
ANKARA NEREDE BİTER?
CUMHURBAŞKANLARIMIZ
OGÜN DELİ
(ORPARS)
İÇİNDEKİLER
Önsöz
.....................................................................................
Giriş
.......................................................................................
Teşkilat-ı
Esasiye Öncesi ......................................................
Islahat
Hareketleri .................................................................
2.
Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü .......................................
8.
Cumhurbaşkanımız Turgut Özal .......................................
Türbanlı
Köşk Olur mu? .......................................................
4.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ..........................................
Sunay
Formülü ......................................................................
Yeni
Bir Aday
.......................................................................
7.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren ...........................................
TBMM’de
Erken Seçim Tartışması ......................................
Kenan
Evren’in Darbe Gerekçesi .........................................
Kenan
Evren’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi ..........................
Ahmet
Necdet Sezer .............................................................
Cumhurbaşkanı
Adayları Kimler? ........................................
Sonuç.....................................................................................
Ek’ler....................................................................................
EK-1/Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
EK-2/Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Cumhurbaşkanlarına İlişkin Maddeleri
Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu
EK-3/ Sadi Somuncuoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı
adaylığına ilişkin 3. Asliye Ceza Mahkemesi’ne/ Ankara
SUNUŞ
Türkiye Cumhuriyeti Devletinde
demokrasinin işleyişi ne kadar tartışılıyor veya olumsuz gözüküyor olmasına
rağmen demokrasinin beşiği olarak
bilinen ülkelerden ileride olduğumuz iletişim araçlarının yoğun şekilde ortaya
koyduğu bilgilerden rahatlıkla anlaşılmakta.
Sürekli olarak ülkemizde olumsuzlukları
dile getiren çevrelerin amaçladıkları
hedefleri bugün geri tepmiştir.
Geçmiş yıllarda siyasi partiler bir futbol
takımını tutar gibi bakan görüş bugün
yerini ülkeye hizmet eden ülkenin çıkarlarını kollayan partisi ya da görüşü ne
olursa olsun destek olmuştur.
11. Cumhurbaşkanını seçmeye
hazırlandığımız şu günlerde Cumhurbaşkanımızın kim olacağından çok bölgemizde
ve dünyada yaşanan olaylarda göz önüne alınarak belirlenmesi gelecek
yıllarda alınacak siyasi ve askeri
kararlarımızda etkili olacaktır diye
düşünmekteyim.
Bunun dışında stratejik önemi bugün bütün
dünyada kabul edilen ülkemizde Türk Silahlı Kuvvetlerinde üzerindeki ağırlık
yoğunlaşmıştır.
Gerek içerde gerekse dışarıda harekete
her daim hazır tutulan ordumuz Türk
halkının bağrından çıkardığı ve güvenliğimizin teminatı olma özelliğini bugün
daha da arttırmıştır. Bu Türk Silahlı
Kuvvetlerimizin hangi dönem ve şart ne olursa olsun kendi içinde
yaşanarak usulsüzlüklerde, ülke çıkarlarını da gözeterek iradesini ortaya koyması Türk halkının en büyük
beklentisidir.
Zaman dilimleri içerisinde siyasi
partilerimizin isimleri ve liderleri değişebilmektedir. Kitap içinde bahsi
geçen parti ve liderlerimizi eleştirmek
ya da sorgulamaktan çok, ortaya konulan siyasi iradenin tartışılması ve bundan
sonraki yaşanacak benzer olaylarda bu hataların yapılmasına fırsat
vermemek temennisiyle... (1.Baskı 2007)
Ogün Deli
ÖNSÖZ
Dünya’nın Demokrasi adı geçen her ülkesinde
seçim dönemleri her zaman sancılı geçmiştir. Seçimlerin hepsinde de söylentiler
öncesinde ve sonrasında ortalıklarda boy boy gösteren belgelerle
süslenmektedir.
Ülkemizde de bu tabii ki doğal olarak
kendini göstermektedir. Demokrasi olarak gösterilen ve halkın idaresi için
görev başına gelen seçilmişlerin mevcut seçim kanunları ve uygulanan hile ve yolsuzluk
şekilleri aslında ülkemizde ki seçimlerin sağlıklı olmadığını açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.
Bunun yanında halkın oyu ile gelenlerin
görevleri seçilmiş oldukları görevleri icra ederken, kendilerini seçen halka hizmet
sunmaktır.
Fakat
görülmektedir ki son on yıldır, Devleti idare eden hükümetin başından başlayıp,
devletin yetkili kurumlarına kadar uzanan nezaketten uzak ifadeler ve tavırlar
artık gündelik olayların içinde yerini almış, hatta doğallaşmıştır.
İşte bu devlet idaresinde çok önemli bir
yer alan Halk ile Devlet arasında ki o gizli fakat güçlü bağın kopmasa da zayıflamasına
neden olmaktadır.
Son iki seçimde sürekli ismi
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sıklıkla geçen Recep Tayyip Erdoğan’ın bu
Cumhurbaşkanlığı seçiminde de gündeme geliyor olması tesadüfü değildir.
Hükümeti icra eden Başbakan bu sefer
Cumhurbaşkanlığını o kadar çok istemekte ve hedeflemektedir ki Devletin sinir uclarına
dokanarak ve orayla oynamaktan da asla çekinmektedir.
Hırsı aklının önüne geçmiştir. Nitekim
hukuken Cumhurbaşkanlığına aday olmasına engel olan önemli bir konu vardır? Bu
konuda Üniversite mezunu olması konusunda yaşanan şaibedir. Bizim başından
itibaren aslında dile getirdiğimiz bu konudur.
Cumhuriyet tarihimizin yeni yeni emeklemekten
çıkıp yürümeye başladığı şu günlerde ülkemizde en önemli konuların başında
gelen adalet’ten bahsetmek artık mümkün değildir.
Adaleti simgeleyen semboller ve
uygulayıcılarının önlerinde duran kanunları uygulamada geçikmeleri ve taraf
olmaları daha da vahim olanı kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda karar
vermiş olmaları Adalete duyulan saygıyı ve inancı artık yok etmiştir.
Üzülerek söylemek gerekirse bugün bu adalet
duygusundan uzaklaşanların geçmişte de bu adalet kavramıyla yaşadıkları
sorunları bugün intikam duygularıyla daha da bozarak çıkmaza doğru sürüklemiş
olmaları geleçekte ki tehlikelerin önünü açmaktadır.
Devleti idare etmek için görev başına gelen
iktidarların ve Devletin kurumlarının sorumlu kişilerinin bu olumsuz tavır ve
davranışlarının topluma yansıması ve toplumun çeşitli katmanlarında
karşılaşılan diyaloglarda birbirine zıt kesimlerce tartışmalara sebep olması
toplumsal iç huzurumuzu da bir taraftan bozmaya başlamış hatta, iç
çatışmalarında ötesine giderek toplum kesin çizgileriyle birbirinin arasında geçilmez
ve düzeltilmez duvarlar örmeye başlamıştır.
Bunu tabi gören Hükümet ve Devlet’in
kurumları önlem ve tedbir almak yerine bu çizgileri derinleştirmeye daha da makasın
azgını açmaya gayret gösteren tavırlar sergilemeye başlamışlardır.
Yapılan ve uygulanan bu sistemde Hükümet
çıkan kargaşa ve huzursuzluktan siyasi bir geleçek ve menfaat temin ederken,
kişisel çıkar ve menfaatlerinde dışına çıkarak, ülkenin geleçekte karşılaşacagı
çok önemli ve dönülmez yollara girmesine vesile olmaktadır.
Ülkemiz son on yıl (10) içerisinde
tartışmalarının merkezine Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç,
Fetullah Gülen ve Terörist Abdullah Öcalan
olarak gündem oluşturmuştur.
Bu isimlerin altında Türkiye Cumhuriyeti
iki ana konu üzerinde sıkışıp kalmıştır. Bunlar;
1-İslam
Dini
2-Türkçülük/Kürtçülük
Kendilerini muhafazakâr ve dindar olarak
tanıtan Akparti Hükümeti’nin siyasi tavrının arkasında kendine zırh olarak İslam
dini ve onun sembollerini alarak hareket etmektedir.
Bunun yanında Fetullah Gülen’in ve diğer
ülke içerisinde bulunan birçok tarikatın ve cemaatin (Hepsi değil) de destegiyle
İslam dini sembolleri ve uygulamaları söylev ve demeçlere de bir şekilde
yansıtılarak sanki Türkiye Şeriatle yönetileçekmiş ve İslam Devleti olaçakmış
havası estirilmektedir.
Oysaki Akparti iktidarında olayın başından
itibaren YOLSUZLUK, RÜŞVET, ADAM KAYIRMA, YARGILAMALARDA USULSÜZLÜK… gibi bir
çok konuda zamanın neredeyse rekorunu kıran bu hükümet nasıl oluyorda İslam’ın tam
tamamına zıt olduğu bir anlayışı kendine kılıf olarak hala üzerinde tutuyor ve
insanlarda buna kanıyor inanılır bir şey değildir.
Yine hükümetin tam destekcisi ve iktidarının
neredeyse teminatı olan Fetullah Gülen Cemaati ise “hizmet” adı altında Amerika
Birleşik Devletlerinin en yetkili kurumlarından biri olan Pentagon’un Türkiye
ayagı olarak bizlere İslamdan bahsetmektedir.
İslam Dini Ülkemizde artık hedef tahtasına
oturtulmuştur. Ve son olarak bu konuda şunu da söylemek gerekir ki hergün bu
ülkede tartışılan İslam dini’nin yerini almaya gayret gösteren Misyoner
çalışmalarda son derece artış olup artık toplumumuz İslam dini değer ve
yargılarının dahi uzağına götürülmeye başlanmıştır. Bırakın artık inanmayı.
İkinci konuda ise Kürtler gelmektedir.
Ülkede yıllardır iç içe yaşayan bu iki toplumu sürekli birbirine düşmanmış gibi
gösterek çatışmalara neden olan Hükümet ve Yöneticileri Abdullah Gül’ün görev
süresinin bitmesine yakın bir zamanda manevralar yaparak, halkın seçeçegi
Cumhurbaşkanı için Kürtlerden oy alma peşine girmiştir.
Hükümetin ve yetkili kişlerin bu tavrından
da anlamaktayız ki hala bir şeyin farkında değillerdir.
Kürtler ve Türkler asla ve asla birbirlerine
sırt çevirmemiş aksine birbirlerini kollamış ve korumuşlardır. Kürt vatandaşlarımız
son dönemde yaşanan olayları dikkatle inceleyerek ve takip ederek iyiden iyiye
bilinçlenmiştir.
PKK terör örgütü asla Kürtleri ve onların
hakları denilen konuların sözcülüğünü ve savunuculugunu yapacak bir örgüt
değildir.
PKK Terör Örgütünün artık bir Ermeni örgütü
olduğu ve Ermenistan’ın çıkar ve menfaatleri için Kürtleri kullandıklarını
artık açık seçik bir şekilde dile getirip gündeme bu şekilde vermeliyiz.
Gerçek Kürt aydınalarının artık ortaya
çıkarak yaşanan bu olumsuz tavrı net şekilde ortaya koyarak bu çatışmaya sokulan
konuların aydınlatılması için caba gösterecekleri günleri yaşamaktayız.
Bu durumun aksi halinde bugün köşesine
çekilip susmayı ve izlemeyi yeğleyen Aydınların içine daldıkları karanlık odalar
içinde boğulaçakları gün çok yakındır.
OGÜN DELİ
(ORPARS)
GİRİŞ
Yüce Türk Milleti’nin Anadolu topraklarıyla
kucaklaştığı, Ne kadar da Malazgirt savaşıyla başladığı söylense de Anadolu
macerası, günümüze kadar sürmüş, bundan sonra da sürmeye devam edecektir.
Yoğun günlerin yaşandığı bölgemizde
neredeyse her gün acaba hangi ülkede darbe olacak, iç çatışmalar başlayacak ya
da savaş çıkacak endişesi ve psikolojisiyle yaşamak zorunda bırakılan bölge
insanları, yay gibi gerilmiş sinirleri ile zaten kendi içinde savaşa başlamış
durumdadır.
Bu psikolojik baskı altında belki de
tarihinde ve zamanında yaşayamayacağı kadar ihanetle karşı karşıya da bırakılmıştır.
Bölge İnsanının içinden çıkıp, ülkesini ve milletini hiç uğruna satan sözde
aydınlar da gelecek aydınlık kuşağımızın her daim incelemesinde ve laneti
üzerinde olarak anılacaklardır. Yüce Türk Milleti’nin devleti ve milleti
güçlüdür.
Bütün dünyanın insan varlığının
hissedilmesinden hemen sonra içinde yaşadığımız bu bölgenin stratejik önemini
kavrayan milletler, istikballerinin bu topraklar üzerinde olacağını
anlamışlardır.
Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu öncesinde
yaşamış olan kavim ve topluluklara bakın, kim bu topraklara, huzur, güven ve
barış getirdiyse bu topraklar onu bağrına basmış, bunun aksinin başladığı
zamanlarda yok oluşuna tarih şahitlik yapmıştır.
İşte bu topraklar, kendisine barış ve huzur
getiren herkese yücelik ve kutsiyet bağışlarken, bunların dışına çıkanlar için
bir bataklık olmuştur.
Buna örnek verecek olursak; hemen burnumuzun
dibinde yaşanan olaylara ve İsrail’in tutumuna göz atalım. Bu iki millet
(illet) in bu bölgede barınması, bu şiddet ve terör içinde mümkün olmayacaktır
ve olamaz.
Bir milleti hırsızlık yaparak, yalan
söyleyerek belki bir süre yönetebilirsiniz, ama zulümle asla yönetmeniz mümkün değildir.
Nitekim bölgede ve özellikle devletimizi
sınırlayan topraklarda, birçok kavim ve ırk bu topraklar üzerinde kurulan
devletlerin hâkimiyetinde yaşamış, birbirleriyle akrabalık bağları kurmuş,
bölgenin getirdiği ağır hayat şartlarının zorluklarına karşı mücadele etmiş,
yani farkında olmadan iç içe girmiş olan milletlerin bileşkesi olan Anadolu
toprakları bizleri üzerinde barındırmaya devam ettiği bu özelliğiyle aklı
başında olan bilim adamları için özel bir çalışma ve inceleme gereğini ortaya çıkarmıştır.
Çeşitli ayak oyunlarıyla milleti bölme ve
parçalamaya yönelen iç ve dış mihraklar bugün maalesef tarihlerinde yazılması
nadir olacak acı bir maceranın içine girmiş durumdadırlar.
Yüce Türk Milleti’nin tokadıyla karşı
karşıya kalmışlardır. Bu sözlerin ardından günümüzde yaklaşmakta olan 11. Cumhurbaşkanlığı
seçiminin[1],
seçim süresine yıllar, aylar varken birden bire nasıl ve ne amaçla çıkartıldığı
anlaşılamadan, Türk Milletinin gündemine sokulmasının anlamı neydi?
Ve ülkemizin başkenti olan Ankara’da
Köşk’e giden yolda yaşanan tarihi olayları bir bir gözden geçirerek buranın
bizler için ne kadar önemli olduğunu tekrar anlamamız gereklidir.
Öncelikle anayasal bir kurum olan
Cumhurbaşkanlık makamının hukuksal boyutuna ve mazisine bakmak gerekiyor.
TEŞKİLAT-I
ESASİYE ÖNCESİ
Anadolu Selçuklu Devleti’nin 18. yüzyıl
sonunda parçalanmasının akabinde bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği, bu dağılmış
olan beylikleri bir araya getirerek, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu, yapılanma ve yönetim
olarak “Teokratik ve Monarşik” idi. Özellikle teokrasinin monarşi üzerindeki
etkileri çok belirgin idi.
Toplumda sosyal bağlılık çeşitli
kriterlerle beraber din birliğine dayanıyordu.
Başka bir deyişle, bu siyasal kuruluş bir
İslam-Türk Devleti olup İslamiyet’in esas kurallarına uygun bir tarzda hükümet,
din ve devlet işlerini yürütmüş, dolayısıyla devletin siyasi ve hukuki bünyesi
de dini prensiplere dayandırılmıştı.
Ancak bu dini esaslar, Osmanlı Devleti’nin
adalet ve demokrasi prensiplerinin az çok uygulanmasını zorunlu kılan bir
bünyeye sahip olmasını da mümkün kılmıştır.[2]
Kurulduğu günden itibaren sürekli gelişen
ve daha ziyade askeri esaslara dayanan Osmanlı Devleti, özellikle I. Orhan’ın
saltanatı zamanında artan ihtiyaçlar karşısında çeşitli yönlerden örgütlenmiş
ve bu sayede altı yüz yıla yakın bir süre bünyesini muhafaza etmiştir. [3]
Osmanlı Devleti’nin beşeri unsurunun
başlangıçtaki özelliği, yani milli karakteri, imparatorluğun gelişmesini ve
ülkesinin genişlemesi sonucunda zamanla önemini kaybetmişti.
Ancak Rönesans ve Reform hareketlerini
takiben 17 ve 18. yüzyıllarda batının felsefe ve siyaset alanında kaydettiği gelişmeler
sonucunda beşeri unsurun bileşim tarzı hakkındaki anlayıştaki vaki
değişiklikler de Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı üzerinde olumsuz etkilerini
göstermekte gecikmemiş, mütecanis olmayan kitlelerin ayrılma teşebbüsleri
bağımsız siyasal kuruluşları doğurmuştur[4].
Buna ilave olarak devleti idare etme
noktasında başa gelen yada getirilenlerin yetersizliği devletin idaresinde
bozulmalara neden olmaya başlamış, bunlar da yetmezmiş gibi yetersiz, bilgisiz
ve ne olduğu sonradan ortaya çıkacak olan din adamları da bunları tetikleyici
olarak karşımıza çıkmakta, “Eğer İslam
hukuku son yıllarda dürüst, karakterli ve bilgili din adamlarının elinde
bulunsa idi, Osmanlı Devleti’nin meşru monarşiye kavuşacağına asla şüphemiz
olmazdı [5]”
Zaten bu din adamlarının Osmanlı’nın son
dönemlerinde yaptıkları ihanet ve delaletlerin, Milli Mücadele yıllarında ve
Cumhuriyetin kurulma ve devamında da bu tavırları dikkat çekicidir.
Günümüzde de böyle basiretsiz din
adamlarının ekranlarda faaliyetlerine sıklıkla karşılaşıyor olmamız Hala bu
sürecin devam ettiği’nin işaretlerini
bizlere vermektedir.
ISLAHAT
HAREKETLERİ
Osmanlı idaresinde hemen her dönemde
padişahın kendisi için seçtiği yardımcılar dışında, saraya mensup olanların
teşkil ettiği ve “Enderun” adı ile anılan saray halkı, devletin idaresinde
daima önemli rollerde bulunmuşlardır.
İltimas, rüşvet, irtikap ve vatana hıyanet
mikropları bu ortamda gelişme imkanları bulmuşlardır.
Nitekim Enderunla müthiş bir mücadeleye
giren ıslahat hareketlerinin önderi 3. Selim (1789–1808) in katli, ıslahat hareketlerinin
bir süre ara verilmesine sebep olmuştur.
Bunun devamında Sadaret makamını eline
geçiren Alemdar Mustafa Paşa, Rumeli Ayan ve beylerini toplantıya davet ederek
aralarında hazırladıkları 7 maddeden ibaret bulunan bir vesikayı devrin padişahı
2. Mahmut’a imzalatmaya muvaffak oldu.
Beylerin yetkilerini bir esasa bağlamak
amacını güden ve “Sened-i İttifak” adı verilen bu senet, aslında hükümdarın iktidar
ve yetkilerini de sınırlandırmakta idi.
Bu nedenle Sened-i İttifak birçok hukukçularımız
tarafından hukuk devleti yönünde atılmış ilk adım olarak kabul edilmektedir[6].
Sened-i İttifak’ın üzerinden yaklaşık
olarak yarım asır geçecektir ki, bunun
devamında, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın 3 Kasım 1839’da Gülhane de okuyacağı
Tanzimat Fermanı’yla tarihimizde de sıkça duyduğumuz Tanzimat devri başlayacaktır.
Bunun da 1908 yılına kadar sürdüğünü
söylemek mümkündür. 18 Şubat 1856’da Abdülmecit, Sadrazama hitaben bir ferman isdar
eyler.
2. Abdulhamid, Ziya, Mithat Paşaların ve
Namık Kemal’in de baskılarıyla çıktığı tahta, vaadde bulunduğu Kanuni Esasiye’yi
yürürlüğe koymak istediğinde tarih 23 Aralık 1876’dır. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk anayasa
olma özelliğini taşımaktaydı.
Kanuni Esasiye yine 2. Abdülhamit
tarafından 13 Şubat 1878’de belirsiz bir süre için fes edilecektir. Fakat
Osmanlı-Rus Savaşındaki başarısızlık nedeniyle artan tepkiler sonucunda 2.
Abdülhamit ilk Anayasada bazı değişiklikler yaparak 1909 yılında tekrar
yürürlüğe koyacaktır.
Bu tarihten sonraki devreye de 2. Meşrutiyet
Devri adı verilecektir. Kanuni Esasiye, Vahdettin’in emriyle 21 Aralık 1918’de
fes edilince Meşrutiyet Devri de sona ermiş olacaktır.
1924 yılında Cumhuriyetin kurulmasıyla
oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar olan dönemi kısaca özetledikten sonra
1. Cumhuriyet Dönemi olarak da bilinen 29 Ekim 1923’te başlayıp 27 Mayıs 1960’a
kadar olan döneme girilmiş olunmakta.

27 MAYIS 1960 DARBESİ
1. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan
1920 tarihinde toplantılarına başladı. Dokuz ay Meclis Atatürk’ün ilk tahririnde
belirttiği prensiplere göre faaliyetlerde bulundu. Atatürk tarafından
hazırlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20 Ocak 1921 tarihli olup[7] daha sonra Cumhuriyetin ilanıyla 29 Ekim
1924’te Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasası olmuştur[8].
Teşkilat-ı Esasiye’ye kadar gelen dönemde
özet olarak vermeye çalıştığımız ıslahat ve anayasa çalışmalarının neredeyse
tamamında yatan ana unsur, bütün yetkilerin toplandığı makam olarak sadece
padişahlarken, bu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’yla yönetim, “EGEMENLİK KAYITSIZ VE
ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” ifadesiyle halka ve onların seçtiklerinin oluşturduğu
meclise bırakılmıştır.
29 Ekim 1923 tarihinde bizzat Atatürk’ün
ilan ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti yine onun 15 yıl süresince bu koltuğu şereflendirdiğine
ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm üyelerinin ortak iradesiyle
Cumhurbaşkanlık görevini yürütmesine tarih bir daha eşi benzeri görünmeyecek,
asker olduğu kadar ne kadar iyi bir devlet adamı olduğuna hepimiz bugün de
şahitlik etmekteyiz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dile getirdiğimiz
“Siyasi Bir Suikast Sonucu öldürülmesine” kadar ülkenin ne kadar iyi idare
edildiği alenen ortada olmasına karşın, vefatından hemen sonra başlayan ve
ülkenin 15 yıl süren asrı saadetine son verilmesine baktığımızda karşımıza
günümüzde dahi tartışması devam eden ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı
olmasıyla başlamakta fayda vardır.

T.C. 2. Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İnönü
2.
CUMHURBAŞKANIMIZ İSMET İNÖNÜ
Türkiye’yi 1933 yılında ziyaret eden Mc
Arthur’a İkinci Dünya Savaşı hakkında bilgiler aktaran Atatürk’ün bu sözlerinin
üzerinden henüz beş yıl geçmişti ki, Mustafa Kemal’in bu savaşta olmasını istemeyen
devletlerce özellikle İngiltere başta olmak üzere ölümüne sebep olan
devletlerce öldürülen Atatürk, yerine kimin seçileceği tartışmasını da
beraberinde getirmişti.
Zaten uzunca bir süreye yakındır bu konu
tartışılmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanı olarak seçilecek ikinci isim
hakkında tarihçiler ağırlıklı olarak iki isim üzerinde durmaktalar.
Bunlardan ilki, Dönemin Genelkurmay Başkanı
Fevzi Çakmak’tır.
Atatürk’ün özel bir değer verdiği, Fevzi
Çakmak’ın cumhurbaşkanı olmasını arzuladığını her konunun açıldığında dile
getirdiği bilinmektedir.
Fakat kendisinin Genelkurmay Başkanlığı
görevinden istifa edip milletvekili olması gerekliydi. Buna karşın Fevzi Çakmak’ın,
cumhurbaşkanı olmak gibi bir idealinin olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Nitekim, “Ben
ömrümün sonuna kadar ordunun başında kalmak istiyorum” diyecektir.
Diğer bir Cumhurbaşkanı adayı ise, İsmet
İnönü’dür. Cumhurbaşkanlığı adayları arasında ismi geçen İnönü’den rahatsızlık
duymayanlar da yok değildir.
Hatta İnönü’nün cumhurbaşkanı olmaması için
özel gayrette bulunanlar arasında İçişleri Bakanı ve Parti Genel Sekreteri olan
Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras başı çekmektedirler.
Bir taraftan İnönü’nün cumhurbaşkanı
olmasına giden yolları kapatmaya çalışırken diğer taraftan da Fevzi Çakmak’ı Genelkurmay’dan
indirerek cumhurbaşkanı olması için kulisleri yoğunlaştıran bu iki isim,
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin kesin
tavrını koymasından hemen sonra, Fethi Okyar, Celal Bayar ve Meclis Başkanı
olan Dr. Abdülhalik Renda üzerinde yoğunlaşmışlardır.
İkinci cumhurbaşkanının kim olacağını
aslında dönemin şartları da ortaya koymaya başlamıştı. Her an başlaması beklenen
İkinci Dünya Savaşı’nın şartları içinde başa gelecek kişinin yine askeri bilgi
ve tecrübeye sahip olması ve siyasetten anlamasını zorunlu kılmaktaydı.

GENERKURMAY
BAŞKANI M.FEVZİ ÇAKMAK
Bu dönemin hassasiyetini çok iyi kavrayan
ordu; “Ya Fevzi Çakmak ya İnönü” diyerek görüşlerini özetlemişlerdi.
Böylelikle 18 Ekim 1938 tarihinde Şükrü
Kaya’nın düzenlediği basın toplantısında Fevzi Çakmak Paşa’nın Cumhurbaşkanı
olmayacağı netlik kazanacaktır.
Bu toplantıda gazeteciler tarafından yeni
cumhurbaşkanının kim olacağı ve Atatürk’ün bu konuda bir vasiyetinin olup olmadığının
sorulması üzerine Kaya;
“Atatürk’ün
vasiyeti yoktur… Büyük Millet Meclisi kimi seçerse o cumhurbaşkanı olacaktır.
Atatürk, ülkeye bir anayasa yapmıştır. Buna karşın öneride bulunulamaz.
Bulunursa anayasayı kendi eliyle bozmuş olur.” Diyecektir.
Bu cevabın arkasından bir gazetecinin yeni
Cumhurbaşkanı ismi için; “ Fevzi Çakmak
mı?” sorusuna karşılık. “Mareşal
Çakmak milletvekili değildir” diyerek, Mareşal’in de zaten bu konudaki
fikri kamuoyunda bilindiğinden adaylar arasından doğal olarak çıkmaktaydı.
Teşkilat-ı Esasiye’ye göre cumhurbaşkanı
seçilecek olanın milletvekili olması gerekliydi.
Kaya ve Aras, Genelkurmay Başkanı’nın aday
olmayacağının netleşmesinin ardından, İnönü’nün karşısına, Atatürk’ün çocukluk
arkadaşı Fethi Okyar’ı çıkaracaklardır.
Fakat, Atatürk, Fethi Okyar’ın
cumhurbaşkanlığı adaylığına sıcak bakmamaktaydı.
Nitekim bu görüşmelerin sürdüğü sıralarda
Dolmabahçe Sarayında sürekli olarak gözükmeye başlayan Okyar için Atatürk,
Celal Bayar’la yaptığı bir görüşmesinde;
“ Fethi, ne arıyor buralarda.
Milletvekili olmak istiyormuş, öyle mi?” dedikten sonra, Celal Bayar’ın “ Bilmiyorum” demesinin ardından, “Benim haberim var. Milletvekili olmak ister.
Daha çok şey olmak ister” der. Bu konuşmadan büyük bir ihtimalle haberdar
olan Fethi Okyar da adaylıktan çekilir.
İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasına engel
olma çabalarından vazgeçmeyen Kaya-Aras ikilisi bu sefer de, Meclis Başkanı
olan Dr. Abdülhalik Renda’yı gündeme getireceklerdir.
Aslında Anayasanın 33. maddesine göre de
Meclis Başkanı’nın Cumhurbaşkanına vekalet edebileceği açık bir dille ortaya
konulurken, bunun nasıl olacağına dair tanımlar da uymasına karşın, Dr. Renda
bunu kesinlikle kabul etmeyecektir.
Bu siyasi arayışlar içinde çaresiz kalan
Kaya ve Aras, Atatürk’ün vefatından sonra da siyasi hayatımızda artık
yokturlar.
Atatürk’ün vefatından hemen sonra 11 Kasım
1938’de partiyi sabah erkenden toplayan Celal Bayar, milletvekillerinin hiçbir
baskı altında kalmadan yeni cumhurbaşkanını seçmelerini isteyecektir.
İnönü 323 milletvekilinin 322 oyu ile
cumhurbaşkanı adayı olacaktır. İnönü’nün karşısına ikinci bir aday için tek bir
oy çıkacaktır. Bu oyun sahibi de Hikmet Bayur’dur.
Bayur’un adayı, Mahmut Celal Bayar’dır. Bu
durum Cumhuriyet tarihimizde ilginç bir olayın gerçekleşmesine de neden
olacaktır. Çünkü; 1923 yılında cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Atatürk,
kendi Cumhurbaşkanı adayı olarak İsmet İnönü’yü göstermişti.
Atatürk’ün bu isteği 15 yıl sonra
gerçekleşirken, İnönü’nün karşısına çıkarılan Celal Bayar da 12 yıl
sonraCumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacaktır.
Meclisin öğle oturumunda bağımsızların da
katılımıyla 348 oy ile Türkiye Cumhuriyetinin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
seçilecektir.

Yine günümüze kadar süren bu ikinci
Cumhurbaşkanlığına seçimin içinde sıklıkla karşılaştığımız Şükrü Kaya ile
ilgili E. Alb. Ahmet Genç’in bir yazısını araştırmacıların dikkatine hiçbir
yorum katmadan sunmak istiyorum;

BİR ANI
1947 yılında ben Trabzon Lisesi’nde girdiğim
olgunluk sınavında bir yıl beklemeye kalmıştım. Bu nedenle, memleketim olan Rize’nin
Pazar ilçesinde bulunuyordum. Rahmetli büyük ağabeyim Mehmet Genç o yıllarda
THK sekreterliği görevini yürütüyordu.
Bu kurumun bürosu çarşı meydanının batı kıyısında bulunan Halkevi
binasının üst katında idi. Ağabeyim, bir tanıdığın çocuğuna matematik dersi
vermek üzere, bu büronun bir odasında çalışmamıza müsaade etmişti. Odada kurumun
kullanılmayan bazı öteberisi bulunuyordu. Bu arada öteberi arasında ki üç sandık
dikkatimi çekmişti. Sandıkların kapakları çivi ile çakılı idi. her birinin
üstünde de büyük harflerle yazılı “İkinci bir emre kadar açılmayacaktır”
tümcesi vardı. Çok merak ediyordum, acaba bu sandıklarda ne vardı?
Halkevi hizmet görevlisi olan kişi yakın
tanıdığım idi. Ona: “ Açıp bakalım, bu sandıklarda ne var?” dedim. Hiç olmazsa
birini açar merakımı gideririm diye düşünüyordum. Belli ki sandıklar birkaç yıl
önceden beri böyle biçimde duruyordu.
Halkevi görevlisi bir keser getirdi.
Sandıklardan birinin çivilerini sökerek kapağını kaldırdık. Sandığın içinde
büyük boy fotoğraflar vardı. Fotoğrafların altlarında da,
“İKİNCİ CUMHURBAŞKANIMIZ ŞÜKRÜ KAYA”
Tümcesi yazılı idi. Hemen açtığımız sandığın
kapağını yeniden çiviledik. Bir süre sonra da ağabeyime sandıklardan birini
içindekileri gördüğümü söyledim. Rahmetli bana kızdı, doğru yapmadığımı
söyledi.
Ben de o günden bu yana bu olayı ilk kez
açıklıyorum.05.09.2001
Ahmet Genç/Emekli Albay

3. Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal Bayar
gerek Milli mücadele yıllarında gerekse de Cumhuriyetin ilanında ve yönetimi
esnasında aldığı görevlerle ülkemizde birçok görevlerde bulunduğu aşikârdır.
Celal Bayar’ın CHP’den istifa ettikten
sonra 5 Kasım 1945 tarihinde, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü
ile birlikte, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardır.
Kurulan Parti’nin Genel Başkanlığına
seçilen Bayar, 21 Temmuz 1946’da yenilenen milletvekili seçimlerinde İstanbul’dan
Demokrat Parti adayı olarak milletvekili seçilmiş ve 65 Demokrat
milletvekiliyle Meclis’te yer almıştır.
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel
seçimlerde Celal Bayar’ın genel başkanı bulunduğu Demokrat Parti, aldığı
oylarla iktidara geçmeyi başarmıştır.

T.C. 3.Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal
BAYAR
21 Mayıs 1950 tarihinde toplanan Demokrat
Parti Meclis Grubu tarafından Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmiş, 22 Mayıs
1950 tarihinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı olmuştur.
1960’ın 27 Mayıs’ında Silahlı Kuvvetler’in
yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Demokrat Parti milletvekilleriyle birlikte
anayasayı ihlal etmek suçundan Yassıada’ya gitmek zorunda bırakılmıştır.
Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı huzurunda,
çeşitli suçların yanında anayasanın ihlal edilmesi fiilinin baş sorumlusu
olarak yargılanmış, Yüksek Adalet Divanı’nın 15 Eylül 1961 günü açıkladığı karara
göre bu suçlardan idama mahkum edilmiştir.

27 MAYIS 1960 DARBESİNİ GERÇEKLEŞTİREN
CEMAL GÜRSEL
T.C. Devleti’nin 3. Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar Milli Birlik Komitesi tarafından, bu idam
kararının, müebbet hapse çevrilmesi üzerine, Kayseri hapishanesine
gönderilmiştir.
Bu hapishanede cezasını çekerken,
hastalığının ilerlemiş olduğu görülerek, Adli Tabiplikçe, Mart 1963’te
cezasının 6 aylık bir süre için tehir edilmesine karar verilmiş ve hapishaneden
çıkarılmıştır.
Bir süre sonra tekrar tutuklu olarak
tedavisinin yapılmasına karar verilmiştir.
Yassıada’da yapılan malum yargılamalar
sonunda 30 Eylül 1960 tarihinde Parti, mahkeme kararı ile kapatılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda,
katkıları tartışılmaz üç devlet başkanının sonuncusu olan Mahmut Celal Bayar’ın
27 Mayıs 1960 tarihinde Silahlı Kuvvetler’in yaptığı bir darbe sonucu
koltuğundan indirilmesinden sonra Cumhuriyet tarihimizde yeni bir sürecin
başladığının da ilk işaretlerini vermekteydi.

27
MAYIS DARBESİ SONRASI ASILAN BAŞBAKANIMIZ ADNAN MENDERES
27 MAYIS DARBESİ SONRASI ASILAN
BAŞBAKANIMIZ ADNAN MENDERES
Cumhuriyet tarihimizde 27 Mayıs
darbesiyle birlikte ortaya çıkan şartların ilki, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak olan
devlet başkanı konusunda, laik, anti-laik tartışmaları, Meclis’teki koltuk
sayısına göre gelen başkanlar bununla birlikte sivil cumhurbaşkanı konusu ve
Özalla birlikte başkanlık sistemi
sürekli olarak siyasi hayatımızın gündem maddesi haline getirilmiştir.
Bunlara ek olarak sürekli “ülkenin
cumhurbaşkanını halk seçsin” propagandaları dillendirilirken, Cumhuriyet
tarihimizde bunu başaran tek kişi yaptığı 12 Eylül Darbesiyle yönetimi ele
geçiren Kenan Evren’dir.
Daha sonra Recep Tayyip Erdoğan halkın
seçtiği cumhurbaşkanı olarak anılaçaktır.
İşte günlerdir dillerden düşürülmeyen ve
2007 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanlık görevini bir aksilik çıkmazsa teslim edecek
olan A. Necdet Sezer’in yerine kimin seçileceği konusu aylar Öncesinden
başlatılmıştır.
Aslında bunun bu şekilde gündeme getiriliyor
olmasına da şaşmamak gerekir. Aşağıda okuyacaklarımıza baktığımızda, genelde cumhurbaşkanlarımızın
kim olacağı konusunda ortaya atılan hiçbir isim cumhurbaşkanı olmazken, son
dakikada ortaya çıkan cumhurbaşkanlarımızla meşhur bir siyasi yapılanmamız
olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bugüne kadar ortaya atılan isimler
arasında sıklıkla gündemde tutulan Başbakan Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan
hakkında yazılıp çizilen senaryolara baktığımızda, geçmiş siyasi olaylar da göz
önüne alındığında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Bu tarihlerde Tayyip Erdoğan’ın aslında
Cumhurbaşkanı olamayacağını zaten dile getirmiştim.
Yenişafak Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi o tarihlerde hükümete ve Tayyip Erdoğan’a da
yakınlığıyla bilinen Gazeteci Fehmi Koru Bey’le bu konuyu görüşmüş ve Tayyip Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanı olmayacağını dile getirmiştim.
Oysaki Fehmi Bey o tarihlerde tüm basında
da dile getirildiği gibi Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olacağından emindi.
Peki, ne oldu da Tayyip Erdoğan ‘ın
Cumhurbaşkanlığı geçiktirildi? İşte asıl soru burada başlamaktadır.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, Hükümete
bu konuda ortak aday üzerinde anlaşalım demesinin altında yatan isim aslında
Nevzat Yalçıntaş’tan başka kimse değildir. Tabii ki Nevzat Yalçıntaş üzerinde
durulmasının özel sebepleri vardır. Ve sonuçta 2007 yılında, koalisyonların
oluşturduğu bir hükümet ve Cumhurbaşkanı Nevzat Yalçıntaş olma ihtimali yüksek
görülmektedir.
Neden mi?
Oldukça basit, bir önceki Cumhurbaşkanlığı
seçiminde de aday olan Yalçıntaş’ın yapılacak Cumhurbaşkanlık seçiminde ismi gündeme
getirilmemekle birlikte Meclis’te bulunan tüm siyasi parti liderleri ve
milletvekillerince kabul göreceği bilinmekte...
Bununla birlikte Amerika ve İsrail’inde
ılıman İslamcı olarak gözüken Yalçıntaş’a sıcak bakacağı aşikârdır.
Sebebi ise basit; Amerika ve İsrail’in bölge
üzerindeki baskıcı tutumu bölge insanının uyanmasına ve direncinin atmasına
neden olmuştur.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanması
için de böylesine güzel bir fırsat oluşmuştur.
Bunun dışında seçilecek olan Cumhurbaşkanı
Yalçıntaş olmasa bile ılıman İslam yanlısı bir kimliği ön plana çıkması mümkün
gözükmektedir.
Nitekim bu yazıları yazdığımız ve
yayınladıgımız tarihte Abdullah Gül’ü neredeyse tarif eden cümleleri kullanmış
olmamız ilginçti.

8.
CUMHURBAŞKANI TURGUT ÖZAL
7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in görev
süresinin bitimine az bir vakit kala CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “ Özal Cumhurbaşkanı olmakta inat ederse,
oradan onursuzca indiririz.” diyerek bu konudaki olumsuz tutumunu ortaya koymuştu
ki, Turgut Özal da ANAP’ ın tüm il başkanlarını toplayarak, kendisinin
cumhurbaşkanı olması konusunda fikirlerini almaya başlayacaktı.
Bu görüşmelerden sonra tüm il başkanları
tek bir ağızdan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı adayı olmasını desteklediklerini
açıklayacaklardır.
Bu da kendi partisi içinde muhalefet yapan
ve cumhurbaşkanlığı adaylığından memnun olmayanlara karşı Turgut Özal’ın daha
da rahat etmesini sağlamış, sevindirmişti.
Sonuçta 17 Ekim 1989 tarihinde ANAP
Grubu’nun toplantısında cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayan Özal, ANAP
Grubu’nun yoğun alkış, tezahürat ve gözyaşları içerisinde cumhurbaşkanlığına giden
yolda bir adım daha ilerlemiş olacaktır.
Grup toplantısında yaptığı konuşmanın
sonlarında;
“Son sözümü de söyleyeyim ...Tabii ki
seçim tamamlanıncaya kadar aranızdayım. Beni en çok üzen şey aranıza bir daha gelemeyeceğimdir.
Aslında ayrılmıyorum. Kalbim sizlerle beraberdir. Aranızda hiç kimseye
kızgınlığım ve küskünlüğüm yoktur. Bundan sonra ben size emanetim[9]”
diyecektir.
Bu sözlerinin ardından ANAP Grubu’nda son
kez 01.11.1989’da konuşacaktır.
Özal’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını
açıklamasının ardından Parti içinden istifa haberleri yayılmaya başladı.
Bunlar; Kastamonu Milletvekili Nurhan
Tekinel, Samsun Milletvekili İlyas Aktaş, Muş Milletvekili Erkan Kemaloğlu ve
Zonguldak Milletvekili Tınaz Titiz’dir.
20 Ekim 1989’da Cumhurbaşkanlığı seçimi
yapıldığında tüm muhalefet partileri Meclis’e girmeyerek Özal’ı protesto
ettiler.
Özal’ın karşısına, Cumhurbaşkanı adayı
olarak, Fethi Çelikbaş, aday olmuştu.
ANAP’tan oylamaya 285 milletvekili katıldı.
Bağımsız Milletvekili adayı Zeki Çeliker ve SHP’den gözlemci olarak Meclis oturumunda
bulunan H.Fehmi Güneş katıldılar.
Meclis localarında ise ne komutanlar, ne de
yargı organlarını temsil eden kimse vardı.
Bu tablo içinde başlayan seçimlerde; İlk tur
oylamada, Özal 247 oy, Çelikbaş, 18 oy ve 17 oy da boş çıkmıştı.
Yapılan ikinci tur oylama da ise; Özal 256
oya ulaşmıştı. Yapılan üçüncü tur oylama sonucunda da 263 oy alarak resmen
Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı olma özelliğini kazanırken diğer
taraftan da bugüne kadar gelen asker kökenli cumhurbaşkanlarının yerine seçilen
ilk sivil cumhurbaşkanı olma özelliğini de taşıyacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
Cumhurbaşkanı olduktan sonra kendisinin ilk defa Cumhurbaşkanı sıfatı ile
Ankara Kocatepe Camisinde Cuma namazına gitmesiyle de, laik ve anti-laik
cumhurbaşkanı tartışmalarının öncülüğünü de yapmıştır.
Renkli bir kişiliğe sahip olan Özal, basında
çıkan karikatür ve haberlerden de anlaşılacağı üzerine yine en hoş görülü
Cumhurbaşkanı olma özelliğini taşımaktadır.
Ölümüne ilişkin çıkan haberlerde
ise, Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddiası eşi Semra Hanım tarafından
gündemde tutulmaktadır.
TÜRBANLI
KÖŞK OLUR MU?
Türkiye Cumhuriyetinin 9. Cumhurbaşkanı olan
Süleyman Demirel’in görev süresinin 2000 yılında dolması üzerine yeni
Cumhurbaşkanı seçimine gidilmeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin 57. Koalisyon
Hükümetinin Başbakanı olan Bülent Ecevit’in teklifiyle diğer hükümet üyelerinin
de (MHP, ANAP) onayıyla kamuoyunda 5+5 olarak bilinen ve Süleyman Demirel’in
görev süresini uzatma kararı TBMM’de reddedilmiştir.
Süleyman Demirel nasıl Cumhurbaşkanı olmuştu?
8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 11 gün
sürecek olan Türk Cumhuriyetleri ziyareti hakkında bilgi aktarmak için Köşk’e
çıkan Süleyman Demirel’le görüşmesinden hemen bir gün sonra aniden vefat etmesi
üzerine, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir Cumhurbaşkanı seçimine yönelmiştir.
DYP milletvekilleri zaman geçirmeden
Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olması yolunda imza toplamaya başlamışlardı
bile.
MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Süleyman
Demirel’in Cumhurbaşkanı olması halinde destekleyeceği açıklamasını yaparken
diğer taraftan da buna karşı olanlar ortaya tek tek çıkmaktaydılar.
Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasına karşı
çıkanların başında, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz gelmekteydi. “226 oy ile Çankaya’ya çıkmak hukuken
yeterli, ama siyaseten yetersizdir. O zaman Koalisyon Cumhurbaşkanı olur” diyecektir.
Bu sözleriyle de yetinmeyen Yılmaz, CHP
Genel Başkanı Deniz Baykal’ı TBMM’deki çalışma odasında ziyaret edecektir.
Bu görüşmeye ilişkin de Deniz Baykal; “Türkiye’de birçok demokratik kurumda olduğu
gibi cumhurbaşkanlığı seçiminde de rejim kökleştirilemedi” diyecektir.
Turlarına devam eden Yılmaz, bu sefer DSP
Genel Başkanı Bülent Ecevit’le görüşecek; bu görüşmelerin sonunda da, liderlere
üç ayrı öneri götürdüğünü açıklayacaktır. Bunlar; “Ortak bir aday belirleyelim, eğer kendisi isterse Cindoruk’u
destekleyelim, aday göstermesek de ortak tavır belirleyelim” demekteydi.
Yılmaz, görüşmelerin arkasından yaptığı
açıklamada, Ecevit, Demirel’in “tehditle” Cumhurbaşkanı olmak isteğini belirterek,
Demirel’in ulusal birliği temsil eden değil, yüzde 27 oy almış DYP’nin cumhurbaşkanı olmak isteğini öne
sürecek ve “ Kendisinin bu durumda diğer
partilerden oy isteme hakkı yoktur” diyecektir.
Bu olumsuz tavıra karşı ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz bir kapı açarak, Demirel’e Cumhurbaşkanlığı adaylığına destek için
erken seçim şartını ortaya koyacaktır.
RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise,
Bursa İl Kongresinde yapacağı açıklamada, Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka
gidilmesi gerektiğini öne sürerek, “Başbakan
Süleyman Demirel, % 15 oyla kendini Cumhurbaşkanı seçtirmek istiyor”
diyecektir.
Yılmaz’ın erken seçim isterim, teklifine MHP
Genel Başkanı Alpaslan Türkeş karşı çıkacak, Merkez Yürütme Kurulu’nda yapacağı
konuşmasında; “Demokrasinin tam işlemesi
her şeyden önce eşitlik ve adalet ilkelerine dayalı bir seçim sisteminin
oluşturulmasına bağlıdır. Onun içindir ki, en kısa zamanda seçim sisteminin
değiştirilmesi ve her görüşün ve fikrin
TBMM’de temsil edilmesinin sağlanması gerekir” demekteydi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ismi sıklıkla
gündeme gelen TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk 27 Nisan’da Hürriyet gazetesine
şu açıklamaları yapacaktır;
“Demirel’in aday olduğu süreçte ben aday
olmam. Sayın Demirel çekilir de DYP’den biri aday olursa ben o zaman aday
olurum.
Bunun iki sebebi var. Birincisi; Demirel’le özel geçmişimiz var.
İkincisi; siyasi parti ahlakı, artık Türkiye’de gerçekleşsin” diyecektir.
Sonunda TBMM’nin 101. bileşiminde
Cumhurbaşkanlığı seçimi başlamıştır.
Birinci tur oylamaya 422 üye katılmıştır.
Buna göre; Süleyman Demirel 234, Kamuran İnan 95, Lütfü Doğan 46, İsmail Cem
25, Boş 19, Geçersiz 3 oy çıkmış; buna göre de Anayasanın 102. maddesine göre
üçte ikilik oy çoğunluğu sağlanamadığından ikinci tur oylama 12 Mayıs’ta
yapılmıştır.
Bu turda da Süleyman Demirel 235, Kamuran
İnan 95, Lütfü Doğan 49, İsmail Cem 25,Boş 24, Geçersiz 1 dir.
Bu turda da üçte ikilik çoğunluk
sağlanamadığından seçimler üçüncü kez 16 Mayıs’ta tekrar yapılmış, bu seçimde Süleyman
Demirel aldığı 244 oy ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Cumhurbaşkanı olmuştur.
Yine kaldığımız yerden devam edecek
olduğumuzda, temelde “kişiye özel Anayasa değişikliği” anlamına gelen bu uygulamanın
en büyük savunucusu ve destekçisi olan ise dönemin Başbakanı Bülent Ecevit idi.
Yıllarca Türk siyasi hayatında yer almış
bu iki isim birbirlerine karşı çetin mücadeleler içine girmelerine, muhalefet
ve iktidarı paylaşmalarına rağmen kol kanat germemişler midir?
Bunu anlamamız için biraz gerilere
gittiğimizde karşımıza Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığına ilişkin olayları
hatırlamak konuyu kavramamızda bize yardımcı olacaktır.
Cumhuriyetin beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay’ın yedi yıllık görev süresi 28 Mart 1973’te sona ereceğinden Anayasa
hükmünce yeni Cumhurbaşkanı seçimi Meclis’te 13 Mart Salı günü yapılmış, ancak
ne o gün, ne de müteakip toplantılardaki seçim henüz bir netice vermemişti,
turlar devam ediyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, bu makama Genelkurmay
Başkanlığı’ndan gelmişti.
27 Mayıs 1960 sonrasında Devlet Reisi olan
Cemal Gürsel’in hastalanıp tedavi kastıyla Amerika’ya götürülmesi ve durumunun
orada daha da vahim bir hal alması üzerine Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılıp
1966 yılının 14 Mart günü kontenjan senatörlüğü ile senatoya giren Cevdet
Sunay, Gürsel’in Ankara’ya getirilerek Gülhane Askeri Tıp Akademisi
Hastanesi’ne yatırılmasından ve vazife yapamayacak derecede ağır hasta olup
komada bulunduğuna dair 26 Mart 1966 günü otuz yedi doktor tarafından bir rapor
verilmesinden hemen iki gün sonra Cumhurbaşkanı seçilmişti.
4.
CUMHURBAŞKANI CEMAL GÜRSEL
4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarihimizde
“İkinci Cumhuriyetçi” ve 27 Mayıs’ın acı sonuçlarıyla anılacaktır. Başbakan
Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatih Rüştü Zorlu’nun idamları ve 1962 Anayasası
ile Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hükmünün kalktığı döneme imza atacaktır.
İkinci Cumhuriyet Anayasasını hazırlamakla
görevlendirilen Kurucu Meclis, anayasayı hazırlayarak 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına
sunmuşlardır.
Sonuçlar ise; 12.735.009 seçmenin oy
kullanması mümkünken, bunlardan geçerli oy kullananların sayısı 10.282.561
olup, Anayasa tasarısı; 6.348.191 oyla kabul edilmiştir.
Buna karşın da 3.934.370 menfi oy
kullanıldığı görülmüştür. 27 Mayıs sabahı 3’te idareyi ele geçiren Türk Silahlı
Kuvvetleri yaptıkları ilk açıklamalarındaki metin ile 12 Eylül sabahı yapılan
açıklamayla paralellik taşıdığı dikkat çekicidir.
Bununla birlikte dikkat çeken diğer bir
husus ise; İstanbul halkı için yapılan tebliğde, halkın ihtiyacını karşılamak
için Migros önerilmekteydi.
Metinde “Muhterem
İstanbul Halkına: Vatandaşlarımızın her türlü ihtiyaçları askeri otorite ve
Migros tarafından temin edilecektir…” denilmekteydi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 28 Mart
1966 günkü içtimaında oylamaya katılan 532 üyeden 461’inin oyu ile ilk turda
Devlet Reisi seçilen Cevdet Sunay, anayasa hükmünce 28 Mart günü Çankaya’dan
ayrılacaktır.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı için ise adı geçen
kişi yine Genelkurmay Başkanlığı’ndan kendi arzusuyla emekliye ayrılan Org.
Faruk Gürler’di.
27 Mayıs sonrasında Silahlı Kuvvetler
Birliği (SKB) içinde mühim mevkilerde bulunan, sonraları 12 Mart muhtırasına
Kara Kuvvetleri Komutanı olarak imza koyan Orgeneral Faruk Gürler o devrin ünlü
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la halef-selef olmuş ve Tağmaç Paşa’nın 1972 Ağustosunda
Emekliye ayrılması sonrasında Genelkurmay Başkanlığına getirilmiştir.
1973 yılının 5 Mart pazartesi günü Senato’da
yemin etmiştir. Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılması, bilahare
kontenjan senatörü olarak Cumhuriyet Senatosu’na girmesi, yeni cumhurbaşkanı
seçiminden hemen bir hafta evveldir.
Ve Gürler Paşa’nın bu durumu Cevdet Sunay’ın
Cumhurbaşkanlığı makamına gelmesine benzemektedir.
Faruk Gürler, senatörlüğünün ilk günlerinde
gazetecilerin cumhurbaşkanlığı adaylığı mevzuundaki suallerine her ne kadar
kat’i bir cevap vermemişse de, kendisinin, Devlet Başkanlığı adaylığı için Genelkurmay
Başkanlığı’ndan ayrıldığı her tarafta konuşulur olmuştu.
Hatta o günlerde Meclis’in meşhur siması
Osman Bölükbaşı, Gürler’in durumunu; “Cumhurbaşkanı
olmak için Harp Okulu mezunu olmak gerekir” esprisiyle ortaya koyuvermişti.

OSMAN BÖLÜKBAŞI
Bununla birlikte dikkat çeken diğer bir
husus da seçilen cumhur başkanlarımızın mason olması gibi bir durum da ortaya
çıkmaktadır. Yine geçmişe dönüp bu konuya ilişkin
yazılara
baktığımızda ve en son Cumhurbaşkanımızın da Mason olduğu bu tespiti doğrular
yöndedir.
Türk Haberler Ajansı (THA)’nın 2 Mart
tarihli bir haberine göre, parti liderleriyle görüşen Cevdet Sunay, yeni Cumhurbaşkanı
mevzusunda; “Cumhurbaşkanının bütün
partilerin, bütün milletin hiçbir tereddüde yer kalmadan kabul edeceği bir
şahsiyet olması, bu şahsiyetin partiler üstü ve 27 Mayıs’a karşı durmamış
olması gerektiğini” söylemiş ve o günlerde henüz Genelkurmay başında olan
Orgeneral Faruk Gürler’den bahisle, “Dışarıdan
Parlemontoya kontenjan senatörü olarak alacağım Cumhurbaşkanı adayının mutlaka
seçileceğine inanmak isterim. Aksi takdirde bu hareketin bir manası kalmaz”
demiştir.
Faruk Gürler, bu ve daha sonraki günlerde
yapılan görüşmeler sonunda Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa ile Cumhurbaşkanı
tarafından Kontenjan Senatörlüğüne getirildiğine göre Cevdet Sunay’ın
ilgililerin tamamından veya ekserisinden Gürler için müspet cevap aldığı akla
gelirse de, parti liderlerinden hiçbiri Faruk Gürler’in adaylığını tasvip
etmemişler ve bunu açıkça söylemeyip bir “oyalama” yoluna girmişlerdir.
Cumhuriyetin altıncı Cumhurbaşkanını seçecek
olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde;
AP: 317, CHP: 115, CGP: 65, DP: 48 ile senatör ve milletvekiliyle temsil
edilmekteydi.
Bu dört partiden CGP ve DP liderleri;
“Bizim Parti Cumhurbaşkanı seçmeye müsait değildir” diyerek işin içinden sıyrılmasını
bilmişlerdi.
Ama,Süleyman Demirel’le Bülent Ecevit
hakkında bazı iddialar vardı ve daha sonraki olaylar bu iddiaları teyit edecektir.
Faruk Gürler’in, Süleyman Demirel’i
iktidardan uzaklaştıran “12 Mart Muhtırası”nı imzalamış olması AP içinde konuşulmakta
ve Gürler’in adaylığına, Ankara Milletvekili Aydın Yalçın’la emsali dışında
ekseriyetle itibar edilmemekte, AP
Cumhurbaşkanı adayının seçim gününden evvel açıklanacağı ısrarla söylenmekte
idi. Ortaya atılan yeni bir iddiaya göre ise, Demirel ve Ecevit, Cumhurbaşkanı
Sunay’la daha evvelden anlaşmışlardı.
Bu anlaşmaya göre, Anayasada yapılacak bir
değişiklikle Cevdet Sunay’ın görev süresi uzatılacak ve böylece Sunay bir dönem
veya hiç olmazsa iki yıl daha
Cumhurbaşkanlığını sürdürecekti. AP, Gürler’in karşısına Senato Başkanı Tekin
Arıburun Paşa’yı çıkarmış, fakat parti, günlerce süren seçimden hiçbir gün
Arıburun Paşa’ya tam kadro ile oy vermemiştir.
Tekin Arıburun’un adaylıktan feragatinden
sonra AP, CHP ile birlikte hareket etmiş, Sunay’ın görev süresinin uzatılmasıyla
ilgili kanun teklifi komisyondan AP ve CHP oylarıyla çıkmış, daha sonra ise
Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ın adı yine bu iki parti tarafından
ortaya atılmıştır.
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Partisine
mensup senatör ve milletvekillerinin cumhurbaşkanlığı seçimine katılmamaları
yolunda bir grup kararı almak istemiş ve Ecevit bu arzusuna gruptaki üçüncü
oylamadan sonra ancak iki oy farkı ile kavuşabilmiştir.
Alınan bu grup kararına rağmen, başta o
devrin ünlü CHP Genel Sekreteri Kamil Kırıklıoğlu olmak üzere otuz üç parlamenter
cumhurbaşkanlığı seçimine katılmış ve bu durum CHP Teşkilatının Ecevit’ten yana
olan kanadınca protesto edilmiştir ki, bu protesto telgraflarına o günlerin
gazetelerinde sık sık rastlamak mümkündür.
Genel Sekreter Kırıklıoğlu’nun bu tutumu
onun partiden tasfiyesini kolaylaştırmıştır. Faruk Gürler’in adaylığının kesinleştiği
günlerde grupta üç oylama ile seçimlere katılmama kararı alan, Gürler’in
adaylıktan feragatinden sonra ise; “Sunay Formülü” ile ortaya atılan Ecevit’in
bu tutumu Cevdet Sunay’la anlaşma hakkındaki iddiayı doğrulamaktadır.
Faruk Gürler’in açısından oluşan bu olumsuz
tablo sadece siyasi çevrelerce sınırlı olmayıp askeri kanatla da rahatsızlığını
açık seçik şekilde ortaya koymaktan çekinmemekte olduğu da izlenmekteydi.
Buna en güzel örneklerden biri olan
Hv.Kuv.Kom. Org. Muhsin Batur’dur.
Muhsin Batur, “Ben baştan itibaren onu uyardım (Faruk Gürler), ama dinlemedi.”
sözlerini sarf ederken, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan da, Gürler’in
adaylığından yana olmadığını dile getirmekteydi.
Faruk Gürler’in bu faaliyeti basında çeşitli
yayınlara sebep olur ve bu yayınları dolayısıyla Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı
10 Mart günü bir bildiri yayınlar; “Türkiye
Cumhuriyeti anayasasının serbestçe yapılmasını emrettiği cumhurbaşkanlığı
seçiminin selametle sonuçlanmasına mani olacak ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni rencide
edecek ve Meclis’in iradesini baskı altında tutacak her türlü beyan, davranış, yazı, haber ve emsali
hareketler yasak edilmiştir.” denilmekteydi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 13 Mart
günkü toplantısı büyük alaka toplar. O gün başta Genelkurmay Başkanı Semih
Sancar olmak üzere, Kuvvet Komutanları, Askeri Şura azaları ve yüksek rütbeli
pek çok subay Meclis’tedir.
Ancak bu askeri erkan arasında Hava
Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur yoktur.
Muhsin Batur daha sonra yayınlayacağı
anılarında bu güne ilişkin şunları aktarmaktadır;
“İlk
günkü oylamada bütün ısrarlara rağmen, oylama sırasında Meclis Şeref Locasına
gidip gövde gösterisine katılmayı kabul etmedim, hiçbir Hava Generalini de
göndermedim, çünkü olumlu sonuç alınamayacağı aşikardı.
Çeşitli rica ve baskılar üzerine sonraki günlerde bir defa Meclis’e
gidip bir seçim turunu izledim.”[10]
TBMM’nin
bileşik toplantısına Meclis Başkanı Sabit Osman Avcı Başkanlık eder. Ve Faruk
Gürler, Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden (CGP) Sivas Milletvekili Kemal Palaoğlu
ile Kontenjan Senatörü Sabahaddin Özbek tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilir.
Gürler’in iki de rakibi bulunmaktadır.
Bunlar, Senato Başkanı Tekin Arıburun ve Adalet Partisi’nden Konya Milletvekili
Yılmaz Öztuna ile İstanbul Senatörü Gümüşoğlu tarafından aday gösterilirken
Demokrat Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli de Partisinin Sakarya ve Denizli
Milletvekili Vedat Önsal ile Hasan Korkmazcan tarafından Cumhurbaşkanlığına
aday gösterilirler.
CHP’lilerin mühim bir kısmı, daha doğrusu
Ecevit ve etrafı Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda
Tekin Arıburun 282, Faruk Gürler 176, Ferruh Bozbeyli 47 oy almış 10 oy geçersiz
sayılmış, bir zarf da boş çıkmıştır.
Gece saat 00.37’ye kadar dört oylama
yapılmış ve üçüncü oylamada, Arıburun: 235, Gürler: 186, Bozbeyli: 47 oy alırken
askeri erkanın Meclis salonunu terk ettiği görülmüş, Gürler’in oylarının iki
yüze vardığı dördüncü turdan sonra ise, Cumhurbaşkanlığı seçimi ertesi güne
saat on beşe bırakılmıştır.
13 Mart 1973 Salı günü başlayan
Cumhurbaşkanlığı seçimi
turları,
netice alınamadan 20 Mart’a kadar devam etmiş ve o gün Faruk Gürler’le Tekin
Arıburun’un adaylıktan feragati üzerine Cumhuriyetin altıncı Cumhurbaşkanı
seçimi yeni bir safhaya girmiştir.
Yeni Cumhurbaşkanı seçiminde AP ve CHP’nin o
günlerdeki tutumu her iki parti tarafından mükemmelen kullanılmış ve çeşitli
neşriyatta bir zafer, bir kahramanlık olarak anlaşılmıştır.
SUNAY
FORMÜLÜ
Altıncı Cumhurbaşkanı seçiminde adaylar
yeterli oyu alamaz ve turlar uzayıp giderken, Devlet Başkanı Cevdet Sunay’ın
adından bahisle ortaya atılan “Sunay Formülü”dür.
AP ve CHP tarafından öne sürülen bu formülle
ilgili olarak seçimin başlamasından hemen iki gün sonra 15 Mart 1973 Cuma günü
AP Meclis Grup Başkan Vekili Orhan Dengiz’in beyanatıyla “Sunay Formülü”
aydınlığa kavuşmuştur.
Beyanatta; “Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu ‘kilitlenmiş’ bir durumda
bulunuyor. Bu kilidi açabilmek için TBMM’ne intikal ettirilmiş alternatifler
üzerinde durulması gerekmiştir.
Şimdi bütün zihinler bu yeni alternatiflerle meşguldür. Bu
alternatiflerden biri olarak da kafalarda Sunay’ın görev süresinin uzatılması
vardır.
Bunun dışında Sunay konusunda alınmış bir karar, verilmiş bir hüküm
mevcut değildir. Hiç şüphesiz ki, bu seçimi en demokratik şekilde
sonuçlandırabilmek için çeşitli alternatifler öngörülecek, bunlardan herhangi
biri üzerinde bir mutabakat sağlanarak sonuca varılacaktır.” denilmekte.
Bu beyanatın verildiği günlerde Cevdet
Sunay’ın Meclis Başkanı, Başbakan, Parti liderleri ve daha sonra Genelkurmay
Başkanı ile Çankaya’da yaptığı görüşmeler gözden kaçmamış ve kendisine görev
süresinin iki yıl uzatılması teklif edilen Sunay’ın; “Şimdi iki yıl için kimse evini bile kiraya vermiyor. Teklifiniz bir
dönem için olursa kabul” dediği her tarafta söylenir olmuştur.
Demokratik Parti ile Cumhuriyetçi Güven
Partisi’nin karşı çıktığı Sunay formülü mevzunda AP ve CHP anlaşmış, Cevdet
Sunay’ın görev süresinin iki yıl uzatılması ilgili teklifi AP ve CHP
parlamenterleri imzalamış ve bu teklif Meclis’e geldiği gün cumhurbaşkanı
adaylarından Faruk Gürler ile Tekin Arıburun seçimden çekilmişlerdir.
“Sunay Formülü”, Anayasa’ya bir geçici madde
eklenmesini gerektirmektedir ve AP ile CHP arasındaki mutabakatla hazırlanan bu
geçici maddede “Cumhurbaşkanlığı seçiminin 13 Mart 1975 tarihine ertelendiği”
zikredilmektedir.
Millet Meclisi Anayasa Komisyonu, Anayasaya
ilave edilecek maddenin müzakeresine 21 Mart Çarşamba günü başlamış ve AP ile
DP arasındaki parti kavgası bu meselede de görülmüş, iki parti mensupları
komisyonda tekme tokat birbirlerine girmişlerdir.
DP’li milletvekillerinin; “Buradan ölümüz çıkar, bu kanun çıkmaz”
diye bağırdıkları o günkü komisyon toplantısında kavga had safhaya varmış ve bu
kavga dolayısıyla Meclis tarihinde ilk kez Komisyon toplantısına polis
çağrılmıştır.
Anayasa Komisyonu’ndan böyle kavga gürültü
ile çıkan geçici madde teklifi hemen ertesi gün Meclis’te “öncelik”le ele alınmıştır.
“Sunay Teklifi” bir oy farkı ile reddedilmiş
ve neticede DP Grubunca yayınlanan bir bildiri ile Meclis’in zaferi olarak ilan
olurken,
Meclis’te kabul edilmeyen bir teklifin Senato’ya götürülüp götürülmeyeceği o
günlerin başka bir mühim meselesi haline gelmişti.
Bu arada yalnız Ferruh Bozbeyli’nin aday
olduğu cumhurbaşkanlık seçimi de devam etmiş, Bozbeyli partisine bağlı
milletvekillerinin oylarını daima almış, diğer oylar ise aday olmayan kimselere
verilmiştir.
AP ve CHP mührünü taşıyan “Sunay Formülü”nü
Meclis’in bir oy farkı ile reddetmesi, o günlerin beklenmeyen vukuatlarındandı.
“Sunay
Formülü” Senato’nun 25 Mart günkü toplantısında görüşülüp ret olunmuştur.
YENİ
BİR ADAY
Seçim bu şekilde yeni bir çıkmaza
girdiğinde, Cevdet Sunay’ın görev süresinin bitimine iki gün kalmıştır. Sunay
28 Mart’ta Çankaya’dan ayrılacak ve kendisine Senato Başkanı Tekin Arıburun vekalet
edecektir.
Demirel’le, Ecevit’in sık sık bir araya
geldikleri o günlerde, bir ara, “Buhrandan
çıkışın tek yolu olarak erken seçime gidilmesinden söz edilmiş” ve 26 Mart
günü geç vakit yeni bir aday adı duyulmuştur.
Bu yeni aday Anayasa Mahkemesi Başkanı
Muhiddin Taylan’dır.
Ecevit’in öne sürdüğü bu isim üzerinde
Demirel’le Feyzioğlu da birleşmişler ve Devlet Başkanı Sunay’a müracaatla Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın
cumhurbaşkanı adayı gösterilmek üzere “Kontenjan Senatörlüğü”ne getirilmesini
istemişlerse de, Cevdet Sunay bu teklifi reddetmiştir.
Bu arada ara aday olarak Naim Talu’dan da
bahsedilmiş, ancak Naim Talu Cumhurbaşkanı değil, Altıncı Cumhurbaşkanı’nın iş
başına getirdiği ilk Başbakan olmuştur.
Bu arada AP, CHP ve CGP’nin ortak bir aday
üzerinde mutabık oldukları ortaya çıkmakta ki, bu kişi Fahri Korutürk’tür.
1973’de Senato’da Kontenjan Grubu Başkanı
olan Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin ilk defa Sadi Kocaş
tarafından ismi öne sürülmüş, bu tartışmanın yoğun olduğu dönemde dikkat
çekmemişti.
Altıncı Cumhurbaşkanlığı seçimi için 13
Mart’tan 4 Nisan Çarşamba gününe kadar TBMM’deki neticesiz turlar on dördü
bulmuş ve Fahri Korutürk, 6 Nisan Cuma günkü on beşinci turda, AP, CHP ve
CGP’nin ortak olarak aldıkları oylarla (365) Türkiye Cumhuriyeti’nin Altıncı
Cumhurbaşkanı olmuştur. [11]
7.
CUMHURBAŞKANI KENAN EVREN
1980 yılının 6 Nisan’ında görev süresi biten
Fahri Korutürk’ün yerine seçilecek Cumhurbaşkanı seçimi yine sorunlu bir hal
almıştı.
Anayasa
gereğince Mart ayında başlayan seçim turları işin içinden çıkılmaz bir hale
gelmişti.
Zaman içinde Sadettin Bilgiç, Muhsin Batur,
Faik Türün aday gösterilmiş, ançak hiçbiri seçilmek için gerekli 317 rakamına
ulaşamamışlardı.
Yalnız Muhsin Batur 303 oy sağlayabilmiş
kendi adayları olduğu halde, ancak seçilmesini istememiş olacaklar ki, 20
CHP’li oylamaya katılmamışlardı.
Bu sonucun alındığı 5 Haziran’dan bir gün sonra
da Muhsin
Batur’un
adaylığı artık söz konusu olmamıştı.
Bunun üzerine AP, Cumhurbaşkanlığı
seçimindeki tıkanma üzerine, Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören bir Anayasa
değişikliği önermiş, fakat bundan da sonuç alınamamıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi artık bir
kilitlenmeye doğru gitmekteydi.
Günümüzde de olduğu gibi dönemin
Genelkurmay Başkanının ismi gündeme getirilmekte bu konudaki söylentiler gittikçe
artmaktaydı.
Gerek basında gerekse de Meclis
kulislerinde ve kapılar arkasında Cumhurbaşkanı olması yolunda söylentilerin
oluştuğu sıralardır.
Evren Cumhurbaşkanlığı seçimi için şunları
söyleyecektir; “Artık bu işe bir hal
çaresi bulmak lazım. Partilerin sağdaki, soldaki, ortadaki partilerin müşterek
bir adayda birleşmeleri zamanının geldiği, hatta geçtiği inancındayım. Şu anda
belirtmek mecburiyetini hissettim…[12]”demekteydi.
Aslında
böylesine gergin günlerin yaşandığı bir zamanda Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı
olarak seçilmesi ve isminin zikredilmesi, oluşan bu tavırda gayet normaldi.
Çünkü kendisinden önce Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan altı Cumhurbaşkanı da
asker kökenliydi.
Zaten dönemin Başbakanı olan Süleyman
Demirel de 12 Eylül hareketinden sonra şunları söyleyecektir;
“Madem
ki, Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Bunu açık açık söyleseydi. Cumhurbaşkanı
olmak için ille darbe mi yapmak lazımdı? [13]”
Turgut Yılmaz Güven’in bahsi geçen olayların
ve 12 Eylül Hareketi’nin dönemine ilişkin verdiği belgelerin tarihimizin
aydınlatılması açısından önemli vesikalar içerdiğini düşünmekteyim.
Yine Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olması
için yanına gidip gelen parlamenterlere ilişkin şu ibret verici olayı nakletmektedir;
“AP’den olsun, CHP’den olsun, çok geniş bir çevreye sahip bulunan Evren
Paşa’ya son zamanlarda gelip gidenler artmıştı. Bu parlamenterlerin ‘Kenan Paşa
artık ortaya çıkmalı, adaylığını açıklamalı’ dediklerine tanık olmuştum.”
Bu sözleri üst görevlerde bulunan bir
generalimizin yaveri Turgut Bey’e anlatmıştır.
12 Eylül darbesini siyasi hayatımıza
vurulan bir darbe olarak gören ve bunu basın önünde kamuoyuna duyuranların bu tarihlerde
böyle tavırlara girmesinin ne anlama geldiğinin iyi araştırılması gereklidir.
Yine aynı yaverin, 12 Eylül Hareketinin
gerçekleşmesinin nedenlerinden biri olarak gösterilen “Konya Mitingi” ve bu mitingin düzenleyicisi olarak, MSP Genel Başkanı
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a ilişkin ise şunları söylemektedir;
“ Evren Paşa’nın siyasi çevresi
genişti, ama siyasi kanaatını hiç belli etmezdi. Yalnız, MSP’ye, daha doğrusu
Erbakan’a karşı alerjisi vardı.
Nitekim bunu da 12 Eylül’den 13 gün önce açığa vurdu. Evren Paşa,
Genelkurmay Başkanlığı’nda 30 Ağustos nedeniyle tebrikleri kabul ediyordu.
Başbakan Demirel, Ecevit, Türkeş,
Feyzioğlu ve diğer siyasiler tebrik töreninde bulunuyorlardı. Bir tek Necmettin
Erbakan gelmemişti.
Erbakan Anıtkabir’deki törende de yoktu…Paşa tören bittikten sonra
gazetecileri yanına çağırdı ve gayet asabi bir tavırla şunları söyledi;
‘Genelkurmay başkanı olarak soruyorum. Necmettin Erbakan 30 Ağustos’a
karşı mı, değil mi? Bunu soruyorum?’ Gazetecilerden bu sözlerinin kamuoyuna
duyurulmasını istemişti. Bu meydan okumanın hemen ardından Necmettin Erbakan’dan
cevap hemen gelmişti.
‘Biz 30 Ağustos’un yanında veya
karşısında değil, tam içindeyiz. 30 Ağustos bizim imanımızın şahlanışıdır….’
diyecektir. Ve Erbakan Of’ta ölen bir din adamının cenazesine yetişmek için
uçak araştırdıkları ve 30 Ağustos törenlerine katılmadıklarını...’
belirtmiştir.
Böyle bir mazeret ne kadar
vicdanları rahatlatmıştır o da ayrıca tartışma gerektiriyor.” Denmektedir.
12 EYLÜL
DARBESİ BİLİNİYOR MUYDU?
Siyasi tarihimize 12 Eylül Hareketi olarak
geçen ve yapıldığında da sürpriz olmayan bu hareket, yukarıda kısaca özetlendiği
gibi zaten bilinmekteydi.
Daha da vahim olanı ise bu darbeyi teşvik
eden parlamenterlerin olmasıdır.
Fakat Süleyman Demirel’in böyle bir
hareketin durdurulması için öngördüğü erken seçim fikri Meclis’te tartışmalara başlayınca Genelkurmay
Başkanlığı seçim ve seçim sonuçlarını beklemeye başlamışlardı.
Nitekim 11 Temmuz’a endekslenen darbe,
oluşan seçim atmosferiyle ileri bir tarihe bırakılmıştır.
AP Genel Sekreteri Nahit Menteşe, askeri
bir hareket olacağını bildiklerini hatta Süleyman Demirel’le bu konuyu konuştuklarını
şöyle anlatacaktır;
“Esasında daha önceden hareketin olacağını biliyordum. Sayın Demirel de
biliyordu. Ama Bakanlar Kurulu üyelerine de duyurmamıştı. Biz zaman zaman
Botanik Bahçesi’nde yürürdük, ihtilal fikrini askerden bir türlü silemediğini
hep ifade ederdi. Ve de seçime gitmek suretiyle belki ihtilali önleyebileceğimizi
beyan ederdi[14].
Evet,
12 Eylül Darbesi’nin yapıldığı gün evinde bulunmayan Alpaslan Türkeş ve kısa
bir süre önce yurt dışına çıktıktan sonra bir şeyler olmayacağını düşünerek
tekrar yurda dönen Erbakan da olması beklenen bu darbeden haberdardı.
Yani 12 Eylül Darbesi Türk siyasi
tarihinde sürpriz bir darbe olmamıştır.
TBMM’DE
ERKEN SEÇİM TARTIŞMALARI
Dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel
yukarıda da bahsedildiği gibi gelmesi ve planları bitirilmiş bir darbenin önünü
kesmenin en kestirme yolu olarak seçimi görmüştü.
Kendisini bu konuda destekleyen MSP’ye karşı
karşısında CHP ve MHP’nin engellemesiyle de karşılaşmıştı.
Bu tablo ile gündeme gelen, AP Temsilciler
Meclisi 31 Mayıs- 1 Haziran tarihleri arasında toplanarak, Ekim ayı içinde
erken seçim yapılması için tavsiye kararı alıyorlardı.
MSP de aslında seçim istemiyordu, fakat
kulislerde konuşulanlara göre AP’nin seçim kararını engellemek için böyle bir
taktik uygulamıştı.
Böylece MSP, arkasından da AP erken seçim
önergelerini TBMM Başkanlığına verdiler. AP 19 Ekim, MSP ise 26 Ekim’i erken
seçim olarak öneriyorlardı.
İki önerge Anayasa Komisyonu’nda
birleştirildi. Komisyon Başkanı ise MSP’li Şener Battal’dı. Nahit Menteşe bu
komisyonun çalışmasına ilişkin olarak;
“Anayasa Komisyonunda MSP’li başkan ve
CHP’li üyelerin uyguladıkları engelleme, meşru ve hukuki ve hatta ahlaki
olmaktan çıkmış, kendilerini, partilerini ve parlemontoyu gülünç bir duruma
düşürecek hale gelmişti” diyecekti.
Bu olumsuz tabloya karşın, Anayasa
Komisyonu’nda erken seçim teklifi görüşülüyordu. Anayasa Komisyonu’na CHP’li
Muammer Aksoy tarafından 700 sayfalık bir önerge verilmiştir.
Bu önergede,
erken seçimin Anayasaya aykırı olduğu iddia ediliyordu.
Bu önergenin arkasından 600 sayfalık
ikinci bir önerge geldi. O da CHP’li Prof. Dr. Turan Güneş tarafından verilmişti.
Bu önergede de erken seçimin Anayasaya aykırı olduğu iddiası vardı.
Görüldüğü gibi 12 Eylül ve Kenan Evren’in
cumhurbaşkanlığına gidecek bu yolda kilitlenen Cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken
seçimin yapılmaması zemini tamamlanmıştır.
KENAN
EVREN’İN DARBE GEREKÇESİ
Gün yok ki, gerek 27 Mayıs gerekse 12 Eylül
hakkında yeni bir şey ortaya çıkmasın. Bu durum henüz siyasetin ara koridorlarında
mahrem tutulan ve açıklanmasından hoşlanmayanların mevcudiyetini ortaya
koyarken, diğer taraftan ise bu konuların araştırılma safhalarında takınılan
tavırlarda taraflı olunması, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de belirleyici
olacak hususların göz ardı edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doruk
noktasında sorunların her daim var olmasına neden olmaya devam edecektir.
Hiçbir şekilde darbe yapan ve yaptıranların
haklılıklarını savunamayacakları bu durumlara karşı, 12 Eylül’ün mimarı Kenan
Evren şu şekilde bir savunma içine girmiştir;
“Siyasiler
yıllarca oy hesabı ve iktidar olma hırsı uğruna Atatürk ilkelerinden verdikleri
tavizler sonucu yaratılan ortamdan istifa eden şeriat düzeni savunucuları, 6
Eylül 1980’de yeni bir irtica hareketine giriştiler.
Parlemontoya kadar girmiş, girebilmiş bu akımın temsilcileri Sakarya ve
Bursa’dan sonra Laik Devlet düzenimize karşı bir güç gösterisini Konya’da
sahneye koydular…[15]” demekteydi.
Evren Paşa’nın 12 Eylül Hareketinin
yapılmasına gerekçe olarak Konya mitingini ve bunun sorumlusu olarak da Necmettin
Erbakan’ı göstermesine rağmen Necmettin Erbakan beraat edecek, daha sonradan teslim olan Alpaslan Türkeş cezalandırılacaktır.
Yine MSP’nin kimler tarafından kurulup
Meclis içinde bulunulduğuna baktığımızda, Evren Paşa’nın gerekçelerinde hiçbir
samimiyet ve doğruluk payı olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Ama yaptığı açıklamasında gerçek ve
ülkemizin bugün en büyük kaybı ve yüzünü kızartacak olan ise yine kendi sözleriyle
şu şekilde ortaya konulmakta;
“Son iki yıllık süre içinde terör 5.241 can almış,
14.152 kişinin yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal
Harbinde, Sakarya’daki şehit miktarı 5.173, yaralı miktarımız 14.480’dir.
Bu
mukayese dahi Türkiye’de hiçbir insanlık duygusuna değer vermeyen bir örtülü
harbin uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır[16]. Diyordu.
Yukarıda verilen bu rakamları ciddiye
almalıyız. Kaybettiğimiz yetişkin insanlarımızın bugün ülke yönetimindeki katkılarının
neler olabileceğini iyi hesaplamalıyız.
KENAN
EVREN’in CUMHURBAŞKANI SEÇİLMESİ
12 Eylül hareketinin mimarı olan Kenan Evren
bütün yetkileri üzerinde topladıktan sonra yeni anayasanın da tanıtımını ve
halka anlatım görevini üzerine alarak 1983 yılında sivil idareye geçişi
sağlamıştır.
İşin garibi halkın oyuna sunulan yeni
anayasayla birlikte, Kenan Evren’in de Cumhurbaşkanlığı görevini kabul anlamına
gelmekteydi.
Yani Kenan Evren tarihimize “Halk oyu ile gelen tek Cumhurbaşkanımız
olacaktır.” Kenan Evren’in son olarak halkın karşısına çıkarak Anayasayı
anlattığı tarih 5 kasım 1982’de; “24 Ekim
akşamı sizlere ilk hitabımda söyledigim gibi ben, bu anayasaya kefil oluyorum. Bunu tasvip
etmenizi, devlet ve memleketimizin geleceği ve evlatlarımızın, Türk Milleti’nin
istikbali için sizlerden istiyorum..” demekteydi.
Bu son konuşmanın ardından 2 gün sonra 7
Kasım 1982’de yeni anayasamız halk oyuna sunulur.
8 Kasım 1982’de ise % 92 gibi yüksek bir
oranla yeni anayasa kabul edilirken, 7. Cumhurbaşkanımız da Kenan Evren
olmuştur.
Son Cumhurbaşkanlığı seçimiyle örtüşen
yanlarına baktığımızda gerçekten tarih tekerrür etmiyor diyebilir miyiz?
Yazının ilerleyen bölümlerinden de takip
olunacak kişilerden biri ve 57. Koalisyon Hükümetinin Devlet Bakanlığı görevini
üstlenmiş, 2000 yılında olaylı bir şekilde Cumhurbaşkanlığı adaylığından
çekilmesi istenen Somuncuoğlu’nun daha sonra mahkemeye yansıyan dava
dilekçesinde[17] konuya ilişkin olarak
şunları söylemekteydi;
“Dönemin
Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’in teklifi ile koalisyon hükümetinin ortakları
DSP, MHP ve ANAP, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in görev
süresinin uzatılması için Anayasa değişikliği kararı almışlar ve kamuoyunda 5+5
olarak adlandırılan girişimi
başlatmışlardı.
Bu girişime, “kişi için Anayasa değişikliği ve Başbakanın Cumhurbaşkanı
ataması”
anlamına geleceğinden ilk andan itibaren
karşı çıkmıştım. Koalisyon partileri genel başkanlarının hazırladığı ve bu
partilere mensup milletvekillerinin tamamınca imzalanması istenen teklife bakan
olarak imza koymayarak, tavrımı belli etmiştim.
Bu olay parti yöneticilerinin şahsıma yönelik husumetini daha da
arttırmış, bugün sanık sıfatında olan milletvekilleri o zaman da, “Genel
Başkan’ın talimatını dinlemeyerek, törelere aykırı davrandığımı” iddia
etmişler, Anayasa değişikliği oylamasında MHP’nin verdiği firelerden şahsımı
sorumlu tutmuşlardı.
Oysa bütün partilerde bu değişikliğe karşı bir tavır sergilenmiş ve
sonuçta da Anayasa değişikliği teklifi kabul edilmemiş, sayın Demirel’in görev
süresi uzatılamamıştı.[18] demekteydi.
10.
Cumhurbaşkanı’nın seçimiyle ilgili anayasal süreç 11 Nisan 2000 tarihinde
işlemeye başladı.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 57.
Koalisyon Hükümetini kuran, DSP, MHP ve ANAP’ın ortak oldukları hükümet’in
Başbakanlık görevini üstlenen Bülent Ecevit 10 Nisan 2000 tarihinde yaptığı
basın açıklamasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilecek olan
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, dönemin siyasi yapısı hakkında şunları
söylemekteydi;
“Bölücü teröre karşı yıllardır verilen mücadele başarıyla sona ermek
üzeredir.
Ancak bölücü akımın dış siyasal platformlardaki etkinliği belirgin
biçimde artmaktadır.
Buna karşı içeride ve dışarıda yeni önlemler alınması gereklidir.
Laiklik karşıtı akımlara karşı
mücadele kararlılıkla sürdürülmelidir.
Ekonomik ve sosyal alandaki reformcu atılımlar ülke gündeminde ağırlıklı
yerini korumaktadır.
Bu konudaki kararlılığın sürmesi Avrupa Birliği’yle ilişkilerimiz
açısından da önem taşımaktadır.
Dış ilişkilerimiz tarihte görülmemiş
ölçüde yaygınlaşıp ivme kazanmıştır. Bu açılımı kesintisiz sürdürmek gerekir.
Bu ve benzeri sorunların ve görevlerin üstesinden gelebilmek için, 57’nci
Hükümet döneminde sağlanan uzlaşı ortamı kesintisiz devam etmelidir.
Uzlaşı ortamına ve ülkemizle
ilgili tüm gelişmelere Cumhurbaşkanı olarak Sayın Süleyman Demirel’in değerli
katkıları olmuştur.
O nedenle Sayın Demirel’e yeni bir görev dönemi tanınmasında yarar
gördük fakat sonuç alamadık” sözleriyle ülkenin içinde bulunduğu
durumu özetlemeye çalışmıştır.
Başbakan Ecevit’in sözleri arasında dikkat
çeken önemli husus sorun haline gelen Cumhurbaşkanlığı seçiminin koalisyonu
oluşturan partiler ve 9. Cumhurbaşkanının da uyum içinde olduğunu yani “uzlaşı”
halinde olduklarını vurgulamıştır.
Oysaki bırakın koalisyon hükümetinin
üyeleri arasındaki uyumu parti içinde bile bir uyum ve uzlaşı yakalayamadıkları
apaçık ortadaydı.
Bunlara bir örnek verecek olursak;
Cumhurbaşkanlığı seçiminin adayları arasında ismi geçen Anavatan Partisi’nden
(ANAP) iki isim dikkat çekicidir. Bunlardan biri Agah Oktay Güneri, diğeri ise
Yıldırım Akbulut’tur.
Kendi parti liderlerinin Cumhurbaşkanı
olmaması için adeta mücadele verdikleri alenen ortadadır.
Diğer koalisyon partisinin üyesi olan
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’ndeyse muhalefet ve iktidar parti milletvekillerinin
de cumhurbaşkanlığı adaylığı desteğini almasına karşın bizzat Parti Lideri
Devlet Bahçeli tarafından dışlanan Somuncuoğlu örneği de bu uzlaşının parti ve
hükümet arasında bulunmadığını belgelemektedir.
Başbakanın sözlerinin devamında, “Cumhurbaşkanı adaylığı için bir
milletvekili üzerinde birleşmeleri ideal çözümdür.
Fakat ideal çözüm her zaman kolay sağlanamaz. Ona rağmen denenmelidir.
Eğer bu denemeden sonuç alınamazsa, koalisyon ortakları parti ayırımı
gözetmeksizin, tek bir milletvekilinin adaylığı üzerinde birleşmeye
çalışmalıdırlar. (Bu sözün doğru olmadığı açık bir şekilde
ortadadır.) Bundan da sonuç alınamayacağı
anlaşılırsa, Meclis dışından, partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler
alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde anlaşma olanağı aranabilir.
Bu seçeneklerden hiçbiri gerçekleşmezse, Cumhurbaşkanı seçimi partiler
arasında ve partilerin içinde ciddi sorunlara ve sürtüşmelere yol açabileceği
gibi, Cumhurbaşkanlığı seçimi de tesadüfe kalmış olur.
Devletin en yüksek görevinin tesadüfe kalması ise çok sakıncalıdır. O
yüzden Türkiye yeniden bir kararsızlık ve belirsizlik ortamına sürüklenebilir.
Bu kaygımı aylardır belirtmeye çalışıyordum.
Kaygımın gerçekleşmeyeceğini umarım…” sözleriyle aslında hükümet
içinde ve muhalefette bir uzlaşmanın var olmadığı, bu durumun devam etmesi
halinde ise “Devletin en yüksek görevinin
tesadüfe kalması ise çok sakıncalıdır. O yüzden Türkiye yeniden bir kararsızlık
ve belirsizlik ortamına” girebileceği vurgusu yapılmıştır.
Üstü kapalı bir şekilde hükümetin diğer ortakları
olan, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli ve
Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la birlikte muhalefet de
uyarılmaktaydı.
Bununla birlikte ülkede gün geçtikçe artan
ekonomik sıkıntılar ve siyasi erkin halk üzerinde azalan etkisi daha açık bir
ifadeyle “siyasilerin güvensizliği” toplum üzerinde yeni seçilmesi beklenen
Cumhurbaşkanının profilini de çizmeye başlamıştı.
Neredeyse her gün bir yenisinin eklendiği
yolsuzluk olayları bu tepkinin en önemli maddesini oluşturmaktaydı.
Öyle ki göz nurumuz ordumuz içinde bile
gerçekleşen yolsuzluk olayları milletimiz tarafından hiçbir vakit hoş gözükmeyecek
nahoş ortamlar hazırlarken, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin sürekli olarak
bahçesini temiz tutması gerektiğinin ortaya çıktığını tekrar belirtmekte fayda
görülmektedir.
Başbakanın sözleri arasında dikkat çekici
olan diğer bir konu da seçilmesi gereken Cumhurbaşkanının kim olması gerektiği
hususunda verilen işaretti.
Başbakan Ecevit, “Meclis dışından, partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler
alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde anlaşma olanağı aranabilir.”
sözleriyle acaba Cumhurbaşkanlığı görevi için “Hikmet Çetin’i mi düşünüyor”, sorusunu akıllara getiriyordu.
Bu cümle üzerinde fikir alışverişinde
bulunduğum siyasilere öncelikle Cumhurbaşkanı adayları arasında Hikmet Çetin’in
isminin geçip geçmediğini sorduğumda hepsi ilk etapta “Hayır”cevabını vermiş,
bunun üzerine Başbakanın bu, “Meclis
dışından partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi
bulunan bir ortak aday” cümlesini
hatırlattığımda yine hepsi biraz şaşkın “bu Hikmet Çetin olabilir” cümlesine
şahitlik etmiş durumdayım.
Öncelikle 10 Nisan 2000 tarihinde yapılan
bu açıklamanın ardından Sayın Başbakanın koalisyonu oluşturan partiler arasında
“uzlaşma”nın var olup olmadığı konusundaki ilk sinyali ANAP’ta buz gibi bir havanın
esmesine neden olurken, aslında böyle bir uzlaşının olmadığının da sinyallerini
veriyordu.
Çünkü; Cumhurbaşkanlığı koltuğu için
neredeyse tüm hazırlıklarını tamamlamış olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın “Bu görüşlerini zirvede dile
getirebilirdi.
Daha önce kamuoyuna açıklama
yapması şık olmadı” sözleriyle hükümet için bir kriz
olabileceği yönünde ilk sinyalleri vermişti.
ANAP’ın, Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK)’nda Başbakan tarafından yapılan bu açıklama sonrasında
bir açıklama yapılmazken partinin ileri gelen sözcüleri “Bu açıklama Yılmaz’ın
adaylığını kesmeye yöneliktir” sözleriyle tepkilerini ortaya koymuşlardı.
Koalisyon hükümetinin diğer ortağı olan MHP
ise, MHP Başkanlık Divanı bu açıklamanın ardından aynı gün toplanmış ve Genel
Başkan Yardımcısı olan Şevket Bülent Yahnici, “DYP ve FP’nin de dahil olduğu bir uzlaşma zemininde, geniş bir
konsensüs ile Cumhurbaşkanı seçiminin, en iyi hal ve şart olduğunu”
söylüyordu.
Bu sözlerin devamında diğer hükümet
üyelerinin de ortak kanatını ortaya
koyan sözlerinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile hükümet meselelerinin ayrı ayrı
ele alınması ve bu durumun hükümeti hiçbir şekilde etkilememesine özen
gösterilmesi gerektiği özellikle vurgulanıyordu.
Sözlerinin devamında şunları söylemekteydi; “Partimiz tarafından, geniş bir uzlaşma
zemininde Cumhurbaşkanlığı seçimini gerçekleştirecek ilkeler üzerinde
durulmaktadır.
Bu ne demektir: Hiçbir partinin tek başına Cumhurbaşkanı seçme imkânı
yoktur.
O zaman öncelikle en iyi şart olarak gördüğümüz hadise, koalisyonu
oluşturan üç partinin değil, bütün partilerin anlaşabileceği, önceliklerinde,
ilkelerinde anlaşabileceği, bir aday üzerinde parlamentonun uzlaşma zemini
arayışını sağlamaktır.
DYP ve FP’nin de dahil olduğu bir uzlaşma zemininde geniş bir konsensüs
ile Cumhurbaşkanı seçimi. En iyi halin ve şartın bu olduğu inancındayız.
Bu temin edilemediği takdirde, elbette ki diğer arayışlar, mesela
koalisyonu oluşturan partilerin üçlü arayışı veya diğer arayışlar gündeme gelebilir.”[19] Demekteydi.
Başbakanın bu açıklamasının ardından MHP’de
çıkan karar Cumhurbaşkanlığı seçiminin, 5 partinin bir aday üzerinde uzlaşması,
bunun sağlanamaması durumunda iktidar ortaklarıyla uzlaşmaya gidilerek
sonuçlandırılması görüşü benimsendi. Hükümet üyelerinin liderler bazında
yapılması planlanan görüşmesi, Başbakanın Hindistan gezisi sonrası geçirdiği gribal
enfeksiyon nedeniyle ileri ki bir tarihe ertelenmişti.
Başbakanın açıklamalarının ardından çıkan
diğer bir sonuç da, açıklama yaptığı konular üzerinde hükümetin diğer üyeleri
olan parti ve liderlerden habersiz yaptığıdır.
Bu sebepten dolayı koalisyon hükümetinin,
MHP ve ANAP kanaatını sakinleştirmek amacıyla ara boşlukta hükümet üyeleriyle görüşmek üzere,
Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve MHP
Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ile görüştü.
Özkan’ın, bu ziyaretleri kamuoyunda,
Başbakanın yaptığı açıklama sonrasında oluşan gerginliği ortadan kaldırmaya yönelik
olduğu fikrini doğurmuştu.
Bu arada Cumhurbaşkanının seçimi için
yasal süreçte başlamıştı.
TBMM Başkan Vekili Vecdi Gönül,
Cumhurbaşkanlığı seçiminin yasal sürecinin başladığını şu sözlerle dile
getirmişti; “Sayın milletvekilleri, tarihi bir duyuruyu dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Anayasamızın 102’nci maddesine göre, Cumhurbaşkanı adaylarının, 16 Nisan 2000
Pazar gününden başlamak üzere 25 Nisan 2000 Salı günü saat 24.00’e kadar,
Meclis Başkanlık Divanına bildirilmesi gerekmektedir.
Bu başlangıcın hayırlı bir sonuç
getirmesini temenni ediyorum. Genel Kurul’un bilgilerine sunarım.”
Sözüyle Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk
startı veriyordu.
Cumhurbaşkanlığı
seçimi için ilk tur oylama 27 Nisan Perşembe günü yapılacaktı.
l1 Nisan 2000 tarihinde başlayan seçim
takvimi TBMM Başkanlığı 11 Nisan’da, Cumhurbaşkanı adaylarının 16 Nisan
Pazar
gününden, 25 Nisan Salı günü saat 24.00’e kadar Meclis Başkanlık Divanı’na
bildirilmesi gerektiğine ilişkin duyuruyu yaptı.
TBMM Başkanlığı’nca belirlenen program
uyarınca,
Anayasa
gereğince 15 Mayıs’a kadar tamamlanması gerekmekteydi. Bu tur da hiçbir adayın
üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu olan 367 oyu sağlayamaması durumunda, 1
Mayıs Pazartesi günü ikinci tur oylamaya gidilecek.
Bu turda da hiçbir aday 367 oya ulaşamazsa
5 Mayıs Cuma günü yapılacak üçüncü tur oylamada, seçilebilmek için salt 90
günlük olan 276 oy aranacak.
Bu turdan da sonuç alınamazsa 9 Mayıs Salı
günü, üçüncü oylamada en çok oyu alan iki adayın katıldığı son tur oylama yapılacak.
Bu turda 276 oyu alan aday, Cumhurbaşkanı
seçilecek. 4. turda da Cumhurbaşkanı seçilemezse TBMM seçimleri derhal
yenilenecekti.
Anayasa’nın
101. maddesine göre, Cumhurbaşkanı, TBMM tarafından 40 yaşını doldurmuş ve
yükseköğrenim yapmış kendi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme
yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından 7 yıllık bir süre için
seçilecek.
Cumhurbaşkanlığı’na TBMM üyeleri dışından
aday gösterilebilmesi, ancak üye tam sayısının beşte biri olan 110 milletvekilinin
yazılı önerisi ile mümkün olabilecekti.
Cumhurbaşkanının seçimi için başlayan
yasal sürecin ardından, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın TBMM Grup
toplantısında yaptığı konuşmada, Meclis’e verilen ve Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in görev süresini uzatmaya dönük Anayasadaki değişikliğin
sağlanamadığını vurguladıktan sonra sözlerine şu şekilde devam ediyordu;
“Cumhurbaşkanının
görev süresinin uzatılmasına ilişkin anayasa değişikliği konusunda altı aydan
bu yana yapılan tartışmalar artık sona ermiş bulunmaktadır.
Bugün Türkiye’nin önünde, mevcut
Anayasa kuralları dairesinde Cumhurbaşkanlığı seçimini tamamlama konusu vardır.
Yüce Meclis’in Cumhurbaşkanlığı
seçimi sürecini en iyi şekilde tamamlayacağına, makulü bulacağına, konuyu sorun
haline getirmeden aşacağına inanıyorum.
Meclis, kendi iradesi konusunda hassasiyetini muhafaza ettiği sürece,
Cumhurbaşkanlığı konusunun bir soruna dönüşmesi ihtimali yoktur.
Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı
seçimi nedeniyle bir krizin ortaya çıkması da mümkün değildir.
Sonuç olarak, bu meclis Cumhurbaşkanını seçecektir. Kimsenin bu konuda
en küçük bir şüphesi olmasın. Cumhurbaşkanlığı seçimi de, hükümetin temelini
oluşturan uzlaşma
ve istikrar tercihinin önüne
geçmeyecektir. Cumhurbaşkanlığı konusu hükümetin ne protokolünde, ne de
programında bir koalisyon kaidesi olarak herhangi bir şekilde yer almamıştır.
Binaenaleyh, Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir hükümet konusu, koalisyonun mevcudiyeti
ve geleceği bakımından bağlayıcı bir husus değildir.
Bununla beraber, hükümeti oluşturan partiler, siyasi hadiselere müşterek
yaklaşma eğilimlerinin bir gereği olarak, konuyu uzlaşma zemininde
neticelendirme arayışı içindedirler...
Bu vesileyle, bir hatırlatma ve uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye
akşam Cumhurbaşkanı seçimiyle yatıp, sabah Cumhurbaşkanı seçimiyle kalkar bir
hale düşmemelidir. Türk demokrasisi, bu konuda, merhum Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden
beri, yaşanan birtakım sıkıntılara rağmen, gelişmiş, erginleşmiş bir demokrasidir.
Türk demokrasisi, Anayasasından yasalarına, gelenek ve teamüllerine
uzanan geniş bir çerçeveye ve oturmuş bir yapıya sahiptir.
Türk demokrasisi, her
demokraside, bulunması gereken temel ilke, kural ve kurumlar yanında, olası
sorunlara karşı yeterli tedbirlere, sağlıklı refleksler gösterebilme yeteneğine
de sahiptir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, demokrasimizin geniş ve müdebbir çerçevesi
dahilinde neticeye bağlanacaktır. Şu mu olacak, bu mu olacak gibi yoğunlaşan
spekülasyonlar kafa karışıklığına ve sinirlerin gerilmesine sebep olmamalıdır.
Türkiye’nin önünde, millet tarafından çözümü beklenen büyük sorunlar vardır.
Türkiye’nin önünde hayatın akışı vardır... Ülkenin gündemi, milletin hayatından
kopmamalıdır. Sorunlarımız Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının gölgesi
altında görünmez hale düşmemelidir.[20]” demektedir.
Bu
açıklamadan da anlaşılacağı üzerine Başbakan Yardımcısı olan Hüsamettin
Özkan’ın liderlere yaptığı ziyaret olumlu sonuçların doğmasına neden olmuştu.
Hükümetin diğer üyesi olan MHP’de hemen
hemen ANAP gibi aynı paydalarda buluşmakla birlikte konuya farklı bir boyutta
ekliyordu.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçelinin TBMM
Grup toplantısında yaptığı konuşmasında;
“Bugün
gelinen noktada Anayasamızın çizdiği
prosedür içerisinde yeni Cumhurbaşkanı Yüce Meclis tarafından seçilecektir.
Bu konuda herhangi bir endişeye gerek bulunmaktadır. Burada bizim
önerimiz yeni Cumhurbaşkanının kim olması ve hangi partiden olmasından daha
öncelikli ve daha önemli hususlarla ilgidir.
Bunları kısaca şu şekilde ifade etmek istiyorum.
1-Yeni Cumhurbaşkanı seçilmesi meselesi,
sadece koalisyonu oluşturan partileri ilgilendiren bir konu değildir. Bu bakımdan
Cumhurbaşkanının seçilmesi meselesini doğrudan hükümetle irtibatlandıran
bir yaklaşım içerisinde bulunmamak
gereği vardır. Kısaca Cumhurbaşkanlığı seçiminin hükümet meselesinden ayrı olarak
ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
2-Yeni Cumhurbaşkanı Meclis’te bulunan
bütün partilerle yapılacak diyalogla, mümkün olan en geniş uzlaşma zemininde
ortaya çıkacak bir anlayış ve işbirliği sonucunda seçilmelidir.
3-Siyasi partiler ile meclisimiz,
Cumhurbaşkanı seçimine, küçük ve kişisel hesapların değil, siyasetin prestij
kazanma ve güven tazelemesinin bir aracı olarak yaklaşmalıdır.
4-Yeni Cumhurbaşkanının kim olmasından
çok, nasıl bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesi gerektiği
önemlidir.
Bunun için uzlaşma arayışlarında, Cumhurbaşkanı olacak şahsın vasıfları
belirleyici olmalıdır.
5- Yeni
Cumhurbaşkanı olacak şahsın, her şeyden önce Türkiye’nin bütünlüğü ve Türk
devletinin milli ve üniter yapısı konusunda temsil edici, Cumhuriyetin temel
değerlerini sahiplenecek bir kimliğe sahip olması önemlidir.
6- Yeni
Cumhurbaşkanı olacak şahsın kamuoyumuzda bugüne kadar, dürüst şaibesiz ve
milletimizin manevi değerlerine saygılı hüviyeti ile tebarüz etmiş demokrasinin
ilkeleri konusunda duyarlı bir şahsiyet olmalıdır.
Bu çerçevede uzlaşma arayışları sonucu tespit edilebilecek şahsiyetin
Büyük Milletimizi en iyi bir biçimde temsil edebilecek olduğuna inanıyoruz.”
DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in
yaptığı açıklamada ise, (11 Nisan 2000) ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve
sosyal konular üzerine açıklamalar yaptıktan sonra gazetecilerin
Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin sorularını cevaplandırırken Başbakanın 10
Nisan tarihinde yaptığı yazılı açıklamaya “İçeriden
de olabilir, dışarıdan da olabilir” sözlerine ne gibi bir cevap vereceği
sorulduğunda;
Çiller: “Şimdi, tabii aslında Cumhurbaşkanlığı makamı oldu bittiye getirilmeyecek kadar da önemli bir
makamdır. Burada dikkatle
üzerinde durulması gerekli olan şey,
uzlaşmacı bir parlamenter yaklaşımını benimseyebilmektir.
Ne demek bu? Uzlaşma içersinde parlamentodan birisini çıkarmak,
demokratik süreç açısından en doğrusu olacaktır. Burada herkesin kendi çıkar
hesaplarını aşarak milletin gönlünde olanı, yani ‘işte bu benim
Cumhurbaşkanımdır.’ diyebileceği, ülkenin meselelerini ve dengelerini dış
dünyada da iyi
koruyup, temsil edebilen bir kişiyi
çıkarabilmesidir.
Parlamento dışından olabilir mi?
Bugün milli egemenliği temsil eden en üst kurum parlamentodur. Demokratik süreç
içerisinde, uzlaşma ortamında bir parlamenteri belirlemek bu demokratik sürecin
doğal bir uzantısıdır.
Dolayısıyla ilk önce bakılması gerekli olacak şey budur. Biz DYP olarak,
parlamenterleri dışlayan, onları buna layık görmeyen bir tutumu benimsememiz
mümkün değil.
Çünkü, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyen biziz. Halkın seçtiği
milletvekillerini dolayısıyla saf dışı gören bir yaklaşımın demokrasi ile
bağdaştığını kolayca söylemek ve bunu milletvekillerinin de içine sindirdiğini
ifade etmek kolay olmayacaktır.
Bu çerçevede DYP, uzlaşmacı tutumunu elbette sürdürecektir. Bunun
demokratik teamüller çerçevesinde oluşmasına özen gösterecektir.
Ve bu bilinç içerisinde,
mesuliyetimizin bilinci içerisinde milletin gönlünde olan, ülkeyi bu hassas
coğrafyada iyi temsil edebilecek, “bu benim Cumhurbaşkanımdır” denebilecek bir
adaya ulaşılmasında, uzlaşmacı tavrını, yapıcı tavrını, demokratik tavrını
sürdürecektir.”
Gazetecilerin sordukları diğer soru ise; “ANAP’lılar, Cumhurbaşkanı hem başbakanlık
yapmış hem dışişleri bakanlığı yapmış biri olmalı diyor. Bu tarife siz de
uyuyorsunuz. Siz aday olacak mısınız?” şeklindeydi. “Biz DYP olarak kişilere girmiş değiliz; erkendir de böyle bir şeyin
içine girmek, DYP olarak tekrar ediyorum, kişisel çıkarların üzerinde, meseleyi
bir ülke sorumluluğu içerisinde kavrayan ve tıkayıcı olmayan uzlaşmacı
tutumumuzu sürdüreceğiz ve gerçekçilik platformundan da ayrılmayacağız”
Görüldüğü
gibi muhalefet de seçilecek Cumhurbaşkanı konusunda hükümet yanlısı bir tavır
sergilemekteydi.
Temel noktada seçilmesi planlanan
Cumhurbaşkanının kim olduğundan çok üzerinde taşıyacağı ve toplumun vicdanını
rahatlatıcı bir şahıs olması konusunda ortak kanaat belirten siyasilerle
birlikte, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’ndan da bu
şekilde destek gelmekteydi.
Hürriyet Gazetesi, 12 Nisan 2000 tarihli
nüshasında, Eski Milletvekili Tevfik Diker başkanlığındaki Yolsuzlukla Mücadele
Derneği’nin yöneticilerini kabul eden Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun, Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin sözlerini, diğer gazetelerde
de olduğu gibi aynen veriyordu.
Kıvrıkoğlu; “Yeni Cumhurbaşkanının dürüst, şaibesiz, ciddi biri olması gerektiği”
ni açık bir dille vurguluyordu.
Bununla birlikte ordunun içinden emekli
veya sivil her hangi bir kişinin ordunun adayıymış gibi gösterilmesine karşı da
çıkmaktaydı.
14 Nisan 2000 tarihli bir gazetenin
Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfen “Biz bu işte yokuz”
başlıklı özel bir haber yer vermesinin ardından Genelkurmay Başkanlığı Genel
Sekreterliği bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmıştı.
Bu açıklamaya göre; “14 Nisan 2000 tarihinde yayımlanan bir gazetede Genelkurmay Başkanı
Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfen ‘Biz bu işte yokuz’ başlıklı özel bir haber
yer almıştır.
Haber, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakana konuyla ilgili bir mesaj
ilettiği, Silahlı Kuvvetler’in ülke sorunlarının tamamen dışında olduğu gibi,
kamuoyunu yanlış bilgilendirici ve yönlendirici bir içerik taşımaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan Anayasa değişiklikleri
çalışmaları sırasında, çeşitli ortamlarda Cumhurbaşkanlığı seçimi için bazı
kişiler tarafından ‘Asker bizi destekliyor, askerler arkamızda’ şeklinde doğru
olmayan beyanlarda bulunulduğu görülmüştür.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı tarafından ‘Çok önemli bu makama
ülkemize en iyi hizmeti kim verecekse o kişinin getirilmesinin yararlı olacağı’
hususu dile getirilmiştir.
Silahlı Kuvvetler, Anayasa ve
kanunlarımız çerçevesinde, ülkenin yüksek menfaatlerini ve geleceğini
ilgilendiren konularla yakından ilgilenmekte, gelişmeleri değerlendirmekte;
görüş ve önerilerini, yasal zeminlerde ve doğrudan ilgili kişi ve makamlara
ifade etmektedir.
Bu kapsamda gündemde bulunan Cumhurbaşkanı seçimleri ile ilgili olarak,
Silahlı Kuvvetler’in bu konuda hiçbir fikrinin veya değerlendirmesinin olmaması
düşünülemez.
Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin de, örneğin Cumhurbaşkanı olacak zat hakkında, ilkeler
ve arzu edilen nitelikler bazında değerlendirmeleri mevcuttur. Bu
değerlendirmeler, gerektiğinde ilgili zeminlerde dile getirilmektedir.”
14 Nisan 2000 tarihinde, Başbakan Bülent
Ecevit’in başkanlığında toplanan liderler, (Liderler Zirvesi) toplantı sonrası,
Bülent Ecevit’in toplantıya ilişkin yaptığı açıklamada; “Koalisyon partilerinin genel başkanları olarak Sayın Devlet Bahçeli ve
Sayın Mesut Yılmaz ile Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda nasıl bir yöntem izlenebileceği,
nasıl bir ilke uygulanabileceği konusunda görüş alışverişinde bulunduk.
Tam mutabakat halinde ve görüş
birliği içindeyiz.
Benim
de geçen gün önermiş olduğum gibi; öncelikle Meclis’te temsil edilen muhalefet
partilerinin genel başkanlarıyla görüşerek onların görüşlerini, önerilerini
almamın çok yararlı olacağı üzerinde görüş birliğine vardık.
Yarın için bu görüşmeleri gerçekleştirmeye çalışacağım. Henüz takvim
kesin olarak belli olmadı, belli olunca sizlere açıklayacağım.”
Gazetecilerin toplantının içeriğine
ilişkin sorularda; “Soru: Efendim
Cumhurbaşkanı adayı Meclis içinden mi, dışından mı olacak? Başbakan Bülent
Ecevit; “O konulara hiç değinmedik. Dolaylı olarak bile, ima yoluyla bile
kişiler üzerinde kesinlikle durulmadı.
Zaten daha önce muhalefet partilerinin genel başkanlarıyla görüşmemiz
gerekirdi. Ondan önce bizim daha somut konulara girmemiz doğru olmazdı.”
ANAP
Genel Başkanı Mesut Yılmaz, zirveden ayrılırken, koalisyon ortakları olarak
Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlenecek yöntemle ilgili tam mutabakat içinde
olduklarını belirtti.
Yılmaz, aday olup olmayacağına ilişkin bir
soruya, “Bu konuda çok daha önce kendimle
ilgili görüşlerimi kamuoyuna açıkladım. Onda herhangi bir değişiklik söz konusu
değil” yanıtını verdi.
Yılmaz, uzlaşmanın bu kadar kısa sürede
nasıl sağlandığına ilişkin soruyu ise şöyle yanıtladı: “Tam bir uyum içerisindeyiz. Türkiye’de şu anda istikrarı sağlamada en
önemli unsurun da hükümetin uyumu olduğuna inanıyoruz. Bu uyumu sürdürmeye
kararlıyız.” Bu görüşmenin ardından, Başbakan Ecevit Muhalefet liderleriyle
de 15 Nisan 2000 tarihinde Fazilet Partisi (FP) Genel Başkanı Recai Kutan ve
Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Tansu Çiller ile yaptığı görüşme
sonrasında bir açıklama yaptı.
Bu açıklamasında dikkat çeken ilk husus
muhalefet ve iktidar arasında da bir uyum olduğu “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halkın gözünde saygınlığı artıyor.”
sözleriyle, halkın nazarında etkisini kaybetmekte olan siyasilerin millet karşısındaki
pozisyonunu yumuşatmaya, gün geçtikçe büyüyen bu sorunu yok saymaya
çalışıyordu.
Diğer bir konu da Türkiye‘nin Dünya
üzerinde ki saygınlığına yönelik oluyordu, “Türkiye‘nin
dünya gözünde saygınlığı artıyor.” sözleri de gerçekle hiçbir şekilde
bağdaşmıyordu.
Dönemin gazetelerini dikkatle baktığımızda
yukarıda bulunan bu iki unsurun devlet üzerindeki olumsuz yansımalarını
görmemek mümkün değildir.
10. Cumhurbaşkanlığı seçiminin daha iyi
anlaşılabilmesi için Koalisyonu oluşturan partilerin ve meclis dağılımının ne
olduğuna bir bakmak gereklidir.
18 Nisan 1999 seçimlerinin, 26 Nisan 1999
tarihinde Yüksek Seçim Kurulu ( YSK) tarafından açıklanan sonuçlarında tablo şu
şekilde oluşmaktaydı;
1-Milletvekili
Genel seçiminde, 37 milyon 429 bin 120 seçmenden, 32 milyon 589 bin 973’ünün oy
kullandığı, 31 milyon 119 bin 242 oyun geçerli olduğu ve katılma oranını %
87.07 olduğu bu seçimde;
2 –
DSP: 6 milyon 900 bin oy ve %22.17 ile birinci parti olurken, MHP: 5 milyon 594 bin 375 oy ile %17.98 ile
ikinci parti oluyordu. Bunların ardından, FP: 4 milyon 790 bin 430 oy ve %
15.39 ile üçüncü, ANAP: 4 milyon 114 bin 705 ve %13.22 ile dördüncü, DYP: 3
milyon 742 bin 317 ve % 12.03’le beşinci parti oldu.
Oluşan bu tablodan sonra kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin 57. Hükümeti ve Bülent Ecevit’in de 5. kez Başbakan oluşuydu.
57. Hükümet Demokratik Sol Parti’nin Genel
Başkanı Bülent Ecevit tarafından 28 Mayıs 1999’da 9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel tarafından kurulmuş oluyordu.
Başbakan Bülent Ecevit’in sıklıkla dile
getirdiği sözlerinde
“Uzlaşma”
kavramını kullanması hükümet içerisindeki sıkıntıların bir şekilde dışa
vurumuydu.
Bununla birlikte, gerek parti programında
gerekse koalisyon üyeleri arasında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin
hükümetin çalışmasını ve içerisinde bir problem doğurmaması da sıklıkla
dillendirmeleri ve bu şekilde hareket etmeleri ileride ortaya çıkacak ve
kendini hissettirmeye başlayan ekonomik ve siyasi krizin kendilerini olumsuz
etkileyeceği ortadaydı ki, bu da oldu.
Koalisyonu oluşturan partiler ve
liderleri ve muhalefetteki parti ve liderleri 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan
Genel
Seçimden sonra Meclis’e giremedikleri gibi, gitmez dediğimiz siyasi kişiliklerin
siyasi hayatlarının da sonu olmuştur.
Aslında bu bir şekilde hükümet tarafından
algılanmış 15 Nisan 2000 tarihli açıklamasında “Cumhurbaşkanlığı seçimi son derecede önemli bir unsur.
Anayasaya göre ve geleneklerimize göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder.
Devlet organlarının özenli ve
uyumlu çalışmasını gözetir. Bunların dışında da yürürlükteki Anayasamız,
Cumhurbaşkanlarına pek çok önemli görevler, işlevler vermişti.
O bakımdan gerek iktidar
partilerinin, gerek muhalefet partilerinin bunun bilinci içinde davranıyor
olmaları, bu kararlılığı göstermiş olmaları son derecede sevindiricidir.”
Bu
sözler muhalefetin hem de hükümetin beklentisiydi. İktidar ve muhalefet tek
kanaat ve fikir beyan etmeye başlamışlardı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı bir
açıklamada, “Anayasa ve kanunlar
çerçevesinde ülkenin yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren
konular...” başlığında bir açıklama yapıyordu.
Bu sırada nasıl bir Cumhurbaşkanının
seçilmesi mümkün olmalıydı ki ülkenin “yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren
konular” zedelenmemeliydi.
Genelkurmay ve Org. General Kıvrıkoğlu’nun
rahatsız olduğu konular vardı.
Genelkurmay zaten bu konu üzerine konuşmak
üzere Başbakandan randevu talebinde bulunduğu, yine başbakana sorulan sorunun
cevabında gizliydi.
Başbakan, “Sayın Genelkurmay Başkanı da benimle görüşmek istiyor. Ben de bunun
çok yararlı olacağına inanıyorum. Çünkü belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanı
seçimiyle Türk Silahlı Kuvvetleri arasında çok önemli bir ilişki vardır. O bakımdan
Cumhurbaşkanı seçimiyle yakından ilgilenmeleri son derecede doğaldır. Benimle
de Sayın Genelkurmay Başkanı, Türk Silahlı Kuvvetleri adına istediği zaman her
konuda görüşmede bulunur.” Cumhurbaşkanının öncelikle meclis içinde,
olmazsa meclis dışından seçileceğini dile getiren Başbakan, Muhalefetin de bu
şekilde düşündüğünü söylüyordu.
Fakat iş seçimlere geldiğinde söylenen bu
sözlerin doğru olmadığı tek tek ortaya çıkacaktı.
Bunlara en güzel örnek, Sadi
Somuncuoğlu’nun, 8 Mayıs 2000 tarihinde Devlet Bakan’ıyken, parti kararına
karşın cumhurbaşkanlığına aday olması ve bu nedenden dolayı Bakanlık görevinden
azledilmesidir.
Bunun dışında 15 Nisan 2000 tarihinde
yapılan bu toplantı sonunda FP Genel Başkanı Recai Kutan da 16 Nisan 2000 tarihinde,
Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak şu açıklamaları yapacaktı;
“Dürüst, demokrat ve şaibesiz. Önceliğimiz Meclis, ancak olmazsa uzlaşma
ile dışarıdan da olabilir... Biz şu anda Türkiye’nin içinde bulunduğu özel
şartlar itibariyle Cumhurbaşkanının çok kısa bir sürede seçilmesi ve seçilecek
Cumhurbaşkanının da herhangi bir münakaşaya, krize, herhangi bir dedikoduya
sebebiyet vermeden, yıpranmadan Çankaya’ya çıkmasını istediğimizi ifade ettik”
Kutan’ın da dile getirdiği gibi “özel
şartlar”ın ne olduğu çok iyi bilinmeliydi.
17 Nisan 2000 tarihine gelindiğinde
basında çıkan bazı isimler üzerine Başbakan Bülent Ecevit şunları söylemek zorunda
kalmıştır;
“...bazı
gazetelerde birtakım iddialar ortaya çıktı. Güya ben bazı isimler önermişim. Bu
isimler iyi karşılanmamış. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi yok.
Şu ana kadar herhangi bir isim söylemedim ve kendim de bir karara
varmadım. Kendi başıma verebileceğim bir karar da değil tabii. O haberler
tamamen gerçek dışı” Başbakan bu sözlerin böyle olmadığını
yine kendi ağzından çıkan sözlerle dile getiriyordu. 18 Nisan 2000 tarihli
gazetelerde, Başbakan tarafından evinde kabul edilen bir grup gazeteciye “Cumhurbaşkanlığı adaylığı için, Aklımda en
az iki isim var” diyordu.
Bu isimlerin kimler olduğunu da
açıklamıyordu. Yine de bu isimler hakkında verdiği ipuçları da mevcuttu. O
günkü siyasi yapıya baktığımızda bunu anlamamak da mümkün değil.
10 Nisan 2000 tarihinde yaptığı ilk
açıklamayla zaten bu isimin kim olduğu şu sözlerde gizliydi. “Meclis dışından, partisiz fakat siyasal
deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde
anlaşma olanağı aranabilir.” İşte bu sözlerle aklından geçen ismin
Kürtçülüğüyle meşhur Hikmet Çetin olduğu açıkça ortadaydı.
Fakat koalisyonu oluşturan partiler,
muhalefet ve askeri
kanadın
bu isim üzerinde tepkilerini koymaları üzerine Hikmet Çetin Cumhurbaşkanlığı
aday listesinden çıkarılacaktı.
Çünkü; Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun yaptığı açıklamada “ülkenin
yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren konular” ile muhalefet
partisi olan FP‘nin lideri Recai Kutan’ın açıklaması aynı paraleldeydi. Recai
Kutan, “Biz şu anda, Türkiye‘nin içinde
bulunduğu özel şartlar itibariyle Cumhurbaşkanının çok kısa bir sürede seçilmesi ve seçilecek Cumhurbaşkanının da herhangi
bir münakaşaya, krize, herhangi bir dedikoduya sebebiyet vermeden”
sözleriyle endişesini dile getirmekteydi.
Bununla beraber Cumhurbaşkanlığı seçimi için
Başbakanın yaptığı bu tanımlamaya tam olarak uymasa da, adaylar arasında ismi geçen
ve dış ilişkiler konusunda aktif rol alan, İsmail Cem ve Mesut Yılmaz,
bilindiği gibi hükümetin içinde yer almaktaydılar.
Çünkü Başbakan “Meclis dışında, partisiz”
diyordu. Ayrıca Başbakan, Meclis’te
bulunan mevcut partiler içerisinden de bir adayın çıkmasını istemiyordu.
AHMET
NEÇDET SEZER
24 Nisan 2000 tarihine geldiğimizde, 8.5
saat süren liderler zirvesinde, Cumhurbaşkanlığı için ortak aday belirlenmiş oluyordu.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in isminin belirlenmesinin
ardından Muhalefete de aday bildirilmiş ve onların da bu karar karşısında
vereceği cevap beklenmeye başlanmıştı.
Muhalefette Ahmet Necdet Sezer’e onay
verdiğini bir süre sonra açıklamıştı.
Ahmet Necdet Sezer’in ismi, bizzat Başbakan
tarafından liderler zirvesinde aday olarak açıklanmıştı.
Bu açıklamanın ardından gazetecilerin sorularını cevaplandıran,
Ecevit, neden Ahmet Necdet Sezer isminin ortaya atıldığını sorduklarında,
“Tabii
pek çok değerli hukukçumuz var, ama Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın böyle bir
seçimde bütün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen partilerin ortak
adayı olarak öne sürülmesi çok büyük önem taşır.
Genellikle bazı ülkelerde de
Anayasa Mahkemesi başkanlarına böyle görevler düşer.” Diyordu.
25 Nisan 2000 tarihine geldiğimizde DSP
Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, MHP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, FP Genel
Başkanı Recai Kutan ile DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Cumhurbaşkanlığına
Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i aday gösteren öneriyi
imzaladılar.
Sezer’i aday gösteren öneri, 131
milletvekilinin imzasıyla TBMM Başkanlığı’na verildi.
Başbakan Ecevit’in odasında toplanan
liderler içinde bir açıklama yapan Başbakan şunları söylüyordu;
“Anayasa
Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili başvuruyu
birlikte imzalayacağız.
Böyle bir olay şimdiye kadar çok partili demokratik yaşamımızda
görülmemiştir.
Bu demokrasi kültürünün önemli
bir unsuru olan uzlaşı yolunda ne kadar büyük mesafe aldığımızı gösteriyor” dedi.
Sezer’in adaylık önerisi, 131 imza ile
Meclis Başkanlığı’na verildi.
DSP’den Aydın Tümen, MHP’den İsmail Köse,
FP’den
Bülent
Arınç, ANAP’tan Beyhan Aslan ve DYP’den Nevzat Ercan, Sezer’in
Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesine ilişkin öneriyi, saat 18.00’de TBMM Genel
Evrak ve Arşiv Müdürlüğü’ne verdiler.
Anayasanın 101. maddesine göre, en az 110
milletvekilinin önerisiyle Cumhurbaşkanlığına TBMM dışından aday gösterilebiliyordu.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı için imza
atıldıktan sonra ekranların karşısına çıkan Başbakan[21],
haber spikeri Ali Kırca’nın, Cumhurbaşkanı adayı Ahmet Necdet Sezer’in ortak
bir karar olarak verilmesinde kendisinin bu ismi vermesinin nedenini anlatıyordu;
“Size
soruldu Ahmet Necdet Sezer ismini kim ortaya attı diye, siz de Bülent Ecevit
olarak‚ ‘biz’ cevabını verdiniz.
DSP ve Bülent Ecevit olarak algılandınız ama, siz altını çizerek dediniz
ki; ‘üçümüz tarafından’. Ben biraz daha açmak istiyorum tabii, bu isim aynı
anda herhalde 1-2-3 deyip telaffuz edilmedi.
Birisi bu ismi ilk söylemiş olmalı, ilk söyleyen siz misiniz, yani
Bülent Ecevit mi?”
Başbakan bu soruya çok ilginç bir şekilde
karşılık vermişti, “Sayın Ali Kırca,
akşam saat 17:00’ye doğru bir hayli karamsar bir tablo içine girmiştik.
Bir çıkış yolu, bir çözüm yolu bulunamayacakmış gibi bir durum vardı.
Onun üzerine bir ara koalisyon ortakları arasındaki toplantımıza ara verdik ve
o sırada arkadaşlarımla görüşürken bu konu üzerinde duruldu.
Yani Cumhurbaşkanlığına Sayın Ahmet Necdet Sezer‘in aday gösterilmesi
düşüncesi aramızda görüşüldü. Kendisine telefon ettik ...” Sorusuna
tam karşılık alamayan Kırca, tekrar, “Ama
ismini ilk telaffuz eden siz mi oldunuz?” Cevap olarak da,
“İnanın ki, yani bunu o kadar kişiselleştirmek önemli değil, aslında kolektif
bir arayış süreci içinde akla gelen bir isimdi.” Ali
Kırca sorusunun devamında, “Bunu şunun
için soruyorum Sayın Başbakan; daha önce de çok yıllar önce bir kriz yaşanırken
yine Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siz Bülent Ecevit olarak o dönemin Anayasa
Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ın adını telaffuz etmiştiniz.
Acaba aynı çözüm arayışı içerisinde sizin aklınızamı geldi yine.”
Başbakan, “O örneğin de aklımda olduğunu belirtmeliyim. Ama dediğim gibi,
arkadaşlar arasında görüşürken aklımıza gelen bir isim oldu ve önce Sayın
Sezer’i telefonla arayıp onayını alma gereğini duyduk.
Çünkü kazanamamak da vardı, bunu rahatlıkla göze aldı Sayın Sezer ve
ondan sonra liderlerle görüşmemizde konuyu gündeme getirdik ve çok kısa sürede
bir anlayış birliğine vardık.
Tabii gazeteciler kendi açılarından haklı olarak dün gece uzun saatler
süren bir toplantımız olduğunu, tartışmalar yaşandığını düşünüyorlar, oysa
gerçek öyle değil.
Saat 17:00 sularında Ahmet Necdet Sezer’in adı akla gelip Sayın Bahçeli
ve Sayın Yılmaz’a sunulunca[22], onlar hiç sıkıntı çekmeden, vakit geçirmeden
bunu benimseyebileceklerini söylediler.
Biz bunu bir genel uzlaşı ortamı içinde gerçekleştirmeyi istediğimiz
için muhalefet partilerinin Fazilet Partisi’nin ve Doğru Yol Partisi’nin sayın
genel başkanlarına da sunmayı düşündük.
Tabii ilk kez karşılaştıkları bir düşünceydi, hemen bir karara varmaları
beklenemezdi, kendi yetkili organlarını toplantıya çağırdılar, ‘Biz size haber
veririz, bilgi veririz’ dediler.
Biz gece saat 23.00’e kadar muhalefetten gelecek yanıtı bekledik.
Ertesi
sabah için yeniden randevulaştık. Ertesi sabah da çok daha anlayışlı ve olumlu
bir şekilde değerlendirdiklerini gördük. Olay böyle gelişti.
Dediğiniz de doğrudur; 12 Mart döneminden çıkış sürecinde ben bir başka
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın adını gündeme getirmiştim.
Öteden beri siyasette uzlaşıya çok büyük özen gösteririm. Son yıllarda
bu konuda Türkiye bir hayli olumlu adım
attı, bu da beni çok sevindiriyor.” Bu konuyla
bağlantılı olarak diğer bir soruysa Cumhurbaşkanı isminin meclis içinden
olmayıp da dışından olmasına yönelikti.
Başbakan bu soruya karşılık olarak da, “Bu süreç başlarken daha Meclis’te temsil
edilen bütün partiler şu görüşü açıkça belirttiler; öncelik Meclis içinden bir
aday bulunması olmalıdır, bunun için bütün olanaklar denenmelidir, ancak bir
sonuç alınamayacağı veya sonuç ararken büyük zorluklarla karşılaşılacağı
görülürse, o zaman Anayasanın sağladığı bir başka olanak da değerlendirilebilir
ve dışarıdan bir milletvekili adayı bulunabilir, bunu yadırgamamak gerekir.
Dediğim gibi önce uzunca bir süre Meclis içinden bir aday üzerinde araştırmalar
yapıldı.
Çok değerli insanlar var Meclis’te, devlet kuruluşlarını, Anayasayı,
Cumhurbaşkanlığı’nı çok iyi değerlendirebilecek yetişmiş milletvekilleri var,
fakat bunlar partilerde üye oldukları için partiler arasındaki çekişmelerden,
yarışmalardan, engellemelerden, partilerin kendi içindeki zorluklardan etkilenebiliyorlar.
O yüzden engellerle
karşılaşabiliyorlar. Bunlar bütün demokratik ülkelerin siyasal yaşamlarında
karşılaşabilecek olaylar, hatta biliyorsunuz bazı demokratik batı ülkelerinde
böyle zorluklarla karşılaşıldığı vakit yüksek mahkemelerin başkanlarından bir
Devlet Başkanı, bir Cumhurbaşkanı çıkarıldığı çok görülmüştür, bunu
yadırgamamak gerekir.” demektedir.
CUMHURBAŞKANI
ADAYLARI KİMLER
Cumhurbaşkanı adaylığı için başvuru süresi
25 Nisan Salı gecesi saat 24.00’te doldu.
Cumhurbaşkanlığı seçimi için 13 kişi aday
oldu. Ancak, Vecdi Gönül, Turhan İmamoğlu ve Gönül Saray Alphan adaylıktan çekildiler.
Böylece, ilk tur oylamaya 10 aday
katılmıştı. Adaylar: Mehmet Mail Büyükerman (Bağımsız Eskişehir Milletvekili),
Agah Oktay Güner (ANAP Balıkesir Milletvekili), Oğuz Aygün (DSP Ankara
Milletvekili), Nevzat Yalçıntaş (FP İstanbul Milletvekili), Doğan Güreş (DYP
Kilis Milletvekili), Yıldırım Akbulut (ANAP Ankara Milletvekili - TBMM
Başkanı), Ahmet Necdet Sezer (Anayasa Mahkemesi Başkanı), Rasim Zaimoğlu (DYP
Giresun Milletvekili), Ahmet İyimaya (DYP Amasya Milletvekili), Sadi Somuncuoğlu
(MHP Aksaray Milletvekili - Devlet Bakanı) Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet
Necdet Sezer, 131 milletvekilinin imzasıyla aday gösterildi.
MHP Aksaray Milletvekili, Devlet Bakanı Sadi
Somuncuoğlu’nun adaylık başvurusu, bir grup MHP’li milletvekilince engellenmek
istendi.
Somuncuoğlu, saat 23:10’da, adaylık
başvurusunu yapmak üzere makam otomobiliyle TBMM’ye geldi.
Genel Evrak ve Arşiv Müdürlüğü önünde bekleyen
bazı milletvekilleri Somuncuoğlu’nun gelmesi üzerine otomobilin etrafında
toplandılar.
MHP’li Şevkat Çetin ile Orhan Bıçakçıoğlu,
Somuncuoğlu’nun otomobiline binerek, bir süre kendisiyle konuştular.
Bu sırada, MHP’li bazı milletvekilleri de Somuncuoğlu’na
tepki gösterdiler.
Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt’un, “Al arabanı git, partiden istifa et,
adaylığını öyle açıkla” diye bağırdığı görüldü.
Bakanın koruma polislerinin kendisine müdahale
etmeye kalkışması üzerine, Enginyurt, polislere tokat attı.
Çıkan kargaşa sırasında bazı basın
mensuplarının da fotoğraf makineleri ve kameraları hasar gördü.
Somuncuoğlu, bir süre sonra makam
otomobilinden indi ve başvuru dilekçesini vermek istedi.
Otomobilin etrafını saran MHP’li milletvekilleri
Somuncuoğlu’na tepki gösterdiler. Sadi Somuncuoğlu, tepkilere rağmen başvurusunu
yaptı.
FP’li 5 milletvekili tarafından 25 Nisan’
da aday gösterilen FP Kocaeli Milletvekili ve TBMM Başkan Vekili Vecdi Gönül,
26 Nisan’da TBMM Başkanlığına başvurarak, adaylıktan çekildi.
DSP Kocaeli Milletvekili Muhammet Turhan İmamoğlu
başvurusundan bir gün sonra 26 Nisan’da adaylıktan çekildi. l6 Nisan’da aday
olan DSP Eskişehir Milletvekili Mail Büyükerman, 26 Nisan’da partisinden istifa
etti.
25 Nisan’da başvuran DSP Amasya
Milletvekili Gönül Saray Alphan, 27 Nisan’da ilk tur oylama öncesi adaylıktan çekildi.
Bu durum sonucunda oylama sonuçları;
Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanını seçmek üzere TBMM’de yapılan ilk 2.
tur oylamada (27.4.2000 – 1.5.2000) hiçbir aday Anayasanın öngördüğü 367
rakamına ulaşamadı.
3. tur oylama 5 Mayıs Cuma günü
gerçekleştirilecek. Bu oylamada salt çoğunluk (267) aranacak. 1. Tur oylamaya
530 milletvekili katıldı. Oylardan 8’i geçersiz sayıldı. 2 oy boş çıktı. 2. tur
oylamaya 532 milletvekili katıldı. Oylardan
2’si
geçersiz sayıldı. 3 oy boş çıktı.
1 Mayıs Pazartesi günü yapılan 2. tur
oylama öncesi DSP Ankara Milletvekili Oğuz Aygün, ANAP Balıkesir Milletvekili
Agah Oktay Güner ve DYP AmasyaMilletvekili Ahmet İyimaya adaylıktan çekildiler.
Koalisyon hükümetinde MHP kanadından
Devlet Bakanlığı görevini yürüten Sadi Somuncuoğlu, parti kararına karşın
cumhurbaşkanı adayı olması nedeniyle bakanlıktan azledildi.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda
partisiyle ters düşen, bu nedenle MHP’li bazı milletvekillerinin saldırısına da
uğrayan Devlet Bakanı Somuncuoğlu, partisinden gelen ısrarlara rağmen MHP’den
ve hükümetten istifa etmemekte direndi.
Bunun üzerine MHP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Devlet Bahçeli, Başbakan Ecevit’ten Somuncuoğlu’nun azledilmesini istedi.
Ecevit de Bahçelinin istemini kabul ederek
Somuncuoğlu’nun azline ilişkin kararnameyi 8 Mayıs Pazartesi günü
Cumhurbaşkanı’nın onayına sundu.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, aynı gün
kararnameyi imzaladı.
Kararnamede, “Devlet Bakanı Aksaray Milletvekili Sadi Somuncuoğlu’nun Başbakan’ın
önerisi üzerine bakanlık görevinden alınması, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın
109. Maddesi gereğince uygun görülmüştür” denildi.
Bunlara karşılık olarak da, Devlet
Bakanlığı görevinden azledilen Sadi Somuncuoğlu, azil kararını “ellerinde yetki olduğu için böyle bir
işlemi yapabilirler ama asla haklı olamazlar. Haklı olan benim” şeklinde
değerlendirdi.
Somuncuoğlu,
“Çünkü demokratik, hukuki ve ahlaki değerleri
kararlılıkla savundum.” dedi.
TBMM’de 5 Mayıs Cuma günü yapılan 3. tur
oylamada, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, 330 oy alarak
Cumhurbaşkanı seçildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 10.Cumhurbaşkanı
olan Ahmet Necdet Sezer, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
görev
süresinin dolacağı 16 Mayıs 2000 tarihinde resmi olarak göreve başladı.
SONUÇ
Yukarıda takip ettiğimiz gibi ülkemizde
Cumhurbaşkanı seçimleri gerçekten ilginç siyasal olayların gerçekleşmesine
neden olurken, seçilen Cumhurbaşkanlarımızı ülkemizin bölgemizdeki oluşan siyasi ve stratejik
özellikleri belirleyin kimliklerden oluştuğunu görmekteyiz.
Bunların içinde yakın tarihimiz olarak bir
çoğumuzunda şahitlik ettiği 12 Eylül
darbesinde yazılan ve çizilenlerin oldukça çok olmasına karşın asıl
gerçeklerden uzak olduğu ya da bu gerçeklerin Türk halkından gizlemeye
çalışıldığını izlemekte mümkün.
Örnek mi? 12 Eylül darbesinin
yapılmasında acaba “Rusya’nın Fatsa üzerinden ülkemizi işgal etmek gibi bir
niyetinin olup olmadığı” bu güne kadar hiç tartışıldı mı? Evet. 12 Eylül
darbesi ve içeriği hakkında kalemi satılmış, boynunda altıntasmalarıyla
ortalıkta dolaşan bir gafil söz de aydın, güruh neden bunların yazmaktan, Yüce
Türk Milletini bilgilendirmekten kaçıyorlar.
11. Cumhurbaşkanı seçiminde de görüldüğü
gibi değişik senaryoları halkın önüne atarak gerçekten seçilmesi beklene
Cumhurbaşkanını gündeme getirmiyorlar.
Son olarak bu makam yüce Türk milletine, Ulu
Önder Atatürk’ümüzün bir emaneti olarak önümüzde durmaktadır. Vicdan sahibi ve
yüreğinde vatan aşkı olan siyasilerimiz ve yüce Türk ulusu bu makamı sımsıkı
korumalı ve kollamalıdır.
EKLER
EK-1
TEŞKİLAT-I
ESASİYE KANUNU
1921-3.
Tertip Düstur, Cilt: 1, s. 196 Ceridei Resmiye, 1-7 Şubat 1337 Kanun No:85
Madde
1- Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını
bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde
2- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan
Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde
3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti
“Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır.
Madde
4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir.
Madde
5- Büyük Millet Meclisinin intihabı iki senede bir kere icra olunur. İntihap
olunan azanın azalık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap
olunmak caizdir. Sabık Heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder.
Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir
sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi azasının herbiri kendini intihap
eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir.
Madde
6- Büyük Millet Meclisinin heyeti umumiyesi teşrinisani iptidasında davetsiz
içtima eder.
Madde
7- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili,feshi ve muahede ve
sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine
aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelatı nasa erfak ve ihtiyacatı zamana
evfak ahkamı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat esas ittihaz kılınır.
Heyeti Vekilinin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tayin edilir.
Madde
8- Büyük Millet Meclisi, hükûmetinin inkısam eylediği devairi kanunu mahsus
mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icrai
hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler.
Madde
9- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir
intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis
namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreatını
tasdika salahiyettardır. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine
reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi vekiller heyetinin de
reisi tabiisidir.
İdare
Madde
10- Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından
vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp
eder.
Vilâyat
Madde
11- Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve
dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve
hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii
birden
ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz
edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat,
Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının
salâhiyeti dahilindedir.
Madde
12- Vilâyet Şûraları vilâyetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Vilâyet
Şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.
Madde
13- Vilâyet Şûrası, azası meyanında icra amiri olacak bir reis ile muhtelif
şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihab
eder, İcra salahiyeti daimi olan bu heyete aittir.
Madde
14- Vilâyette Büyük Milet Meclisinin vekili ve mümessili olmak üzere vali
bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi hükûmeti tarafından tayin olunup vazifesi
devletin umumi ve müşterek vazaifini rüyet etmektir. Vali yalnız devletin umumi
vazaifile mahalli vazaif arasında tearuz vukuunda müdahale eder.
Kaza
Madde
15- Kaza yalnız idari ve inzibati cüzü olup manevi şahsiyeti haiz değildir.
İdaresi Büyük Millet Meclisi hûkümeti tarafından mansup ve valinin emri altında
bir kaymakama mevdudur.
Nahiye
Madde
16- Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir.
Madde
17- Nahiyenin bir şûrası, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır.
Madde
18- Nahiye şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap azadan terekküp
eder.
Madde
19- İdare heyeti ve nahiye müdürü, nahiye şûrası tarafından intihap olunur.
Madde
20- Nahiye şûrası ve idare heyeti kazai, iktisadi ve mali salahiyeti haiz olup
bunların derecatı kavanini mahsusa ile tayin olunur.
Madde
21- Nahiye bir veya birkaç köyden mürekkep olduğu gibi bir kasaba da bir
nahiyedir.
Umumi
Müfettişlik
Madde
22- Vilâyetler iktisadi ve içtimaî münasebetleri itibariyle birleştirilerek
umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir.
Madde
23- Umumi müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum
devair muamelatının teftişi, umumi müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin
müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi Umumi müfettişlere mevdudur. Umumi
müfettişler Devletin umumi vazaifile mahalli idarelere ait vazaif ve
mukarreratı daimi surette murakebe ederler.
Maddei
Münferide
İşbu
kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit Büyük Millet
Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun birinci maddesinde
gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar müstemirren müçtemi bulunacağı
cihetle işbu Teşkilatı Esasiye Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler
gayenin husulüne elyevm mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyetle karar verildiği takdirde ancak
yeni intihabdan itibaren meriyül icra olacaktır.
EK-2
TEŞKİLÂT-I
ESÂSİYYE KANÛNU’NUN CUMHURBAŞKANLARINA İLİŞKİN MADDELERİ TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE
KANÛNU
Kabul
Tarihi: 20
Nisan 1340 (1924) Kanun No: 491 Resmî Gazete, 24.04.1924
Düstur
No: Tertip
3, Cilt 5, s.576 Üçüncü Fasıl
VAZİFE-İ
İCRÂİYYE
MADDE
31.- Türkiye
Reiscumhûru Büyük Millet Meclisi Hey’et-i Umûmîyesi tarafından ve kendi âzâsı
meyanından bir intihap devresi için intihap olunur. Vazifei Riyâset yeni Reisicumhûrun
intihabına kadar devâm eder. Tekrar intihap olunmak câizdir.
MADDE
32.- Reisicumhûr
Devletin Reisidir. Bu sıfatla merâsim-i mahsûsada Meclise ve lüzûm gördükçe
İcrâ Vekilleri Hey’etine riyâset eder. Reisicumhûr, Riyâseticumhûr makamında
bulundukça
Meclis
münâkaşât ve müzâkerâtına iştirâk edemez ve rey veremez.
MADDE
33.- Reisicumhûr
hastalık ve memleket haricinde seyahat gibi bir sebeple vezâifini ifâ edemezse
veya vefât, istifâ vesair sebep dolayısiyle Cumhûriyet Riyâseti inhilâl ederse
Büyük Millet Meclisi Reisi Vekaleten Reisicumhûr vazifesini ifâ eder.
MADDE
34.- Cumhûr
Riyâsetinin inhilâlinde Meclis müçtemî ise yeni Reisicumhûru derhâl intihap
eder. Meclis müçtemî değilse Reis tarafından hemen içtimâa dâvet edilerek Reisicumhûr
intihap edilir. Meclisin intihap devresi hitâm bulmuş veya intihâbâtın
tecdidine karar verilmiş olursa Reisicumhûru
gelecek Meclis intihap eder.
MADDE
35.- Reisicumhûr
Meclis tarafından kabûl olunan kanûnları on gün zarfında ilân eder.
Teşkîlât-ı
Esâsiye Kanûnu ile bütçe kanûnları müstesnâ olmak üzere ilânını muvâfık
görmediği kanûnları bir daha müzâkere edilmek üzere esbâb-ı mûcîbesiyle
birlikte kezâ on gün zarfında Meclise iade eder.Meclis mezkûr kanûnu bu defa da
kabûl ederse, onun ilânı Reisicumhûr için mecbûrîdir.
MADDE
36.- Reisicumhûr,
her sene Teşrîn-i-sânîde Hükumetin geçen seneki faaliyetine ve o sene ittihaz
edilmesi münasip görülen tedbirlere dair bir nutuk iradeder veyahut Başvekile
kıraat ettirir.
MADDE
37.- Reisicumhûr
ecnebî devletlerin nezdinde Türk Cumhûriyetinin siyâsî mümessillerini tâyin ve
ecnebî devletlerin siyâsî mümessillerini kabûl eder.
MADDE
38.- Reisicumhûr
intihabı akabinde ve Meclis huzurunda şu sûretle yemin eder: (Reisicumhûr
sıfatiyle Cumhûriyet’in kanûnlarına ve hâkimiyet-i millîyye esâslarına riâyet ve
bunların müdâfaa, Türk milletinin saâdetine sâdıkâne ve bütün kuvvetimle sarf-ı
mesâû, Türk Devleti’ne teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle men, Türkiye’nin
şân ve şerefini vikâye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazîfenin icâbâtına hasr-ı
nefs etmekten ayrılmayacağıma “Vallahi”) 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı
Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
MADDE
38.- Reisicumhûr,
intihabı akabinde ve Meclis huzûrunda şu sûretle yemin eder: “Reisicumhûr
sıfatiyle Cumhûriyet’in kanûnlarına ve hâkimiyet- i millîyye esâslarına riâyet
ve bunların müdâfaa, Türk milletinin saâdetine sâdıkâne ve bütün kuvvetimle
sarf-ı mesâû, Türk
Devleti’ne
teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle men, Türkiye’nin şân ve şerefini
vikâye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazîfenin icâbâtına hasr-ı nefs etmekten
ayrılmayacağıma nâmûsum üzerine söz veririm.”
MADDE
39.- Reisicumhûrun
isdâr edeceği bilcümle mukarrerat Başvekil ile Vekil-i aidi tarafından imzâ
olunur.
MADDE
40.- Başkumandanlık
Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsîyet-i manevîyesinde mündemiç olup
Reisicumhûr tarafından temsil olunur. Kuvâ-yi Harbiyenin emir ve kumandası
hâzârda kanûnu mahsûsuna tevfikan Erkan-ı Harbiye-i Umûmîye Riyâsetine ve
seferde İcrâ Vekilleri Hey’etinin inhası üzerine Reisicumhûr tarafından
nasbedilecek zâta tevdî olunur.
MADDE
41.- Reisicumhûr,
hıyâneti vataniye hâlinde Büyük Millet Meclisine karşı mes’ûldür. Reisicumhûrun
isdâr edeceği bilcümle mukarrerattan mütevellid mes’ûliyet otuz dokuzuncu madde
mûcibince mezkûr mukarreratı imzâ eden Başvekil ile Vekili aidine râcîdir.
Reisicumhûrun hususat-ı şahsîyesinden dolayı mes’ûliyeti lâzım geldikte işbu
Teşkilat-ı Esasiyye Kanûnunun masuniyet-i teşrîiyeye taalluk eden on yedinci
maddesi mûcibince hareket edilir.
MADDE
42.- Reisicumhûr,
Hükumetin inhası üzerine dâimî malûliyet veya şeyhûhet gibi şahsî sebeplerden
dolayı muayyen efradın cezalarını iskât veya tahfif edebilir. Reisicumhûr,
Büyük Millet
Meclisi
tarafından itham edilerek mahkum olan Vekiller hakkında bu salâhiyeti istimal
edemez.
MADDE
43.- Reisicumhûrun
tahsisatı kanûnu mahsûs ile tâyin olunur.
MADDE
44.- Başvekil,
Reisicumhûr canibinden ve Meclis âzâsı meyanından tâyin olunur. Sair Vekiller
Başvekil tarafından, Meclis âzâsı arasından intihap olunarak Hey’et-i umûmîyesi
Reisicumhûrun tasdikile Meclise arzolunur. Meclis müçtemî değilse arz keyfiyeti
Meclisin içtimâına tâlik olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i
nâzârını âzâmi bir hafta zarfında Meclise bildirir ve itimâd talep eder. 10
Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
MADDE
44.- Başvekil,
Reisicumhûr cânibinden ve Meclis âzâzı meyânından tâyin olunur.
Sâir
vekiller Başvekil tarafından Meclis âzâsı arasından intihab olunarak Hey’et-i
umûmîyesi Reisicumhûr’un tasdîkile Meslis’e arz olunur. Meclis, müçtemi değilse
arz keyfiyeti Meclis’in içtimâına tâlûk olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve
siyâsî nokta-i nâzârını âzâmî bir hafta zarfında Meclis’e bildirir ve itimât
talep eder. Siyâsî Müsteşarları, Başvekil, Meclis âzâsı arasından seçerek Reisicumhûr’un
tasdîkine arzeder 29 Teşrîn-i Sânî 1937 tarih ve 3272 sayılı Kanunla aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir:
MADDE
44.- Başvekil,
Reisicumhûr cânibinden ve Meclis âzâsı meyânından tâyî olunur.
Sâir
vekiller Başvekil tarafından Meclis âzâsı arasından intihâb olunarak Hey’et-i
umûmîyesi Reisicumhûr’un tasdîkile Meclise arzolunur. Meclis müçtemi değilse
arz keyfiyeti Meclis’in içtimâına tâlîk olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve
siyâsî nokta-i nâzârını âzâmî bir hafta zarfında Meclis’e bildirir ve itimât
talep eder. 29 Teşrîn-i Sânî 1937 tarih ve 3272 sayılı Kanunla aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir:
MADDE
49.- Mezûn
ve herhangi bir sebeble mâzûr olan bir vekile İcrâ Vekilleri Hey’eti âzâsından
bir diğeri muvakketen niyâbet eder. Ancak bir vekil, bir vekâletten fazlasına
niyâbet edemez.
MADDE
52.- İcrâ
Vekilleri Hey’eti, kanûnların sûver-i tatbikiyesini irâe veyahut kanûnun
emrettiği hususatı tesbit için ahkâm-ı cedideyi muhtevî olmamak ve Şura-yı
Devletin nâzârı tetkikinden geçirilmek şartiyle nizamnameler tedvin eder.
Nizamnameler Reisicumhûrun imzâ ve ilâniyle mâmûlünbih olur. Nizamnamelerin
kavânine mugâyereti iddia olundukta bunun mercii hâlli Türkiye Büyük Millet
Meclisidir.
EK-3
3.
ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE / ANKARA
Esas
No: 2003/00436
Mahkemenizce görülen 2003/00436 esas no’lu
dava ile ilgili ifadem aşağıdaki gibidir.
57. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde
Devlet Bakanı idim. 2000 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi
yapılacaktı.
Seçime 1.5-2 ay varken bu konuda çeşitli
temaslar ve görüş alışverişi başlamıştı. Dönemin Başbakanı Sayın Bülent
Ecevit’in teklifi ile koalisyon hükümetinin ortakları DSP, MHP ve ANAP, dönemin
Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması için Anayasa
değişikliği kararı almışlar ve kamuoyunda 5+5 olarak adlandırılan girişimi
başlatmışlardı.
Bu girişime, “kişi için Anayasa
değişikliği ve Başbakanın Cumhurbaşkanı ataması” anlamına geleceğinden ilk
andan itibaren karşı çıkmıştım.
Koalisyon
partileri genel başkanlarının hazırladığı ve bu partilere mensup
milletvekillerinin tamamınca imzalanması istenen teklife bakan olarak imza
koymayarak, tavrımı belli etmiştim.
Bu olay parti yöneticilerinin şahsıma
yönelik husümetini daha da arttırmış, bugün sanık sıfatında olan
milletvekilleri o zaman da, “Genel Başkan’ın talimatını dinlemeyerek, törelere
aykırı davrandığımı” iddia etmişler, Anayasa değişikliği oylamasında MHP’nin
verdiği firelerden şahsımı sorumlu tutmuşlardı.
Oysa bütün partilerde bu değişikliğe
karşı bir tavır sergilenmiş ve sonuçta da Anayasa değişikliği teklifi kabul edilmemiş,
Sayın Demirel’in görev süresi uzatılamamıştı. Bu süreçte TBMM’deki partilerin
mutabakat sağlanabilecek isim olarak gündeme getirdiği isimlerden birisi
olmuştum.
Söz konusu teveccuh tarafıma da iletilmiş
ancak ben bunları konuşmak ve değerlendirmek için henüz erken olduğunu
söylemiştim.
Buna rağmen kendi aralarında mutabakat
sağlayan milletvekilleri gruplar halinde MHP ile temasa geçmiş ve aday gösterilmem
halinde desteğe hazır olduklarını partiye de bildirmişlerdi.
İşte ne olduysa bundan sonra olmuş, adeta
en büyük muhalefet kendi partimden gelmiş ve bu girişimler kaba bir biçimde
geri çevrilmişti.
MHP, şahsıma yönelik bu olumlu havayı
dağıtmak için adeta büyük bir mücadeleye girişirken, şahsımla ilgili bu gelişmeler
partim kadar DSP Genel Başkanı Sayın Ecevit’i de oldukça rahatsız etmişti.
Bütün bunlardan sonra Başbakan ve DSP
Genel Başkanı Sayın Ecevit, yeni bir strateji geliştirmişti. Çünkü o günkü
tabloda TBMM’de 4 sağ, bir de sol parti vardı.
Bu tablo içerisinde DSP’den bir kişinin
seçilemeyeceği kesin gibiydi. Sayın Ecevit’in, kendi görüşüne yakın bir ismin
Cumhurbaşkanı olabilmesi için siyasi tecrübesine de dayanarak geliştirdiği bu
stratejinin birinci safhası, koalisyon
partilerinin
liderlerinin bir araya gelip, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda birlikte
hareket edilmesini sağlamaktı.
Bunun için yapılan toplantıda Sayın Ecevit,
ortaklarını ikna etmede zorluk çekmedi. ANAP Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz,
bu teklife olumlu yaklaşırken, DSP’nin göstereceği sol eğilimli bir adaya
TBMM’deki 4 sağ partinin ılımlı bakmayacağı bunun da kendi adaylığı için uygun
bir ortam yaratacağı hesabıyla Sayın Ecevit’i destekledi.
MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli ise, bu
iki liderin işbirliği karşısında her zaman olduğu gibi “Dur bakalım ne olacak?...”
anlayışı ile uyumlu hareket etti. Stratejinin ikinci safhasında isim tespiti
vardı. Sayın Ecevit, bu konuyu ustalıkla zamana yayarak, müracaatların son
gününden bir gün öncesi akşama kadar ortaklarının bekletmeyi başardı. 24 Nisan
2000 akşamı bile hâlâ ortaya mutabık kalınacak bir isim konamamıştı.
Sayın Ecevit, birden bire, “Aklıma bir
isim geldi. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer için ne dersiniz?”
diye sordu.
Sayın Mesut Yılmaz’ın “uygun” görüşünü, Sayın
Bahçeli de destekledi ve bu safha da böylece kolaylıkla geçilmiş oldu. Son
safhada ise muhalefetin de teklife katılması gerekiyordu. Bu konuda da 24 saat
süren temasların ardından neticeye
ulaşıldı.
Kısaca strateji başarıya ulaşmış ve Sayın
Demirel’i ikinci kez seçtirmeyen Sayın Ecevit, kendi görüşüne yakın bir ismi
bütün partilerin adayı haline getirmeyi başarmıştı.
Ben bu stratejiye göre yapılan
çalışmaları, milletvekillerinin iradesi üzerine bir ipotek koyma olarak
gördüğüm için yanlış buluyordum, pek çok milletvekili de bu eğilimdeydi.
Bu hatırlatmaları yapmamın sebebi; bugün
dava konusu olan olayların gelişimine işaret etmek suretiyle saldırıya maruz
kalmama yol açan Cumhurbaşkanlığına adaylığımın şahsi bir beklentinin sonucu
değil tamamen milletime karşı sorumluluğumun gereği olarak demokratik sürecin
ülke yararı için sağlıklı işlemesine katkıda bulunmak, partimin hak ve itibarını
korumak amacına yönelik olduğuna dikkat çekmek içindir.
Bilindiği
gibi, Cumhurbaşkanlığı adaylığı için 40 yaşını aşmış ve üniversite mezunu her
milletvekilinin başvuruda bulunabilmesi
anayasal bir haktır.
TBMM’de temsil edilen siyasi partilerin
herhangi bir adayın lehinde veya aleyhinde görüşme açması ve karar alması
mümkün değildir.
Bunun için de Anayasa, milletvekillerinin
iradesinin tam anlamıyla yansıyabilmesi amacıyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
gizli oyla yapılmasını öngörmüştür.
25 Nisan 2000 tarihi adaylık için son
başvuru günüydü. O gün öğleden önce toplanan partimizin grubunda da Cumhurbaşkanlığı
seçimi ile ilgili herhangi bir görüşme açılmamıştı.
Grupta sadece Genel Başkan kısa bir
konuşma yaparak, 24 Nisan gecesi koalisyonu oluşturan 3 partinin genel
başkanının Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in aday
gösterilmesinde mutabık kaldıklarının, ancak TBMM’de bulunan iki muhalefet
partisi genel başkanının da bu teklife katılması halinde Sayın Sezer’in
adaygösterilebileceğini anlattı.
Grup toplantısında bu konuda müzakere
açılmayacağı, görüş beyan etmek isteyen milletvekili arkadaşınız varsa bunların,
öğleden sonra Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli ile şahsen görüşebilecekleri,
toplantıyı idare eden Grup Başkan Vekili Sayın İsmail Köse tarafından duyuruldu
ve grup toplantısı sona erdirildi.
Bunun üzerine milletvekilleri Sayın
Sezer’in ortak aday gösterilip gösterilmeyeceğini merakla beklemeye başladı.
Nihayet saat 17.00’de TBMM’de temsil
edilen 5 siyasi partinin genel başkanınca düzenlenen basın toplantısında
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in ortak aday gösterildiği
açıklandı.
Gerek bu durum, gerekse de Meclis’teki
partilerin hepsinden Cumhurbaşkanlığı adaylığı için birden fazla müracaat olmasına
rağmen, sadece TBMM’nin ikinci büyük partisi MHP’den hiçbir adayın çıkmamış
olması, çok dikkat çektiği gibi, MHP’li milletvekillerinde ciddi bir
rahatsızlık meydana getirdi.
Nitekim Meclis kulisinde oturduğum sırada,
etrafımda büyük bölümü MHP’den olmak üzere toplanan çok sayıdaki milletvekili,
“Aday olmamın bir mecburiyet ve tarihi görev olduğunu” telkin etmeye
çalıştılar.
Durumdan rahatsız olanlardan biri de bugün
sanık konumunda bulunan Ordu Milletvekili Sayın Cemal Enginyurt’tur.
Milletvekilleriyle görüştüğüm sırada
yanıma gelerek, kendi üslubuna uygun şekilde ve bütün kulis salonunda duyulacak
bir ses tonuyla, “Şimdi Genel
Başkanla görüşmeden geliyorum. Her partidenaday olacakmış ama MHP’den
olmayacakmış. Kafam bozuldu. Aday ol ağabey desteklemezsem şerefsizim.” dedi
ve oradan ayrıldı.
Ben milletvekilleriyle görüşmeye devam
ederken, bu defa yanıma İzmir Milletvekili Sayın Yusuf Kırk pınar hışımla
geldi..
Yüksek sesle; “Genel Başkanla görüştüm. Her parti istediği kadar aday çıkarabilir,
ama MHP’den hiçbir aday çıkmayacak dedi. Bu nasıl iş, kafam almadı. Aday ol
ağabey, oy vermezsem anam-avradım ölsün.” Sözleriyle tepkisini gösterdi.
Bütün arkadaşların görüşlerini dinledikten
sonra düşünmek ve bir karara varmak üzere izin alıp Meclisten ayrıldım.
Bakanlığa dönerek, çalışmalarımı sürdürdüm. Bu
arada aday olmaya karar vermiştim. Saat 20.00 dolaylarında o dönemde TBMM İdare
Amiri olan İstanbul Milletvekili Sayın Ahmet Çakar, yine İstanbul Milletvekili
ve Genel Başkan Yardımcısı Sayın Mustafa Verkaya ile Samsun Milletvekili Sayın
Ahmet Aydın birlikte gelerek, beni adaylıktan vazgeçirmeye çalıştılar.
Bir saatlik bu görüşmeden sonra Sayın
Çakar, “Biz sizi vazgeçirmek için iknaya
geldik, ama siz bizi ikna ettiniz” diyerek, milletvekili arkadaşlarla
birlikte ayrılırken, ben de kararımı Genel Başkana bildirmek üzere Parti Genel
Merkezine hareket ettim.
Genel Başkanla 1,5 saatlik görüşmede adaylık
gerekçelerimi izah ettim. Kendileri adaylığımda bir fayda olmadığını söyledi.
Ben de özetle, her partiden hem de birden
fazla aday çıktığını Sayın Sezer’in herhangi bir sebeple adaylıktan çekilmesi
halinde, 5.5 milyon insandan oy alan, TBMM’nin ikinci büyük partisinden aday
bulunmaması gibi tuhaf bir tablonun ortaya çıkacağını; seçilmekten önce,
partinin bu duruma düşürülmemesi gerektiğini, bunun için müracaatta
bulunacağımı anlattım.
Ayrıca
edinebildiğimiz bilgilere göre, Sayın Sezer’in devlet yönetimi ve siyaset hakkında
hiçbir bilgi ve birikiminin bulunmadığını, parti felsefesi açısından bakıldığında
da, bazı özellikleri dolayısıyla uygun görülemeyeceğini ayrıntılı bir şekilde
anlattım.
Sayın Bahçeli, görüşmenin bu bölümünde
adaylığıma karşı herhangi bir görüş beyan etmekten dikkatle kaçındı.
Görüşme sırasında Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin yanında, Türkiye’nin ve Partinin genel durumunu da ele aldık.
Ben, gidişin iyi olmadığını anlattım,
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bir araya gelip, bir gün ayırarak, ülke ve partinin
durumunu enine- boyuna, ciddi şekilde görüşmemizin şart olduğunu söyledim.
Görüşme bu çerçevede sona erdi. Daha sonra
Genel Merkez’den ayrılarak, dilekçeyi vermek üzere doğrudan TBMM’ye gittim.
Saat 23.15 civarıydı. TBMM Şeref Kapısının
önüne geldiğimizde bir anda makam aracım 10 civarında milletvekili tarafından
durduruldu.
Bu arada çok sayıda medya mensubu
kameraları ile bekliyordu. Makam aracı adeta kuşatılmıştı. Şaşırmıştım. Çünkü
ben ne olduğunu anlamak için arabadan dahi inemeden, Genel Başkan Yardımcıları
Şefkat Çetin ve Mustafa Verkaya ile TBMM
İdare Amiri Ahmet Çakar sırayla makam aracıma inip, biniyor; adaylıktan
vazgeçmemi istiyorlardı.
Ben vazgeçmeyeceğimi söyleyince de ancak
bakanlıktan ve MHP’den istifa ettiğim takdirde dilekçemi verebileceğimi öne
sürüyorlardı.
Özellikle de Sayın Çetin öfkeli bir şekilde
üzerimde baskı kurmaya çalışıyordu.
Hepsine de, demokratik bir hakkın
kullanılmasını engellemeye yetkilerinin bulunmadığını, adaylık konusunun şahsıma
ait bir husus, bakanlıktan veya partiden istifamın da aynı şekilde kişisel
tasarrufumda olduğunu, dolayısıyla görüş bildirmenin ötesine geçerek, tehdit ve
şiddet yoluna başvurmanın ciddi bir hata olduğunu anlattım.
Bu dönüşümlü iniş-binişler sırasında Sayın
Şefkat Çetin’in cep telefonuyla bir yerlerle görüşme yapıp, yeniden arabaya
gelmesi dikkatimi çekmişti.
Ben arabanın içerisinde bu arkadaşlarla
konuşurken, dışarıda ise Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt ve Yozgat Milletvekili
Ahmet Erol Ersoy başta olmak üzere bazı milletvekillerinin korumalarıma ve
danışmanlarıma fiziki engellemede bulunduğunu özellikle de Sayın Enginyurt’un
adeta naralar atarak, makam aracını yumrukladığını ve tekmelediğini gördüm.
İşin silah çekmek üzere ellerin bele atılmasına kadar vardığını ise milyonlarca
insan gibi ben de televizyonlardaki görüntülerden öğrendim.
Makam aracındaki tartışmalardan fırsat
bulunca arabadan inerek, dilekçemi vermek üzere binaya yöneldim, ancak milletvekillerince
önümde bir duvar örülmüştü.
Geçme imkanım olmadığı gibi, Sayın
Enginyurt ve nereden geldiğini anlayamadığım sesler şahsıma yönelik hakaretlerde
bulunuyorlardı.
Sayın Enginyurt’un, “İstifa et... hain...yoksa pişman olursun...buradan bizi çiğnemeden geçemezsin...vururum,
kimseyi geçirmem...” gibi sözleri tüm kayıtlara geçmiştir.
Bunun üzerine Enginyurt’a hitaben, “Gündüz Meclis kulisinde (Aday ol ağabey.
Oy vermezsem şerefsizim) diyen sen değil misin? Şimdi ne oldu?” sorusunu
yönelttim.
Sayın Enginyurt cevaben, “istifa et, öyle müracaat et” sözlerini
tekrarladı.
Kameraların önündeki bu görüntü ülkemiz
ve yılların partisi MHP için gerçekten utanç vericiydi.
Bunun üzerine ve milletvekillerinin barikatını
da aşamayacağımı görünce yeniden makam arabama dönerek, Meclis Dikmen
kapısından çıktım.
Atatürk Bulvar’ından dolaşarak, Güvenlik
Caddesi’ndeki arka kapısından TBMM’ye döndüm. Ancak adı geçen milletvekillerinin
Meclis içerisinde beklediği, oraya gitmemiz halinde olayların daha da büyüyeceği
haberi gelince, TBMM Genel Sekreteri ile bağlantı kurarak, dilekçemi bir
milletvekili arkadaşımla ona ulaştırdım ve Güvenlik kapısında beklemeye devam
ettim.
Bu arada olayların cereyan ettiği yerde
Sayın Şefkat Çetin’le birlikte olan Danışmanım Latif Cemal Can, cep telefonundan
beni arayarak, Sayın Çetin’in benimle görüşmek istediğini söyledi.
Olumlu cevap vermem üzerine telefonu alan
Sayın Çetin, bana hitaben, “Bakanlıktan
ve partiden istifa et. Ancak o zaman müracaat edebilirsin” sözlerini
tekrarladı.
Sayın Çetin’in, benimle görüşmeden önce
Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli ile bir telefon görüşmesi yaptığını daha
sonra Danışmanım Latif Cemal Can’dan öğrendim.
Daha sonra dilekçeyi götüren Milletvekili
arkadaşımın telefonla beni arayarak, dilekçenin teslim edildiğini, bir nüshasının
alındığını, benim eve dönmemi, kendisinin bu nüshayı getireceğini söylemesi
üzerine TBMM’den ayrılarak, evime döndüm.
Dilekçemin nüshasında tarih, alındığı saat
ve alan iki memurun imzası vardı.
Buna
göre dilekçe 25 Nisan 2000 tarihinde, saat 23.37 itibariyle TBMM’ye teslim
edilmişti.
Olaya ilişkin gelişmelerin tümüne ancak
eve döndükten sonra TV yayınlarından vakıf oldum.
Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin’in,
Meclis Şeref kapısı önünde meydana gelen saldırı olayından sonra basın mensuplarına,
“Somuncuoğlu Bakanlıktan ve MHP’den
istifa etsin. Ancak o zaman başvuruda bulunabilir. 35 yıllık davayı kimsenin
keyfine bırakmayız. Başkanlık Divanı kararımız var. Başvuruda bulunacak olan
istifa edecek. İstifa etmezse törelerimiz çalışır.” dediğini de TV
yayınlarından izledim.
Cumhurbaşkanlığı adaylığı müracaatı süresi
bittiğinden ertesi gün TBMM Başkanlık Divanı, dilekçelerin geçerli olup
olmadığını karara bağlamak için toplandı.
MHP’li üyelerin, “Sadi Somuncuoğlu’nun
dilekçesini görmek istiyoruz” demeleri üzerine, dilekçenin yırtıldığı, buna
ilişkin tutanak tanzim edildiği anlatılmasına rağmen, MHP’li üyelerin bu
müracaatın geçersiz olduğunu iddia etmeleri karşısında TBMM Genel Sekreteri
Sayın Vahit Erdem, beni telefonla arayarak, elimdeki nüshayı faksla göndermemi
istedi.
Ben de evden faks çektim. Ancak bundan
sonra Başkanlık Divanı, adaylığımın geçerli olduğuna karar vermiştir.
Gerek olayları takip eden bürokratların
anlattıkları gerekse de ertesi gün gazetelerde yer alan haberlerle, MHP milletvekillerinin
hem evrak bürosunu, hem de TBMM Başkanın makam odasını bastığı, resmi evrak
niteliği kazanan dilekçemi yırttığı, buna engel olmak isteyen bürokratları
tartakladığı, bunun üzerine Meclis bürokratlarının milletvekilleri ayrıldıktan
sonra tutanak tanzim edebildikleri ve Meclis içerisinde yaşananları kayda
geçirebildiği ortaya çıktı.
Anayasa’ya, TBMM İç Tüzüğü’ne, MHP
Tüzüğü’ne, özetle ifade etmek gerekirse şahsımdan daha önemli ve öncelikli
demokratik rejime, şiddete dayalı bir saldırının yapıldığı açıktır.
Bu saldırı ile TBMM’nin görevini yapması
engellenmiş, siyasi tarihimizde bir benzeri daha görülmeyen bu dehşet tablosu
ile oy kullanacak milletvekillerinin iradesi üzerinde peşinen ciddi bir baskı
oluşturulmuştur.
Öte
yandan Meclis’in içinde ve dışında meydana gelen olaylarla ilgili tutanaklar,
yüzeysel düzenlenerek saldırı ve sindirmenin derecesi tam olarak
yansıtılamamıştır.
Bunun sebebini ise gerek olayların içinde yer
alan, gerekse de TBMM Başkanlık Divanı’nda görevli olan ve isimleri
tutanaklarda bulunan MHP temsilcilerinin tutumlarında aramak gerekmektedir.
Ağır bir mağduriyete uğramama rağmen olayla
ilgili herhangi bir açıklama ve değerlendirme yapmamaya özen gösterdim.
Çünkü ciddi bir müessese olan parti zan
altında ve zor durumda idi.
Olayın ertesi günü 26 Nisan sabahı Genel
Merkez’de Parti Başkanlık Divanı konuyu görüşmek üzere toplandı. MHP’yi,
TBMM’yi ve demokratik rejimimizi lekeleyen bu saldırıyı kınayan ve sorumluları
hakkında disiplin soruşturması açılacağını duyuran bir karar beklenirken, tam
tersi oldu.
Saldırı kınanmadığı gibi, saldırganlar
korundu ve devletin bir Bakanı olarak maruz kaldığım bu şiddet olayını sanki
ben düzenlemişim gibi ağır bir dille kınanıp, suçlandım.
Genel Başkan Yardımcılarının ortaklaşa
düzenlediği basın toplantısında, olay sırasında “Töre konuşur” açıklamasını yapan
Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin, benzer sözleri burada da tekrarlamış,
partiden ihraç edileceğimi açıklamıştır.
Bunun üzerine Bakanlık Basın Müşavirliğim
aracılığıyla yazılı bir açıklama yaparak, parti yönetimini sağduyulu davranmaya,
kamu vicdanı ve hukuk önünde partiyi zor duruma düşürebilecek beyanlardan
kaçınmaya davet edip, tansiyonu düşürmeye çalıştım.
Ancak parti yöneticileri günlerce
televizyon televizyon dolaşarak, milyonların gözleri önünde cereyan eden
hadiseyi asılsız iddia ve iftiralarla savunmaya devam ettiler.
Bunun üzerine bir açıklama daha yaparak,
sorumlular cezalandırılana kadar parti çalışmalarına katılmayacağımı beyan
ettim. Kamuoyu ve medyanın ısrarlı takipleri üzerine daha sonra bir basın
toplantısı düzenleyen Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli, olayla ilgili olarak
inceleme başlattığını, bunun sonucuna göre gerek saldırıyı düzenleyenlerin,
gerekse de mağdur olan tarafım hakkında disiplin işlemi yapılacağını açıkladı.
Ancak ne böyle bir inceleme, ne de
disiplin işlemi yapıldı. Aksine saldırıyı düzenleyenler her platformda adeta
partinin sözcülüğüne terfi ettirilerek, ödüllendirildiler. Ben ise olaydan kısa
bir süre sonra 8 Mayıs 2000 tarihinde Cumhuriyet tarihinde eşi ender görülen
bir şekilde Genel Başkan Sayın Bahçelinin isteği üzerine Bakanlık görevimden
azledildim.
Oysa
olaydan sonra koruma polislerim Zeki Hıdır ve Ali Arslan tarafından açılan
davada, polisleri darp ettikleri sabit görülen sanıklar tazminata mahkum
edilmişlerdir.
Bütün bunlar da olayın ve sözlerin tesadüf,
bireysel, spontane değil, adeta organize olduğunu göstermektedir.
Nitekim 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan
milletvekili genel seçimleri öncesinde MHP’nin aday listesinde istediği sırada
yer alamayan sanıklar Sayın Cemal Enginyurt ve Sayın Ahmet Erol Ersoy’un,
basına yaptıkları açıklamalar delil niteliğindedir.
Bu açıklamalarında Sayın Ersoy, “Somuncuoğlu’nun önüne talimatla çıktık.
Zamanı gelince bunları konuşacağız.” derken, Sayın Enginyurt da, “Beni Somuncuoğlu’na silah çektirenler
harcadı.” itirafında bulunmuşlardır.
Bu itiraflara dair Hürriyet Gazetesi ile
Haber Türk ve Haber Vitrini Internet sitelerinde 14 Eylül 2002 tarihinde yer
alan haber metinleri ektedir.
Bütün bu sebeplerle, gerçeklerin ve gerçek
sorumluların ortaya çıkarılması için öncelikle sanık Sayın Şefkat Çetin’e; -
Meclis önündeki engellemeyi Genel Başkanın talimatıyla yapıp, yapmadığının, -
Makam aracımdaki konuşmaların arasında cep telefonu ile Genel Başkanla görüşüp,
talimat alıp almadığının, - Genel Başkanın, kendisine, “Önce istifasını alın,
sonra dilekçeyi verebilir.” Talimatını verip vermediğinin sorulmasını; aynı
soruların Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli’ye de yöneltilmesini arz ve talep
ederim.
Sadi
SOMUNCUOĞLU
Not: Dava
konusu olayla ilgili olarak yazılı ve görsel medyaya oldukça geniş ve ayrıntılı
haber ve görüntüler yer almış olup, bunlar dosyada mevcuttur. Ayrıca koruma
polislerimce açılan ve tazminat cezasına hükmedilerek, kesinleşen Ankara Asliye
30.Hukuk Hakimliği’ndeki 2000/303-2001/100 esas no’lu dosyada da olaya ilişkin
bilgi ve belgeler yer almaktadır.
[1] Birinci baskı 2007 tarihi
itibariyle.
[2] — Ord. Prof.
Dr. Recai Galip Okandan “Amme Hukukumuzun Anahatları”, İst.1957, sf.16
[3] — Prof. Dr. Orhan Melih
Kürkçüer, “Esas Teşkilat Hukuku”,Ank. İkt. Ve Tic. İlimler Akademisi
yayınları,5.basım,2.fasikül, (Anayasa), Ank. 1971, sf.178
[4] — Melih Kürkçüer, a.g.e.sf.178
[5] — Melih Kürkçüer, a.g.e. sf.179
[6] — Sened-i
İttifak’ın Metni, Tarihi Cevdet, c.9. sf.280-283’te olup, bilgi için bknz. Ord.
Prof. Dr. R.G. Okan’dan, a.g.e.sf.57, Ord. Prof.S. S.Onar, a.g.e. sf.140,
Prof.Dr. İlhan Arsel, Türk Anayasa
Hukukunun Umumi Esasları, Ank.1964. sf.16
[7] —EK:1- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
[8] —EK:2- TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KÂNUNU’NUN CUMHURBAŞKANLARINA
İLİŞKİN MADDELERİ TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KÂNUNU
[9] — Mehmet Akyol, Beni çok
ararsınız, Akçağ yay. 2.Baskı 2000,sf.162
[10] — Muhsin Batur-Anılar ve
Görüşler “Üç Dönemin Perde Arkası”, İst. 1985
[11] — Mustafa
Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, cilt,7, sf.237–261
[12] — Turgut Yılmaz Güven, Demirelli
Yıllar, Hamzaköyden Demokrasi Mahzenine 12 Eylül 1980–24 Eylül 1987 Ank. sf.2,
Başak Mat.
[13] — Turgut Yılmaz
Güven a.g.e.sf.7
[14] — T.Y.Güven, a.g.e. sf.30
[15] — T.Y.Güven. a.g.e.sf.8
[16] — T.Y.Güven, a.g.e. sf.19–20
[17] —3.Asliye Ceza Mahkemesi, Esas
no: 2003/00436
[18] —EK:3-Sadi Somuncuoğlunun
savunması
[19] — TRT Internet sitesi, 11.4.2000
[20] — ANAP Internet sitesi,
11.4.2000
[21] — ATV Ana Haber Bülteni,
25.04.2000
[22] -Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki, A.Necdet Sezer ismini ortaya atan
bu iki lider değildir. Öyleyse geriye sadece Başbakan Bülent Ecevit kalmıyor
mu? Başbakanımızın da bu ismi kendisinin söylediğini açıklaması neden güç olmakta ve saçma bir
cümleyle ‘unuttum’ diye bilmektedir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder