoğlu bu olaylarla
ilgisi olduğu suçlamalarını yalanladı. 1980 yılına kadar MHP'de Genel Başkan
Müşavirliği görevinde bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, 12 Eylül 1980'den sonra MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda
yargılandı. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak Cezaevi'nde kaldı.
Yazıcıoğlu, cezaevinden çıktıktan sonra, cezaevindeki ülkücüler ve onların
ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı'nın
başkanlığını yaptı. Yazıcıoğlu, 1987'de Milliyetçi Çalışma
Partisi'ne (MÇP) girdi ve Genel Sekreter
Yardımcılığı görevinde bulundu. 20 Ekim 1991 Milletvekili Genel Seçimlerinde, Refah Partisi (RP),
Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi'nin (IDP) oluşturduğu ittifak bünyesinde milletvekili
adayı olan Muhsin Yazıcıoğlu, Sivas'tan milletvekili seçildi.Yazıcıoğlu,
7 Temmuz 1992'de, "içinde bulunduğu partinin siyasi
anlayışıyla uyuşamadığı" gerekçesiyle 5 milletvekili arkadaşı ile beraber
MÇP'den ayrıldı. Muhsin Yazıcıoğlu, 29 Ocak 1993'de, MÇP' den ayrılan bir grup
arkadaşı ile beraber Büyük Birlik
Partisi'ni (BBP) kurdu ve partinin Genel
Başkanı oldu. 24 Aralık 1995'te yapılan erken genel seçimlerinde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak yeniden
parlamentoya giren Yazıcıoğlu, 28 Şubat 1996'da ANAP'tan istifa ederek, BBP'ye
döndü. 8 Ekim 2000 tarihindeki 4., 20 Temmuz 2003 tarihli 5. ve 30 Nisan 2006
tarihli 6. Olağan ve 15 Nisan 2007 tarihli 2. Olağanüstü Büyük Kurultaylarda yeniden
genel başkan seçilen Yazıcıoğlu,evli ve iki çocuk babasıdır. 22 Temmuz 2007
seçimlerinde Sivas'tan Bağımsız Milletvekili olarak TBMM'ye girmiştir ve tekrardan seçimlerden önce bıraktığı BBP
Genel Başkanlığına seçilmişti.
EK DOSYALAR: 2/ ALİ GÜLERİN ATATÜRK
ŞECERESİ
Yayınladığımız
bu şecerenin geniş halde okunabilecegi kaynağı Sayın Ali Güler’in KARAMANLI
SARI PAŞA/DR.ALİ GÜLER-KARAMAN BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINLARI 2008 İÇİNDE YER
ALMAKTADIR.









KAYNAKLAR
KİTAPLAR
—Dr.Ali
Güler, Atatürk soyu, ailesi ve öğrenim hayatı/Ank. Kara Harp Okulu–1999
—Dr. Ali
Güler-Karamanlı Sarı Paşa-Karaman Belediyesi kültür yayınları–2008
—Avni
Altuner, Ana çizgileriyle Atatürk’ün Hayatı ve Eseri-Kronoloji, İst.Gün
Mat.1981
—Behiç Erkin,
Atatürk Selanikteki Askerlik Hayatına ait hatıralar/Türk Dil Kurumu 1956
— Burhan
Göksel, Atatürk’ün Soy Kütüğü üzerine bir çalışma, Kül. Bak. Yay. Atatürk
dizisi;40,1994
—Cihat
Akçakayılıoğlu, "ATATÜRK" (Komutan, Devrimci ve Devlet Adamı
Yönleriyle) Genelkurmay Bşk. 1980, Askerî Matbaa, Ankara.
—Eflatun Cem
Güney, Atatürk Hayatı ve eserleri, Milli Eğitim basımevi, İstanbul–1963,sf,3–8
—Enver Behnan
Şapolyon, Atamız, Güven Mat.1963
—Enver Behnan
Şapolyon, Küçük Mustafa Kemal Atatürk’ün Çocukluk hayatı, Rafet Zaimler Yay.
Işıl mat.
— Enver
Behnan Şapolyon, Atatürk’ün Hayatı, Zafer Gazetesi ilavesi, Güneş T.A.O.
Matbaası, Ank.1954
—Enver Behnan
Şapolyon, Atatürk’ün Hayatı, Ank. Güneş Matb. 1954
—E.B.Şapolyon,
Atatürk’ün Hayatı, Etibank Bülteni, Atatürk özel sayısı (1881–1981)
—Erol
Mütercimler, Fikrimizin Rehberi, Alfa yayınları,İst.2008
—Falih Rıfkı
Atay, "Çankaya" Doğan Kardeş Matbaası, İstanbul, 1969, sf. 17–22.
—Kerim Halil
Sabit, Çev: Zekeriya Kurşun, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın hayatı Anadoluda Türk
Milli Mücadelesi Emin Muhammed Said/İst.Dogan yayınları
—Kılıç Ali,
"Atatürk’ün Hususiyetleri", Sel Yayınevi, Hisar Matbaası, 1955.
sf.7–27.
—Lord
Kınross, "Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu" Türkçesi, Ayhan Tezel,
İstanbul Matbaası, 1970, sf. 23
—Macide
Vildan Kunter, Atatürk’ün Hayatı ve Başarıları/İst. Maarif. Küth.1953
—Mehmet Arif
Demirel, Atatürk – Bayar ve DP ekseninde masallar gerçekler,1.baskı, Lazer
matbası Ank.2005
—Muhterem
Erenli. "Atatürk–1 Yapı Kredi Bankası Yayını. 1981, sf. 7–37.
—Niyazi Ahmet
Banoğlu,25.Ölüm yılı münasebetiyle Atatürk-siyasi ve hususi hayatı, İstanbul
Pınar yayınları
—Prof. Dr.
Hamza Eroğlu/Atatürk’ün hayatı-Kültür ve Trzm. Bakanlığı. Yayınları;703
—Prof.Dr.
Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Atatürk günlüğü
—Ogün Deli,
Anıtkabirin Gözyaşı,
—Osman Zeki
Yılmaz, Can Atam, Atatürk’ün Hayatı/ İst.1969
—Osman
Bircan, Atatürk, se-pa yayıncılık, ank.1996
—Şakir Ziya
Soho, Atatürk’ün Hayatı, Tanevi,1938
— Şakir Ziya
Soho, Atatürk, Büyük Şefin hususi-Askeri-siyasi hayatı/İst. Ülkü basımevi 1938-İst.
—Şemsi Belli,
"Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal", 1959, Ayyıldız
Matbaası, Ankara, sf.22
—Şükrü Tezer,
"ATATÜRK’ÜN Hatıra Defteri, T.T.K. Basımevi,1972, sf.80–199.
—Şevket
Süreyya Aydemir, "Tek Adam-I Cilt" Remzi Kitapevi
—Tayfun
Atmaca, Krallıktan Cumhuriyet’e Tarihte iz bırakan dostluğun mimarları Zogu ve
Atatürk, lazer matb. Ank.2007
—Uluğ İğdemir
"ATATÜRK’ÜN Yaşamı", (1881–1938) T.T.K. Ankara, 1980
—Prof. Dr.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, "ATATÜRK Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri"
Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1973, sf.5–17.
—Prof. Dr.
Hamza Eroğlu, E. Alb. İsmet Gönülel, Doç. Dr. Muzaffer Ankara, "ATATÜRK ve
Türk Toplumu", Türkiye Zirai Donatan Kurumu Yayınlan Pelin Ofset, 1981, S:
65–78
—Hamza
Eroğlu, Atatürk’ün Hayatı, Ank. Başbakanlık Basımevi 1986
—İsmail Habib
Sevük, Atatürk için, ölümünden sonra hatıralar ve hayatındayken
yazılanlar/İst.Cumhuriyet mat.1939
—Türk’ün
Altın Kitabı, "GAZİNİN HAYATI” Türk Neşriyat Yurdu, 1928, Cumhuriyet
Matbaası (Eski yazı ile), sf. 11–58.
—Yusuf Hikmet
Bayur, Atatürk Hayatı ve eseri, 1. Doğumundan Samsuna çıkışına kadar, Güven Mat. Ank. 1963
—Süleyman Yeşilyurt,
Zübeyde Hanım ikinci evliliği ve Kemalizm, Merhaba yay. Zirve ofset, ank.
DERGİLER-GAZETELER
—Atatürk Ansiklopedisi, Modern
araçlar Kontuarı, Ank.
—Ana Çizgileriyle Atatürk’ün Hayatı
ve Eseri-Kronoloji/Türk Tarih Kurumu 1987
—Burhan Göksel, "Atatürk'ün
Yaşantısında Demokrasi" (Makale), ATATÜRK HAFTASI ARMAĞANI, Genelkurmay-Askerî
Tarih Stratejik Etüd Başkanlığı Yayını, 10 Kasım 1983, Ankara, sf. 59–71.
—Burhan Göksel. "ATATÜRK’ÜN
Ağzından: Gençleri Seviniz" (Makale), Askerî Hava Dergisi, Sayı: 250 Kasım
1973.
— F otoğraflarla Atatürk’ün
Hayatı (Doğumundan ölümüne kadar) Doğan Kardeş yayınları
—Meydan Larouse cilt:2, sayfa
245
—NTV Tarih Dergisinden
Kasım–2009,Sayı:10,Sf.32 Necdet Sakaoğlu’nun “Hanedan Kuralları” isimli yazısı
—İhsan Sungu, "ATATÜRK’ÜN
Babası Ali Rıza Efendi" Belleten T.T.K. Ankara 1939
—İslâm Ansiklopedisi, İstanbul
1949, 10. Cüz sf. 719–807 "ATATÜRK" Bölümü.
—Türk Gençliğinin Atatürk
Hakkında öğrenmek İstediği Konular", Özel Yükseliş Koleji, 1974, Ankara, Sayı: 8 -"Bir Anketin
Sonuçlan: Atatürk Hakkında Neler Öğrenmek İstiyorsunuz?", "Belgelerle
Türk Tarihi Dergisi",1973, İstanbul, Sayı: 74–75–76.
—25 Mayıs 2005/Vakit Gazetesinde
—Yeni Avrasya Dergisi, Eylül 2000,
“Atatürk’ün Köyü Kocacık”
—
Yeni Asya Gazetesi neşriyatı,1990, s.105
—YÖRTÜRK, Ali Güler,
Mayıs-Haziran 2004,Yıl;9,Sayı;55, “Makedonya’da Türk Varlıgı ve bir Yörük köyü
olarak Atatürk’ün dedesinin köyü Kocacık”
—Yunan Gazetesi Hronos, 1 Mart
1996
—Sadi Borak, Atatürk
Biyografisinde yapılan yanlışlıklar, A.A.M.D. Sayı;1, Cilt;1, Kasım–1984
— Zekeriya Türkmen, A.A.M.D.
Sayı;32,Cilt;11, Temmuz–1995
İNTERNET SAYFALARI
http://f27.parsimony.net/forum67480/messages/631.htm ve http://f28.parsimony.net/forum68059/messages/1706.htm
http://izmirland.free.fr/Osmanli%20bilgiler.html
[1] —Doğal ya da yapay şekilde kin
üretimi yapan merkez odakları.
[2] — Sadi
Borak -“Atatürk Biyografisinde Yapılan Yanlışlıklar” Atatürk Araştırma
Merkezi, A. A.M. D. Sayı 1, Cilt: I,
Kasım 1984
[3]
-Vel
asr, İnnel insane le fi husr,
illezine amenu ve amilus salihati ve tevasav
bil hakkı ve tevassav bis sabr.
[4] -Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün
Hayatı,sf.7/ Prof.Dr.Feridun Ergin, a.g.e.sf.3-22 “Babası Evkaf katipliğinden ve
Gümrük muhafaza memurluğunda bulunmuş
olan Ali Rıza Efendidir...Ufak yapılıydı, Selanik Asakir-i Milliye
taburunda Teğmen olarak
bulunmuştu.”
[5] -“Babasını küçüklüğünde
kaybetmişti....”, Pof.Dr. Feridun Ergin,a.g.e.,21
[6] -Bayur,a.g.e.sf.7
[7] -Ergin,a.g.e.sf.,21
[8] -Şapolyon, Küçük Mustafa,a.g.e.
sf,3
[9] -Bayur,a.g.e.sf.7- Eflatun Cem
Güney,a.g.e.sf.3; “....Gümrük Memurluğu yapıyor, aldığı aylıklar evini kıt
kanaat geçindiriyordu. Emekliye ayrıldıktan sonra keresteciliğe
başladı ama eline geçen alın
terini ödeyemiyordu....”, Niyazi Ahmet Banoğlu, a.g.e. sf.11: “ Ali
Rıza Bey karar vererek vazifesinden ayrılıp
odun ticaretine başlıyor.”
[10] Süleyman Yeşilyurt,a.g.e.,sf.20-
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa
Kemal (1881-1938),” Ali Rıza Firari Ahmet Efendi’nin oğluydu.”-Yusuf Hikmet
Bayur, Atatürk’ün Hayatı,sf.7 “Atatürk’ün Selanikte doğduğu evden ailenin orta halli hatta bundan az üstü durumda olduğu anlaşılmaktadır.”- Şapolyon,a.g.e,sf.3;
“1880 tarihinde Selanik’te doğmuş
olan Mustafa Kemal’in büyük babası Ahmet Efendi adında bir askerdir.
Büyükannesinin adıda Ayşedir.”-Şapolyon, a.g.e.sf.3; “ Atatürk’ün ataları
Anadolu’dan Rumeline getirilerek
yerleştirilmiş olan Yörük
Türkmenlerindendir.”
[11] -Yeşilyurt, a.g.e.sf.22
[12] -Fotoğraflarla Atatürk’ün hayatı
(Doğumundan Ölümüne Kadar) Doğan Kardeş
yayınları
[13] -Fotoğraflarla Atatürkün
hayatı,a.g.e
[14] -Macide Vildan Kunter,
Atatürk’ün Hayatı ve Başarıları, İst. Maarif Kütüphanesi 1953
[15] -Prof.Dr.Hamza Eroğlu,
Atatürk’ün Hayatı, Kültür Turizm Bakanlığı yayınları;703, sf.9-10
[16] -Fotoğraflarla Atatürk’ün
hayatı, a.g.e
[17]
—Macide Vildan Kunter-Atatürk’ün Hayatı ve Başarıları-İstanbul Maarif
Kütüphanesi–1953
[18] —2 Haziran 2005/vakit Gazetesi
[19] —Prof. Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22
[20]— Prof.Dr. Feridun Ergin, a.g.e.
sf.
[21]—Süleyman Yeşilyurt,
a.g.e.sf.19–21
[22] —Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün
hayatı… a.g.e
[23] —Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.24
[24] —Süleyman Yeşilyurt, a.g.e.sf.23
[25] —Süleyman Yeşilyurt, a.g.e.sf.23
[26] —Süleyman Yeşilyurt,
a.g.e.sf.23–24
[28] —Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün
hayatı… a.g.e.sf.7
[29] —Süleyman Yeşilyurt,
a.g.e.sf.18–19
[30] —Eflatun Cem Güney, a.g.e.sf.3
[31]— E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.10
[32] —E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.10
[33] —Prof.Dr.
Feridun Ergin, a.g.e.sf.21
[34] —Niyazi Ahmet
Banoğlu, a.g.e.sf.9
[35] —Ziya Şakir,
a.g.e.sf.10
[36] —Meydan Larouse cilt:2, sayfa
245
[39] —E.B.Ş.Küçük Mustafa, a.g.e.sf.3
[40] —Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22
[41]— Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22
[42]— Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22
[43] —Prof. Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22
[44] —Süleyman Yeşilyurt, a.g.e.sf.20
[45] —E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.9
[46] —E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.9
[47]— Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.22–23
[48] —Süleyman Yeşilyurt, a.g.e.sf.21
[49] —E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.11
[50] —Meydan Larousse cilt:2, sayfa
245
[52] — E.B.Ş.Küçük Mustafa,
a.g.e.sf.4
[53] —Niyazi Ahmet Banoğlu,
a.g.e.sf.10
[54] —E.B.Ş.Küçük Mustafa,
a.g.e.sf.21
[55] — Ziya Şakir,
a.g.e.sf.10
[56] —Meydan
Larousse cilt:2, sayfa 245
[57] — E.B.Ş.Küçük Mustafa,
a.g.e.sf.5
[58] —Prof.Dr. Feridun Ergin,
a.g.e.sf.23
[59] —Eflatun Cem Güney, a.g.e.sf.3
[60] —Eflatun Cem Güney, a.g.e.sf.4
[61] —E.B.Ş.Atamız, a.g.e.sf.12–13
[62]
—http://www.terakki.org.tr/Vakif/728167602155051.asp?togle=div1&pgsub=2
[63] — Ziya Şakir,
a.g.e.sf.12
[64] —Niyazi Ahmet
Banoğlu, a.g.e.sf.14)
[65]— Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün
hayatı… a.g.e.sf.8, “1893-Selanik Askeri Rüştiyesine girişi ve öğretmeni
Mustafa Efendinin ona Kemal adını da vermesi” (Macide Vildan
Kunter/Atatürkün Hayatı ve Başarıları-İstanbul Maarif kütüphanesi1953)
[66] —Prof.Dr. Feridun Ergin, a.g.e.sf.24
[67] —Macide Vildan
Kunter / Atatürkün Hayatı ve Başarıları -İstanbul Maarif kütüphanesi1953
[68]— Meydan
Larousse cilt ll sayfa 245
[69]—Prof.Dr.
Feridun Ergin, a.g.e.sf.25
[70]— Prof.Dr. Hamza
Eroğlu /Atatürk’ün Hayatı-Kültür ve Turz. Bakanlığı yayınları;703sf.11
[71] —Yusuf Hikmet Bayur,
Atatürk’ün hayatı… a.g.e.sf.8
[72] —Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün
hayatı… a.g.e.sf.8
[73] —Prof.Dr. Hamza
Eroğlu/Atatürk’ün Hayatı-Kültür ve Turz.. Bakanlığı yayınları;703,sf.11
[74] —Ziya Şakir,
a.g.e.sf.11
[75] —Meydan Larousse cilt ll sayfa
245
[76]—E.B.Ş.Küçük Mustafa, a.g.e.sf.6
[77]—Süleyman Yeşilyurt, a.g.e.sf.23
[78]— Eflatun Cem Güney, a.g.e.sf.4
[79] —Niyazi Ahmet Banoğlu,
a.g.e.sf.12
[80]— Dielli. Boston, Sayı:2579, 2
Mayıs 1923
[81]— Shekulli iri, Durres,
sayı:114,9nentor 1928,s.1
[82] —Afrimi, Vlore, sayı:7,Aralık
1925,s.4
[83] — Tayfun Atmaca, Krallıktan
Cumhuriyet’e Tarihte iz bırakan dostluğun mimarları Zogu ve Atatürk, lazer
matb. Ank.2007
[84] —Tayfun Atmaca. sf,98/Şimşir
Bilal M,Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, c.1,İstanbul,1993,s.296
[85]— Atmaca,sf.97/Şimşir Bilal M,
a.g.e.sf.293
[86] —Atmaca,sf.97/Şimşir Bilal M,
a.g.e.sf.293
[87]—Shpuza, Gazmend, “Ataturku dhe
shgptaret”,Dituria yayınevi, Tiran,1994,s.55–107
[88]—Mehmed Orhan Osmanoğlu (d. 1909 - ö.
1994).Mehmed Orhan Osmanoğlu (Şehzade-i civan-baht, asaletli, necabetlu Mehmed
Orhan Efendi); Osmanlı hükümdarı 2.Abdülhamit’in torunudur. Şehzade Mehmed
Abdülkadir Efendi’nin oğludur.10 Kasım 1909 yılında Üsküdar' da doğdu, Galatasaray Lisesinden (Mekteb-i Sultani) mezun
oldu ve Harp
Okuluna devam etti. 15 yaşındayken ailesiyle beraber sürgüne gönderildi. 2. Dünya Savaşı yıllarında Arnavutluk kralı Zogo'nun
yaverliğini yaptı ve Arnavutluk Hava Kuvvetlerinde Yüzbaşı rütbesiyle bir süre
pilot olarak görev aldı. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca,
Macarca, Arapça Portekizce olmak üzere 8 lisan biliyordu. Paris'teki Amerikan
Askeri Mezarlığında rehberlik olan son işinden emekli oldu ve Güney Fransa'daki
Nice şehrine yerleşti. Kuzeni Şehzade Ali
Vâsıb Osmanoğlu'nun vefatıyla 1983 yılında Hanedan
Reisi oldu. 1991 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldı. Mehmed
Orhan Osmanoğlu, yaşamını ve 70 senelik sürgününü, Nice'deki tek odalı evinde 1994'ün
12 Mart akşamı noktaladı. (internet sitelerinde kendisine ait olan isim altında
bu bilgilere ulaşmanız mümkündür.)
[89]— Vlora, Egerem Bej,”Kujtime”
shtepia e Librit dhe e Komunkimit, cilt.1, Tiran, 2001, sf.277–278
[90]
—http://izmirland.free.fr/Osmanli%20bilgiler.html
[91]— Detaylı bilgi için bkz:
EK:3-Hilafetin Yurt Dışına Çıkarılması Ve Tekrar Geri Dönmesine İlişkin Yasa Ve
Kanunlar
[92] —15 Temuçin F.
Ertan, “Ahmet Cevat Emre ve Kemalizm’de Öncü Bir Dergi: Muhit”, Kebikeç, yıl 2,
sayı 5, 1997, s. 17–34; Nedim Yalansız, “1930’lar Türkiyesi’nde Demokrasi yıl
1988, s. 25–48)(Alıntı: Hâkimiyet-i
Milliye Bağımsız Kemalist Dergi, sayı 8,yıl 2006, s.14)
[93] — Mete Tunçay,
T.C’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması(1923–1931), Cem yay. İstanbul, 1989,
s. 518) (Alıntı: a.g.e. s. 14)
[94] —Alıntı: a.g.e. s. 14
[95] -Kemalizm- Tekinalp, toplumsal
dönüşüm yayınları 1998. günümüz Türkçesi Prof. Dr. Çetin Yetkin
[96] -alıntı; Kemalist devrim kemalizmin felsefesi ve kaynakları, kaynak
yayınları Ekim 2006, Doğu Perinçek
[97]—Aktaran: Mete
Tuncay, “Atatürk’e nasıl bakmak”, toplum ve bilim, sayı 4 s.89/dipnot 2’den
aktaran: 97 nolu kaynak eser ) alıntı ADD, dergi Atatürkçülük, kemalizim ve
gençlik Cemil DENK, E. Albay, Araştırmacı-Yazar
[98] - Afetinan, Atatürk Hakkında H.
B. , s.297
[99]—Işık;
ış.am+an * hava, yer ve su ruhlarına bağlı
doğal olayları öngörme, denetleme ve birey sağaltma amacıyla özdeksel ile tinsel
dünyalar arasında aracılık yapan kut kişi; tr. Kam / bakhsı ~ bakşı,
Türkmen halk ozanı; tunguz. Şaman > rus ~ eng. shaman / yine adı geçen siteden aldığım devrimci ile
ilgili bilgi;
dev
erimci ve devir imci dev er * 1. büyük devrimci insan
olabilmek / olmak ve olmayı sürdürmek niteliğinin iki ön koşulu; işlevini
yitirmiş eski imgeleri devirmenin yanı sıra yerlerine dev erimli yeni kavramlar
ıl(ve)a yöntemleri de getir(ebil)mek; başarılı sonuçların ancak böyle elde edile(bile)ceğini
kavrayabilmek; yaşamda izlenmesi gereken en doğru yolu seçmenin bilincine
varmak; “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir Mustafa Kemal Atatürk
2.id.eb.er+en (evren) çarkını döndüren deverancı
(reincarnating) dev ebe eren+(ler > titans) > eur. revolution+ist; “Batmış bir İmparatorluğun külleri içinden k(ö/ü)l : tigin (Kültigin > Phoenix / Prometheus) gibi doğrulup
gelen Gazi Mustafa Kemal,
hem devir imci, hem de dev erimci : oğh.uz.er
: at.am (o oğuz er gazi, güzel, ulu akıllı adam)
bir kişiydi.
dev erler * Bkz: id.eb.er+en id.eb.er+en ~ id.eb.er+ler * 1. deveran (çark) eden kut evrende ödevlerini deviren (yerine getiren) edebli dev ebe er+en(ler); şık / ışık han(ım)lar; evrendeki yaratıcı gücün getirdiği yaşam düzenini uz.am (ıl(&)an) uz.am+an’da sağlayan, yayan ve geliştiren kozmik ergler (enerjiler) > sans. dhyan-chohan; jap. shogun; lat. illuminati; 2. id.eb.er+ler ~ dev erler > üp/f.üng : öt.ük : can (Phoenician / Fenike) aleph+beth’ inden alındığı ileri sürülen G(r(φ)e)K > Grek yazısında, or.okh-khu.ng (orkhun) imlerinin sondan başa doğru benzetilip, kopyalanmasıyla gr. , titan; lat. titan; benzeri anlamda tr. (Gök*köG).oğh.uz : can’lar > gr. gigas; lat. gag³s, gagant ~ gig³s > fr. geant, jaiant ~ mid. eng. giant, dev; 3. al(ma : am)la : id.eb.er+en * göksel yaratıcı, kut dev ebe er+en(ler); ob.oğh.(uz).a(m) : ot.or.oğh.us (oturan boğa / taurus ~ toro) burcu yakınındaki ül.ig.er (ülker / pleiades) yıldız takımı içinde, eski Türk evren biliminde gök bakır ~ bakar > ar. bakara (ingök ~ iñek) diye bilinen kızıl dev al.uça : varan (ar. el-deberen ~ lat. aldeberan) & titan çift yıldızı; bunların her ikisine de aynı anlama gelen id.eb.er+en & id.eb.er+ler imlerinden kaynaklanan dev erler & titan adları verilmiştir; 4. id.eb.er : im * (evren) çarkını döndüren deverancı (reincarnating) dev ebe eren+(ler > titans) yeri & göğü sarsarak devir’dikleri im’ler & dev erim’ler > tr. debrim ~ deprem & devrim; lat. revolutus, dönüş(üm) ~ eur. revolu-tion
dev erler * Bkz: id.eb.er+en id.eb.er+en ~ id.eb.er+ler * 1. deveran (çark) eden kut evrende ödevlerini deviren (yerine getiren) edebli dev ebe er+en(ler); şık / ışık han(ım)lar; evrendeki yaratıcı gücün getirdiği yaşam düzenini uz.am (ıl(&)an) uz.am+an’da sağlayan, yayan ve geliştiren kozmik ergler (enerjiler) > sans. dhyan-chohan; jap. shogun; lat. illuminati; 2. id.eb.er+ler ~ dev erler > üp/f.üng : öt.ük : can (Phoenician / Fenike) aleph+beth’ inden alındığı ileri sürülen G(r(φ)e)K > Grek yazısında, or.okh-khu.ng (orkhun) imlerinin sondan başa doğru benzetilip, kopyalanmasıyla gr. , titan; lat. titan; benzeri anlamda tr. (Gök*köG).oğh.uz : can’lar > gr. gigas; lat. gag³s, gagant ~ gig³s > fr. geant, jaiant ~ mid. eng. giant, dev; 3. al(ma : am)la : id.eb.er+en * göksel yaratıcı, kut dev ebe er+en(ler); ob.oğh.(uz).a(m) : ot.or.oğh.us (oturan boğa / taurus ~ toro) burcu yakınındaki ül.ig.er (ülker / pleiades) yıldız takımı içinde, eski Türk evren biliminde gök bakır ~ bakar > ar. bakara (ingök ~ iñek) diye bilinen kızıl dev al.uça : varan (ar. el-deberen ~ lat. aldeberan) & titan çift yıldızı; bunların her ikisine de aynı anlama gelen id.eb.er+en & id.eb.er+ler imlerinden kaynaklanan dev erler & titan adları verilmiştir; 4. id.eb.er : im * (evren) çarkını döndüren deverancı (reincarnating) dev ebe eren+(ler > titans) yeri & göğü sarsarak devir’dikleri im’ler & dev erim’ler > tr. debrim ~ deprem & devrim; lat. revolutus, dönüş(üm) ~ eur. revolu-tion
id.eb : ör.et ~ debret * kut evrende
ödevlerini deviren (yerine getiren) edebli dev ebe er+en(ler)in devir (çark)
eden dev ör(g)üt ve edeb ö(ğ)retisi; bağımsız ve özgür bir toplu yaşam kurma
gücü ve aydın bir toplumun çağdaş yönetimi bilimi; bu niteliği gelecek
kuşaklara devretme becerisi; r ~ l dönüşümü yile
devlet > ar. devle / dovle; “ya devlet başa, ya kuzgun leşe!..”; aynı
anlamda “ya bağımsızlık, ya ölüm!..–M. K. Atatürk (1919)”;
[100] - Thomas A. Vaidisi, K.Atatürk
yeni Türkiye nin Kurucusu 1967. s.123
[101] - NTV Tarih Dergisinden
Kasım–2009,Sayı:10,Sf.32 Necdet Sakaoğlu’nun “Hanedan Kuralları” isimli
yazısından alınmıştır.
[102] —NTV
Tarih-Kasım–2009,Sayı:10,Sf.34–36/Ayşegül Parlayan-Derya Tulga’nın haberi
[103] — Muhsin Yazıcıoğlu nun Soy Kütüğü Sivas İnternet
Gazeteciler Derneğinden Araştırmacı Yazar Mehmet Ali Öz 1845 yılına ait bir
belge ile Muhsin Yazıcıoğlu'nun soy kütüğünü açıkladı.



