13 Şubat 2020 Perşembe

AGONİ/ ATATÜRKÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ

















              “AGONİ”
 ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE Kİ SIR PERDESİ,
                  YAZILAMAYAN TARİH
                OGÜN DELİ
                                       (ORPARS)
                      
                            
                          





















    AGONİ  Evlatlarım; Muhammed Çağrı Deli, Leyla Eminenur Deli, İsmini koyamadan vefat eden kızım ve yiğenlerim, Mehmet, Mert Deli, Veysel Baki ve Naz’a ve YÜCE TÜRK MİLLETİ’nin  EVLATLARINA  İthaf ediyorum.




















İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
Birinci Bölüm/Teşhis ve Tedavi
1.1-Atatürk’ün  Tedavisinde  Sorumlu Bulunan Doktorlar
1.1.a-Müdavi Doktorlar
1.1.b-Müşavir Doktorları
1.2-Atatürk’ün Hastalık Kronolojisi 
1.3-Son Dokuz Saat
1.4-Atatürk’ün Vefat Raporundaki  Çelişkiler
1.4.1-Atatürk’ün Vefat Raporu (Tam Metni)
1.4.2-Raporu Özetleyecek Olursak
1.5-Atatürk’ün Hastalığının Teşhisi
1.5.1-Teşhista Yaşananlar ve Doktorların  Çatışması
1.6-Atatürk’ün Tedavisinde Kullanılan İlaçlar
1.6.1-Son Nöbet Defteri
1.6.2-Dr. Akil Muhtar’ın Anıları ve Civalı Diüretikler
1.6.3- Özden’in Ders Kitabında  Tarihi  Belge
1.6.4-Civalı İlaçlar
1.6.5.1-Salyrgan (Civalı Diüretikler)
1.6.5.1.a-Civalı Diüretiklerin Toksik Tesirleri
1.6.5.1.b-Preparatları
1.6.5.1.c-Mersalylum
1.6.5.1.d-Verilme Yolları
1.6.5.1.e-Diüretiklerin klinikte Kullanılışı
1.6.5.1.f-Mercury ile ilgili Problemler
1.6.5.1.g-Mersalyl  Sodium
1.6.5.1.h- Salygran
1.6.5.1.h.a- Zehirlidir(!)
1.6.5.1.h.b- Kullanımı
1.6.5.1.h.c- Zehirlidir
1.6.5.1.h.c.1- Akut
1.6.5.1.h.c.2- Kronik
1.6.5.1.g- Mersalyl (Salygran)
1.6.5.1.g.a- Civa İle  Problemler
1.6.5.1.g.b- Hemoglobin
1.7-Mustafa Kamal Atatürk’e Otopsi  Yapılmamıştır
İkinci Bölüm / Atatürk Sirozdan mı  Sıtmadan mı öldü?
2.1-Atatürk’ün Ölüm Sebebi Siroz muydu?
2.2-Atatürk’ün Felç Olduğu İddiası ve Aldığı Alkolün Miktarı
2.3-Atatürk Alkolik Miydi?
2.4-Ponksiyon  (  Karından Su Alınması )
2.5-Atatürk Sıtma Hastası Mıydı?
2.6-3 Ağustos  Konsültasyon ve  Genel Özet
2.7- Tedavisinde Kullanılan İdrar Söktürücüler 
Üçüncü Bölüm/  Öldürülmesinde Mason Parmağı var mı?
3.1-Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi
3.2-Atatürk ve Mason Dernekleri
3.2.a-Atatürk Mason Derneklerini  Kapatmıştır
3.2.b-Yunan Basınında Atatürk’ün Ölümü
3.2.b.1-Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti / Laiki Foni Gazetesi
3.2.b.2- Halk Cephesi  /Laiko  Metopo  Gazetesi
Dördüncü Bölüm/  Ölümünden sonra konuşulan-Yazılanlar
4.1-Atatürk’ün Öldürülmüş Olduğu İddiaları  Üzerine  Yazılanlar
4.2-Metin Toker/ Tımarhanelik Tarih Yazılar
4.3-Şükrü Kaya ve  Cumhurbaşkanlık Arzusu
4.4- Yenişafak Gazetesi ve  Ortaya Koyduğu İddiası
4.4.1-İddia-1/ Atatürk’ün Öldürülmesini İsmet İnönü Planladı
4.4.1.a- İlk Belge/İsmet İnönü-Şükrü Kaya
4.4.1.b- İkinci Belge/ Kasım Gülek- Hıfzı Oğuz Bekata
4.4.1.c-Üçüncü belge/Dr. Lebit Yurdoğlu-Hıfzı Oğuz  Bekata
4.4.2-Tarihçiler yayınlanan Bu Bilgilere Ne  Dedi?
4.4.2.a-  Prof. Dr.İlber Ortaylı
4.4.2.b-Dr.Ali Güler 
4.4.3-Yenişafağın İddiaları Sahte  Düzmece Belge
4.4.4-Yenişafağın  Haberine Mahkeme Kararı
4.4.5-İddiaların Muhatabı Kasım Gülek ve  MAH’cı Kimdir?
4.4.5.1-Kasım Gülek Kimdir?
4.4.5.1.a- Kasım Gülek’in Kasasından Çıkan Hüseyin Rahmi Apak  (MAH-İstihbaratcının) Vasiyetnamesi
4.4.5.1.b-Kasım Gülek’in Gizli Kasasından Çıkanlar
4.5.5.1.c-Kasadan Çıkan Resimler
Sonuç
Ek Dosya : 1/ İstanbul Eczanesinden Alınan İlaçların Dökümleri
Ek Dosya:2/ Atatürk’ün Manevi Evladı  Abdurrahim Tuncak
Ek Dosya: 3/Celal Nuri (İleri)1327 Yılında Selanik’te Toplanmış İttihat ve Terakki Kongresine Sunulan Önerilerdir.(1327 Senesinde Selanik’te Münakıd-i İttihad ve Terakki Kongresine Takdim Olunan Muhtıradır
Ek Dosya:4/  2.Abdülhamit ve  İttihat Terakki
1-2. Abdülhamit Döneminde  öne çıkan unsurlara baktığımızda
1.1- Sıkı bir jurnalcilik ağı kurduğu
1.2-Memleketten Firar ve İltica edenler
3- Siyonistlere karşı verdiği mücadele
3.1-Abdülhamit zamanında elden çıkan yerler
4- İttihat ve Terakki ile arasında geçen siyasi olaylar
5- 2.Abdülhamit’in isim kayıt defterinde  jurnalcilerin isimleri
Ek Dosya:5/ Zübeyde Hanım’ın Vasiyeti
SON SÖZ
Kaynaklar














ÖNSÖZ
     Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının Türk milleti için kabulü çok zordur. Bugün dahi yapılan işlerin sonunda, cümlelere “Atatürk olsaydı…” diye başlayan insanlarımız bir çözüm arama yoluna gitmişlerdir. Bunun asıl sebebi ise Atatürk gibi; “siyasi irade, iktidar sahibi ve halkının gönlünde taht kurmuş” bir Devlet Adamı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına henüz gelmemiş olmasıdır.
    Bu derin boşluk henüz doldurulmamıştır.
   Atatürk’ün hayatına ilişkin yazılan ve kitap haline getirilen eserlerin azlığı kadar yeni bilgilerin ortaya konulmaması ve gerekli araştırmaların yeteri kadar halka indirgenmemesi Atatürk ve düşünce dünyasında boşluklar oluştururken, bir taraftan da hakkında asılsız haberler oluşturmak suretiyle (bu boşluğu fırsat bilenlerce) manevi şahsiyeti yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu durum aslında üzerinde yaşamaktan büyük mutluluk duyduğumuz biricik ülkemizi sömürü haline getirmeyi planlayan, kökleri içerde ve dışarıda bulunan örgüt ve devletlerin, planlı ve programlı çalışmalarından oluşmaktadır.
   Yukarıdaki metinleri 2004 yılında “Agoni” yi yayınladığım tarihlerde böyleydi, ama bu eserin yayınlanmasından sonra yayınlanan eserlerdeki artış ve bu tarihe kadar ağzımıza bile alamıyacağımız konuların rahat bir şekilde yazıldığını görmek ve Türk Aydının geleceğine ve Atatürk’le birlikte Devletinin istikbaline bağlılığını görmek şahsımı mutlu etmiştir. Bununla birlikte bu tuğlanın üstüne bir tuğla eklemek yerine hazıra konanlar da çıkmıştır.  
    Biz bu davamızda şahsi tüm menfaatlerimizden sıyrılıp bir gün mukadderatın bize takdir edeceği toprağa “Şerefimiz, Onurumuz ve Nanusumuz” ile teslim olmak üzere birçok şeylere göz yumduk bu bizim kendi nefsimize ağır gelmez  ama şu hiç bir  zaman unutulmamalıdır. Biz kendi menfaatlerimizden bu kadar beraat ederken kimse bu ülkenin sahipsiz olduğu hayalini kurmasın.
          Tarih 10 Kasım 1938, saatler ise 09.05 de hayata gözlerini yuman büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk vefatıyla sadece Türk milletinin değil emperyalizmin baskısı ve zulmünden dolayı inleyen Milletlerin tümünün üzüntüsüne vesile olmuştur. Bunun yanında bu vefattan dolayı mutlu olanlarda hem yurt içi hem de yurt dışında mevcuttu.
         Acı haberi Türk milletiyle birlikte dünyaya duyuran ise Türkiye Radyo spikerlerinden olan Baki Süha Edipoğlu olmuştur. Radyonun normal yayın akışını keserek acı haberi duyuran Edipoğlu şu cümleleri sarf etmekteydi;
          “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin resmi tebliğidir. Müdavi ve Müşavir tabiplerin neşredilen son raporu Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.”
       İşte bu acı haberin ardından Türk Milleti canından çok sevdiği insanı kaybetmenin verdiği acıyla ya da konuşulması engellenme yoluyla vefat sebebi üzerinde pek durulmadı. Ya da bu konu kapılar arkasında hep konuşuldu. Fakat Atatürk’ün tedavisinde bulunmuş olan doktorlardan birisi olan Fransız Doktor Fissinger’in anılarını yayınladığı eserinde “ Fransız doktorun iddiası, siroz olan hastalığa geç teşhis konulmuş olduğudur. Hem de on bir yıl a kadar uzanan çok geç bir teşhistir.” demekteydi.(Cemal Kutay, Atatürkün son günleri, İklim yayınları, İstanbul–2005,say.7–11)
          Anıların yayınlanmasının ardından ülkemizde bugüne kadar tartışması açıkça yapılmamış olan bir konu gündeme gelmiş ve günümüze kadar süren özelliğini de korumuştur. Yıllar geçtikce vefatın boyutları da farklılık kazanmaya başlamıştır. İlk etapta geç teşhis gibi gözüken konu günümüzde “Siyasi suikast” olarak değerlendirilmiştir.
          Fransız doktorunun anılarının yayınlanması üzerine dönemin İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya şu değerlendirmeyi yapmakta;
            “İkinci gelişinden sonra bana da ima yoluyla bu kanatını açıklamış, fakat ben, böyle olsa da ihtimalin ortaya atılmasının reel hiçbir faydası olmayacağını düşünerek üzerine gitmemiş, hatta böylesine tezin aktüelleşmesinin hastanın olduğu kadar, tabiplerin morali üzerinde de menfi tesir yapabileceğini hatırlamakla iktifa etmiştim. Fakat kendisi Ata’nın vefatından sonra hatıralarını neşredince, bu hassasiyetinin, benzer bir iddianın meslek şöhreti üzerinde de menfi tesiri düşünerek bu açıklamayı yapmak ihtiyacını duyduğumu tahmin ettim.” (Kutay, a.g.e.28–29)
      O günlere ait günlük olayları “1930–1950 Hatıra notları” adlı kitabında derleyen, Artvin Milletvekili Asım Us anılarında ( sf.282)
       “Fransız Mütehassısı Doktor Fissenger, Atatürk’ü muayene ettiği zaman hastalığının on sene evvel başladığını söylemiş bu o kadar zaman içinde nasıl olup da fark edilememiş diye sormuş. Hâlbuki Dr.Neş’et Ömer her muayenesinde;  ‘ Paşam… Kalbiniz ve ciğerleriniz yirmi beş yaşında bir gencin kalbi ve ciğeri gibi sağlam…”dermiş (Kutay–29)
      Atatürk’ün hastalığının geç teşhis edilmesi o günkü ve bugünkü tıp bilimiyle ilgilenen ve eli kalem tutanların hep dile getirdikleri ana temadır. Aslında bu konuyu teyit eder en önemli bilgilerin başında bizzat Atatürk’ün şu sözleri de mevcuttur. Atatürk’ün Afet İnan’a 14 Haziran 1938 tarihli yazdığı mektubunda;
     “Afet,
      Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.”  Demekteydi.
     Fakat yıllar sonra ortaya çıkacak olan bilgi ve belgelerin Atatürk’ün bir hastalık sebebiyle değil bir suikast sonucuyla öldüğünün işaretlerini ortaya koymaktadır.
     Doğaldır ki ölümü bütün dünya da şüpheli olan devlet adamlarıyla birlikte çeşitli saldırılan sonucunda ölen devlet adamlarına tarih boyunca hep rastlana gelmiştir. Atatürk’ünde saldırılara uğradığı ve daha da önemlisi hayatının büyük bir kısmı cephelerde geçtiği düşünüldüğünde çevresindekilerin ve bizzat Atatürk’ün tedbirsiz olması akla pek yakın gelmemektedir. Öyle ki     
       Birçok kereler suikastlara uğramış olan Atatürk’ün öldürülmesinde, tarihi çok eskilere dayanan ve birçok liderin, Sultanın ve hatta ilahi kaynaklı peygamberlerin velilerin olduğunu düşünmeliyiz, ölüm nedeni sayılabilecek tıbbi yollarla yok etme planını devreye sokulmuştur. Hemen akıllarımıza bu suikastları yapanların o kadar güçlü ve etkili oldukları gelmemelidir. Aksine böylesine sinsi ve gizli planlar yapanların bu planlarında ne kadar aciz olduklarını ve bu yöntemleri kullandıklarını anlamak gerekir. Çünkü önümüze konular bir su bardağının içinde ne olduğunu nereden bilebiliriz, değil mi?
     Bunlarla birlikte Atatürk, “Bu çevresinde olup bitenlerden habersiz ve tedbirsiz miydi?” gibi bir soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk her şeyden haberdar ve tetikte bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.
  “Atatürk, maiyetindekilere fazla güven gösterir gibi olmasına rağmen her zaman tetikte ve uyanık kalmasını bilmiştir. Ankara ve İstanbul içindeki gezilerinde olsun, yurt içi gezilerinde olsun kendini korumak için alınan tedbirlere güvenmeyip, her zaman dikkatli davranmıştır.”
    Bir gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum;
    ‘Ben kendimi kendim korurum. İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar varsa, ilgili kişiler benim korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bunlar onların görevidir. Bu işlere hiç karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da karşı gelmem. Fakat kendi koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler olup bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini, günlerini gerektikçe kendim değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbir şey kaçmaz.’
     “Atatürk’ün gezilerinde arkasında her zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını eksik etmediği ve üzerine almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım.” Granda, a.g.e. sf-.222–223 Diyor.
     Görüldüğü üzere Atatürk kendisine karşı silahlı bir saldırı olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır. Bugüne kadar izlediğim diğer bir mevzu ise Atatürk’ün öldürülmüş olmasının açıkça dile getirilip ortaya konulan bilgi ve belgeler karşısında suskunluğunu koruyan bazı çevrelerin bu suikastın kabulünü içine sindiremedikleri yahut ta çıkabilecek sonuçların kendilerini rahatsız etmesinden çekindikleri aşikârdır.
      Bizim önümüze yıllarca “Bu sizin tarihinizdir” diye koyanlar ya da yazanlar bugün vicdani muhasebelerini tamamlamalı acı gerçekleri ortaya çıkartılmasında desteklerini esirgememelidirler.
    Artık Türk Milleti kendi tarihiyle yüzleşmelidir.
    Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze kadar süren devreye şahitlik yapmış olan Cemal Kutay, tarihimiz hakkında şunları diyor;
     “Gerçekler bir bakıma yadırgandığı ölçüde değer ifade ediyor… Mustafa Kemal Atatürk gibi birde şahsen temsil ettiği müstesna kıymetler sahibi ise çevresinde ister istemez toplanmış kalabalığın yarattığı duvar aşılmaz oluyor! OLAYLARIN İÇ YÜZÜ SİSLENİYOR. BU ETRAFIN ARZULADIGI TERCİH ETTİĞİ YÖNDE DIŞARIYA AKTARILIYOR. VE ÇOK HAZİN AMA GERÇEK, TARİH’EDE BÖYLE BİR YAPI İÇİNDE İNTİKAL EDİYOR.(Kutay,6–7)
      Evet, tarihimizi yazanlar ve kaleme alanlar aşağıda okuyacaklarınız sizlerin vicdanlarınıza yazılmaktadır.
  Bu kitapta konular özellikle bölümlere ayrılarak, bölüm sonlarına da o konulara ilişkin bilgi ve belgeleri eklemek suretiyle her bir konunun kendi içinde tartışılması yoluna gidilmiştir. Çünkü her bir bölüm kendi içinde değişik konular içermektedir. Ağırlıklı olarak tıp konuları ele alınırken, bu bilgilerin içeriği direk tıp dünyasının dikkatini buraya çekmektir. Çünkü çalışmayı yaptığımız sırada gördük ki bu konuda Farmakologlarımızın ve tıp bilimiyle uğraşanların bahsi geçen konulardan uzaklaştığına bizzat şahitlik yaptık. Bu sebepten ötürüde tıp dünyasının kendi içinde kullandığı kavramlara fazla dokunmamaya dikkat ettik. Sonuçta biz bir araştırmacı olarak uzun yıllar bu eğitimi alan insanların bilgisinin üstünde bir bilgiye sahip olmamız düşünülemez. Bunlara ilave olarak da siyasi ve politik olayların da tartışılması bizi böyle bir fikre sevk etmiştir.
    Atatürk’ün müşavir hekimleri arasında ismi geçen Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker’in kitapta (konuda) ismi geçmediğinden dolayı biyografisi alınmamıştır.
     Dr. İ. Refik Saydam ise, Atatürk’ün müdavi ve müşavir hekimler arasında yer almamasına karşın uzun yıllar hastalıklarıyla direk mücadele etmiş bir doktordur. Bu yazıya, İ. Refik Saydam’ın da biyografisini alma gereği duyulmuştur.
     Ayrıca, 2. Bölümde ele alınan salygran (civalı diüretik)’in konuların uzmanlarının dikkatine yönelik olarak hazırlamaya çalışılmıştır.
Bununla birlikte gündeme getirilen tedavi yöntemleri ve kullanılan ilaçların mahiyeti, orijinal metinler kullanmak suretiyle ortaya çıkartılan yanlışlıkların giderilmesi ve Atatürk’ümüzün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yakışır bir şekilde “Fenni Rapor”unun tekrar gözden geçirilmesi yoluna gidilmesi gereğini ortaya koymaya çalışılmıştır.
     Ortaya konulan bilgi ve belgelerin tekrar tartışılması ve bu yöntemlerin sonuçlarının açıkça toplumumuza anlatılması gereği belki de bu kitabın temel konusunu oluşturmaktadır.
     Yapılmaya çalışılan ve bu kitabın temelini oluşturan, konulardan birisi de, Atatürk’ümüzün bilinmeyen ve neredeyse unutturulmaya çalışılan bir yanlışlığı düzeltmek ve Atatürk hakkında bilinmeyenleri ortaya koymak suretiyle bu büyük şahsiyetin, milletine ve devletine olan sevgi ve bağlılığının ne kadar büyük bedeller karşılığında ödendiğini göstermeye çalışmaktadır. Bununla birlikte bölüm sonunda Atatürk’ün hayatında önemli bir yer teşkil eden fakat sürekli olarak unutturulmaya çalışılan manevi oğlu Abdürrahim Tuncak’ın ilk kez yayınlayan belgelerle birlikte bir kitap halinde sunulmaya çalışılmıştır. Fakat bu yeterli değildir. Yine ek 2’de Atatürk’ümüzün emekliliğine ilişkin bilgiler ilk defa bu kitapta yer alarak değerli araştırmacıların dikkatine sunulmuştur.
     Atatürk’ün sağlık hayatının bir özeti yapılmaya çalışılmış olan bu eserde işlenmemiş ve unutulmuş konular olmakla birlikte eksiklerimiz de bulunması mümkündür. Bu sebepten ötürü Yüce Türk milletinin o büyük hoşgörüsüne sığındığımı da belirtmek isterim.
    Kitabın hazırlanmasında bizlere yardımlarını esirgemeyen ve görüşlerini bildirmek suretiyle fikir sahibi olmamızı sağlayan; Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakolojisi Ana Bilim Dalı ve Farmakoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Melli ve bölüm arkadaşlarına, Refik Saydam Hıfzıssıhha Eski Başkanı Doç. Dr. Turan Aslan ve Kimyager Mustafa Hacıömeroğlu’na, Atatürk’ün tedavisinde kullanılan ilaçların belgelerini bize vermekle bizi onura eden tarihi İstanbul Eczanesi’nin sahibi sayın Ecz. Ömer Faruk Erdem’e ve Atatürk hakkında derin bilgilere sahip olan, Ahmet Palazoğlu’na, bu çalışma esnasında tıp konusundaki bilgilerini esirgemeyerek bana maddi ve manevi olarak destek veren, Atatürk’ün alkole bağlı sirozdan ölmediğini gerçek hastalık nedeninin sıtma olduğunu, Prof. Dr. Sait Kapıcıoğlu, Dr. Şakir Coşkuner ile birlikte ilk defa Türk milletine duyuran Sayın, Emekli Dz. Tbp. Alb. Op. Dr. Aytekin Ertuğrul’a yardım destekleri için teşekkür ederken, burada ismini yazamadığım ve her biri kendi dallarında uzman olan insanlara teşekkürü bir borç bildiğimi, önce milletim (Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Halkı) adına sonra da kendi adıma minnet ve şükranlarımı bildirmeyi bir borç bilmekteyim.
                                         Ogün DELİ
                                         Gazeteci – Yazar















ÖNSÖZ
   Atatürk hakkında yayınlanan eserler 2004 yılında  “Agoni, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi yazılamayan tarih” kitabından sonra Atatürk hakkında yazılan eserler yeni bir aşama kaydetmiştir.
   Bu tarihe kadar gelen kitapların arasında bir kaçını çıkarttığımızda görecegiz ki birbirini kopyalayarak aynı bilgilerin tekrar edildiğine şahitlik ederiz.
    Birbirin tekrarı olan bu kitapların içinde anlatılan bilgilerin ise öncelikle Kronolojik hataların başında birçok eksik ve yanlış bilgiyi barındırdığı ortada durmaktadır.
    Konu ile samimi yazı yazanların sürekli dile getirdiği bu durum her nedense Devletin sorumlu kurumları tarafından incelemeye alınarak gerekli değişiklikler yapılarak, doğruları öncelikle okullarda okutulan kitaplarda başlamak üzere kaydedilmemiş yıllarca yapılan yanlış bilgilerin artık kemikleşerek neredeyse doğru kabul edilmesi noktasına gelmiştir.
    Biz konuya her ne kadar iyi niyetli yaklaşıyor olsak da gördüğümüz şu olmuştur . Bu işlerin arkasında kendisini gizleyen bir güç odağının mevcudiyetidir.
    Türk Kamuoyu tabii ki bu yanlış ve eksik bilgiler içerisinde Ulu Önder Atatürk’ü tanımakta ve anlamakta eksiklikleri bilgi haznesinde toplamış ve zamanla bu yanlışlıklar doğru olarak beyninde kaydedilmiştir.
    Bu yanlış ve eksik bilgileri kendine avantaj kabul eden Türk ve Cumhuriyet Düşmanları bunu fırsat bilerek çeşitli zaman dilimlerinde Atatürk hakkında yurt içi ve dışında saldırı içeren propagandalara yönelmiş, kendi küçük akıllarınca Cumhuriyeti  Atatürk üzerinden yıkmayı hedeflemişlerdir.
    Bunun yanında Atatürk’ün ölümü üzerine vefatından hemen sonra başlayan fakat gündeme getirilerek yüksek sesle konuşulmayan öldürülmüş olduğu fikri her zaman mevcuttu ve üstü kapalı olarak tedavisinin içerisinde bir ihmal olduğu yazılanların içinde dile getirilmişti.
    “Agoni”  ve  “Atatürk nasıl öldürüldü?”  Kitaplarından hemen sonra görsel ve yazılı basın yanında sosyal medya da konunun sürekli işlenmesi sonucu yukarıda bahsettiğimiz gibi Atatürk hakkında gizlenen bir çok bilgi dile getirilmeye başlanmış ve daha düne kadar kendisini “Atatürkçü” gösteren bir sınıfın elinden Atatürk alınarak gerçek sahibi olan halkının bağrında emin olarak yerini bulmuştur.
    Atatürk ile ilgili kurumları neredeyse teslim alan bir kaç yazarın eserlerinin yerini artık bu halkın evlatlarının yazdığı eserler zorlayarak almaya başlamış, Atatürk’ü anlamak ve  tanımak aşkında olan Yüce Türk Milleti Atatürk’ü bugün o karanlıklar dehlizlerinden çok uzak net bir şekilde tanımaya başlamıştır.
   Bu kitabın yazarı, artık konuyla alakalı önemli belgelerin yer aldığı ve Atatürk’ün öldürülmesiyle alakalı yazılan eserlere yeni ilham kaynağı olaçak bilgileri okuyucusuyla paylaşmanın verdiği huzuru yaşamaktadır.
    Bu yolculuğumda beni hiç yalnız bırakmayan ve desteklerini üzerimden hiç esirgemeyen insanlar var. Bunların başında sevgili ailem, Dr. Aytekin Ertuğrul başta olmak üzere destek veren tüm dostlarıma teşekkür etmeyi borç biliyorum. Edirne/Keşan 2016

                                                                                 OGÜN DELİ
                                                                                     ORPARS

















GİRİŞ

         Atatürk’ün “Siyasi Suikast Sonucu Öldürüldüğü” ne ilişkin yazılan “Agoni/Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi- Yazılamayan Tarih” isimli kitabımızın yayınlanmasının üzerinden gecen on iki yıl sonra Türk ve Dünya Kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmesi ve bu kitapla birlikte konunun devamı sayılaçak olan “Atatürk Nasıl Öldürüldü?” kitabımız birçok yayının ilham kaynağı olmuştur.
     Yazılı ve sözlü basının dışında sosyal medya üzerinde hala tartışmaların sürdüğünü görmek aslında konunun öneminden çok, Yüce Türk Milleti’nin Ulu Önder Atatürk’e vermiş olduğu önemin en açık delilidir.
    Ortaya koyduğumuz bilgi ve belgelerin ışığında kitap yazan yada / veya yazmaya gayret gösteren insanların sayısı azımsanmayacak noktalara ulaşmıştır.
     Bu eserleri ortaya koyan yazar için son derece mutluluk vericidir. Fakat yazılan bu eserlerin ve yapılan açıklamaların (zaman zaman)  olayın gerçek mecrasından çıkarıldığı, sulandırılmaya çalışıldığı ve sadece bu kitapların üzerinden maddi menfatler sağlanmak istendiği maalesef görülmüştür.
    Yüce Türk Milleti zaten bu yapılanların farkında olarak bu tip olayların içine girenlere gerekli cevabı vermiştir.
    Yine Akademik kariyerleri olan bazı yazarların konuya olan dikkatli açıklamaların arkasında bizi tedirgin eden ya da düşündüren bazı sonuçlarında ortaya çıkmasına sebep , vesile olmuştur.
    Bunlara bilinen ve kamuoyunda yer alan birkaç örnegi vermek istiyorum. Dr. Eren Akçiçek’in,“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” isimli eserinde[1]Atatürk’ün hastalıkları ve tedavileri yönünde birçok bilgiyi aktarmıştır.
     Okuyucunun alıp inceleyecegi bilimsel bir kitaptır. Fakat Dr. Eren Akçiçek bu eserinde 3 Ağustos 1938 konsültasyon raporundan hiç bahsetmemektedir. Aklımıza ilk gelen bu noktanın önemi yapılan konsültasyonun önemi aşağıda bahsedecegimiz maddeleri bakımından Atatürk’ün sağlıgı bakımından bize son derece önemli verileri sunmaktadır.  
   Bilimsel tavrını sorgulamaya aldığımız bu eserin yazım tarihi 2005 yılıdır. Yani Agoni kitabının yayımından sonra baskıya girmiş ve kitaba cevap verme niteliğinde bulunmaktadır.
    Yine Atatürk konusunda yapmış olduğu çalışmalarla takdir ettiğimiz ve kendisini desteklediğimiz Sayın Ali Güler’in “Sonsuza Yolculuk[2]” adlı eserinde,Atatürk’ün hastalığı ve ölümüne ilişkin bilgiler verdikten sonra Atatürk’ün öldürülmesi konusuna gönderme yaparak “Konuyla ilgili  olarak  en kapsamlı  ve en ciddi araştırmayı yapan  ve bizim  de eserinden geniş ölçüde  faydalandığımız  Eren Akçiçek ise bu görüşlere katılmamakta, farklı  görüşleri değerlendirmekte  ve “Türk doktorlarının  10 Kasım 1938 ölüm raporunda  belirttikleri teşhis  doğru bir teşhistir[3] demekte ve devamında “Gazeteci – yazar Ogün Deli  de bu tartışmalara  katılarak, (Aslında bu tartışmayı başlatan demeliydi) Atatürk’ün  hastalığına konulan  teşhisin  yanlış olduğunu  belirtmekte ve Atatürk’ün naşına otopsi yapılmamasını eleştirmektedir. Ogün Deli aynı zamanda  Atatürk’ün tedavisinde  kullanılan  bazı civalı  ilaçlarla  Atatürk’ün zaman içinde ‘Bazıları mason  olan  doktorları tarafından  öldürüldüğünü’ iddia etmektedir.” diyerek “Agoni” ve daha sonra genişletirilmiş baskısı ile “Atatürk nasıl öldürüldü?2” kitaplarımı kaynak göstermektedir.
     Bu cümlede önemli gördüğüm diğer bir eser ise Sayın Erol Mütercimler’in “Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal” kitabıdır[4]. Mütercimler bahsi gecen kitabının giriş bölümü 19 sayfasında şunları demektedir; “Atatürk’ün hastalığı süresince  tedavisini yapan  doktorların  bazılarının  anıları yayınlanmış ,  Cerrah Mim Kemal (Yazar “Öke” soyadını  kullanmamıştır.) ise  bu konuda  hiç konuşmamıştır. Mustafa Kemal ‘in hastalığının normal seyri sonucu ölmeyip öldürüldüğüne dair tezi işleyen bazı kitaplar yayınlanmıştır. Spekülasyona  açık bu iddialar, bu kitabın ilgi alanı dışındadır. Bazı yazarların dayanagı, Doktor Mim Kemal’in  33. Derece mason olarak  başında bulunduğu  Türkiye Mason localarının  Atatürk tarafından kapattırılması  nedeniyle öldürülmüş  olduğudur. Daha ciddi  çalışmalar ise  ilaçların birleşimlerinden  yola çıkarak ölmeyip  öldürüldüğünü kanıtlama yolunu seçmişlerdir. Bunların dışında kalarak , Atatürk’e teşhisin geç konulduğu  ve hastalığını  sagaltmak için  yaralanılan  ilaçların , o günün  tıp teknolojisine  göre  yetersiz kaldığını  söylemek daha gerçekci olacaktır. Bugünün tıp otoriteleri , Atatürk’ün hastalığının  aslında kanser  olduğunu  fakat o gün için  bu teşhisin  konulamayacagını  ancak  civalı ilaçların  kullanılmasının  da aslında bunun kanıtı olduğunu ifade etmektedirler.” Demektedir.
     Öncelikle Sayın  Mütercimlerin, “Bahsettiği Tıp otoriteleri kimdir?” Sorusuna bir açıklık getirme zorunluluğu vardır.
     Burada konuya bir adım da olsa farklılık getiren açıklaması Atatürk’ün kanser olduğu yönündeki açıklaması ve bunu kim ve kimi tıp otoritelerinin isimlerini vermeden söylüyor olması bize ilginç gelmiş bulunmaktadır.
    Ayrıca hacimli olan kitabının içerisinde tarihi belgelerin tahrip edilmiş oldukları halde yayınlanıyor olması bizi Mütercimleri eleştirmeye götüren başka bir sebep olmuştur[5].
    Yukarıda ismini geçirdiğimiz Üç yazarımız ülkemiz için oldukça önemli fikir ve düşünce adamlarıdır.
    Doktor Eren Akçiçek, Asker Erol Mütercimler ve hem Akademisyen ve hemde asker olan , ayrıca da Anıtkabir Komutanlığı yapmış Ali Güler’in kısaca bahsettiğimiz notlardan ve basın yoluyla yaptıkları açıklamalardan anlamaktayız ki Atatürk’ün zehirlenerek öldürüldüğü konusunu manuple etmektedirler.
     Üzülerek söylemek zorunda kaldıgımız bu cümlemize neden ve sebep oluşturan açıklamaları bol bol basın yayın organları ve sosyal medya arşivlerinde yerini almış durumdadır.
   Biz bu kitabı yazarken ve konu üzerinde açıklamalar yaparken bu fikrimizi herkesin kabul edeceginden çok, karşı koyacak olanların ortaya koyacakları delil ve verilerin konunun aydınlanması için önemli bir sebep saydık. Maalesef bu konuda da yanıldık.
   İlerleyen bölümlerde yine bu konunun nasıl seyrinin değiştirilmeye çalışıldığını belgeleriyle sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim.
  Tekrar bu kısa aradan sonra konumuza dönecek olursak; Acı haberi Türk milletiyle birlikte dünyaya duyuran ise Türkiye Radyo spikerlerinden olan Baki Süha Edipoğlu olmuştur. Radyonun normal yayın akışını keserek acı haberi duyuran Edipoğlu şu cümleleri sarf etmekteydi;
     “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin resmi tebliğidir. Müdavi ve Müşavir tabiplerin neşredilen son raporu Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.” Diyordu.
       Fakat Atatürk’ün tedavisinde bulunmuş olan doktorlardan birisi olan Fransız Doktor Fissinger’in anılarını yayınladığı eserinde “ Fransız doktorun iddiası, siroz olan hastalığa geç teşhis konulmuş olduğudur. Hem de on bir yıl a kadar uzanan çok geç bir teşhistir.” demekteydi[6].
          Fransız doktorunun anılarının yayınlanması üzerine dönemin İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya şu değerlendirmeyi yapmakta; “İkinci gelişinden sonra bana daima yoluyla bu kanaatini açıklamış, fakat ben, böyle olsa da ihtimalin ortaya atılmasının reel hiçbir faydası olmayacağını düşünerek üzerine gitmemiş, hatta böylesine tezin aktüelleşmesinin hastanın olduğu kadar, tabiplerin morali üzerinde de menfi tesir yapabileceğini hatırlamakla iktifa etmiştim. Fakat kendisi Ata’nın vefatından sonra hatıralarını neşredince, bu hassasiyetinin, benzer bir iddianın meslek şöhreti üzerinde de menfi tesiri düşünerek bu açıklamayı yapmak ihtiyacını duyduğumu tahmin ettim.[7]   O günlere ait günlük olayları “1930–1950 Hatıra notları” adlı kitabında derleyen, Artvin Milletvekili Asım Us anılarında[8]; “Fransız Mütehassısı Doktor Fissenger, Atatürk’ü muayene ettiği zaman hastalığının on sene evvel başladığını söylemiş bu o kadar zaman içinde nasıl olup da fark edilememiş diye sormuş. Hâlbuki Dr.Neş’et Ömer her muayenesinde;  ‘ Paşam… Kalbiniz ve ciğerleriniz yirmi beş yaşında bir gencin kalbi ve ciğeri gibi sağlam…”dermiş.
     Atatürk’ün Afet İnan’a 14 Haziran 1938 tarihli yazdığı mektubunda ise ;  “Afet,  Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.”  Demekteydi.
     Bunlarla birlikte Atatürk, “Bu çevresinde olup bitenlerden habersiz ve tedbirsiz miydi?” gibi bir soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk her şeyden haberdar ve tetikte bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.
  “Atatürk, maiyetindekilere fazla güven gösterir gibi olmasına rağmen her zaman tetikte ve uyanık kalmasını bilmiştir. Ankara ve İstanbul içindeki gezilerinde olsun, yurt içi gezilerinde olsun kendini korumak için alınan tedbirlere güvenmeyip, her zaman dikkatli davranmıştır.”   Bir gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum;  “Ben kendimi kendim korurum. İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar varsa, ilgili kişiler benim korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bunlar onların görevidir. Bu işlere hiç karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da karşı gelmem. Fakat kendi koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler olup bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini, günlerini gerektikçe kendim değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbir şey kaçmaz…Atatürk’ün gezilerinde arkasında her zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını eksik etmediği ve üzerine almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım.[9]Diyor. Bu kadar şüphe ve gri tonaj içerisinde bilgilere erişmek ve doğruları tam olarak yansıtmak güçlüğü içinde bugün hala kıvranıp durmaktayız.
    Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze kadar süren devreye şahitlik yapmış olan Cemal Kutay, tarihimiz hakkında şunları diyor; “Gerçekler bir bakıma yadırgandığı ölçüde değer ifade ediyor… Mustafa Kemal Atatürk gibi birde şahsen temsil ettiği müstesna kıymetler sahibi ise çevresinde ister istemez toplanmış kalabalığın yarattığı duvar aşılmaz oluyor! Olayların  İç Yüzü sisleniyor. Bu etrafın arzuladığı Tercih ettiği yönde dışarıya aktarılıyor. Ve çok hazin ama  gerçek , tarih’ede böyle bir yapı içinde  intikal ediyor[10]. Demekteydi.
    Atatürk için söylenecek bir kaç noktadan biride ilerleyen bölümlerde görülecegi ve sık sık karşılaşacağımız gibi hastalığını fazla umursamamasıdır.
      Bu konuda Güler kitabında şunları not etmektedir[11]; “Atatürk evhamlı bir adam değildir, doktor muayenesini sevmez, doktor tavsiyesini pek dinlemez, ilaçlarla arası hoş değildir” cümlesinin devamında ise, “rahatsızlıkları kısa ve geçicidir” demektedir.
    Fakat görecegimiz gibi aslında Atatürk doktorlarının tavsiyelerine aslında harfiyen uygulamış, kendisinden gizlenen hastalığını aslında ögrenip tedavi yolları konusunda bile araştırmalarda bulunmuştur. Ve rahatsızlıkları kısa ve geçici değildir. Çünkü Sıtma ve Böbrek rahatsızlıkları onu hiç yalnız bırakmamış hayatının tüm safhasında karşısına çıkmıştır.
                


































                          
             BİRİNCİ BÖLÜM/TEŞHİS VE TEDAVİ

     Herhangi bir hastalığın canlı organizmada ortaya çıkmasıyla, bozulan dengesini tekrar eski yerine getirmek için,  tedaviye ilk önce konunun uzmanı olan doktorlar tarafından gerekli tetkik ve incelemeler sonrası, o konuda eğitim almış doktorlar tarafından hastalığın adı konulur (teşhis) ve tedavi için gerekli önlemler alınır.
    İşte bu sebepten dolayı öncelikle Atatürk’ün tedavisinde  bulunmuş doktorların kimler olduğunun iyi bilinmesi gereklidir.
   Aşağıda Atatürk’ün tedavisinde sorumlu olarak gösterilen doktorlar olarak gösterilen ve sıklıkla adı gecen doktorların kısa biyoğrafileri yer  almıştır.
     Döneminin en tanınmış ve tıp bilimi konusunda da otorite sayılaçak bu insanların yanında hemşire olarak görev yapan yardımcıları hakkında maalesef tam bir bilgi sahibi değiliz. Bu konuda da araştırma yapılacak olunursa farklı bilgilerin ortaya çıkacagı kesindir.
     Bu bilgilere parelel olarak kayıtlara henüz geçirilmemiş bir çok doktorun da mevcudiyeti kesindir. Bu konuda araştırma yapanların artık bu kitabı kopyalamak yerişne bu bilgilere yönelerek araştırması büyük resmin tanımlanmasında son derece katkıda bulunaçaklardır.









1.1- ATATÜRK’ÜN TEDAVİSİNDE SORUMLU BULUNAN DOKTORLAR

      Atatürk’ün son günlerinde tedavisinde sorumlu olan doktorlar müdavi ve müşavir olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Her biri yaşadıkları dönemlerde çok iyi bilinmekle birlikte (Çünkü dönemin siyasi ve hareketli yıllarında gerek bağlı oldukları kulupler, gerekse yeni fikirlerin önderleri olmaları sebebiyle tanınmaktaydılar) günümüze geldikçe sadece tıp dünyasının içerisinde tanınan insanlardır. Bu yüzden günümüz kamuoyunda  fazla bilinmemektedir. Ama bu Atatürk’ün tedavisinde bulunan toplam doktorların sayısı bu kadarla da sınırlı  değildir.
     Resmi kayıtlara geçmeyen doktorlarda ilave edildiğinde tedavi için gelip gidenlerin sayısı oldukça dikkat çekicidir. Atatürk’ün hastalığı ve vefatının önemi kadar bu doktorların da tanınması önemlidir. Çünkü tedavisinde sorumlu oldukları Mustafa Kamal Atatürk’tür. Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” adlı eserinde doktorları hakkında şu bilgiler verilmektedir;
    “Atatürk’ü  ömrü boyunca daha evvel sözünü ettiğimiz, değişik hekimler muayene ve tedavi etmişlerdir. Gene evvelce belirttiğimiz gibi 1923–1938 senelerinde, Ord. Prof. Neş’et Ömer İrdelp yıllar boyu kendisine müdavi hekim olarak hizmet etmiştir.
     Son hastalığının teşhisinden (klinik tanısından) sonra da bir süre Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, kendi ifadesine göre Atatürk’ün emri ile, Prof. İrdelp’e yardımcı olmuştur.
     Ne var ki, hastalık hızlı bir gidişle tehlikeli ve son devreye girince her ikisi de sorumluluğu başka meslektaşlarıyla paylaşmak istemişlerdir. Esasen durumu gören devrin başvekili Sayın Celal Bayar ve hükümet de bu lüzumu duymuş olacaklar ki Almanya’dan, Fransa’dan, Avusturya’dan değişik tıp otoriterlerini getirmişlerdir. Hatta Prof. Dr. Fissinger isimli bir Fransız hekimi tam üç kere çağrılmıştır. Bu arada Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. General Süreyya Hidayet Serter, Op. Dr. Mim Kemal Öke, Ord. Prof. Dr. Hayrullah Diker, Dr. Abrevaye Marmaralı ve Dr. Mehmet Kamil Berk  gibi devrin tıp otoriteleri de müşavir hekim olarak atanmıştır…” demektedir. Bahsi geçen Doktorlar ise şunlardır;

              1.1.a-MÜDAVİ   DOKTORLAR

Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp (1882–1948)

          
     Babası Alaylı subaylardan Kıdemli Yüzbaşı Ömer Feyzi Beydir. Ailesinin tek çocuğudur. Girit’te doğmuştur. 1902’de Mülki Tıbbiyeden birincilikle mezun olan Neşet Ömer Bey mecburi hizmetini Eskişehir’in Sivrihisar Kazasında yaptıktan sonra Paris’e giderek Vaguez gibi ünlü bir dâhiliyecinin yanında ihtisas yapmıştır.
     1910’da İstanbul’a dönünce Tıp Fakültesi I. Dâhiliye Kliniği’ne, Müderris Dr. Fevzi Paşa’nın yanına, şef olarak girmiştir.1913 yılında Fevzi Paşa’nın emekliye yarılmasıyla klinik müderris Dr. Akil Muhtar Bey’in emrinde, bir tedavi kliniği olduğundan 1914’de Dr. Neşet Ömer Bey Emrazı Dâhiliye ve Dâhiliye Poliklinik Müderris muavinliğine verilmiştir.
      O sene Birinci Dünya Harbi çıktığından 1915’te Müderris Muavini Dr. Neşet Ömer Bey evvela Kızılay Suveyt Heyet-i İmdadiyesi’ne, sonra da ordu emrine verilmiştir. Yedek Tabip Binbaşı rütbesiyle Suriye’de IV. Orduda Ordu Sağlık Başkanlığı yapmıştır.
     1921’de tekrar fakülteye dönen Dr. Neşet Ömer Bey, ertesi yıl Emrazı Dâhiliye ve Dâhiliye Polikliniği Müderrisliğine atanmıştır.
     1925’te Fakülte kısa bir süre için İstanbul’a taşındığından Cerrahpaşa’da açılan II. Dâhiliye Seririyatı’nın başına gene Neşet Ömer Bey getirilmiştir.
      Bu klinik 1933 üniversite reformundan sonra I. Dâhiliye ismini almıştır. Bu üniversitenin de ilk rektörüdür. 3 Haziran 1948’de bir kalp akses ile aniden ölünceye kadar kliniğin başında kalmış, eser vermiş ve uzman yetiştirmiştir.
  
Prof. Dr. Nihad Reşad Belger (1881–1961)

 
   İstanbul’da doğmuştur. Babası Şurayı Devlet Temyiz Dairesi’nin reisi Mehmet Reşat Beydir. 1900/1316’da genç bir yüzbaşı olarak Gülhane’de staja başladıktan sonra 1902–1903 yıllarında Hindistan’da Bombay, Parel’de Pasteur’ün talebelerinden olan Haffkinayla birlikte bir buçuk sene kadar veba üzerine çalışmış buradan da Beyrut’a tayin edilmiştir.
     Ülkeye döndüğünde daha vapurdan inerken Sultan Abdülhamit’in (Evrak-ı Muzırra Eshabıdır) diye tutuklattığında bir fırsatını bularak, Beyrut Avusturya Konsolosu ile temasa geçerek bir Avusturya vapuruna sığınmak fırsatını bularak Kıbrıs yolu ile Fransaya kaçmıştır.
     1904’de Paris Tıp Fakültesi talebesi olarak eğitimine devam etmiştir. Bu dönemde Jön Türklerle sıkı bir işbirliği yapmış olarak gördüğümüz Belger, 10 yılı aşan eğitimini 1916’da Paris Tıp Fakültesi’nden diploma alarak tamamlamayı başarmıştır.
     1921–1922 yıllarında Paris ve Londra’da Milli Hükümete sözcülük ve mümessillik etmiştir.Zaferden bir müddet sonra Mısır’da serbest hekim olarak çalışmış, 1930–1936 yılları arasında Fransa’ya geçerek Plombieres kaplıcalarının müşavir hekimi olarak çalışmıştır.
     Bu arada Sorbon Üniversitesi’nde büyük bir törenle kendisine Fahri Doktorluk unvanı verilmiştir.
     1936’da tekrar vatana döndükten sonra Modern Yalova Kaplıcalarının kurucu müdürlüğünü yapmıştır.
     Bu esnada 1938’de Atatürk’ün hastalığına ilk teşhisi koyan odur.
     1938’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde, Hidro-Klimatoloji Profesörü olarak görev yapmıştır.
      Burada 1950’ye kadar devam etmiş bu dönemde İstanbul Milletvekili olarak siyasete atılmıştır. Demokrat Partinin ilk kabinesinde Sağlık Bakanı olarak yer almışsa da dört ay gibi kısa bir zaman sonra koltuğuna veda etmiştir.
     İtalyan Hastanesi’ndeki mesleki çalışmalarına çekilen Prof. Dr. N. R. Belger 27 Mayıs İnkılâbından sonra da bir kere daha siyaset yolunda, Temsilciler Meclisi üyesi olarak, 29.09.1961’de vefat edene kadar bu görevde bulunmuştur.





1.1.b-MÜŞAVİR DOKTORLARI

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden (1877–1949)

   
    Bir bilim yuvasının çocuğudur. Babası Harbiye ve tıbbiye İdadilerinde edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) Başkâtibi olan Mehmet Muhtar Efendi’dir.“Hakiki Vatansever mesleğinde en yüksek olmaya çalışandır” diyen bu kıymetli adamın üç oğlu Celal, Akil, Kemal muhtar Özden’dir.
    Üçü de dünya çapında isimlerini duyurabilen  bilim adamları olmuşlardır.
    Akil Muhtar Bey, İlköğrenimini Üsküdan Fıstıklı Okulu’nda, orta öğrenimini ise Üsküdar Paşa Kapısı Askeri Rüştiyesi’yle, Kuleli’deki Tıbbiye İdadisi’nde yaptıktan sonra, 1895’te diğer kardeşleri gibi, o da Askeri Tıbbiyenin yüksek kısmına girmiştir.   
    1902 yılında Cenevre Tıp Fakültesi’nden diploma almış. Cenevre Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları hocası Prof. Dr. Louis Bard’ın uyarılarıyla bir süre de Paris Pasteur Enstitüsü’nda teorik ve pratik olarak çalışmıştır.
1903’te İsviçre’ye dönerek Prof. Bard’ın kliniğine asistan olarak girmiş ve ihtisas tezini hazırlamıştır.
    1904’te aynı fakültenin Poliklinik ve Tedavi hocası Prof. Albert mayor’un yanında önce poliklinik, sonra da Farmakodinami asistanı olmuştur. Böylece Cenevre Tıp Fakültesi’nin Farmakodinami Privat eylemsiz Doçenti titrini almıştır ki bir Avrupa üniversitesinde akademik titr ve görev alan ilk Türk hekimidir.
     Cenevre’de 1907’den itibaren Pratik Tedavi ve Materia Madikal derslerini vermeye başlayan Dr. Akil Muhtar Özden’in bu akademik hayatı 1944’e kadar tam 37 yıl sürmüştür.
     1946 yılında CHP’den İstanbul Milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmiştir. Tıp bayramı arifesinde 12.03.1949’da hayat gözlerini yummuştur. Babasının sözünü bir başka şekilde tekrarlayan ve “Vicdanı karşısında sorumluluktan kurtulabilmek için hekim, daima bilgisini artırmaya ve dikkatini güçlendirmeye çalışmalıdır” diyerek sorumluluk duygusunu ortaya koymuştur.
     Küçüklü büyüklü 264 adet eser veren akil Muhtar Türk kodeksi gibi değerli bir eseri bilim hayatına sokmuş bir insandır.

Prof. Dr. Süreyya Hidayet Sertel (1885–1945)

     
      İstanbul’da doğmuştur. Tophane Muhasebecisi Ahmet Hidayet Beyin oğludur. İlk ve orta tahsilini Beşiktaş Askeri Rüştiyesinde, Liseyi de Kuleli Askeri İdadisinde tamamladıktan sonra 1321 (1905) senesinde Yüzbaşı rütbesiyle askeri Tıbbiyeden diploma almıştır.
     Bir sene Gülhane Hastanesinde staj yaptıktan sonra Asistan ve Başasistan sıfatıyla biyokimya ve iç hastalıkları ihtisasını yapmıştır.
     Gülhane’den ayrıldıktan sonra Midilli Gümrük Kimyagerliğine gönderilmiş.
      1910’da Kuleli Hastanesi kimyageri olmuştur. Bir müddet sonra da Gülhane’ye hoca tayin edilmiştir. Hatta Gülhane’nin Başhekimliğinde bulunmuştur.
     1938’de I. ordu Sıhhiye Mütehassıslığına atanmış bir sene sonra da Tuğgeneral olmuştur.
    1941’de Genel Kurmay Başkanlığı Sıhhiye Müfettişliğine tayin edilmiş ve Tümgeneralliğe yükselmiştir.Gen. Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter 1943 yılına kadar orduda vazife görmüş bu tarihte yaş haddi sebebiyle emekliye ayrılmıştır.
    1944’te Alman Hastanesi Direktörlüğü’ne tayin edilmiş ise de bir sene sonra hayata gözlerini ebediyen yummuştur.

Prof. Dr. Mim Kemal Öke  (1884–1955)

Resim girecek








      İstanbul’da doğmuştur. Babası Ali Efendi Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ndeki Pratik Cerrah okulundan mezunsa da sonra ticaretle uğraşmıştır.
     Mim Kemal, ilköğrenimini Samsun’da orta öğrenimini de İstanbul’da Topbaşı Askeri Rüştiyesi ile Kuleli’deki Tıbbiye İdadisi’nde yaptıktan sonra, Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıp Okulu) ye girerek 1910’da yüzbaşı rütbesiyle hekim çıkmıştır.
    Gülhane’de Cerrahi ve Röntgen ihtisası yapmıştır. Trablus Harbi’nden I. Dünya Savaşı sonuna kadar çeşitli asker hastanelerinde ve ordu sıhhiye teşkilatında çalıştıktan sonra 1918’de kısa bir süre Gülhane’ye Wieting Paşanın ayrılması ile boşalan Hariciye Kliniği Şefliğine muallim titri ile atanmıştır.
     Ancak kısa bir süre sonra Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya geçmiştir. Önce Ankara Cebeci Hastanesi Operatörü, sonra da cephede görev veren Kızılay Ağır Yaralı Hastanesi Başhekim ve Operatörü olarak çalışmıştır.
       Zaferden sonra tekrar Gülhane’deki görevine dönen Opr. Dr. M. Kemal Öke, 1941’de Albay rütbesiyle emekli olduktan sonra 1946’da İstanbul Mebusluğuna seçilmiş, burada 1950’ye kadar görev yapmıştır. 1 Şubat 1955’te ölmüştür.


Prof. Dr. S. Abravaya Marmaralı  (1879–1953)


     İzmir’de doğmuştur. İlk ve orta tahsilini İzmir İdadisi’nde yapmıştır. 1902 yılında girdiği Tıbbiye-i Mülkiye’den (Sivil Tıbbiye) 1313/1897)’de mezun olmuştur. 
      Tikveş ve Dedeağaç Belediye tabipliklerinde bulunan Dr. S. Abravaya, 1907’de görevinden istifa ederek Paris’e tahsilini tamamlamaya gitmiştir.
     Dönüşünde Tıp Fakültesi Umumi (Genel Patoloji) asistanlığına seçilmiş ve 1 Mart 1909’da Darülfünun Tıp Fakültesi Dâhiliye Seririyatı Muallim Muavinliğine (Doçentliğe), 1910 yılında da Dâhiliye Şefliğine tayin edilmiştir. Bir müddet Maltepe Askeri Hastanesi’nde Tabip Yüzbaşı olarak da çalışan Dr. Abravaya, 1932’de Tıp Fakültesi Muavinliğine getirilmiş ve bu görevde üç yıl kalmıştır. Dr. Abravaya, II. Meşrutiyetten evvel Sağlık Bakanlığı görevini yapan Meclis-i Umur-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye azalıklarında da bulunmuştur. Türk Tıp Encümeni, Türk Tıp Cemiyeti’nin de ikinci başkanlığı görevinde de bulunmuştur. Ayrıca Fransız Gastro-Enterologie Cemiyeti’nin üyesiydi. Cumhuriyetten sonra politikaya atılan Dr. S. Abravaya 1935–1943 senelerinde Niğde Mebusluğu yapmıştır.





















Dr. Mehmet Kamil Berk (1878–1958)


     Dr. Kamil Berk, Cerrahpaşa ve Şişli Etfal Hastanesi Başhekimliklerinde ve Türk Kodeksine büyük katkılar sağlanmıştır.
    Ecz. Nizamettin Talip ile 1928 yılında Taksim semtinde, Billurcu sk. No: 32’de “Nizamettin Talip Müstahzaratı Laboratuarında, Dr. Kamil Berk tarafından formülleri verilen ilaçların üretimi yapılmıştır. Bu ilaçlar; Astmin, Eleminol, Hypotansin, Pulmor, Siniroc, Tusil’dir.
     Yine, 1928 yılında Ecz. H. İ. Göknar ile Dr. Mehmet Kamil Berk ortaklık kurarak, “Yerli Müstahzarlar Laboratuarı” adı altında Ankara Cd. Reşit Efendi Han No: 12’de bu laboratuarı faaliyete geçirmişlerdir.
     Bu laboratuarda başlangıçta Dr. M. Kamil Berk, Dr. Neş’et Ömer İrdelp ve Samuel Abravaya (Marmaralı) gibi hekimlerin verdiği tertipler müstahzar ilaç olarak hazırlanıp ticarete çıkarılmıştır.
     Bu ilaç ruhsatları bu hekimler ile H. İ. Göknar üretimlidir. Laboratuar, 1945 yılında, koyun bağırsağından, yerli “katgüt” (catgut) hazırlayarak Cerrahi alanına sunmayı başarmış nadir laboratuarlardandır.
     Dr. Mehmet Kamil Berk tarafından formüle edilmiş ve bu laboratuarca ortak üretilmiş ilaçlar listesi ise şöyledir; Bizmomognezi-Eliminol-Fitoferrol-Hekzalitin-Hemaseptin-Kloropepsin-Kola Granule-Laksol-Norisin-Purinol-Radyobarik-Sitrol-Tiribsom-Yeni Tuz- Bunların arasında 28.11.1928 tarihinde üretim ve satış ruhsatı alınan “Purinol” (idrar söktürücü ve antiseptik) zamanla halk düzeyine inerek büyük önem kazanmıştır.

Dr. İbrahim Refik Saydam


     Dr. İbrahim Refik Saydam, 8 Eylül 1881 günü İstanbul’da Fatih’te, Hacı Hasan Mahallesi, Çırçır Caddesi 11 numaralı evde doğdu. Babası; Çankırı’nın Çerkeş Kazası, Karacaviran bucağının Dola Köyünden Uzunömeroğlu Abdurrahman Ağanın oğlu Hacı Ahmet Efendidir.
     Hacı Ahmet Efendi, İstanbul’da Balkapanı’nda yağ ticareti yapardı. Annesi; Hayriye tüccarlarından Divrikli Osman Efendi ile yine Hayriye tüccarlarından Kemahlı Hacı İbrahim Efendi’nin neslinden Fatma Nefise Hanım’dır. Ailenin, İbrahim Refik’den beş yaş büyük Hakkı isminde bir oğulları ile birde kızları vardı. Kardeşleri Dr. Refik Saydam’ın ölümünden yaklaşık iki yıl önce 1940 yılında vefat etmişlerdir.
      Mahalle mektebini bitiren Dr. Refik Saydam, 1892 yılında Fatih Askeri Rüştiyesi’ne girdi. Buradan, 1896’da Çengelköy Askeri Tıbbiye İdadisi’ne geçti ve 22 Ekim 1905’de, 1225 numaralı diploma ile Hekim Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Mezuniyet sonrası klinik çalışmasını tamamlamak üzere Gülhane Hastanesi’nde görevlendirildi.
      29 Temmuz 1907’de, 3. Ordu emrine atanmasına rağmen bir yıl daha Gülhane’de kalarak Histoloji ve Embriyoloji şubesinde çalıştı.
     15 Nisan 1908’de Manastır’da bulunan 3. Ordu Merkez Hastanesi’ne atanan Dr. R. Saydam, 29 Haziran 1908’de geçici olarak 3. Ordu 16. Redif Alayı 3. Keskin Taburunda görevlendirildi ve taburun terhis edilmesi üzerine 2 Ağustos 1908’de Manastır Hastanesi’ndeki görevine döndü.
       23 Mayıs 1909’da Maltepe Askeri Hastanesi’ne ve buradan da 6 Nisan 1910’da Genel Levazımat Dairesi Askeri Fes Fabrikası hekimliğine atandı. Bu sırada, Almanya ve Fransa’ya gönderilecek stajyerler için açılan imtihanı kazandı.
    Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın emri üzerine, 11 hekim, 3 eczacı ve kimyager ile 3 veteriner subaydan meydana gelen bir grupla, 4 Ağustos 1910’da Almanya’ya gönderildi. Almanya’da önce Brandenburg 6. zırhlı Süvari Alayı’nda staj yaptı. Alman Ordusu’nun manevralarına, Alman Sahra Sıhhiye Subayı gibi katıldı ve tekrar Berlin’e dönerek ünlü Scharite Kliniği’nde yüksek geliştirme eğitimi gördü.
     Balkan Harbinin başlaması üzerine 26 Eylül 1912’de Berlin’den İstanbul’a döndü. Antalya Redif Fırkası 2. Seyyar Hastanesi’nde görev alarak, 18. Kolordu ile cepheye hareket etti. Çatalca hattına çekilen askeri birlikler arasında görülen, başta kolera olmak üzere, diğer bulaşıcı ve salgın hastalıkların mücadelesine fiilen katıldı ve Hadımköy İstasyon Dağıtım Hekimliğinde bulundu.
       30 Eylül 1913’te Ordu Seyyar Hasta Nakliye Birliği Başhekimi oldu ve 9 Kasım 1913’te bu birliği kaldırılmasıyla, 11 Kasım 1913’te Askeri Nakliye İnceleme Komisyonunda geçici olarak görevlendirildi.
     6 Ocak 1914’te de Harbiye Nezareti Sağlık Dairesi Başkanlığı’na vekâleten atandı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, seferberliğin ilanı üzerine 20 Temmuz 1914’te Sahra Sıhhiye Genel Müfettişliği Yardımcılığına atanarak mütareke sonuna kadar bu görevde kaldı.
    1915 yılında Binbaşılığa terfi etti. 29 Mart 1916’da Berlin’de toplanacak cerrahi kongresine katılmak ve harp cephelerindeki sağlık teşkilatını görmek üzere, bir sağlık heyeti ile birlikte Almanya’ya gitti.  Bir ara, Başkumandan Enver Paşa’nın emri ile İstanbul’da kurulan Yedek Subay Muayene Heyetinde görev aldı. Aynı yıl Aralık ayı içinde Galiçya’daki Türk Kolordusu’nun sağlık teşkilatını denetledi.
     Birinci Dünya Savaşının Sevr Antlaşması ile son bulması üzerine 28 Nisan 1919’da İzmit Askeri Kumaş Fabrikası Hekimliğine ve oradan 5 Mayıs 1919’da geçici olarak 9. Ordu Kıta Sıhhiye Müfettişliği Yardımcılığına atandı.
     16 Mayıs 1919 akşamı İstanbul’dan Samsun’a hareket eden Bandırma Vapurunda, 9. Ordu Sağlık Başkanı olarak Albay Dr. İbrahim Tali (Öngören) Bey de vardı. 19 Mayıs 1919 Salı günü sabah 06.00’da Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Paşa ile ülkenin kurtuluşu için girişilecek mücadeleye ilk adım atanlar arasında Dr. Refik Saydam da bulunuyordu.
     Ordu Müfettişliği Karargâhı ile birlikte Samsun’dan itibaren Havza, Amasya, Sivas ve Erzurum’a gitti. Milli Mücadele için düzenlenen Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldı.
     Bu arada, Samsun’da böbrek sancıları başlayan, ateşlenen ve sıtmaya da yakalanan Mustafa Kemal Paşa’nın tedavisinde yardımcı oldu.  Mustafa Kemal Paşanın askerlikten istifası ve Ordu Müfettişliğinin kaldırılması üzerine 10 Eylül 1919’da Erzurum Hastanesi Bulaşıcı Hastalıklar Servisi Şefliğine atandı.
     27 Aralık 1919’da da Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Ankara’ya geldi. Ülkenin o buhranlı günlerinde yine Mustafa Kemal Paşa’nın yanında idi.
     23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Doğu Beyazıt Mebusu olarak, siyasi hayata başlayan Dr. Refik Saydam, 11 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Milli Savunma Bakanlığına Sağlık Dairesi Başkanı olarak atandı. 8 Eylül 1920’de de Millet Vekili olması sebebiyle, Büyük Millet Meclisi’ne kabul edilen bir kanun gereği bu görevinden istifa etti. 1 Mart 1921’de Yarbaylığa terfi ettikten sonra 10 Mart 1921’de TBMM Hükümetinde Sıhhat İçtimâ-î Muavenet Vekili (S. ve S.Y. Bakanı) oldu. 28 Şubat 1926’da, İstanbul Millet Vekili ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı iken, isteği üzerine askeri görevinden emekli oldu.
    Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Cumhuriyet Hükümeti zamanında çeşitli tarihlerde, beş defa Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na getirildi. Son olarak, 4 Mart 1925’te İsmet Paşa Hükümeti’nde Sağlık Bakanlığı’na getirilen Dr. Saydam, 26 Ekim 1937’ye kadar, aralıksız olarak 12 yıl 7 ay süren bu Bakanlığı sırasında, bugünkü Sağlık Bakanlığı Teşkilâtını kurdu. Koruyucu sağlık hizmetleriyle ilgili çok önemli kanunları çıkardı.
     Hekim, hemşire, ebe ve sağlık memuru yetiştirmek amacıyla gerekli okulların açılmasını sağladı.
     1934 yılında Soyadı Kanununun kabul edilmesi üzerine Atatürk tarafından kendisine, yaşantısına ve karakterine uygun “Saydam” soyadı verildi. Kendisi ile bütünleşmiş, burundan sımalı pince nez denilen gözlük kullanılmaktaydı. 1937 yılı Ekim ayı sonlarında, Hükümet değişikliği sebebiyle kabinede görev almadı. Rahatsızdı. Tedavi amacıyla Viyana’ya gitti.
    10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine yeniden kurulan, Celâl Bayar Kabinesinde İçişleri Bakanı olan Dr. Refik Saydam, 25 Ocak 1939’da Celâl Bayar’ın Başbakanlıktan istifade etmesi üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Başbakan olarak atandı.
     Dr. Refik Saydam, hiç evlenmedi. Kardeşlerine karşı büyük sevgi ve bağlılığı vardı. 1940 yılında büyük kardeşi eski İçel Millet Vekili Hakkı Saydam’ın ve arkasından da kız kardeşinin ölümüne çok üzülmüştü. 1942 yılı Haziran ayı sonunda hafif bir anjin dö guatrin nöbeti geçirdi. Başbakan Dr. Refik Saydam, müdahale edilemeden 8 Temmuz 1942 gününün ilk saati içinde 00.40’da tekrar gelen bir kriz sonucu vefat etmiştir.
     Burada bahsedilen “MÜDAVİ” ve “MÜŞAVİR” kelimelerinden kast edilen; MÜDAVİ  HEKİM; Hastayı, her hangi önemli bir kişiyi devamlı olarak tedavi eden ve sağlık durumunu kontrol eden kişi.
     MÜŞAVİR   HEKİM; Gereğinde müdavi hekimin danıştığı değerli bir hekim olarak anlaşılmalıdır.
   Bunun dışında Sağlık Bakanlığı dışında Başbakanlık’da yapmış olan Dr. Refik Saydam (1881–1942) da bu doktorların listesinde bilinmesi gerekenler içinde yer almaktadır. Yine bunların dışında tarih kitaplarına geçen yada geçmemiş olan doktorların zaman zaman Atatürk’ün tedavisinde bulunduklarını da izlemekteyiz.   
      Bunları kısaca özetleyecek olursak; Prof. Dr. Behçet Sabit Bey (Erduran), Dr. Adnan Bey (A. Adnan Adıvar),  IX. Ordu Sağlık Başkanı Dr. Alb. İbrahim Tali Bey, Dr. Arif İsmet Bey, Op. Dr. Murat (Cankat), Dr. Ziya Naki Yaltırım, Ankara Numune Hastanesi K.B.B. uzmanı Prof. Dr. Meyer (1890–1954)  13 Kasım 1924’te Prof. Dr. Neşet Ömer Beyi Ankara’ya çağırmıştır.
     Muayene ve laboratuar araştırmaları sonunda Neş’et Ömer Bey bu kalp krizini önemsememiş, yorgunluğa bağlamış ve istirahat tavsiye etmiştir. Fakat hükümet durumdan kesinlikle emin olmak için Avrupa’dan iki uzman çağırmıştır. Onlarda aynı teşhise varmışlar. (kimler oldukları konusunda bir fikrimiz yok)   22–23 Mayıs 1927 gecesi Cumhurbaşkanı yine şiddetli bir göğüs ağrısıyla uyanmış, ter bulantı olmuş ve bu akse birkaç gün ara ile iki kere daha tekrarlamıştı.
     Yine İstanbul’dan, Dr. Neşet Ömer Bey çağrılmakla birlikte sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın teklifi ve Cumhurbaşkanının müsaadesi ile Almanya’dan iki uzman çağrılmasına karar verildi. Berlin Büyükelçimiz vasıtası ile Berlin Tıp Fakültesi II. Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Friedrich Kraus (1858–1936) ile Münih Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Ernest Von Remberg (1865–1933) getirildiler.
    Bu iki uzmanlarla birlikte Dr. Neşet Ömer ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Müsteşarı Dr. Asım Bey (Arar), Gazi’ye ilk konsültasyonu yaptılar.
  Yine bunlara ilave olarak, Diş Dr. Sami Günzberg, Ziya Cemal Büyükaksoy, Prf.Dr.Alfred Kantrowicz, Lemi Berger’i sayarak bu listeyi uzatabiliriz[12].





























1.2-ATATÜRK’ÜN  HASTALIK   KRONOLOJİSİ 

    Her insan gibi Atatürk de doğumundan ölümüne kadar çeşitli hastalıklar geçirmiştir. Atatürk’ün hastalıkları çok yakındaki insanların ve tedavisinden sorumlu doktorların anlattıklarından anlaşılmaktadır.
    Bu konuda Asım Arar’ın hatıralarında; çocukluk hastalıkları dışında sadece geçici bir süre sıtma hastalığı geçirdiği, 20 yaşlarında ise o çağların yaygın bir hastalığı olan Blennoragie (Bel soğukluğu) geçirdiği anlatılmaktadır.
    Bu hastalık sonraları Mustafa Kemal’in Cebeci Hastanesi hekimlerinin tedavileri ve her gün yaptıkları idrar kontrolleri bir sonuç vermemiştir.
     O günlerin genç bir ürologu ve daha sonra da ünlü bir Prof. Olan Doç. Dr. Behçet Sabit Bey (Erduran) 1923 yılında İstanbul’dan, Ankara’ya çağrılarak bir yıl süreyle Atatürk’ü tedavi etmiştir.
     Gazi’nin idrar yolundaki bu müzmin hastalık yeniden tekrarlayınca, Tıp Fakültesi eski hocalarından TBMM İstanbul eski Mebusu ve İstanbul’da Ankara hükümetinin temsilcisi olan Dr. Adnan Bey (A. Adnan Adıvar), Kızılay’da müderris Dr. Besim Ömer Paşa’ya haber yollayarak Dr. Behçet Sabit Bey’i Ankara’ya istetmiştir. Bunun üzerine Başvekil de İstanbul’a bir otomobil yollayarak doktorun Ankara’ya gelmesine yardım etmiştir…
     Bir yılın sonunda Doktor Atatürk’ten izin isteyerek tekrar İstanbul’a dönmüş ve Tıp Fakültesi’nde bir üroloji kliniği kurmuştur. Anafartalar savaşının sonlarında 1916 yılında M. Kemal’in ateşi yükselmiş, akciğer iltihabı ile yatağa düşmüştür. 1918 sonlarında Yıldırım Orduları Komutanı iken yine böbrek ağrıları başlamış ve hekimlerin tavsiyesi ile Viyana Karlsbad Kaplıcalarına tedaviye gitmiştir. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir sürede kulağından rahatsızlanmıştır. Bandırma Vapuruyla seyahat ederken yanında bulunan, IX. Ordu Sağlık Başkanı Dr. Alb. İbrahim Tali Bey’le yardımcısı Tbp. Bnb. Dr. Refik (Saydam) Bey, onun sağlığıyla yakından ilgilidirler.
     M. Kemal Atatürk, Samsun’a ayak basar basmaz yeniden başlayan böbrek ağrılarını dindirmek için Havza’ya giderek 25 Mayıs 12 Haziran günlerini kaplıcalarda geçirmiştir.
    Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da bir kere daha sıtmaya yakalandığını, Tertiana tipi bir Malarya atlattığını  hatta, ertesi yıl Dr. Arif İsmet Bey tarafından Ankara’da Cebeci Hastanesi’nde yapılan bir muayenede Atatürk’ün kanında plazmodi bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bu hastalık böbrekleri gibi sık sık tekrarlayıp onu fazla rahatsız etmemiştir.
     Balkan ve Dünya savaşları sırasında  Osmanlı nüfusunun  dörtte üçü  sıtmalıdır .
    Ve hastalara kinin  dağıtımı dışında  bir önlem alınmamıştır...Türk Ordusunun sağlık birimleri  tarafından yapılan  bütün gözlemler, savaş alanlarında  sıtmanın hayli  yaygın olduğunu  göstermiştir.
     İstiklal Savaşı  sürerken Türk Ordusunda  sıtma oranı yüzde kırktır . Savaşın bitişiyle  Hicaz, Irak ve öteki  sıcak bölgelerden  memleketlerine  dönen  askerle özellikle  malaria tropica’nın yurt içinde  daha fazla ...Sıtmanın endemik  olduğu  yörelerde  enfeksiyonun  yayılması  dalak büyüklüğü ile  ölçülmektedir.
    Dalağı büyük  olanların  oranı  yüzde 10’dan  aşağı ise , bölgede malarya  hafif  endemiktetir, yüzde 10-25 yüksek  , yüzde 25-50 yüksek, yüzde 50’den yukarı hiperendemi  olarak adlandırılmaktadır.
    Anadolu’da sıtma  o kadar  yaygındır ki Mustafa Kemal  Paşa  sık sık ateşlendiği  için askeri doktoru  Refik (Saydam) hiç yanından ayrılmamıştır .
      M. Kemal, Sivas’tan hareketle 27 Aralık’da Ankara’ya ulaşmış Ziraat Mektebinde Tbp. Bnb. Refik Bey yanında iken bir gece yeniden tutan böbrek sancıları ve yükselen ateş nedeniyle, Dr. Refik Bey, çaresizlikten ellerini ovuşturmaktan başka bir şey yapamamıştır.
     II. İnönü Savaşı sonrası 1921 Nisan’ında Atatürk’ün sol yanağında büyük bir çıban çıkmıştır.
      1921 yılında bir ata binme olayında geçirdiği kaza sonucu acilen Sakarya’dan, Ankara’ya getirilmiştir.
      Bu kazadan dolayı 3 kaburgası kırılmıştı. Ankara Cebeci  Hastanesinde  Op. Dr. M. Kemal Öke ve Op. Dr. Murat (Cankat) Beyler müdahale etmiş. Bir süre istirahattan sonra M. Kemal Atatürk o haliyle tekrar cepheye gitmiştir.
     1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirmiş. Bu olaylardan haberdar olan hükümet 13 Kasım 1924’te Prof. Dr. Neşet Ömer Beyi Ankara’ya çağırmıştır. Muayene ve laboratuar araştırmaları sonunda Neş’et Ömer Bey bu kalp krizini önemsememiş, yorgunluğa bağlamış ve istirahat tavsiye etmiştir. Fakat hükümet durumdan kesinlikle emin olmak için Avrupa’dan iki uzman çağırmıştır.(?) Onlarda aynı teşhise varmışlar. Cumhurbaşkanı’nın istirahat, yiyecek ve içeceğe dikkat etmesini önermişlerdir.
     Bu konuda Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer Bey (İrdelp), 2.2.1340/15 Şubat 1924’te yazdığı raporda Kılıç Ali Bey’in: “Son günleri sayfa 7” de şöyle veriliyor;
     “Reisicumhur Hazretlerinin nahiye-i kasabiyede (göğüs kemiği arkasında) hissettikleri elemin (ağrının) mahiyetinin tayin ve tedavisi için 13 Teşrinisani (Kasım) 1923’te Ankara’ya davet edildim. Reisi Cumhur Hazretlerinin nahiye-i kasbiyedeki elemin fartı tevaggulden (aşırı yorgunluktan) mütevellit (ileri gelen) bir elem-i asabi olduğu ve ne kalpte ve ne de rielerde (akciğerlerde) bir arıza olmayıp bu azanın tamamen salim, tazyik-i şiryanı (kan basıncı) nın dahi normal olduğunu gördüm. Reisicumhur Hazretlerinin fart-ı meşguliyetten mütevellit ta’b-ı dimağı ve cismanilerinin (beden ve beyin yorgunluklarının) izahasi (giderilmesi) için bir müddet Akdeniz sahilinde istirahat buyurmalarını (dinlenmelerini) tavsiye ettim. (Atatürk’ün istirahati için “Akdeniz” diye nitelendirilen yer aslında bugün “Ege Denizi”dir), kanaatimi teyit (görüşlerimi güçlendirmek) için hükümetçe vaki talep (istek) ve davet üzerine Reisicumhur Hazretlerinin ahval-i sıhhiyelerini (Sağlık durumlarını) 28 Teşrinisani 1339’dan itibaren Ankara ve İzmir’de istirahatları esnasında yakından tetkik ve takip ettim. Müşahadat (gözlerim) ve tetkiklerim zât-ı riyasatpenahi’nin bir Hünnak – Sadır (göğüs, anjini, angine de poitrine) nöbeti geçirmemiş oldukları hakkındaki ilk kanaatimi teyit etmiştir. Elyevm (bugün Reisicumhur Hazretlerinin tamamen ve kat’iyyen afiyette (sağlıklı) bulunduklarını mübeyyin (bildiren) raporun takdim kılındı” denilmektedir.  
     22–23 Mayıs 1927 gecesi Cumhurbaşkanı yine şiddetli bir göğüs ağrısıyla uyanmış, ter, bulantı olmuş ve bu akse birkaç gün ara ile iki kere daha tekrarlamıştı. Yine İstanbul’dan, Dr. Neşet Ömer Bey çağrılmakla birlikte Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’ın teklifi ve Cumhurbaşkanının müsaadesi ile Almanya’dan iki uzman çağrılmasına karar verildi.
     Berlin Büyükelçimiz vasıtası ile Berlin Tıp Fakültesi II. Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Friedrich Kraus (1858–1936) ile Münih Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Ernest Von Remberg (1865–1933) getirildiler. Bu iki uzmanlarla birlikte Dr. Neşet Ömer ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Müsteşarı Dr. Asım Bey (Arar), Gazi’ye ilk konsültasyonu yaptılar.
      Bu Gazi’ye yapılan ilk konsültasyona göre; “Hasta takriben iki hafta evvel, merkezi kalp nahiyesinde olan ve sol kola doğru yayılan şiddetli bir ağrıdan şikâyet etmiştir. Bu ağrı, o zamandan beri ilkinden hafif olarak, iki defa daha tekerrür eylemiştir. Hasta 46 yaşındadır. Babası genç yaşında hâd bir hastalıktan, annesi 65 yaşında müzmin bir Aortite’in sebebi olduğu bir kalp kifayetsizliğinden ölmüşlerdir. Hal-i sıhhatte bulunan bir hemşiresi vardır. Geçirdiği hastalıklar: Hasta çocukluk devresinde görülen intani hastalıklar ve malarya (Sıtma) tertiana hariç belli başlı diğer hâd veya müzmin hastalıklardan hiç birisini geçirmemiştir.
    Yirmi yaşından evvel yakalanmış olduğu Blennoragie sonradan birkaç kere nüksetmiş ve 12 yıl evvel sol taraftan bir pyelite sebep olmuştur.
    Çok sigara içer ve gençliğinden beri alıştığı alkollü içkileri kullanır. Şu ciheti de kaydetmek lazımdır ki, son dokuz sene zarfında dimağı ve hatta bedeni çok şiddetli bir sürmenaja maruz kalmıştır. Bundan üç sene evvel (Kasım 1924) hasta ilk defa olarak göğsünün arka tarafında (Retrosternal) sol kolunun dirseğine kadar yayılan çok şiddetli bir ağrı hissetmiştir.
      Bu ağrı 20 dakika kadar sürmüş ve sıkıntı ve terk müterafik bulunmuştur. İki gün sonra, öğle yemeğini takip eden bir gezinti esnasında, bu kriz yeniden hissedilmiş ise de bu sefer hafif ve az süreli olmuştur.Bu iki krizi müteakip, iki ay müddetle çok sıkı bir rejime tabi tutulan ve bütün alkollü içkileri kullanması tamamıyla yasak edilen hastanın ahvali, az zaman zarfında salâh bulmuş ve süratle normal duruma dönmüştür. İşte, böylece, ilk nöbetten üç sene yedi ay sonra, 22/23 Mayıs 1927 gecesi, ağrıyla müterafik olan kriz yeniden kendini göstermiştir.  Bu sefer tamamıyla ilk defa ki karakterini muhafaza etmiş olan ağrıyı duymağa başladığı zaman, hasta yatakta bulunuyordu. Ağrıyla birlikte gelen kriz, üç sene sonra, bir defa ve dördüncü gün, üç saat fasıla ile iki defa daha tekerrür etmiştir.  Bu krizlerde ağrılar ilkinden daha hafif, fakat daha sürekliydi. Hastanın Umumi Ahvali:
    Hastanın umumi ahvalinde hiçbir bozukluk yoktur. Bundan üç buçuk yıl önce hadis olan ilk kriz esnasında tazyik-i şiryani (Kan basıncı-tansiyon) azami 14, asgari 9 idi. (Vaguez ile) kalbin her 20–40 atışında extrasystol (normal olmayan vuruş) müşahede edilmişti. Son krizler esnasında ise tazyik-i şiryani azami 14,5 asgari 9 du. (Pachon ile) Aynı extrasystoller mevcuttu.Kalp harici muayenesinde (auscultation ve percussion) sonunda tamamıyla normal bulunmuştur. Radioscopigue muayenede kalbin ve Aorte’un hacmi normaldir. Hazım ve bevil cihazları normaldir.Teneffüs cihazında; bir seneden beri sol ciğerin kaidesinde bazı hırıltılar duyulmaktadır. Bacaklardaki refleksler azalmıştır.Wassermann teamülü menfidir.
     Tedavi: İlk arızada bir morfin şırıngası yapılmış ve iki ay müddetle az miktarda iodure verilmiştir. Son defa, yani şimdiki krizler esnasında, ağrıların her defa ki tekerrüründe birer santigram morfin şırınga edilmiş ve her türlü meşguliyet, tütün ve alkollü içkiler yasak edilerek hasta mutlak bir istirahate tabi tutulmuş ve süt ile sebzeden ibaret bir rejim takip edilmiştir.
     Hasta bir aydan beri hiç içki kullanmamıştır. Bu arada Mayısın 28’nci günü akşamüstü hastada şiddetli bir titreme baş göstermiş, müteakiben hararet 40 dereceye kadar yükselmiştir. Birkaç saat sonra mebzul bir ter boşanmıştır. Ertesi sabah hararet derecesi 37’nin bir üstünde kalmış ise de aynı gün akşamüstü normal hali almıştır. Hasta sadece kırıklıktan ve hafif bir başarısından şikâyet etmiştir. Bu hararet yüksekliğinin ertesi günü yapılan kan (frottie)si menfidir. (yani sıtma aranmıştır).Hasta tütün mahrumiyet dolayısıyla başında fazla ağırlık hissetmekte olduğunu söylediğinden 4 Hazirandan itibaren günde 6 sigara ve 3 fincan kahve içmesine müsaade edilmiştir.” Denilmektedir. 
      Bütün incelemelerden sonra profesör ilk teşhisinde ısrar ettiler ve Gazi’nin çok sigara içmekten dolayı bir göğüs anjini geçirmiş olduğuna karar verdiler; yapılan tedaviyi uygun buldular. Alkol ve tütünün çok azaltılmasını ve Gazi’nin kendisini çok fazla yormamasını tavsiye ettiler.
     Gerekli raporların yazılmasının ardından Gazi’ye veda ederek ayrıldılar. 1936 Kasım ayının ortalarında üşütmesinden sonra, yüksek ateşle seyreden bir Congestion pulmonaire (Ciğerlerde kan toplanması) geçirdi. Hastalık pnömoni-Zattüre’ye varmadan bir hafta sonra ayağa kalktı. Dr. A. Arar’ın tedavi ve tavsiyeleri başarı sağlamıştı. Dr. A. Arar’ın anılarında bahsettiği gibi 1936 sonlarında Atatürk’ün genel durumunda bir düşkünlük, bir halsizlik başlamışsa da henüz Atatürk’ün sağlığından ciddi bir şikâyeti yoktu.
     Ancak 1937 başlarında görülen ve sık sık tekrarlayan burun kanamaları, karın ve bilakis bacaklardaki kaşıntılar gibi belirtiler kısa zamanda sonun başlangıcı olarak ortaya çıkmışlar ve böylece başlayan o amansız hastalık Cirrhose atrophique – karaciğer atrofik sirozu ölüm nedeni olarak gösterilmiştir.
    Burun kanamaları her ne kadar tehlikeli olmadı ise de sık sık tekrar ettiğinden kendisine rahatsızlık veriyordu. Bu sebepten ötürü Atatürk’e önce Dr. Ziya Naki Yaltırım tedavi ediyordu. Yapılan tedavi, buruna tampon konması veya kanayan yeri yakma gibi arazi şeylerdi.
      Sonraları Ankara Numune Hastanesi K.B.B. uzmanı Prof. Dr. Meyer (1890–1954) de aynı tedaviyi uygulamıştır.
      1938 Şubat’ında Hariciyede verilen bir davette misafirlerin karşısına geç çıkmasına neden olan bu kanamalar sonunda Sağlık Müsteşarı Dr. A. Arar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya aracılığıyla Celal Bayar’ı uyarmış yabancı uzmanları çağırmasını önermiştir. Ancak Atatürk yabancı doktorların gelmesini uygun görmemiş, Türk doktorlar tarafından konsültasyon yapılmasını uygun görmüştür.
    Yine bu dönemde Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapan ve Atatürk’ün konsültasyon hekimleri içerisinde yerini alan Dr. Asım İsmail Arar anılarında;
    “Atatürk’teki öldürücü hastalığın başlangıcını hemen hemen 1936 senesinin sonlarına kadar götürmek yanlış bir düşünce addedilemez. Gerçi henüz en dikkatli mütehassısları bile şüphelendirecek her hangi bir alamet görülmüyordu.
     Fakat 1936 sonunda halinde bir başkalık olduğunu kabul etmemeye imkân yoktu. Daima biraz halsiz ve yorgun, hatta solgun görülüyordu.
     Başlangıçta görülen bu ufak-tefek delil ve emareleri bir karaciğer kifayetsizliğine bağlamak kimsenin aklına gelmemiş ve bu suretle sevgili Atatürk kendisini bekleyen mukadder akıbete doğru sürüklenip gitmiştir”. Demekteydi. 
      Dr. Asım İsmail Arar’ın Dünya Gazetesindeki mülakatında ise; “Bir karaciğer kifayetsizliği olarak kabul edilebilecek olan kaşıntıların ve burun kanamalarının sık sık tekerrür ettiği vakitlerde büyük bir ihtimalle bir karaciğer sirozu başlanğıcı karşısında bulunduğumuz şüphesine kapılmış ve fikrimi o zaman icap edenlere açmış bulunuyorsam da (!) Atatürk’ün yakınında bulunan salahiyetli kimseler görünüşe nazaran böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylemiş olduklarından daha ileriye gidememek zorunda kalmıştım.” Bu sözlere karşılık olarak da, Atatürk’ün yakınında bulunanlardan biri olan Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak ;
    “Anlaşılır şey değil. Bir kere kendisi de doktordur. Hem Atatürk’ün yıllarca evvel, hususi ve müdavi doktorları arasına girmiş bir doktordur.
      Üstelik beliren arızaları ve tedavilerini hükümet namına takip etmekle vazifedar olanlardan biriydi.
   Binaenaleyh gerek mesleki ve hususi durumu, gerek vazife itibariyle o, “Salâhiyetli” dediği kimselerle kat’i bir münakaşaya girişmesi ve şüphelerini hangi şahıs ve makamlara açmış olduğunu ve Atatürk’ün yakınlarında olup ta bu şüpheleri varit görmeyen salâhiyet sahibi zatların kimler olduğunu da açıklamamış, bu hususta sarih olmaktan çekinmiştir.
     Yoksa bunlar, kendi vekilinin dâhil bulunduğu, hükümet adam ve makamları mıdır? Kim bilir. Eğer öyle ise ki doktorun bulunduğu vaziyet ve vazifeye göre öyle olması akla daha yakın geliyor. O zamanki hükümet erkânı arasında kendisi gibi vazifeli ve mesuliyet sahibi bir fen adamının şüphelerinden haberdar olupta, derhal ve büyük bir ilgi ile üzerine düşmeyecek olan bir kimsenin bulunabileceğine inanmak, doğrusu bana güç görünüyor.” Demekteydi. 
      Yukarıdaki sözlerden de anlaşıldığı üzere Atatürk’ün ölümünden sonra ciddi şekilde, sağlığından sorumlu olan insanlar arasında sorunlar çıkmıştır.
    Doktorlarla ilgili bölümde görüşeceği gibi her biri kendi dalında uzman olan insanlarda bir panik havası esmektedir.
     Atatürk’ün vücudundaki kaşıntıları bir karınca ısırması olarak değerlendirenlerden, ilaç sektörüne uzanan ayakları ile bu olayın ardında ciddi bir parmak olduğu hemen anlaşılmaktadır.
     Dr. Arar’ın doğrular sözleri, anılarında dile getiren Celal Bayar, Arar’ın “İcap edenlere açmışsam” dediği olayı anlatmaktadır.
     Celal Bayar’ın “Atatürk’ten Hatıralar – 1995, sayfa 88” de; Arar’ı doğrular sözlerinde; “Hastalığına tekaddüm eden günlerde Balkan Konferansı toplanmıştı. Verilen kabul resminde o vakit ki Yugoslav Başvekili Dr. Stoyadinoviç ile konuşuyordum. Şükrü Kaya yanıma yaklaştı yüzü mosmordu. “Hayrolsun” dedim. Şu cevabı verdi. “Sıhhiye müsteşarı Dr. Asım ile konuşuyordum. Atatürk’ün sıhhati hakkında çok endişe verecek şeyler söylüyor, sizde bir konuşun.” Dr. Asım’ı buldum, bana şu sözleri söyledi; “Atatürk’ü İstasyonda gördüm. Halini hiç beğenmedim, burnundan kan geldiği söyleniyordu. Ki bunun ciğerden geldiğine ihtimal veriyorum. Eğer öyle ise hal vahimdir” dedi.
     Korumalığını yapan Kılıç Ali;  “O sportmen denilecek kadar cevval olan Atatürk’te son iki sene içinde o zamana kadar hiç görülmeyen kırıklıklar, baş ağrıları, birtakım halsizlikleri ve yavaş yavaş da düşkünlükler arız olmaya başlamıştı.” Diyordu.
      Yine yakınlarından biri olan Falih Rıfkı Atay’ın “… 1937 senesinden sonra sinir dengesinin git gide bozulduğunu görüyorduk. Devamlı boşanma ihtiyacı içinde olan sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik… yarım saat önce bile hafızasından silinip gitmiştir…” demekteydi. 
      Günler geçtikçe Atatürk’teki bu ani değişimler yakınları tarafından anlatıldığı gibi ciddi bir hal almaya başlamıştı. Müdavi doktorlarından biri olan Prof. Dr. N. Ömer İrdelp’in Atatürk’ün ölümünden sonra yaptığı bir açıklamada; “Atatürk’ün hastalığı sene başında ikinci kanunda (Ocak) deklare oldu. On bir ay sürdü. Bu hastalığın deklare olduktan sonra müddeti bir, nihayet iki senedir[13] denilmektedir.










1.3-SON DOKUZ SAAT

      Yatağının ayak ucunda son saygı duruşlarını yapan muhafız Kıtaları komutanı İ. Hakkı Tekçe ile Rıza ve Kılıç Ali Beyler de üzüntü içinde idi ve Hasan Rıza Bey’in sesi duyuldu;
“KILIÇ BAK, KOCA BİR TARİH GÖÇÜYOR!”
     Dr. Kamil Berk devamla; Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler hepimiz orada idik, yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım Arar yoktu. Sonradan geldi. Dr. İ. A. Özkaya son dakikaları, dakika dakika veriyordu.
     10 Kasım 1938 Perşembe, Saat 0.05’te sonda ile 140cc’lik idrar boşaltıldı. Saat: 2.00’te yarım balon oksijen verildi. Saat: 2.45’te 1.cc’lik Huile de Camphree şırınga edildi. Saat: 3.30’da koltuk altından ateşi 38 derece olarak alındı. Aralıklı olarak oksijen verilişi sürdürüldü. Saat: 6.25’te solunum yüzeyselleşti ve hırıltı azaldı. Saat: 7.45’te ateşi 37.7 cc, nabız 124 olarak kaydedildi. Saat: 8.00’de glikozlu serum verildi. Saat: 8.00’i geçerken Atatürk’ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu ve birden gırtlağından “Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı.
     Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil Berk gözleri yaşlı ve eli karyolada dayalı olarak diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su verme çabasındaydı. Prof. Dr. Süreyya Hidayet Sertel ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmektedir. Saat: 8.05’te 1 cc Huile Camphree ve 500 cc glikozlu serum yapıldı. Saat: 8.25’te toplardamar için 1/8 mgr ouabaine şırınga edildi. Saat: 8.30’da 500 cc glikozlu serum tekrarlandı. Saat: 9.00… Nabız 130… soluk alıp verme 34 Atatürk’ün gözleri kapalı göğsü sık sık inip çıkmakta.
     Başta bulunduğu oda olmak üzere, bütün Dolmabahçe Sarayı derin bir sessizlik içinde Saat: 9.05, Atatürk birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki duruma getirdi. Son Nöbet defterine şöyle yazıldı. “Saat 9.05 vefat etmişlerdir.” İmzalar;
Dr. Akil Muhtar (Özden),
Dr. Neşet Ömer İrdelp,
Dr. N. Reşat Belger,
Dr. H. (Hayrullah) Diker,
Dr. Abravaya Marmaralı,
Dr. Mim Kemal Öke.
     Burada ilginç bir olayda bu imzaların içinde Dr. Kamil Berk’in imzasının olmamasıdır. Nitekim Atatürk’ün başında bekleyen ve imzaları bulunan bu doktorlardan sadece Berk imza atmamıştır. Oysa “Dr. Kamil Berk’te, Gazi Mustafa Kemal (G.M.K.) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı” denilmektedir.
























1.4-ATATÜRK’ÜN VEFAT RAPORUNDAKİ ÇELİŞKİLER
 
   Atatürk’ün vefatının hemen ardından hazırlanan “bilinen” üç rapordan birisi olan “Fenni Rapor” –Tıbbi Rapor- Müdavi ve Müşavir hekimler tarafından yazılarak, ertesi gün basında yayınlanmıştır. Bu konuda bilgi veren Dr. Asım Arar şunları söylemekte;
     “Yukarıdaki kattaki bir salonda Sayın Bayar ile Şükrü Kaya millete hitaben yayınlanacak beyannameyi hazırlarken, biz hekimler de ölüm sebebini bildiren fenni raporu hazırlamakla meşguldük. Müdavi tabiplerle görüşerek bir rapor müsveddesi hazırladım ve bütün hekimler imzaladık. Ertesi gün basında yayınlanan bu beyanname ile rapor aynen şöyledir.” Demektedir.

1.4.1-ATATÜRK’ÜN VEFAT RAPORU(Tam Metni)
12: ikinci Teşrin 1938

     Reisicumhur Atatürk’ün bu sabah elim vefatlarıyla neticelenen mümin hastalıklarının ilk arızaları Kanunusani 1937 sonunda Yalova’da müşahede edilmiştir. O zaman kendileri bilhassa etrafı süfliye de fazla olmak üzere bütün vücutlarında kaşınmadan, hafif ve mükerrer burun kanamalarından ve biraz yorgunluk hissettiklerinden şikâyet etmektedirler.
        Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yapılan muayenede gayr-i tabi olarak görülen başlıca araz kazıb dililari; üç parmak tecavüz eden bir kebet dehamesinden ibaret idi. Bu dehama umumi yani nahiyeyi sersufiyeden hypochondre nahiyesinin sağ ve son hududuna kadar hissedilmekte ve kebet biraz sert olmakla beraber, sathı emles ve kenarı keskin idi. Fakat cidari batında kollateral deveran şebekesinden eser müşahede edilmediği gibi, münhat nahiyelerde matite bulunmamış idi. Tahal kabili ces fakat fazla büyük değil idi.
    Etrafı sufliyede kaşınmadan mütevellit küçük ve sathi cilt leziyonlarından maada bir gayri tabiliğe tesadüf edilmediği dikkatle aranılan ödem malleolarie yok idi.
      Sıkletleri 75 kg geliyordu. Hulasa, bu tarihte Reisicumhurda gıdaı hıfzısıhha meselesi ile alakadar olması çok muhtemel görülen bir kebet dehamesinden başka bir şey görülmemiş idi.
     Bilahare, Reisicumhur Yalova tarihi ile ve otomobil ile Bursa’dan İstanbul’a dönerken soğuk alarak Dolmabahçe Sarayında on beş gün kadar süren bir rie-ihtikanı geçirmişler idi. Oldukça yüksek bir hararetle seyr eden Bucongestion kendilerini çok yormuş ve İstanbul’dan, Ankara’ya avdetleri zamanında bariz bir takatsizlik zayıflama husule getirmiş idi.
     Ankara da 28 Şubat’ta, Dr. Asım Arar, Dr. Hüsamettin Koral, Prof. Dr. Akil Muhtar Özden ve Prof Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Ziya Naki arasında yapılan Tıbbi istişarede büyük ve biraz sert kebet büyükçe bir Tahal bulunmuş ve o zaman da ne asit ne de bacaklarda ödem görünmüştür.
      Bir müddetten beri arasıra zuhur eden küçük burun nezifleride kaydedilerek lazım gelen tedavi ve rejim tespit olunmuştur. Biraz sonra Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Frank ile bir istişare yapılmış ve evvel ki teşhis kabul edilerek, aynı tedaviye devam edilmiştir.
      Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen Prof. Dr. N. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da bir tıbbı istişare daha yapılarak büyük bir kebet ve büyükçe bir Tahal bir kere daha müşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “HEPATİTE SCLEROCONGESTİVE ETHYLİGUE” olduğu tespit edilmiştir.
    Tatbik edilen müdavat sayesinde hastalık bir derece salah bulmuş gibi görünmüş ise de Hakikati halde marazın seyrinde ciddi hiçbir tevakkuf husule gelmemiş ve inkişafı devam etmiştir. Ankara’dan İstanbul’a avdetlerinden hastalığın yeni bir safhaya girdiği ve etrafı süfliyede ödemler, batında ascide tahassul ettiği Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından müşahede edilerek ASCİTOGENE BİR CİRRHOSE teessüs ettiği anlaşılmıştır.
      İkinci defa olarak Paris’ten gelen Prof. N. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger arasında yapılan istişarede aside ve ödemlere karşı tayin edilen tedavi ve rejimin devamına karar verilmiştir.
      13 Temmuz 1938’de hastalık birden bire zuhur eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hummavi yeni bir safhaya girmiş ve otorite itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle müterafik olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaigue bir manzara vermiştir.
    Bunun üzerine Paris’ten iki defa daha Prof. N. Fissenger getirildiği gibi, Berlinden Prof. Dr. Von Bergmann, Viyana’dan Prof. H. Epinger celbedilerek gerek bu iki ecnebi mütehassıslar ile ve gerekse bunların muvasalatlarından evvel Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet, Dr. Asım Arar, Dr. Abravaya Marmaralı, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Dr. M. Kamil Berk, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Hayrullah Diker ile mükerrer istişareler yapılmış ve teşhisi maraz ile tedavi bakımından husule gelen bir ittifakı tam ile icabatı fenniye tatbik olunmuştur.
     Yapılan çok itinalı mudavata her türlü sayı ve gayrete rağmen hastalık asla tevakkuf etmeksizin seyrine devam ederek tevlit ettiği kaşeksi yavaş yavaş artırmış ve son iki ay zarfında üç defa zuhur eden ve büyük kebet ademi kifayesine matuf olan vahim arazı asabiye ile hastalık son derece istidat etmiş ve inzar çok muzlim bir hale gelmiştir.
       Bu asabi teşevvüşlerden birisi 16 Teşrinievvele tesadüf eden Pazar günü zuhur edip, 20 Teşrinievvel 1938 Perşembe sabahına kadar devam ederek açılma ile nihayet bulan bir koma olmuştur. En nihayet 8 Teşrinisani 1938 Salı günü bir kere daha zuhur eden ve bütün takayyüt ve ihtimamlara rağmen, terakkisine mani olunamayan ve büyük bir süratle inkişaf eden ikinci bir büyük koma içinde 10 İkinci Teşrin 1938 Perşembe sabahı (10 Kasım 1938), saat dokuzu beş geçe muazzez ve büyük hasta terk-i hayat etmiştir. 10 İKİNCİ TEŞRİN 1938
İMZALAR;
Prof.Dr. Nihat Reşat Belger
Prof.Dr. Mim Kemal Öke
Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp
Prof:Dr.Süreyya H.Sertel
Dr. M. Kamil Berk
Dr. Abrevaya  Marmaralı
Prof.Dr. Hayrullah Diker
Prof.Dr. Akil Muhtar Özden
Dr. Asım Arar[14].


1.4.2-RAPORU  ÖZETLEYECEK OLURSAK

a-      Hastalığının ilk teşhisinin 1937 sonunda Yalova’da konulduğu ve bu teşhisi koyanların Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Nihat Reşat Belger olduğu belirtilmiştir.
b-     Hastalığının genel çerçevesi çizilmiştir.
c-      Yalova dönüşü zatürree geçirdiği belirtilmiştir.
d-     Ankara’da 28 Şubatta Dr. Asım Arar, Dr. Hüsamettin Koral, Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Ziya Naki arasında yapılan tıbbi istişare…
e-      Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen Prof. Dr. N. Fiessinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da bir tıbbi istişare daha yapılarak… hastalığın bir “hepatite selerocongestive ethyligue olduğu tespit edilmiştir” denilmiştir.
f-       13 Temmuz 1938 de hastalık birden bire zuhur eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hum mavi yeni bir safhaya girmiş ve o tarihten itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle müterafik olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaigue bir manzara vermiştir.”
g-      3 Ağustos 1938 Konsültasyon raporunun doktorları ve sonuçları
h-     Komalara giriş tarihi ve büyük hastanın terki hayatı verilmektedir.
i-        İmzalar içerisinde, Atatürk’ün tedavisinde sadece hükümete bilgi vermekten sorumlu olan Dr. İ. Asım Arar’ın imzasına eklenerek rapor tamamlanmıştır.
j-       Atatürk’ün  Yalova’ya gidişi hastalığıyla değil , bir tesadüfle  ilgili , kaza yüzünden  yolun  kapalı olmasıyla ilgili , kaldı ki  Atatürk’ün hastalığı için Yalova’ya gittiği üstüne  hiçbir  kanıt yok.
    Asım Us anılarında ‘…Sonra Atatürk  tesadüfi olarak  Yalova’ya gitmişti!’ diyor. “Mazhar Leventoğlu/Atatürk Yürür – Otururken,AjansTürk tarih Yayınları Serisi:3,1971    sf,19 “ 20 Ocak 1938’de …Özel tren , 14.55’te  Ankara Garından hareket ediyordu.
     Trende , İnönü, Kaya,Aras,Tahsin Uzer, Bozok, Ahmet Ediz, Z.N.Yaltırım, İ.M.Mayakon, İ.H.Kavalalı da vardı. Yol kapalıydı. Gece İnönü İstasyonunda geçirildi. 61 sayılı marşandiz treni 20 Ocak günü , İnönü ile Bozöyük arasında giderken  vagonlardan birinin  dingili  kırılmış ve iki vagon  yoldan çıkmıştır. Bu yüzden demir yolunun  önemli  bir kesimi  bozulmuştu.
     Özel tren , saat 15.00’te hattın açılmasıyla  kalktı. 22 Ocak’ta  02.30’da  Derinceye varıldı. Akay vapuru saat  03.30’da  Yalova’ya doğru yola çıkıyordu. Termal Oteli’nin açılışı , gelişine denk düşüyordu. Yalova’da 1937 yılı Ekim ayında  inşasına başlanan  Termal Otel  1938 başında  bitmişti. Otel termal adını almış olan bu müessese 1938 yılı Ocak  ayının 22nci günü  açılmıştır…21 Ocak  sabahı , 09.30 ‘da  vardığı termal  Otel’de hemen dinlenmeye çekildi. 23 Ocak’ta  öğleye doğru  kendisi  için  yaptırılan  özel banyo dairesindeydi. Doktor Nihat Reşat belger’i çağırttı. Dr. Belger, 1936 Ekiminden beri  Yalova kaplıcaları  Müdürlüğünü ve Uzman hekimliğini yapmaktaydı” Mazhar Leventoğlu/Atatürk Yürür – Otururken,AjansTürk tarih Yayınları Serisi:3,1971 sf,90-91
       Bu raporla (ilk bakışta) dikkat çeken bir şey yoktur. Ama yıllar geçip ortaya çıkan bilgi ve belgeler arttıkça bu raporun hazırlanıp sunulmasının ortaya çıkartacağı tartışmalar, tam olarak zamanında düşünülmüş müdür bilinmez ama tam bir çelişkiler yumağı olduğu kesindir.
       Bu tartışmaların ana merkezini oluşturan, teşhis tedavi ve kullanılan ilaçlar olarak sıraladığımızda bu rapor, Atatürk’ün bir çok konusunda olduğu gibi vefatının arkasında da karanlıkta bırakılmış olan birçok konuyu tam yansıtmadığı, şüpheler içerdiği açık ve alenen maalesef ortaya koymaktadır. Atatürk’ün “Fenni Raporu” gerçekleri tam olarak yansıtmamaktadır.



















1.5-ATATÜRK’ÜN  HASTALIĞININ TEŞHİSİ

    Tarih kitaplarımıza Atatürk’ün tedavisinde ilk teşhisi koyan Prof. Dr. Nihat Reşat Belger olarak geçmiştir. Belger bu konuya ilişkin bir mülakatında şunları söylemektedir;
   “Atatürk geceyi termal oteldeki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırttı… Şikâyetlerini bana bildirdi… Kaşıntıya çare bulmaklığımı istiyordu… dedim ki; Müsaade buyurursanız, önce zat-ı devletlilerinizi bir muayene edeyim. Kaşıntıların sebebini tespite çalışayım.
    Soyunma yerine koydurtmuş olduğumuz şezlonga uzandı; ben de muayeneye başladım… Tabii, önce vücudunun en çok kaşınan yerlerini, yani bacaklarını muayene ettim.
     Egzaman, ürtiker, erytheme gibi belirtiler bulmadım. Yalnız kaşıntının bıraktığı tırnak izlerini gördüm.
     Atatürk’ün yaşayış tarzını göz önünde tuttuğum için bacaklardan sonra karnını ve bilhassa karaciğerini muayeneye koyuldum. Derhal gördüm ki, Atatürk’ün karaciğeri üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir…
    Kalbini dinledikten, tansiyonunu da alarak muayenemi tamamladıktan sonra kendisine teşekkür ettim. Muayenemin bittiğini söyledim…
Atatürk;
“Doktor, kaşıntının sebebini buldunuz mu?” diye sordu.
Evet efendim” dedim. Bu kaşıntının yemekle bilhassa içmekle ilgili olduğunu arz ettim…
“Buna emin misiniz?” diye sordu.
“Efendim, kanaatim o kadar katidir ki, bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur” dedim.
   “Karaciğer biraz büyümüş ve biraz sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu karaciğer rahatsızlığıdır” dedim.
“Sözlerim, o ana kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir defa bile bahsetmemiş. Atatürk üzerinde hissettim ki bir sürpriz tesirsi yaptı… Fakat o hiçbir hayret belirtmeksizin, bu sözlerimi tam bir sükûnetle dinledi[15].
     “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
     Bu sözlerin ardından, “Sağlık durumunun neden bozulmakta olduğunun doğrusu doğrusuna anlaşılmasında bu kadar gecikilmiş bulunulması; Atatürk’ün bu büyük hastalığında karşılaştığı ilk büyük talihsizlik olmuştur[16]
       Sözlerine devam ettikten sonra Atatürk’ün tedavisinde sık sık karşılaşılan bir gerçek de burada kendini bir kez daha gösterecektir. Bu da hastalığının teyidi için yine bir doktor getirtilmesidir. Bu konuda pek net bir şekilde söylemese de rahatsızlığı sözlerinden anlaşılan Belger;
“ … o akşam Termal Otelde kurulan büyük sofraya davet ettiği misafirler arasında beni de bulundurmak iltifatını gösterdi.
     Davetliler meyanında Atatürk’ün mutad arkadaşlarından başka, o akşam, Karamürselli Tahir Bey, … Cemal Hüsnü Taray Bey gibi zevat vardı…
    Ben sofraya gelmezden önce Atatürk o zevata benden, cemilekar sözlerle bahsetmiş; verdiğim tozdan derakap fayda gördüğünü memnuniyetle bildirmiş…
       Ertesi gün, Atatürk’ün arkadaşları bana hiçbir şey açmadan rahmetli Profesör Neşet Ömer İrdelp’i, Atatürk’ün hususi tabibi bulunması sıfatıyla Yalova’ya davet etmişler.
     Ona, benim muayenemden ve teşhisimden bahsetmişler. Bir kere de onun Atatürk’ü muayene ederek benim teşhisim hakkındaki mütalaasını bildirmesini kendisinden istemişler.
     Neşet Ömer Bey Termal Otele gelmiş; Atatürk’ü muayene ettikten sonra kendisine benim noktai nazarım bildirilmiş.
      Neşet Ömer merhumda benim fikrimi tamamıyla kabul ederek teşhisimi doğru ve tedavimi isabetli gördüğünü Atatürk’e arz etmiş; tavsiyelerime göre hareket buyurmasını muvafık bulmuş…
    Neşet Ömer, huzurdan çıktıktan sonra benimle buluştu. Atatürk’ü muayene ettiğini ve benimle tamamen aynı fikirde olduğunu bana da söyledi.“Sizin tedavinize devam etmesini Atatürk’e tavsiye ettim” dedi.Ve “Atatürk’ü istediğiniz gibi tedavi ettiniz, kardeşim!” dedi. İstanbul’a döndü…
    Atatürk, hastalığının her biri dönemlerinde uzman olan doktorların teşhisteki bu gecikmeyi içine sindiremediği görülmektedir. 14 Haziran 1938 tarihinde teşhisin konulmasından yaklaşık dört buçuk ay sonra, Afet İnan’a yazdığı mektupta;
Afet,
Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususiyetle burundan yapılan atusman üzerine gelen kusma neticesi, yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti…”  Diyen Atatürk, bu sözleriyle birlikte doktorlara karşı bir şekilde sitemde bulunmuştur[17].








1.5.1-TEŞHİSTE YAŞANANLAR VE DOKTORLARIN
          ÇATIŞMASI

      Yukarıda anlatıldığı gibi Atatürk ‘ün hastalığına ilişkin birçok teşhis bulunmaktadır.
     Vucutta yaşanan kaşıntılara ilişkin bir teşhisi yine Reşat Belger, Atatürk’ü muayeneye başlarken kaşıntılardan rahatsız olan Atatürk’ün önce bacaklarına bakarak bir belirti aramış ve daha sonra “kaşıntının bıraktığı tırnak izlerini gördüm” sözlerinden; başka bir rahatsızlığı olabileceği yönünde karar almıştır.
    Bu arada sürekli olarak vücudu kaşınan Atatürk’ün Yalova’ya gelmeden önce yaşadığı ve hastalığının teşhisinde yaşana belki de en acı traji bir olayda ayrıca ilginçtir.Bu da karıncaların köşkü işgal etmesi olayıdır.
     Bu konuda, Dr. İ. A. Özkaya olayı şöyle anlatıyor;
    “… Bu kaşıntılar için çeşitli sebepler ileri sürülüyordu. Günün birinde tuhaf bir rastlantı oldu. Atatürk etrafında bir hayli kalabalık ziyaretçi ile birlikte Çankaya’daki köşkünün bahçesinde otururken, kaşıntı hissederek kolunu kaşımaya başladı.
    Hemen bunun ardından da kaşınan kolunu sıvadığında, derisindeki fiske fiske kabartıları gösterdi. Ziyaretçiler arasındaki bir doktora dönerek[18];
     “Bu nedir doktor? Son zamanlarda sık sık oram buram böylece kabarıyor.” Dedi.
Doktor eğilerek baktı ve sonra;
 “Karınca Efendimiz… Bunlar karınca ısırmasıdır” diye cevap verdi. “Doktor bu teşhisi ile Atatürk’ün etrafında bulunanlarıda etkilemişti. Onlar da kaşıntıyı hissetmeye başladılar…” denilmektedir.
    Bu sırada suçlanan karıncalar arandı ve bir tanesi de bulundu. Atatürk tekrar sordu;
“Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar çıkar mı?”
 Doktor kendisine “Evet” cevabını verdi.
    Dr. Asım Arar da anılarında; “1937 Ekim ayında Atatürk, İstanbul ve Yalova’da iken bir gün, Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Süreyya Anderiman bana telefon ederek köşkü karınca bastığını, Atatürk’ün kaşıntıdan şikâyetçi olduğunu ve bir çare bulunulmasını istedir.
    Hakikaten Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların bulunduğu tespit edildi.”  Demektedir.
       Bunların üzerine özel bir ekip 7 Şubat 1938’de Çankaya Köşkünde karınca avına çıkartıldı.
    Karıncalarla mücadele eden ekipte; Dr. Nuri Refet Korur, Yzb. Kimyager Arif Tekman, Üstg. Dr. Behiç Onul, Üstm. Faruk ve İki Sıhhiye Asb.dan meydana gelmişti.
    Bunlara Dz. Bnb. Refik Kuntol (Amiral Dr. Refik Kuntol) ile Dz. K. Sağlık Dairesi Başkanı Alb. Mazhar Tan’da katıldı.
       Bu ekipte yer alan Dr. Nuri Refet Korur, yaptığı inceleme sonucu gerçekten köşkün bazı yerlerinde kırmızı renkte küçük karıncalar gördüğünü söylemiş, ilgili mütehassıslarda; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve bunların etle beslendiğini söylemişti.
    İşte bu karıncaların kendisini yediğini söyleyen o bilinmez doktorun (!) sözleri bir süre sonra Yalova’ya gittiğinde Atatürk’ü çok şaşırtacaktır. Hatırlanacağı gibi Atatürk,“Doktor kaşıntının sebebini buldunuz mu?” diye sorduğunda, Belger’in verdiği cevap;
  “Efendim kanaatım o kadar katidir ki bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur… Sözlerim, o ana kadar kendisinde karaciğer rahatsızlığından bir defa bile tekrar bahsedilmemiş. Atatürk üzerinde, hissettim ki bir sürpriz tesiri yaptı…” denilmektedir.
       Teşhis konusunda dikkat çeken bir diğer olayda, doktorların koydukları teşhise yine bir başka doktorun ya da doktorların teyit etmesi, bakması gibi bir olayın sürekli vuku bulmasıdır.
      22 Mayıs 1927 yılında Atatürk’ün rahatsızlanması sonucu İstanbul’dan Ankara’ya çağrılan İrdelp, “Fazla yorgunluktan doğan bir asabiyet hali…” teşhisinden sonra, hükümet teşhisten emin olabilmek için dışardan hekim getirtmeye karar vermişti. Bu durum İrdelp’e açıldığında itiraz etmedi ama hafif kırgın, “gelsinler” diyerek olayı kapattı. Bunun üzerine Prof. Kraus ve Prof. Von Remberg getirildi. Aynı kırgınlığı Belger de, Atatürk’ün hastalığını teşhis ettikten sonra, kendisinin haberi olmadan İrdelp’in getirtilmesinde üstü kapalı olarak da dile getirilmektedir. Bu konuda Belger;
     “Ertesi gün, Atatürk’ün arkadaşları bana hiçbir şey açmadan rahmetli Profesör Neşet Ömer İrdelp’i, Atatürk’ün hususi tabibi bulunması sıfatıyla Yalova’ya davet etmişler. Ona, benim muayenemden ve teşhisimden bahsetmişler.
     Bir kere de onun, Atatürk’ü muayene ederek benim teşhisim hakkındaki mütalaasını bildirmesini kendisinden istemişler.
      Neşet Ömer Bey Termal Otele gelmiş; Atatürk’ü muayene ettikten sonra kendisine benim noktai nazarım bildirilmiş. Neşet Ömer merhum da benim fikrimi tamamıyla kabul ederek, teşhisimi doğru ve tedavimi isabetli gördüğünü Atatürk’e arz etmiş; tavsiyelerime göre hareket buyurmasını muvafık bulmuş…” demekteydi.
      Bu konuda son noktayı koyan ve olayı anlamamıza yardımcı olan Bedii Şehsuvaroğlu, eserinde şöyle demektedir;
… Ne var ki hastalık hızlı bir gidişle tehlike ve son devreye girince, her ikisi de sorumluluğu başka meslektaşlarıyla paylaşmak istemişler.
       Esasen durumu gören devrin başvekili Sayın Celal Bayar ve hükümet de bu lüzumu duymuş olacak ki Almanya’dan, Fransa’dan, Avusturya’dan değişik tıp otoritelerini getirtmişlerdir.
     Hatta Dr. Fissinger isimli bir Fransız hekim üç kere çağrılmıştır. Bu arada Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. General Süreyya Hidayet Serter, Op. Dr. Mim Kemal Öke, Ord. Prof. Hayrullah Diker, Dr. Abravaya Marmaralı ve Dr. Mehmet Kamil Berk gibi devrin tıp otoriteleri müşavir hekim olarak atanmıştır” demekteydi.
      Teşhiste Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Hepatite sclerocongestiv ethyligue” denmektedir.
     Ya da başka bir değişle, “Hepatite chronigue sclerosante Diffuse” olarak da yazılan bu hastalık, alkole bağlı siroz olarak da tanınmaktadır. Bu da karaciğerin yaygın sertleşmesiyle birlikte olan süregelen yangısıdır.
      Bilimsel literatüre ilk kez R. Laennec (1781–1826) adındaki bir Fransız hekimi sokmuştur. Bundan dolayı da bu hastalık için “Laennec sirozu” deyimi de kullanılmaktadır[19].
     Atatürk, gerçekten alkole bağlı bir sirozdan mı ölmüştür? Bu konudaki en büyük eksiklik Atatürk’ün otopsisinin yapılmamış olmasıdır. Uzun yıllar müdavi hekim olarak görev yapan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, “Atatürk’ün hastalığı rakıdan mı idi bunu kat-i olarak kestirmek mümkün değildir” diyordu.
      Yine Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü’nde;
“8 Eylül 1938: Atatürk’ün sağlık durumu hakkında Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger’in müşterek raporu; - … Bu vakada “Laennec” tipinde bir Scleroz hepatit söz konusu olamaz. Fakat söz konusu olan “Hanot ve Gilbert” tipinde bir hipertrofi şeklidir[20]Prof. Dr. Fiessinger, söz konusu rapora ayrıca şu notu koymuştur; “Teşhis, Mart ayında formüle edilen teşhistir: Hepatite sclereuse hypertrophigue, type Hanot et Gilbert.”  Denilmekteydi.
     Bugüne kadar bilinmeyen bu rapor, Atatürk’e 7 Eylül 1938’te yapılan karın ponksiyonundan birgün sonraki muayene bulgularına dayanılarak düzenlenmişti.
      Karaciğerin küçülmeyip, yine Mart ayındaki muayenede belirlenen büyüklüğü koruması ve üzerinin pürtüksüz oluşu, Prof. Dr. Neşet Ömer (İrdelp) ile Dr. Nihat Reşat Belger’i de alkole bağlı atrofik siroz tanısından bir ölçüde uzaklaştırıp, Prof. Dr. Fiessengr’in ileri sürdüğü hipertrofik siroz tanısını kabule yönelttiği anlaşılıyor.
     Tıp dilinde “laennec tipi skleröz hepatit” alkole bağlı siroz denmektedir; Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit ise safra yollarındaki kronik tıkanma sonucu gelişen siroz (Biliyer siroz) anlamını taşır, Prof. Dr. Fiessinger, söz konusu rapora özel olarak kaydettiği notta;
    “Teşhis Mart ayında formüle edilen teşhistir: Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit” ifadesine yer verdiğine göre, Mart ayındaki ilk teşhisinde de Atatürk’teki siroz şeklinin alkole bağlı olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Prof. Dr. Fiessinger’in gerek Mart ayındaki muayenesinde, gerekse 8 Eylül 1938 tarihli raporda yer alan bu tanısına rağmen, sürekli ve danışman hekimler tarafından 10 Kasım 1938 tarihinde düzenlenen “Atatürk’ün ölüm raporunda mevcut sirozun alkole bağlı bulunduğunu ve Prof. Dr. Fiessingerinde bu görüşte olduğunu (!) belirtmek üzere
   “… Mart başlarında Paris’ten çağrılan Prof. Dr. N. Fiessinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da da bir tıbbi danışma daha yapılarak büyük bir karaciğer ve büyükçe bir dalak bir kere daha müşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “Hepatite sclerocongestive ethyligue” olduğu tespit edilmiştir.” Cümlesine yer verilmiştir.
    Buna karşın diğer ilginç bir olay ise, Dr. Reşat Belger’in, Ruşen Eşref Ünaydın’a verdiği mülakatta;
 “… Atatürk’ün hastalığını zat-ı âliniz, Fiessinger daha Türkiye’ye gelmeden ve Atatürk Bursa’ya gitmezden önce teşhis etmiştiniz. Atatürk Bursa’dan dönüşünde Dolmabahçe Sarayında Zatürreye tutulmuştu. Zat-ı âliniz onu burada Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp’le birlikte tedavi etmiştiniz… Şu halde, Atatürk’ün hastalığı, demek ki Ankara’da yapıldığını okuduğum tıbbi müşavereden hayli önce meydana çıkmıştı. Öyle ise, bu Ankara’daki tıbbi müşavere hakkında nokta-i nazarınız nedir?” demektedir. Bu soruya cevap veren Belger ise;
“Ankara’da bahsettiğiniz gibi bir müşavere-i tıbbiye yapılmamıştır. Bende bazılarının zannettikleri gibi, her hangi bir tıbbi müşaverede hazır bulunmak için Ankara’ya davet edilmemişimdir. Zaten bütün müşavereler hastalığın şiddetlenmesinden sonra, İstanbul’da olmuştur” demektedir.
     Bu noktada da görüldüğü gibi doktorların her konuda olduğu gibi, maalesef bu teşhis konusunda da birbirlerinden ayrıldıkları izlenmektedir.
     Bunlara ek olarak ta 13.12.1938-555 sayı,cilt;19 tarih ve sayıyla beraber İstanbul Belediyesi tarafından verilen “Atatürkün ölüm kağıdı” ilk kez burada yayınlanarak tartışmaya açmak istiyorum.
     Bu belgenin “Neden öldüğü” kısmındaki sebep anlaşılmamış olmakla birlikte Atatürk için verilen  Fenni rapor ve Ölüm ilanıyla uzlaşmadığı ve belgenin çelişkiler içerdiği görülmektedir.

    






·                     [1] -Dr. Eren Akçiçek’in,“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü”, Güven kitabevi, İzmir,2005
·                     [2] -Ali Güler, Sonsuza Yolculuk,Truva yayınları,2010
·                     [3] -Ali Güler,a.g.e,sf;48
·                     [4] - Erol Mütercimler, Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal,Alfa yayınları, 2008
·                     [5] -Ali Rıza Efendi’nin resmi
·                     [6] -Cemal Kutay, Atatürkün son günleri, İklim yayınları, İstanbul–2005,say.7–11
[7] -Cemal Kutay, a.g.e.28–29
·                      
[8] - Artvin Milletvekili Asım Us “1930–1950 Hatıra notları” sf.282  , Cemal Kutay, a.g.e., sf.29

·                      
·                     [9] - Granda, a.g.e. sf-.222–223
·                     [10] -Cemal Kutay,a.g.e.,sf,6-7
·                     [11] -Ali Güler, Sonsuza Yolculuk, Truva yaynları, 2010,sf,14
·                     [12] -Eren Akçiçek,Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü;sf.123-125/Ali Güler,a.g.e.sf.15,17
·                     [13] - Dr. İhsan A. Özkaya Atatürk’ün son hastalığı, Milliyet gaz. 10 Kasım 1976
[14] - Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” Hür. Yay. 1. Bas. 1981 – sf- 39–41(Bu rapor 8 sayfa olarak Dolmabahçe Sarayında tanzim ve imza edilmiştir.)   
·                      
·                     [15] - Nihat reşat’ın atatürke yalovada verdiği recete (sehsuvaroğlu,a.g.e,sf.65)
·                     Charbon vegetal
·                     Charbon animal
·                     Carb-de Chaux leger
·                     Magnesie Calcinee
·                     Sous-nitrate de Bismuth legere
·                     Pour l paguet No.21
[16] - Ruşen Eşref, Atatürk’ün hastalığı , a.g.e. sf. 10–12
·                      
·                     [17] Toplumda yıllarca oluşan yanlış bir bilgi de Atatürk’ün “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz.” Sözüdür. Gastrolog ve Araştırmacı – Yazar Dr. Eren Akçiçek , Atatürk’ün böyle bir sözü olmadığını basın toplantısı yapıp kamuoyuna açıklamıştır.
·                     [18] - Her nedense bu doktorun kim olduğuna dair bir bilgi hiçbir yerde yok gibidir. Fakat bu kişi’nin  Dr.Abravaya Marmaralı olabileceği yönünde bir kanatım bulunmaktadır.
[19] - Atanın post-mortem incelenmesi – Doç. Dr. Sırrı akıncı – Cumhuriyet Gaz. 9 Aralık 1972
·                      
·                     [20] - C. A, Kutu: 161-3, Dosya: 79-2





1.6-ATATÜRK’ÜN TEDAVİSİNDE KULLANILAN
       İLAÇLAR
    Atatürk’ün hastalığı süresince yaşanan olumsuzluklardan bir taneside tedavi amaçlı verildiği söylenen ilaçlarda yaşanmaktadır. Bugün kullanımda olmayan ve kullanıldığında ölüm veya sakatlıkla sonuçlanacak olan sonuçlar doğuran bu ilaçlar maalesef Atatürk’ün tedavisinde kullanılmıştır[1].
    Ayrıca bu bölümde dikkat çekilecek bir diğer konuda Atatürk için düzenlenmiş olan Son Nöbet Defterlerinde bu bahsi gecen ilaçların verildiği tarihler kayıtlarda yer bulmamıştır.
     Bunu tek tek ve gün gün baktığımızda görmemiz mümkündür. Öncelikle Atatürk’ün son günlerinde verilen ilaçların listesinin verildiği Son Nöbet Defterine bir göz atalım.




1.6.1-SON NÖBET DEFDERİ

   Atatürk’ün son günlerde yaşadığı olayların ve ziyaretcilerinin liste halinde çıkarıldıgı iki adet defter bulunmaktadır. Kitabı baskıya hazırlayan Şevket Süreyya Aydemir şunları söylemektedir;
    “Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, arşivinde bulunan Atatürk’e ait iki defterden, bütün ilgililerin faydalanması, müsaadesini vermekle kendilerine has o nezaket hareketlerinden birini daha yapmış oldular…
      İşte Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın, yayınlanması için müsaade ettikleri bu defterler, Atatürk’ün, 17. Ölüm yıldönümünde İş Bankası tarafından bastırılmış olması, 10 Kasım 1955 gününü, daha manalandırmaktadır…
     Yine arşivinde bulunan 1931-1938 yılları arasında  nöbetçi yaverler tarafından  Başyaverliğe hitaben  yazılmış günlük  raporları ihtiva eden  “Nöbet Defterleri”  Burada dikkat edilecek husus “defter” demiyor “defterleri “  diyor .
   Demek ki aslında henüz yayınlanmamış defterlerde bulunmaktadır.
    31 Temmuz 1938 tarihinden itibaren  Eylül sonlarına kadar  devamlı olarak  sarayda yatıp kalkan  ve hastanın tedavisi ve günlük bakımına  hükümet adına  nezaret eden  Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Müsteşarı  Dr. Asım  Arar’ın  vazife ile  Ankara’ya ayrılmasından sonra , da 1955’te  Özel Şahingiray’ın  yaptığı bir yayında  ögreniyoruz ki, Atatürk’ün sağlıgıyla ilgili  her şey , günlük olaylar ve  ziyaretler  günü gününe  iki defdere  not edilmiştir...
     Ançak bilare Son Nöbet Defteri  ismi ile yayınlanan  bu defterler 1.10.1938 tarihinden başlandığına göre  Dr. Asım  Arar’ın  Saray’da görev yaptığı  31.7.1938 tarihinden çok sonra  başlamaktadır.
      Dr. Asım Arar’ın dediğine göre  (Sf.54) bu defderler bir süre  Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Müsteşar lık  kasasında saklandıktan sonra Cumhurbaşkanlığı  Umumi Katipliğine verilmiştir.
     Çankaya arşivleri’nde  belki başka defderlerde vardır...Ançak şu var ki    bu yayını yapan  veya baskı  sırasında  provaları tashih eden  edenler hekim  olmadıkları için  tıbbı deyimlerde  ve ilaç isimlerinde  o kadar çok yanlış yapmışlardır ki ...Ançak bir hekim okursa  belki birşey anlayabilir[2].
    10 Kasım 1955 gününde  inkılap Enstitüsü tarafından  yayınlanacaktır (?)...Elimizde , iki  defterden ibaret olan bu kitap; Atatürk’ün , son  bir ay zarfındak,  hastalık seyrini tespit etmiştir…
    Bu iki defterden  biri; 1.10.1938 Cumartesinden, 8 .11.1938 Salı gününe kadar devam edip, Atatürk’e, verilen  gıda maddelerinin cins ve miktarlarını tespit etmektedir.
      Diğer defter; 1.10.1938 Cumartesinden başlayıp; 10.11.1938 Perşembe gününde, saat 9’u 05 geçe  sona ermekte…[3]
    Aşağıda liste halinde dökümünü verdiğimiz bilgiler Son Nöbet defterinde bulunan ilaçlara ilişkindir. Bu listeye bakarak , Atatürk’e verildiği söylenen ama kayda geçmemiş ilaçların neler olduğunu rahatlıkla gün gün görebileceğiz.
















          BİRİNCİ DEFDER

2.10.1938

-HEPATİK YAPILDI
-BİR FİNCAN İDRAR ÇAYI X 2

3.10.1938

-TENKİYE
-EKSTRA HEPATİK YAPILDI

4.10.1938

-İDRAR ÇAYI
-1/PİREMİDON
-1/BELLAFOLİN
-EKSTRA HEPATİK YAPILDI
-ELMA SUYU
-BİR KALIP BUZ
-BARDAK ÜZÜM SUYU

5.10.1938

-EKSTRA HEPATİK YAPILDI
-PİRAMİDON X3
-İDRAR ŞURUBU
İDRAR KAŞESİ

6.10.1938

-PİRAMİDON
-İDRAR KAŞESİX3
-ÇİÇEK SUYU

7.10.1938

-HEPATİK ŞIRINGASI
-PİRAMİDON
-İDRAR ÇAYI
-ÇİÇEK SUYU

8.10.1938

-MAGNESİE CALCİUM
-ÇİÇEK SUYU
-PİRAMİDON X2
-EKSTRA HEPATİK

9.10.1938

-PİRAMİDON
-İDRAR ÇAYI

10.10.1938

-PİRAMİDON

11.10.1938

-PİRAMİDON
-KAMPLON ŞIRINGASI 1 TANE

12.10.1938

-PİRAMİDON
-KAMPLON ŞIRINGASI

13.10.1938

-PİRAMİDON X2
-BELLAFOLİN ALDILAR
-CODEİNE
-KAMPLON ŞIRINGASI
-ÇİÇEK SUYU

14.10.1938

-PİRAMİDON X5
-KAMPLON ŞIRINGASI
-BELLAFOLİN
-KODEİN X2
-ÇİÇEK SUYU X2

15.10.1938

-PİRAMİDON X 2
-KAMPLON ŞIRINGASI
-BELLAFOLİN X2
-2 TABLET MAGNEZYUM


16.10.1938

-KAFURU YAĞI X3
-İSATONİGUE SERUM GLYEOSE
-İNTRAVENÖZ SERUMU GLYCOSE İSOTONIGUN
-OVABEİN, LAVINENT ENT  GOUTTEŞ A GOUTLES


17.10.1938

-LAVEMENT GOUTLES A GOUTLES GLYCOSE
-EYTRAİT HEP ANİ ACELE
-SONDA İLE İDRAR

18.10.1938

FİSSİNGERLE TELEFON GÖRÜŞMESİ (23.15) İKİNCİ GÖRÜŞME SABAH (9.50) GEREK DUYULURSA TEKRAR (8-9 ARASI ARANACAGI)
-SERUM GLYCOSE
-HIULLE CAMPHRE
-AUABAİNE
-CARAIAYOL FRİSSON
-EYH. HAPATİGUN SERUM

19.10.1938

-SERUM GLYCOSE TAHTELCİLT
-EYT.HEPATİGUE
-BROMURE D’AMMONUN
-AUBAİNE
-FISSERGER İLE TELEFON GÖRÜŞMESİ (23.00)

20.10.1938

-SERUM GLYCOSE
-BELLADON TENTURU

21.10.1938

-EYT HEPATİGUE

22.10.1938

-BROMÜR DAMOİUN X 2
-ÇİÇEK SUYU
-EYT HEPATİGUE
-SERUM GLYOSSE

23.10.1938

-KODEİN
-EYT HEPATİGUE
-PİRAMİDON

24.10.1938

-EYT HEPATİGUE
-ÇİÇEK SUYU
-KODEİN

25.10.1938

-EYT HEPATİGUE
-SERUM GLYOSSE

26.10.1938

-KODEİN

27.10.1938

-KODEİN
-AMİLODİASTOS
-BISBİPAS ŞIRINGASI

28.10.1938

-KODEİN
-AMİLODİASTOS

29.10.1938

-BISBİPAS ŞIRINGASI
-KODEİN
-EYT HEPATİGUE

30.10.1938

-KODEİN
-EYT HEPATİGUE
-PİRAMİDON

31.10.1938

-EYT HEPATİGUE
-EYTRAİT HEPATİGUE

1.11.1938

-EYTRAİT HEPATİGUE

2.11.1938

-KODEİN

3.11.1938

-EYTRAİT HEPATİGUE

4.11.1938

-KODEİN
-EYTRAİT HEPATİGUE
-PİRAMİDON

5.11.1938

-EYTRAİT HEPATİGUE

7.11.1938

-EYTRAİT HEPATİGUE

8.11.1938

-EYTRAİT HEPATİGUE
-AMİLODİASTOS
-AMİLOS

9.11.1938

-KODEİN
-PİRAMİDON
-EYTRAİT HEPATİGUE









1.6.2-DR. AKİL MUHTAR’IN ANILARI VE CİVALI         
          DİÜRETİKLER

      Dr. Akil Muhtar Özden’in Bedi Şehsuvaroğlu’na verdiği notları arasında, Atatürk’ün tedavisi amacıyla kullanılan civalı diüretiklerin; onun nasıl mutlak bir sona doğru gittiğinin ibret belgesidir.
     Burada biraz ara vererek şu notları ilave etmek zorunluluğu doğmaktadır.
     Ülkemize girişine izin verilen ilaçlar ne gibi kontrollerden geçmekte ve hangi hukuki kurallar devreye sokulmaktadır.
      Zaman zaman basın aracılığıyla da izlediğimiz gibi dün olduğu gibi bugün de zararlı sonuçları ortaya çıkan ilaçların üretici firmalar tarafından geri çekilmesine karşılık bu ilaçları kullanan ve tedavi amaçlı verdiğini söyleyen doktor ve Sağlık Bakanlığımızın yetkilileri bu ilaçların etkisi altında ölen ya da vücudunda hasar kalan vatandaşlarının haklarını korumaktalar mı[4]?
      Akil Muhtarın notların içinde Civalı diüretiklerle ilgili bölümler aşağıya alınmıştır.
   “30 Temmuz 1938 Cumartesi günü saat 3 (yani 15.30) te saraya, Atatürk’ü muayene için beni çağırıyorlar. Orada sıhhiye Vekili Dr. Hulusi, Sıhhiye Müsteşarı Dr. Asım Beyler’le Dr. Süreyya Hidayet, Dr. Abravaya, Dr. Mehmet Kâmil, Dr. Nihat Reşat ve hususi hekimleri Dr. Neşet Ömer Bey’leri buluyoruz.
     Ateşten beri halin fenalaştığını ve arada sırada tereffü-ü hararet (ateş yükselmesi) olduğunu, asitin fazla bir miktara çıktığını ve reelerde 13 Temmuz’dan beri Congestion (kan toplaması) olduğunu anlatıyorlar.
     İdrarda albümün yoktur. Günlük idrarı miktarı 600 cc. Kadardı. Ürobilin bulunuyor. Uroblinojen var, şeker yok.   Dr. Neşet Ömer, asitin çoğalmasından, reelerdeki Congestionun geçmemesinden, ödemlerden, em’anın (bağırsakların) bozukluğundan bahsediyor. Hastaya birkaç defa, 0,01 santgr. CHANURE de MERCURE şırıngaları yapılmış” (ki bu idrar söktürücü bir ilaçtır) “Tıbbi müşavere esnasında, Başvekil Celal Bayar, Sıhhiye Vekili Hulusi ve Müsteşarı Dr. Asım Bey, Başkâtip Hasan Rıza (Soyak) Bey, Kalem-i Mahsus (Özel Kalem) Müdürü Süreyya (Anderiman) Bey vardı. Konuşurken diğer zevat (kişiler) da girip çıkıyorlardı.
     Bir münasebetle aramızda konuşulan şeylerin, tıbbi münakaşaların ve fikirlerin Atatürk’e söylenmemesini, kendi sıhhatleri ve tedavileri için, mühim gördüğünü söyledim. Lakin bil’ahere öğrendim ki bütün sözler Atatürk’e nakledilmiştir. Biri söylemez ise diğerlerinin söylemesi üzerine fena bir vaziyette kalacağından korkarmış.
    Asiti almaktan, civalı mürekkepler (ilaçlar) kullanılmasından, Malarya ihtimalinden ve em’anın tashihinden (bağırsakların düzeltilmesinden) bahisler geçti. 
     O zaman öğrendik ki Almanya’dan Prof. Bergmann ve Viyana’dan Eppinger çağrılmış. Ben bütün hekimlerin aynı zamanda hazır bulunmalarını, Fransa’dan Dr. Chabrol ve Dr. Chiray’ın da Fissinger ile birlikte getirtilmesinin menfaatli olacağını söyledim.
      Karın ağrılarına karşı birçok münakaşalardan sonra Bellofoline, Phos. De Codeine 0.03 santigram verilmesine karar vermekle iktilaf ettik (yetindik).
     Çünkü Almanya’dan gelecek profesörlerin fikri alındıktan sonra ya da civalı müdrir (idrar söktürücüler, vücutta toplanan sıvıları ataçak ilaçlar) ve poncetion’a (ponksiyon, kalın bir iğne ile karın duvarını delerek biriken suyu akıtmak) kararı verilecekti.  Fissinger’in afyon mürekkeplerini ve şibih kalevilerin (Alkaloidlerin) verilmemesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını söylemiş olduğunu ileri sürerek Neş’et Ömer Bey, müessir (etkili) çarelere başvurulmasını istemiyordu.  
     Kalbin kuvvetli olduğunu ileri sürerek de kardiyotonikler (kalbi güçlendirecek ilaçlar) kullanılması aleyhinde idi…
     3Ağustos Çarşamba günü saraya gittim. Orada öğrendim ki; Eppinger Pazar günü gelmiş. Atatürk’ü muayene etmiş, kaba vasıfları hoşa gitmemiş. Em’adaki bozukluğa karşı çiğ yemiş kürü tertip etmiş. Atatürk’e bol bol kavun karpuz yedirmiş.
      Neticede ağrılar ve ishal. Atatürk hiç memnun kalmamış. Halbuki konsültasyon olacağını biliyordu. (Bu nedenle ve deontolojik olarak muayeneyi, Bergman’ı bekleyerek onunla birlikte yapması gerekirdi.)  Pazartesi Bergman gelmiş. O da gelir gelmez Atatürk’ün yanına sokulmuş. Bu zat daha incedir. Lakin o da kendi düşüncelerini derakap (anında) bildirmiş. Atatürk’e yalnız rendelenmiş elma rejimine koymuş.
     Bütün doktorlar konuştukları zaman (konsültasyon) evvela hastalığın uzun senelerden beri mevcudiyetini (varlığını) iddia etmiş.
      Prof. Kraus’dan beri (1927 senesinden beri) vardı demiş; reddedilmiş. Bunun kardiyak olabileceğini (kalp yetmezliğinden gelebileceğini) düşündüklerini söylemişler.
      Portaveninin flebiti (damar tıkanması) ihtimali teemmül edilmiş (düşünülmüş). Asite karşı her ikisi de (Epinger ile Bergman) Salyrgan şırıngasını (enjeksiyonlarını) tercih etmişler.”
     3 Ağustos 1938, saat 11.00 de Çarşamba günkü Konsültasyonda[5] Bergmann ve Eppinger’den başka Dr. Neş’et Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger, Dr. Mim Kemal Öke, Mehmet Kamil Berk, Süreyya Hidayet Sertel, Dr. Abravaya (Marmaralı), Kılıç Ali ve Celal Bayar’ında içinde bulunduğu bir toplantıda, aşağıdaki kararlar alındı.
1- Atatürk’te bir Siroz vardır. Asit yapmış, biraz sübikter hâsıl etmiştir.
2- Bunun esaslı amili alkoldür.
3- Evvel’den Atatürk’ün çektiği malarya’nın bir tesiri olmalığını katiyetle   söylemek kabil değildir.
4- Ven Port’un bir şubesinde flebit olması da imkân haricinde değildir.
5- Ree ödem veya ihtikani bu hastalığa ait olabilir.
6- Hararetin yükselmesini yine aynı hastalıkta izah etmek kabildir.
7- Pronostik (sonuç) ciddi ve vahimdir.
8- TEDAVİ
a- Asiti Salyrgan şırıngalarıyla giderilmeye çalışılmalıdır.
b- 2–3 defadan sonra ponksiyon yapılacaktır. Salyrgan’dan evvel chloryre  d’ammonium’la hazırlamalıdır.
c- OUBAİNE şırıngaları (Kalbi güçlendirecek iğneler) yapılacaktır.
d- Hararete karşı 0.90 santigram kadar pyramidon verilecektir.
e- Kabıza karşı filhakika elma kürü kabız yapmıştır. Müleyyin (iç sürücü) haplar  verilecektir.
f- Hafif bir Quinine (kinin) tedavisi yapılabilinir.
g- Lüzumunda bazı müsekkin (yapıştırıcı) ilaçlar kullanılabilinir.
h- B vitamini çok olan Campolon şırıngaları yapılacak
3 Ağustos 1938 konsültasyonundan sonra Akil Muhtar Özden’in sözlerinden “Karar verdiketen sonra Dr. Nihat Reşat (Belger) bir rapor yazmaya başladı”
“O gün Atatürk’e 2 Santigram Salyrgan şırıngası adale içine yapıldı.”
“6 Ağustos saat 5’te yine saraya davet edilmiştik. Bergmann bir defa daha Ata’mızı gördü ve o akşam (memleketine) döndü.
    Bir müddet sonra Chlorure d’ammonium ile hazırladıktan sonra bir Salyrgan daha yapılmasında karar verildi, ayrıldık Dr. Neş’et Ömer Bey; Artık siz rahatsız olmayın. Lüzum olursa ben sizi çağırtırım dedi. Tabii tekrar gitmedim,
    Sonradan öğrendim ki, Atatürk Chlor. D’ammonium’u alamamış. Hatta Paris’ten getirilen bir specialiteyi (hazır ilacı) midesi kabul etmemiş.
     Lakin yine 24 Ağustos’ta bir Salyrgan şırıngası daha yapılmış. Lakin bir litreden daha az idrar çıkarmış, iyileşmemiş. Ateş tekrar, haftada bir veya iki gün 38 dereceye yakın çıkmaya başlamış.
     Tekrar Prof. Fissinger çağrılmış…27 Eylül Salı günü saat 16’da saraydan telefon ediyorlar. Dr. Neş’et Ömer Bey’in çağırdığını söylüyorlar. Gidiyorum, doğrudan doğruya bahçeden geçerek deniz tarafındaki kapıdan içeri giriyoruz ve kısa bir yoldan Atatürk’ün yattığı daireye geliyoruz.
     Evvelce olduğu gibi yaverler dairesindeki odalarda beklemiyoruz. Bu beni meraka düşürüyor.Yukarıda Neş’et Ömer’den başka, Dr. Mehmet Kamil Berk ve Dr. Hayrullah Diker de var.Neş’et Ömer anlatıyor; Atatürk bir gün evvel biraz fazlaca yorulmuş ve belki evvelkilere nispetle biraz fazla yemek yemiş. İdrar pek azalmamış, lakin birkaç defa kayetmiş, nihayet gece hiddetli imiş. Manasız şeyler söylemiş.
      Bir karaciğer kifayetsizliği, bugünde daha tabii haline tamamıyla gelmemiş.
     Kendini görüyoruz. Yatakta sakindir! Lakin halinden korkmuş gibi görünüyor…
      Tamamıyla başka bir şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf” diyor. Muayene ediyoruz, konuşuyoruz.Kendinde biraz hazımsızlık olmuş. Bunun tesiriyle hafif bir intoxication (zehirlenme) geçirmiş, ehemmiyetsizdir, diyoruz.
      Damla damla glikoz tenkiyeleri, insülin, Ext. Hepatige tedavisi ve (gıda) rejiminin biraz daha sıkılmasını, istirahat tavsiye ediyoruz.
       Bundan sonra bir SALYRGAN ŞIRINGASININ DAHİ DÜŞÜNÜLECEĞİNİ İLAVE EDİYORUZ ve gidiyoruz.[6]
      Bu konuda Reşad Belger; “… Tıbbi heyetin günden güne artan endişesi karşısında hükümet Almanya’dan ve Avusturya’dan da birer mütehassıs celbederek onların mütalaalarını almayı da lüzumlu buldu.
       Almanya’dan Profesör Von Bergmann ile Avusturya’dan, karaciğer hastalıkları araştırmaları ile şöhret bulmuş Profesör Epinger davet edildi… onlarda bütün fikrimizi kabul ve tedavilerimizi tasvip ettiler… ve karında biriken suyu, karın “ponctionner” etmeksizin “itrah” edebilmek için civalı müdrir (diuretigue) kullanmanın denenmesi kararlaştırıldı… Bu konsültasyondan çıkan netice; suyu karından almasızın “elimination”u kolaylaştırmak için bir tatbikte bulunmaktı…Bu tedavi yapıldı; netice vermedi.”
     İşte Atatürk’ün vefatında etkili olan bu (civalı Diüretik, Salyrgan) bugüne kadar bir kaç eser dışında hiç gündeme getirilmemiştir.
     Bu kitabın yayınlanmasından sonra[7] yayınlanan konuyla ilişkili yazılarda bir şekilde 3 Ağustos Konsültasyon raporu görmemezlikten gelinerek akademik kariyer sahibi insanların yapmaması gereken hal ve davranışlar sergileyen eserleri ibretle seyrettik ve ülkenin bu duruma nasıl geldiğine şahitlik ettik. Neden gündeme getirilmediğini daha iyi anlamamız gereken bu ilaca bir bakmakta fayda vardır.


Açıklama: D:\Users\ogün deli\Desktop\kitap belge taramaları\2015-05-04 akil muhtar özdenin kitabı-civa hakkında\akil muhtar özdenin kitabı-civa hakkında 001.jpg




1.6.3-Dr. ÖZDEN’İN DERS KİTABINDA TARİHİ BELGE

    2004 Yılında Agoni kitabımızda Atatürk’ün Öldürülmesine ilişkin Civalı Diüretiklerin kullanıldığını ileri sunmuş ve bu konuda bazı notlarımızı kamuoyuyla paylaşmıştık.
   Yukarıdan itibaren takip edecek olduğumuzda ve aşağıda vereceğimiz bilgi ışığında ortaya konulan “bu tarihlerde ilacın yan tesiri bilinmiyordu” fikrinin aslında araştırılmadan, sıkca yapıldıgı gibi kafadan atıldığının belgesidir.
     Ve Civalı Diüretik Salygran’ın yan tesirleri bilinmesine karşın Atatürk’e uygulandığının belgesidir.
    Aşağıda Atatürk’ün tedavisinde  de yer almış olan Dr. Akil Muhtar Özden’in Tıp öğrencilerine yönelik hazırlamış olduğu Ders kitabını ve  civa ile ilgili maddesinin konumuzla ilgili bölümünü kamuoyuyla paylaşmak istiyorum.
   Okuyacağımız metinlerden sonra şunu söylemek gayet normal bir şekilde mümkün olaçaktır ki bu da ilacın  dönem içinde yan tesirleri ve etkileri bilinmektedir.
    Nitekim 1928 yılında Govarts ve 1935 yılında Akil Muhtar bunu açık bir dil ile zaten söylemiş, yazmıştır.
   “Civalı Diüretikler   /  Civalı Diüretikler başlıca  böbreklere  tersir ederek idrarı çogaltırlar..[8] Bunlar hem glomerüllerde...çoğaltıyor hemde tubülüslere tesir ederek imtisası azaltıyor...
    Novasurolün idrarı  çoğaltması başlıca  böbreklere tesirindendir. Govarts bunu şu surette ispat etmiştir...
      Bir köpege Novasurol şiringa  ediliyor. İdrar çogalınca  hayvanın  böbreklerini çıkarıp...Vücuttan ayrılmış böbreklerle yapılan  tecrübelerde de Novasurolün doğrudan doğruya tesiriile  idrarın  ve klorürlerin çogaldığı görülüyor.
    Novasurolün diğer civalı mürekepler gibi  böbrek  hücrelerini  evvela  tenbih ve sonra  tahriş ederek idrar söktürdüğünü kabul etmek zaruridir. Fazlası  nefros yapar...
   Novasulolün diüretik olmasına  karaciğerinde yardımı olduğu anlaşılmıştır.
      Decholine  ile birlikte kullanıldığı  zaman  civalı diüretiklerin  tesirleri artıyor.  Ödemli kalp hastalarında , sirozlularda bu ilacın  tesiri çok şiddetli olabilir.
    Novasurol tehlikesiz bir ilaç değildir... Böbrekleri  hasta olanlarda  kullanılmamalıdır. Diğer vakıalarda da  albüminüri, nefros, stomatit, ishal gibi  civa ile tesemmüm arazları  oldukca sık görülür... Bu ilacın  tehlikeli olduğunu  daima hatırda tutmak lazımdır.
      Civa ve Civalıları araştıran ve tıp’ta  ilk kullanan iki Türk hekimidir. Cabey  civayı bir zerresi öldürebilen  şiddetli  zehir sanırdı...  Şark’ta bu ilaçlar uzun zamanlardan beri  gerek  bir  takım parazitlere karşı  ve gerekse  frengi tedavisinde  kullanılıyordu.  Avrupaya 15.asırda gelen  frengi salgını esnasında  girmiştir. Geçen asırda  bile  bu ilacı çekiştirenler olmuştur.
    Civa; Arsenik  ve Bizmut gibi frengi’nin  öz ilacıdır. Yalnız  bu hastalığın  arazlarına  değil  asıl kendisine de tesir eder...
   Civa’nın hekimlikte  kullanılan  bir çok mürekkepleri vardır:
1-Civa, Mercure, Hydrargyrum
   a-Civa merhemi
   b-Civa Yakısı
   c-Civalı haplar
2-Kırmızı  Civa  Oksidi
3-Sarı Civa oksidi
4-Protoidodlu Civa
5-Bilodlu Civa
   Neptal, Salyrgan, Novasurol, Novurit, daha ziyade  idrar söktürmek için  kullanılır. Bazen Frengililere verilir... Adele içine şiringa edilen  civa eriyen bir  milh ise  çabuk kana  geçiyor. Erimeyen  bir mürekkep ise  evvela erimesi lazımdır. İmtisası daha  geç olur.
     Şiringa edilen  civalı  madde  dokunduğu hücreleri  harap eder. Oraya  lökositler üşüşüyor. Daha uzaktaki  munzam  nescin hücreleri çogalıyor. Zamanla  lifi  bir kese hasıl oluyor. Civa’nın  bir kısmı  bunun içinde  hapis olur. Bazen bu keselerin  bir kaçının  birden  açıldığı vardır. Bu sebeple tedaviden  aylarca  zaman geçtiği halde  had zehirlenmeler görülmüştürYapılan  şiringalar asaplara  dokunur ise  harap eder, ağrılar ve nevritler gelir.
    Civa ile zehirlenme, had  zehirlenmelerde 0,10-0,60 gr. Sublime  ile ölüm  görülebilinir. Lakin kusmak ve ishalle veya çabuk tedavinin tesiriile 10 gr. Alanların kurtulduğu görülmüştür.
    Bazen zehirin  hazım yollarında  hasıl  ettiği  bozuklukların  birden bire  senkop getirerek öldürdüğünü söyledik.
    Frengi’nin civa ile tedavisine  mani teşkil eden  haller vardır[9]. Derin anamilerde ilerlemiş  veremlilerde , nefritlilerde kullanılmaz. Çürük dişleri yaptırmadan  bu ilacı kullanmak doğru değildir.












1.6.4-CİVALI İLAÇLAR

    Salyrgan adlı ilacın kullanımı sonunda Akil muhtar’ın şu sözleri manidardır;“Bundan sonra bir Salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini ilave ediyoruz…”  demiştir.
    Yine Atatürk’ün müdavi doktorları arasında yer almış olan Prof. Dr. N. Reşat Belger, Ruşen Eşrefle yaptığı bir mülakatta; “Almanya’dan Prof. Von Bergmann ile Avusturya’dan karaciğer hastalıkları araştırmaları ile şöhret bulmuş Prof. Epinger davet edildi…
      Onlarda fikrimizi kabul ve tedavimizi tasvip ettiler. Ve karından biriken suyu, karnı ‘ponctionner’ etmeksizin ‘itrah’ edebilmek için civalı müdrir (diuretigue) kullanmanın denenmesi kararlaştırıldı…Bu tedavi yapıldı; netice vermedi” demektedir.
    Bu tedavide uygulamanın başarısızlığı açık bir şekilde belirtmektedir.
     Atatürk’ün tedavisi için uygulanan teşhis ve tedaviler bugün bazı gerçeklerin su yüzüne çıkmasına da neden olmaktadır.
    Atatürk’ün tedavisinde kullanılan ilaçların bir kısmı yurt içinden, özellikle de İstanbul Eczanesi’nden karşılanırken[10] ülkede mevcut olmayan ilaçlar da yurt dışından getirilmiştir.
    Bunlardan bir tanesi de  4 Ocak 1938 günü saat 16.45’te Ankara’dan Paris’e “acele” faks çekilerek:
     “Vaccin Enterococciqe Stop. 54 Reu Faubourrg Saint Honere Stop. Doktor Cuny mamilati stop.yirmi beş kutunu acilen gönderilmesini saygılarımla dilerim-Süreyya Anderiman.”
     Anderiman, Türkiye Cumhurbaşkanı Özel Kalem Müdürü’dür. Telgrafı Paris Büyük Elçimiz Suat Davaz’a çekmektedir. Paris’ten acele ilaç istenmekte, hangi adresten temin edileceği de özellikle belirtilmektedir. Atatürk için ilaç siparişleri 1938 yılının ilk günlerinde sürüp gider.
    Ayrıca Vichy maden suyu da sipariş edildiğine bakılırsa Atatürk’ün rejim yapmaya başladığı anlaşılabilir.
      Hükümet resmi bir açıklamada bulunmamaktadır. O halde rahatsızlığı fazla ciddiye alınmamaktadır.
    Sadece Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İngiliz Büyük Elçisi’ne Atatürk’ün soğuk algınlığı geçirmekte olduğunu ama hala o bilinen yoğunlukta çalışmalarını sürdürdüğünü, ciddi bir şeyi olmadığını söylemiştir.
       Bu esnada şunu da belirtmek gereklidir ki, bu yıllar içinde sağlık ve ilaç konusu tam bir muammadır. Bu konu da kaynak bir eser olma özelliğini taşıyan Prof. Dr. Turhan Baytop’un” hazırlamış oldugu Laboratuvardan  Fabrikaya  “Türkiye’de İlaç Sanayi” eserde, şöyle denilmektedir; “Bugün Türkiye’de etkili maddesi, tertibi ve adı tamamen yerli ve özgün olan bir hazır ilaç bulunmamaktadır. Mevcut ilaçlar terkip ve tertip bakımından yabancı ilaçların benzeri (veya aynı) veya yabancı firmaların izni ve adı altında Türkiye’de hazırlanan preparatlardan oluşmaktadır[11]
      Atatürk’ün tedavisinde kullanılan salygran, araştırmalar sonunda bu tarihlerde üretici firma olarak Alman ilaç fabrikası “HOECHST” firması tarafından üretilmiş ve satışı yapılmıştır.     
    Yine bu ilacı farklı kılan bir özellik ise ülkeye hangi yollarla ve nasıl girdiğidir.
     “Tıbbi Farmakoloji” adlı bir eser hazırlayan Dr. Oğuz Canay (1882–1983) yılları arasında bulunan ilaçlar hakkında bilgi verirken, kitabının açıklama kısmında “… Yanlarına(.) işareti konmuş olan preparatların çeşitli sebeplerle piyasadan çekildiği anlaşılmaktadır.” Buradan çıkartılan sonuç ise ülkemizde tedavi amaçlı olarak bu ilacın (Salygran) kullanımda bulunduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
    Bu ilaç sadece tedavi amaçlı Atatürk’e verilmemiş halkımızda bu ilaçtan kullanarak sonuçları ağır olan bedeller ödemiştir.
      Bunlardan biri de dört aylık bir bebektir. 2004 yılında   Sağlık Bakanlığına verilen dilekçede böyle bir ilaç hakkında bilgi olmadığı söyleniyordu.
      Ne gariptir ki aynı yıl Eczacılık Genel Müdürü Hayriye Mıhcı hakkında çıkan haberler ve mahkemeler sağlık sektörümüzün acı bir yüzünü ortaya koyuyordu. Yayınlanan bu kitapla paralellik taşıyan bu olay ilginç sonuçları da ortaya çıkarıyor.
    Yine bu konuda T. Baytop’un adı geçen eserinde; civa içerikli ilaçlara ilişkin olarak şöyle denilmekte;
     Fazıl Soysal laboratuarının ilk ilacı olan “Fazıl Çil İlacı” halk arasında tanınmış bir yeri mevcuttur. “Fazıl Çil İlacı, formülünde precipite blanc (Hidrargyri ammonia-chloridum, HgCINH2) Bismut Subnitrat Vesalisilik Asit Taşıyan merhemdir. Ana etkili madde olan precipite blanc bir civa bileşiği olup eskiden beri cilt merhemlerinde kullanılan ve bu nedenle de “Mercure Cosmetigue” yani civalı kozmetik adı verilen bir bileşiktir.
     Bu maddeyi taşıyan ve doğumlardan sonra ciltte oluşan cilt lekeleri ve sivilcelere karşı kullanılan bir merhem formülü F.Dorvaultda kayıtlıdır.
    Osmanlı döneminde hanımlar arasında geniş bir kullanım alanı bulmuş olan “düzgün” isimli cilt kreminde de ana etkili madde olarak bir civa bileşiği (Kalomel) bulunuyordu.
     1993 yılında Sağlık Bakanlığının isteği üzerine preparatın ana etkili maddesi olan precipite blanc formülden çıkartılarak yerine hidrokinon konulmuş ve adı da “Fazıl Çil Kremi” olarak değiştirilmiştir” denilmektedir.
     Ciltte zararı ortaya çıkan bu civanın kullanımı yasaklanmıştır.
     Bunlardan sonra Atatürk’ün tedavisinde kullanılmış ve ölümü ya da ölümünü hızlandırmış olan Salyrgan’a bir bakmakta fayda vardır






1.6.5.1-SALYRGAN (CİVALI DİÜRETİKLER)

      Konjestif kalp yetmezliklerinde, karaciğer sirozunda, böbrek hastalıklarında ve gebelik toksemilerinde organizmada ekseriya sodyum retansiyonuna bağlı olarak ve çok kere ekstrasellüler sıvının artması (ödem) şeklinde beliren birçok patolojik sorunlar meydana gelir.
     Renal veya ekstra renal etki ile organizmadan su ve elektrolitlerin atılmasını çoğaltan droglara diüretik denilir. Yani, idrar idrahını çoğaltan ilaçlara diüretik denilmektedir.
    Bu ilacın tarihçesine ilişkin olarak[12] kitabın konuyla ilgili bölümlerinden kısaca bahsedecek olursak;
    “… Karında su toplaması tarihindeki modern süreç, 1917’de o zaman üçüncü sınıfta bir tıp öğrencisi olan Alfred Voge ile başlar. Voge, Organik civalı bileşik Novasurol’un idrar söktürücü etkisini fark etmiştir. Sekiz yıl sonra ilk etkili ağız yoluyla alınan idrar söktürücü (Salyrgan) tanıtılmıştır.
      1931’de Bolton ve Bernard, karında su toplanması oluşumunda iç organlara ait ve hepatik lenf üretiminin artarak bulaştığını kanıtlamışlardır. 1945’te, Ralli, karında su toplanmasıyla birlikte sirotik hastalardan alınan ürün örneklerinde anti-idrar söktürücü etkinin arttığını göstermiştir.
     1946’da, Perara, karnında su toplanması olan hastalarda plazma hacminin arttığını rapor etmiştir. Sirozda sodyum idrar tutulmasında önemli bir faktör olarak tanıtılmıştır.
    Sonunda Kowalski ve Abelman 1953’te sirozlu hastalarda kalp çıktısının yükseldiğine ve sistemik damar direncinin azalttığına işaret etmiştir.
     Civalı diüretikler 16.yy.da Paracelsus kalomeli diüretik olarak kullanılmıştır. En son kullanıldığı şekliyle diüretik olarak kullanılan ilaçlar, civanın organik bileşikleridir. Bunlar mevcut diüretiklerin en kuvvetlisidir.
     Civanın büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana gelmiştir. İmtisas ve itrah civalı diüretikler, dokulardan çabuk imtisas olunurlar. Teofilin ilavesi imtisası şiddetlendirir. İtrah tübülilerden pek çabuk başlar. % 70-80’i ilk günde ifrah olunur. Gerisi organizmada tutulur; bu kısmın itrahı yavaş olur.
     Civanın diüretik tesiri, toksik tesirinin en erken belirtisidir. Civalı diüretiklerin geri bırakmalarıdır.
     Civalı diüretiklerin tesirleri direk olarak böbrek üzerinedir. Buna karşın “Böbrek yetmezliği vakalarında verilmez” diyen Dr. Oğuz CANAY ile arada geçen eserlerin yazılım yıllarındaki farklardan dolayı, yıllar geçtikçe bu ilaçların zararlarının sürekli olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
     Civalı diüretiklerin renal tesirleri yanında, ekstrarenal tesirleride vardır.
    Eğer asidoz yapan tuz, mesela amonyum klorür, civalı diüretik şırıngasıdan 48 saat evvel verilirse, husule gelen diürez her iki cismin ayrı ayrı verildiğinde daha yüksektir.
     Bu kuvvetlendirmenin tesir mekanizması bilinmiyor denilmekle birlikte tesirleri hakkında yorum yapılarak “Her halde asidoz, civa diüresini şiddetlendirir; alkaloz azaltırır” demektedir.
    Civalı diüretiğin tesiri, adaleye şırıngasından iki saat sonra başlar 6-9’un saatte maksimuma erişir ve 12–24 saatte biter.
      Tek bir şırıngadan sonra, ödemli hastada 3–5 ve bazen 10 lt. İdrar çıkabilir. Bazen tesirsiz de kalınabilir.
      Tesir sonraki şırıngalarda hafifler, fakat tahammül husule gelmez. Civalı diüretik tesiri ile tuz itrahı çoğalır; günde çıkan tuz miktarı 30–80 gr. olabilir.






1.6.5.1.a-CİVALI  DİÜRETİKLERİN TOKSİK TESİRLERİ

    Civalı diüretik kullanırken bazen civa ile akut zehirlenmesi arazına benzeyen belirtiler olur; albüminüri, silendrüri, hematüri, salivasyon, stomatit, hemorajik, kolit ve dolaşım kollapsı gibi bazı şahısların civaya karşı mutad dışı hassas olmaları veya civa itrahının çabuk olmaması ve böbreklerin çalışmalarında evvelden mevcut olan bozukluk buna sebeptir.
    Eğer diürez herhangi bir sebepten dolayı geri kalırsa, ilacın kesafeti idrarda fazla yükseleceğinden tübüliler dejenere olabilir. BAL (dimercaprol) civalı diüretik kullanırken görülen toksik semptomları kaldırır.
    Bazı şahıslarda, nadir tesadüfü olunan civalılara karşı idyosenkrazi, ateş ve deride erüpsiyon ile kendini gösterir.
    Civalıların damara şırıngalarında ventrikül fibrilasyonları ile ölüm vakası kaydedildi. Bilhassa bu yoldan verildiği zaman, kalp üzerine olan fena tesiri elektrokardiyogramda ritm ve iletim bozuklukları ile kendini gösterir. (Bilindiği gibi Atatürk’te kalp sorunu da bulunmaktaydı.)
    Diğer bir takım toksik belirtileri, civalı diüretiklerin husule getirdikleri şiddetli diürez ve tuz kaybı neticesi olarak meydana gelen elektrolit muvazenesi bozulmasından ileri gelir.
    Bu hallerde sodyum kaybına (depletion of sodium) ait belirtiler; zafiyet, bulantı, kusma, adale krampları, karın kolikleri, apati, uyuklama ve nihayet komada ölüm görülür.   Bu belirtilerin tamamı Atatürk hakkında tutulan notların tamamında yer almaktadır.Dijitalin tedavisinde bulunan yaygın ödemli bir hastada, dijital mobilizasyonu ile birden ölüm, nadir de olsa görülebilir.








1.6.5.1.b-PREPARATLARI

    Mersalylum, Mersalil, Mersalyl (Kodeks) C13H16O6NNa Hg (hydroxy-Mercure-3methoxy-2propyl) (Salicylamide acetate de Sodium) CO.NH..CH2CH (OCH3) CH2.HgOH O.CH2.CO.Ona

1.6.5.1.c-MERSALYLUM

    Civanın bu organik bileşiği ortalama % 39 civayı havidir. Tadı acı, beyaz bir tozdur. Rutubet çeker, suda kolaylıkla erir. Fantezi isimleri Salygran ve Gortulindir.
    Ph. İnter de Mersalylum (Mersalyl) için mutad tozlar adele içi veya damar içi bir defada 0.10 gr.dan 0.20 gr. 24 saatte 0.10 gr.’dan 0.20 gr.’a kadardır.
    Ticarette % 10 mahlülünden hazırlanmış 1–2 cc’lik ampuller vardır. Ayrıca % 10 Salyrgan ve % 5 teofilin ihtiva eden 1 ve 2 cc’lik ampuller bulunur. Süpozituarları varsa da rektum için muharriştirler.

1.6.5.1.d-VERİLME YOLLARI

    Civalı diüretikler için mutad yol adale içidir. İlk defa kullanılıyorsa evvela yarım ampul şırınga edilir.
   Eğer bir tahammülsüzlük görülmezse, ertesi gün tam ampul yapılır.
     Her defa da kullanılan doz 1–2 cc’dir. Birikici Toksik tesri önlemek için şırıngalar fasılalarla yapılmalıdır; arada en az 3–6 gün fasıla bırakılmalıdır.
     İlaç damar içine de verilebilir; lakin mecbur kalınmadıkça adale içi yolu tercih edilmelidir.
      Damar içine şırıngada tromboflebit tehlikesinden başka, kalbe kötü tesir unutulmamalıdır.
     Çeşitli diüretikler arasında tesir bulumundan bir fark yoktur. Tedaviye civalıların en önemli kullanma yeri, kardiyak ödemlerdir. Ayrıca kronik asitlerde, perikard epanşımanlarında ve nevrozda endikedirler. Nefritlerde ve böbrekte çalışma bozukluklarında kontrendikedir.

1.6.5.1.e-DİÜRETİKLERİN KLİNİKTE KULLANILIŞI


    Diüretiklerin başlıca endikasyonu vücutta toplanan suyu harice çıkarmak, yani ödem mayiini harekete getirmektir… Böbreklerden çokça idrarın çıkmasını sağlayarak, ekstrasellüler mayiin azalmasına hizmet ederler.
    Modern kalp yetmezliği tedavisinde civalı diüretikler kardiyotoniklerin yanı başında yer alır. Şüphesiz ödem tedavisinde ayrıca, tuzsuz rejime, yüksek proteinli gıdaya, vücut boşluklarında toplanmış mayiin boşaltılması gibi vasıtalara müracaat edilir.
     Karaciğer sirozundaki asitle, başka sebeplerden husule gelen kronik asitlerde ve adaviz perikarditlerde diüretiklerden ve bilhassa civalı diüretiklerden çok faydalanılır.
    Bir başka eserde ise; Mercury, yaşamsal organlarda ve karaciğer, beyin, kalp kası gibi dokulardakileri biriktirmek için bulunmuştur. Mercury zehirlenmesinin ana belirtileri duygusal değişkenlik, titreme, dişeti iltihabı ve böbrek yetmezliğini içerir[13].
    Bazıları, Mercurynin çoklu doku sertleşmesi ve epilepsi krizleri ile ilgisi olabileceğine inanmaktadır. Ayrıca vücudun bağışıklık sistemini harap etmesi muhtemeldir, lösemi gibi hastalıklarda olası payı bulunur.
    Son zamanlardaki çalışmalar, yalnızca 10 dk. Çiğnenen sakızdan sonra, civa buharının bir miktarının dişlerle ilgili civa bileşiğini serbest bıraktığını ortaya koymuştur.
      Hiçbir devlet kurumu, dişlerle ilgili civa bileşiği ile içeri alınan civa için güvenli standartlar belirlememiştir. Bazı uzmanlar, civanın ortaya çıkardığı hiçbir güvenli düzeyin olmadığına inanmaktadır.


1.6.5.1.f-MERCURY İLE İLGİLİ PROBLEMLER

  Mercury ile ilgili problem, sülfürü fazla sevmesidir. Çünkü mercury, sülfür için diğer moleküllerle yarışır ve genellikle onları öldürmek için moleküllerin yapısından sülfür çalar.Sülfür, birçok diğer proteinde ve enzimde olduğu gibi kan hücrelerimizin bir parçasıdır.

1.6.5.1.g-MERSALYL  SODİUM

     Martındale – The Complete Drug’da ise [14]; Mersalyl asitinin sodyum tuzudur. Mersalyl, asit tuz formundayken böbrek tüpcüklerinde faaliyette bulunan, dışkıda sodyum ve kloridi artıran güçlü bir idrar söktürücüdür. Organik idrar söktürücüler, geniş olarak idrar söktürücü etkisi olan ilaç grubunun öncesinde kullanılır, fakat şimdi ağızdan alınan kuvvetli ve daha az toksik ilaçların yerini almıştır.
   Mersalyl asit genellikle enjeksiyonla verilir, lokal tahrip ediciliği azaltılmış, emilimi artırılmıştır. Aşırı duyarlılık testinin ardından kas içine enjekte edilir. Diğer organik civalı idrar söktürücüler klormerodrin, meraurid, mercaptomerin sodyum ve meretoksilin prokan içerir. Bunlar esas olarak kas içine enjekte edilir, deri altına enjekte edilenler daha az tahrip edicidir.






1.6.5.1.h- SALYGRAN

    Toksik thiol civa tuzu, eskiden diüretik olarak kullanılırdı. Birçok biokimyasal fonksiyonların incelenmesinde kullanılmıştır[15].
    Civa. guicksilver (hızlı gümüş) HG no; 80 valans 1–2, gümüş-beyaz, ağır, hareketli, likit metal; normal sıcaklıkta az miktarda buharlaşır, -39 derecede ince beyaz, yumuşak bir kütle oluşturur ve bu bıçak ile kesilebilinir…
    Normal oda sıcaklığında olmasa bile, kaynama noktasında ısıtıldığında yavaşca HgO ya okside olur. Demir dışında çoğu metalle bileşik oluşturur ve oda sıcaklığında bile sülfür ile bağlanır. Çözünür değildir ve H2O tarafından yakalanmaz.
    HNO3’de çözünür. Soğuk H2SO4 veya HCI tarafından yakalanamaz. Isıtma süresine ve asitin miktarına bağlı olarak H2SO4 ile merkurous veya merkurik sülfüre dönüşür.

1.6.5.1.h.a- ZEHİRLİDİR(!)

    Civa tuzları Na2CO3 ile ısıtıldığında metalik Hg oluşur ve bu da alkalin hidroksidin varlığında H2O2 ile birlikte Metale indirgenir… Cu, Fe, Zn (bakır, demir, çinko) ve birçok diğer metaller Hg yi nötral metale veya hafif asitolustyonalara çevirir. Çözünür iyonize Merkurik tuzları alkali hidroksitlerle siyah ve HCI ve çözünür CI ile calomel Beyza verirler. Bunlar güneş ışığında yavaşça ayrışırlar.

1.6.5.1.h.b- KULLANIMI

    Barometreler, termometreler, hidrometreleri, pirometreler, ultraviolet ışık üreten civa ark lambalarında, florasan lambalarda, tüm civa tuzu yapımlarında, aynalar da, organik bileşiklerin oksitlenmesinde katalizör olarak altın ve gümüşün maden filizlerinde ayrıştırılmasında, amalgam yapımında, elektirik rektifyesinde, civalı patlayıcılarda, cephanede, diş dolgu amalgamlarında, Kjeldah metodu ile N ölçümünde, Millon reajanında, elektrolizde katotolarak, elktro analizde, dış cephe ev boyalarında, seramiklerde ve birçok başka kullanımları da mevcuttur. Olası dereceler; Ayraç, N.F, teknik

1.6.5.1.h.c- ZEHİRLİDİR

    Gastrointestinal sistemden, sağlam deriden ve solunum sisteminden (elementer civa buharı, civa bileşikleri tozları) absorbe edilir. Dökülmüş ve ısıtılmış civa özellikle daha zararlıdır.

1.6.5.1.h.c.1- AKUT

     Ciltte ve mukus membranlarda çözünür tuzların şiddetli aşındırıcı etkileri vardır. Aşırı bulantı, kusma karın ağrısı, kanlı ishal, böbrek hasarı, 10 gün içinde ölüm.

1.6.5.1.h.c.2- KRONİK

   Diş etleri ve ağzın inflamasyonu, tükürük bezlerinin şişmesi, aşırı tükürük akışı, diş kaybı, böbrek hasarı, kas titremesi, düzensiz yürüyüş, ekstremite spazmları, kişilik değişiklikleri, cesaretsizlik, depresyon, iratibilite, sinirlilik, demamentia, motor koordinasyonun kaybı (dementia; organik nedenlere bağlı olarak mental gücün bozulması veya kaybı).
     Civanın karaciğer, beyin ve kalp kası gibi hayati organlara akumule olduğu bulunmuştur. Civa zehirlenmesinin major semptomları emosyonel instabilite, tremor, gingivit ve böbrek yetmezliğidir. Daha ileride vücut immun sistemine potansiyel zarar verebilir ve lösemi, hematopetik discrasi gibi hastalıklara yol açabilir.
   Yapılan çalışmalarda diş amalgamından, civa buharının hemen hemen tamamının çiğnendikten sadece 10 dakika sonra salındığı bulunmuştur.
     Hiçbir devlet ajansı diş amalgamlarının içindeki civa alımı güvenliği ile ilgili bir güvenlik yayını yapmamıştır. Bazı eksperler “civa ile expose olmanın güvenli sınırı” olmadığına inanırlar. Çocuklardaki ve gelişmekte olan fetusdaki düşük vücut ağırlığının da civa exposesi ile ilişkisi vardır.

1.6.5.1.g- MERSALYL (Salygran)

   Tıbbi kullanımı; Mersalyl (iki parça) ve teofilin (1 parça) diüretik olarak kullanılır.

1.6.5.1.g.a- CİVA İLE PROBLEMLER

    Civanın problemi sadece “sülfürlü çok seviyor” olmasıdır. Öyle çok ki, diğer moleküllerle sülfür için yarışır ve diğer moleküllerin içinden onları öldürecek bir etki ile sülfürü çalar”, civa beyin tutubuleri ile interaksiyona girer ve nöral yapıyı tutan mikrotubuleri bozar. Eğer sülfürü çalamaz ise sülfüre bağlanabileceği en iyi şekilde bağlanır.
   Bu da genelde molekulün görevini yerine getirmesine engel olur. Sülfür diğer birçok protein ve enziminde olduğu gibi kan hücrelerimizin bir parçasıdır. Vücudumuzdaki birçok sistem “günümüz endustirel bileşik hattı” gibi çalışır. Eğer bir sistem istasyonu durursa tüm sistem çalışamaz ve çıldırır.

1.6.5.1.g.b- HEMOGLOBİN

    Enzimler vücut kimyasal hattı içinde çok spesial görevler yaparlar ve herhangi birinin çalışmaması durumunda ortaya çıkacak olan durumu hayal edebilmekte o kadar zor olmamalı. Bir arabanın birleştirme hattına gelirken tekerleksiz veya ışıksız veya yağ sensor lambasız veya fünyesiz geldiğini hayal edin ve fikir sahibi olursunuz.
    Bizim fikrimizce enzimler gerçekten hiper küçük çalışanlardır. Laboratuarlarda, dakikada iki milyon reaksiyon yapmaya kurulmuşlardır. Bu 24 saat içinde işlerini 2 milyar 880.000.000 kez yapıyorlar demektir.
    Bu hızla bu kişiler (enzimler) ulusal hesapların tümünü 1875 günde yapabilirler (5.1 yıl)
    Günümüzde tipik yetişkin diş amalgamının 10 gramının 5 gramı civadır. 10 yıllık amalgam ömrü içinde bu civanın yarım gramı dışarı kaçar ve bu da amalgamın birileri tarafından absorbe edilir. Yarım gramı anlama bağlamında şu gerçeği göz önüne alabilirsiniz; Minnesotada, 1994 de Minnesota meclisi tarafından, tenis ayakkabıları içerdikleri yarım gram civa nedeni ile yasaklanmışlardır. 180 lb lik bir vücutta 0.5 gr. 8.168 PPm lik bir konsantrasyon oluşturur. Bunu “Suyun hayatındaki önemi ile karşılaştırın TRC)
    Yaklaşık olarak 0.5 gram civanın içinde 1.501.430… Adet atom vardır. Ve her bir civa atomu da kritik bir proteini ya da enzimi bozma yeteneğine sahiptir.
    10 yılda vücut bu miktar civayı vücuttan atamazsa birçok hasar oluşabilir. Maalesef civanın vücutta saklanma yolları vardır ve uzaklaştırılması zordur.
   Bu 0.5 gram civa vücuttaki 4.324… adet kimyasal reaksiyonu bozma potansiyeline sahiptir.
      Görüldüğü gibi tüm bu kimyasal reaksiyonların olduğu skalayı anlamak oldukça zordur. Civa zehirlenmesi ayrıca hiper exsitebiliteye sebep olan psikotik bir duruma da neden olabilir. “Şapkacı gibi deli”. Madas hatter deyimi 19 yüzyılda şapka yapanların keçe ve kunduz şapkaların yapımında kullandıkları civa bileşenlerine kronik maruz kalmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Civa aynı zamanda deri ve kürk paltoların saklanmasında da kullanılmaktaydı.



1.7-MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E OTOPSİ YAPILMAMIŞTIR

   Atatürk’ün vefatından sonra otopsi yapılması konusu da ayrı bir tartışmaya kapı açmaktadır. Bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. 
    “… hastalığın bir ‘hepatite sclerocongestive ethylique’ olduğu tespit edilmiştir…” Birinci raporda ölümün “cirrhose ascitogene” (karın içinde sıvı, asit toplanması)’ndan meydana geldiği; ikinci raporda da hastalığın “heptite sclerocongestive ethlique” (alkolle ilişkili karaciğer iltihabı) olduğu belirtilmektedir.
    İkinci raporda siroz hastalığı alkolle ilişkilendirilmektedir. Ölüm raporunda böyle denilince, ölümün alkolle ilişkilendirilmesi yaygın kanı haline gelmiştir.
     Oysa bugün, tıbbın ulaştığı düzey içinde, konunun uzmanları, biopsi yapılmadan böyle bir kanıya varılamayacağı görüşündedirler. Ayrıca siroz, alkolden de olmuş olabilir, sirozu meydana getiren diğer nedenlerle de olmuş olabilir ki bunlardan birisi de “sıtmaya bağlı sirozdur” çünkü verilen kininlerin Atatürkte gerçekleşen sıtma hastalıgının bu yönde bir fikrin oluşmasına neden olurken gözden kaçmaması gereken ve yine burada tartışmaya açacagımız bir ilacın “Colchisin-Hepatotoksik” nin Atatürke verilerekte Hastalıgının siroza cevirilme ihtimali de gözden kaçırılmamalıdır. Bugün bu konuda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.
   Atatürk’e biopsi yapılmadığı gibi, otopsi de yapılmamıştır[16]. O halde sirozu alkole bağlama, tamamen, siroz konusundaki genel bilgiden ve Atatürk’ün alkol almasından yola çıkılarak yapılan varsayımdan kaynaklanmaktadır. Yani tıbbi bir sonuç değildir, Kaldı ki “ Atatürk Nasıl Öldürüldü?” kitabımızda da Atatürk’ün ne miktar Alkol kullandığını ayrıntısıyla anlattık yani bu durum sadece gerekli tıbbi tahliller yapılmadan varılan bir sanıdır. Bilimsel bir değeri yoktur.
    Mustafa Kemal Atatürk’e otopsi yapılmamıştır. Oysa bilinmektedir ki, dünyada birçok ünlü insana, ölümünün ardında otopsi yapılmıştır.
     Atatürk’ün uzun yıllar doktorluğunu yapmış olan (1923’den 1938’e kadar) Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp bu konu da şunları söylemekte;
    “… Ölümünden sonra otopsi yapılmasını, hükümetin isteyip istemediğini sorduk. Hükümet istemezse bizce de ihtiyaç yoktur” dedik.
   Hükümet buna lüzum görmedi. Yapılırsa bir dedikodu çıkardı. Büyük adamın ölümünden sonra lüzumsuz dedikoduya mahal vermek istemedik[17]. Yine sözlerin arasında;
  “Atatürk’ün hastalığı rakıdan mı idi? Bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değildir[18].” Daha sonradan çıkan bilgilerden de anlaşılmaktadır ki bu şüphelerinde haklıdır.
     Bunlara karşın, 03 Ağustos 1938 tarihinde yapılan kosültasyonda bulunan doktorlardan birisi olmasına karşın, konsültasyon sonuçlarını bildirir raporun ikinci maddesinde yer alan şu cümle gerçekten manidardır.
“… Bunun esaslı (nedeni)alkoldür” denilmektedir.
    Oysa ki; Napolean Bonapart, 3. Napaleon, Schiller, Byron, Cromwell, Bismark, Helmoltz, Einstein gibi, birçok ünlüye otopsi yapılmış ve İrdelp’in ileriye sürdüğü gibi bu insanlara otopsi yapıldığı için her hangi bir dedikosu çıkmamıştır.
     Aksine bilimsel olarak ölüm nedenleri ortaya çıkartılarak hiçbir şüpheye meydan vermemektedir. Yine Ömer İrdelp’in;     “Benim kadar Atatürk’ü uzun zaman yakından observe eden yoktur. Notlarım var. Bunlardan bir gün hatıra yazacağım diyordu[19]. Maalesef şu tarihe kadar bu gerçekleştirilmemiştir. 
    Yıllarca doktorluk gibi kutsal bir hizmette bulunmuş olan İrdelp, Atatürk’ün vefatından sonra hiçbir şey yazmazken, yazılanlara da engel olmuştur.
     Bununla da kalınmayıp, post-mortem incelenmeyi de kendilerince çözümlemesi ilginçtir. Oysa ki, ölümle sonuçlanan bir suçun araştırılması eksik kalmaktaydı. Bu durumun farkında olan hükümet ve doktorlar, yangından mal kaçırır gibi Atatürk’ün cesedini kaçırmışlardır.
      Bu konuda bazı kişi ve kesimler farklı fikir ve düşünceleri ortaya koymakla birlikte, yukarıda İrdelp’in dile getirdiğinin mantıklı olduğu görüşü sağlamdır. Çünkü 2. Sultan Mahmut döneminde, 1839 yılında, Mekteb-i Tıbbıyye-i Şahane’nin eğitim programı içinde, Tıbbi Kanuni (Adli Tıp) ismi ile yer almıştır. Ülkemizde ilk otopsi 1841 yılında yapılmıştır.  
      Yani Atatürk’ün otopsisi yapılmak istenseydi, bu kurum Atatürk’ün otopsisini yapabilecek donanıma sahipti. Dr. Sırrı Akıncı, Atatürk’e otopsi yapılmamasına ilişkin olarak şunları söylemekte;  “Bilim, tarih karşısındaki sorumluluğu ona bakan hekimlere yöneltir. Ama hekimlik dışı resmi bir kişi ya da makam buna, “Hayır! Asla! Kat’a olamaz!” biçiminde skolastik bir cevap vermişse sorumluluğun yer değiştireceği doğaldır[20].” Demektedir.
     Akıncının üzerinde durduğu önemli konulardan biri de, bilimin tarih karşısındaki sorumluluğudur. Bu sorumluluğu taşıyamayanlara tarih yine bu bilimler çerçevesinde gerekli cevabı verecektir.
     M. Kemal Atatürk’ün vefatından sonra ortaya konulan vefat raporu da birçok eksikliklerle dolu olarak karşımıza çıkmakta.
    Yine, 1976 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına “Atatürk’ün sıhhi hayatına ilişkin” Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu tarafından verilen dilekçelerde (31.05.1976 tarih ve 176 sayılı yazı ve 24.06.1976 ve 224 sayılı dilekçeler) aldığı cevap manidardır. “Tüm aramalara karşın bulunamamıştır.” Bulunamayan, bu ülkeyi kuran, bağımsızlığını milletin ellerine teslim eden Atatürk’ün sağlığına ilişkin belgelerdir.
     Yine yukarıda bahsettigimiz gibi ilk defa yayınladığımız İstanbul Belediyesinin ölüm raporuda oldukca ilğiçtir.
       Yukarıda sürekli olarak dile getirilen tedavi, teşhiste yaşananlar ve kullanılan ilaçlardaki büyük yanlışlıklar Atatürk’ün ölüm raporundaki yansıyan bu yanlışların bir izdüşümü halinde yansımaktadır.
  






























İKİNCİ BÖLÜM / ATATÜRK SİROZDAN MI  SITMADAN MI ÖLDÜ?

                        
2.1-ATATÜRK’ÜN ÖLÜM SEBEBİ SİROZ MUYDU?

     Em. Dz. Tbp. Kd. Alb. Eski Dz. K. K. Sağlık Dairesi Başkanlarından Op. Dr. Aytekin Ertuğrul’un Atatürk’ün ölüm nedeninin “Alkolik siroz” olmayıp, sıtmadan öldüğünü, Emekli Subaylar Derneğinin (TESUD) çıkardığı yayın organında açıklamıştır[21].
    Bu açıklamasından bir süre geçmesine karşın bu konuda gerekli ve sorumlu makamların her hangi bir çaba içine girmemeleri düşündürücüdür.
     Bunun üzerine  Ertuğrul, 10 Kasım 2003 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan yazısında da aynı konuyu işlemiştir.
      Atatürk’ün ölümcül hastalığı hakkında ne kadar sorumsuzca davranıldığının ve milletimizden saklandığının bir göstergesidir.
     Bu bölümün sonunda, Atatürk’ün tedavisinde kullanılan ilaçlarla, majistral olarak yapılan reçetelerin tarihleri ve parasal değerleri İstanbul Eczanesi arşivinden alınarak verilmiştir.
     Yayınlanan bu tarihi belgelerde sıtma hastalığının rolünü kesinlikle ortaya koymaktadır.
    Atatürkün vefat nedenini Sıtmaya bağlı siroz olarak degerlendiren Ertuğrul bu iddiasını sürdürmektedir.






2.2- ATATÜRK’ÜN FELÇ OLDUĞU İDİASI  VE ALDIĞI ALKOLÜN MİKTARI

     Gerek çevresindeki Dalkavuklar gerekse de siyasi hasımları özellikle Fransa devleti ve İstihbaratı tarafından ortaya atılan dedikodular, zaman zaman halkın beyninde şüpheler uyandırmıştır.
    Bunların içinde Atatürk’ün hasta olduğu, felç geçirdiği, gözlerinin görmediği gibi çoğaltabileceğimiz vakıalar,  Atatürk’ün hayatında sıklıkla karşılaştığı konular olmuştur.
    Tabii ki atılan iftira ve dedikodularda, diğerlerinde olduğu gibi hizmet ettiği insanlar ve kurumlar mevcuttur.
   10 Ağustos 1929 tarihinde yat’la Milletvekili Tahsin Uzer’in Büyükdere’deki yalısına giden Atatürk, kendisinin geldiğini haber alan halk tarafından balkona çıkıp selamlaması esnasında, kendisi hakkında çıkan bu asılsız dedikodulara bir bir cevap verdikten sonra konuşmasının sonunu şu sözlerle bağlar; “…Siz bu akşam karşımda milletin timsali, gölgesisiniz. Size seslenirken, bütün Millete sesimi işittireceğimi biliyorum. İşittiniz, SİZİN İÇİN ÇALIŞAÇAK, SİZİN İÇİN YAŞAYACAGIM. BENİM KUVVETİM SİZE OLAN MUHABBETİM VE SİZİN BANA OLAN MUHABBETİNİZDİR. BU MİLLET, BU MEMLEKET,  DÜNYA’NIN EN MAKBUL BİR VARLIĞI OLACAKTIR. BU MİLLETİ, ÖBÜR MİLLETLERİN ÜSTÜNDE GÖRMEDEN ÖLMEYECEGİM”  Coşkulu ve heyecan dolu bu akşamın devamında o çok merak edilen ve ölüm sebebi olarak da gösterilmeye çalışılan alkol miktarının ne kadar olduğunu anlamamız için bize ipucu veren şu bilgiye dikkat etmeliyiz.
       “Atatürk o gece çok neşeliydi. Hayatında en çok içkiyi de o gece içmişti. O gece sabaha dek içildi. Hepsini hesaplamıştım, üç şişe bira ve yarım şişe Dimitrokopulo (Üç kadehte fazlası vardı.) İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı.[22]
  Yani karşımızda alkolik ve içki düşkünü bir insan olmadığını artık kabul etmeliyiz.
   Ayrıca Tekel idaresinin özelleşmesinin hemen ardından Atatürk’ü ima eden isimler altında piyasaya sürülen içki isimleri de ayrıca manidar ve düşündürücüdür.

2.3-ATATÜRK ALKOLİK MİYDİ?/

Gece ilerleyen dakikalarda sözlerine devamen;“Atatürk, karşısında sevgi gösterisi yapan halka doğru, kadehini kaldırarak şöyle konuştu: ‘Vatandaşlarım... Buna Rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi.  Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz, karşılıklı içiyoruz.  Hepimiz eşitiz.Benim için rakı içer, şunu bunu yapar diyorlar. Ben bunların hepsini yaparım.  Hepsi doğrudur. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım. Sizinkinden bir fazla değildir, yaptıklarım[23]
     Bugüne kadar Türk Milletinin gündemine getirilmemiş olan Atatürk’ün vefat raporunda (hepatite sclerocongestive ethyligue daha sonra da Ascitogene bir cirrhose ), ölüm sebebi olarak gösterilen ve bugün ortada apaçık duran, bilimsellikten uzak paravan bir rapordur.
      Siroz hem de alkolik siroz olarak gösterilmeye çalışılan vefatı, diğer bir taraftan da aşağıda birlikte izleyecegimiz olayların, iftiraların önünü açarak, Atatürk’ün ölüm nedenini alkole bağlamıştır. Tabii bu durum, izah edilirken bir konunun altını çizmekte de fayda görmekteyim.
     Geniş kitlelere yıllarca bu konu sürekli olarak öylesine dikte ettirilmiştir ki insanlar, Atatürk’ün çok alkol alan ya da daha başka bir deyişle alkolik olduğunu o kadar kanıksamıştır ki, bugün aktarılan bu bilgiler karşısında şaşırması ve yadırgaması çok doğaldır.
    Geçmiş dönemlerde ve günümüzde olayı tam olarak kavrayamamış ya da bu konuyu kasıtlı olarak işleyen yurt içinde ve dışında birçok yazar ve araştırmacı, maalesef çok yanılgılara düşmüşlerdir.
     Yine kendisine önce güven, saygı ve sevgi beslediğimiz ebedi liderimizin burada alkol almıyordu gibi bir anlam çıkarmak çok yanlış olaçaktır. Bu yanlış anlatımların asıl temeline bakmak gerektir.
    Bunun en büyük mübessilleri, Atatürk’ün etrafını sımsıkı vaziyette sarmış olan Dalkavukların bizzat kendileridir.
    Atatürk hakkında çevreye yaydıkları asılsız bilgiler,  ülkemizdeki aydınlar kadar ülkemizin dışındaki yazarların da yanlış bilgi edinmelerine ortam hazırlamıştır. İş o kadar ilginçtir ki bizzat Türkçü olan Atatürk, vefatından sonra Türkçülüğün önderliğini yapan yazar ve aydınlarca da eleştirilere uğramıştır. Bunlara örnek olarak  Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Adsız’ı verebiliriz.
      Bunlara karşın Atatürk’ün vefatının hemen ardından Cumhuriyet Gazetesi’nde bir makalesi yayınlayan Necip Fazıl Kısakürek’in nereden nereye dedirten sözlerine bakmakta fayda vardır diye düşünüyorum[24].














2.4- PONKSİYON  (KARINDAN SU ALINMASI )

     Akil Muhtar Özden önemli bir konuya da burada dikkat çekmektedir, o da Atatürk’ün karnında su yani asit oluşumudur.
     Karında toplanan su bu hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu verdiği gibi vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına da yol açacağı için ayrıca tehlikelidir .
     Atatürk’ün karnından su alınması ilk defa  7 Eylül 1938 tarihinde Dr. Fissinger’inde bulundugu doktorların katılımıyla, Dr.M.Kemal Öke tarafından yapılmıştır.
    Bu Ponksiyonun (su alımı) sonunda,   karnından 12 litre ye yakın su çıkmıştır. Bu ponksiyonda herkese kullanılan iğne ( Kalın) kullanılmamış evvela  Novokain şırıngası ve sonra da küçük bir yarık açılarak ( Şak) yaptıktan sonra yatakta  su alınma işlemi yapılmıştır.
      Ponksiyonu yapan M.Kemal Öke,Dr.Neşet İrdelp’e “Ben  bu müdahaleyi gayri müsait ( uygun olmayan ) şartlarda yaptım”   diyerek mes’uliyet’ten  kaçtığını bir kaç defa dile getirdiğini bununla birlikte Dr. Fissinger’inde “İşleri güçleştiriyor” dediğini tekrarlar. (Akil Muhtar’ın notları)
    Yapılan  müdahale karındaki asiti azaltmamış,bir kaç gün sonra tekrar asit oluşmuştur.Bunun üzerine yapılan ikinci ponksiyon 22-23  Eylül tarihleri arasında yapılmıştır. Bu ponksiyonu da birincisini yapan  M.Kemal Öke yapıyor. Bu sefer doğrudan doğruya kalın iğne kullanılarak (Trokar) yapılan işlemde tekrar 12 litre’ye yakın su vücuttan alınıyor.
     Fakat alınan bu sulara rağmen yine de karında oluşan asitin önüne geçilemiyor. 3.defa Dr.Fissenger’in getirtilmesine karar veriliyor.Fissinger yaptığı muayene sonunda tekrar karından su alınması gerektiğini vurgulamış ve 12 Ekim 1938 akşamı , M.Kemal Öke ertesi gün tekrar köşke asitin alınması için çagırılmıştır.
     13 Ekim tarihinde , M.Kemal Öke ile Neşet Ömer İrdelp, Özel kalem müdürünün odasın da asitin alınmasına ilişkin görüşmeler yaptılar.
    Uzun yıllardır, Atatürk’ün tedavisini yapan Dr.Neşet Ömer İrdelp Karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşünü savunuyordu.
     Bu nedenle lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını  ileri sürüyordu.Dr.M.Kemal Öke’de vaktiyle Atatürk’e cerrahi girişimde bulundugunun onun ağrıya karşı ne derece duyarlı oldugunu bildiğini söylüyordu.
     Bu yüzden İrdelp’in  fikrine katılmadığını söylüyordu. M.Kemal Öke’ye göre deri ve deri altının çok ince bir iğne ile uyuşturulmasından sonra karından su alınmasına da bir sakınca yoktu.
     Bu önerisini Dr.Fissinger’e iletince (M.Kemal Öke) bu türlü uygulama onun tarafından da zararsız karşılanmışdı. Bu şekilde karından asit alınması işlemi yapılmış ve 10 litre’ye yakın su çıkmıştı.
       Son ponksiyonda 7 Kasım tarihinde yapılmıştır. Oysa ki, Karında toplanan su bu hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir.
    Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu  verdiği gibi  vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına  da yol açacağı için ayrıca tehlikelidir . 
     Bilinen bu gerçeğe rağmen aynı anda Atatürk üzerinde bu tehlikeli iki tedavi uygulanmıştır.
     Çünkü, 3 Ağustos’ta başlayıp 27 Eylül tarihinde verilmesi sonuçlanan salyrganla birlikte, 7 Eylül, 22-23 Eylül ve 13 Ekim ve  7 Kasım tarihlerinde ponksiyon yapılmış olması 10 Kasım 1938 tarihinde Ata’mızın vefatında etkili değildir demek ne kadar mümkün olacaktır.




2.5-ATATÜRK SITMA HASTASI MIYDI?

      Atatürk’ün temelde iki rahatsızlığı vardı. Bunlarda yaşadığı dönemde varlığı tüm insanları etkileyen, böbrek rahatsızlığı ve sıtmadır. 
    Atatürk'ün vefatı ise tedavisinde kullanılan ilaçlar, yanlış tedavi yöntemleri ve bunlara bağlı olarak da suikast olduğunun belgelerini ortaya koymaya yeterde artar zannedersem. Bunun için tedavisi için yapılan konsültasyonlarlara bakmak gerektir.
      Prof.Dr. Akil Muhtar Özden Şehsuvaroğluna verdiği notlar da konuya ilişkin şunları söylüyor;
    “Karaciğer rahatsızlığının ilk arazı 1938 Ocak ayı sonlarında... Dr. Neşet Ömer Bey, Dr.Nihat Reşat Belger Bey Karaciğerin büyümüş olduğunu görmüşler.  İçkiden men etmek istemişler. Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75 kiloymuş... Evvelce Atatürk hemen her akşam 1/2–1 litre arasında rakı içerdi ” demektedir.
      27 Şubat 1938 akşamı Balkan İttifakı Hariciye Nazırları şerefine Çankaya Hariciye Köşkü'nde verilen yemeğe Atatürk'ün Burnu’nun şiddetli şekilde kanaması üzerine toplantıya geç kalması üzerine dönemin yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu.
   Atatürk tedavisi için yabancı doktor istememişti. Bunun üzerine, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nca 6 Mart 1938 tarihinde çağrılan Konsültasyon heyetinde; Neşet Ömer, Reşat Belger, Akil Muhtar, Hüsamettin Kural, Z.Naki Yaltırım ile Asım Arar vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan Akil Muhtar, Atatürk’ün vücudundaki kaşıntılar hakkında bilgi verdikten sonra; “Muayenemde büyük bir karaciğer buldum. Adlaı üç parmak geçiyordu ve sertçe idi. Tahal (dalak) da kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu . (geçiyordu)
     Karaciğerin yüzeyi düzgün idi. Karın yumuşaktı. Karında yüzeysel damarlarda şişkinlik yoktu Hiç bir ascite  (asit- karında su toplanması) arazı bulunmadı. Rengi bozulmuş, kuvveti azalmış idi. Etrafta (Kollarda ve bacaklarda) Özima,(Ödem- su toplantısı) yoktu.  ”
        Sözlerine devam eden Muhtar," Gözlerde hafif bir sarılık gördüm.  Atatürk, evvelce Malarya (Sıtma) çektiğini söyledi. Altı sene evvel tekrarlamış. (1932 yılı)  Reelelerini muayene ederken, Atatürk sağ ree kaidesinde (tabanında) daima bir gayri tabilik olduğunu ve bunun muhaberede kırılan bir dili (kaburganın) tesiriyle baki kaldığını anlattı.
     Köşkün kütüphanesine gittik. Başvekilin, huzuru ile tıbbi istişare (Konsültayon) yapıldı. Hastalığının bir Hepatite  (Karaciğer iltihabı) olduğunu ve bunun en mühim sebeplerinin alkol olduğundan şüphe edilemeyeceğini hepimiz kabul ettik. 
     Az etli münasip bir perhiz tespit edildi. İlaç olarak da lazım gelen tertipler yapıldı. Bunları bir rapor şeklinde tespit ettik . 
       Dr.Asım Arar raporu okudu; (…) Atatürk alkolün tesirini kabul etmek istemiyordu.  "Ben alkolü çok eskiden beri kullanıyorum, bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep aramanız lazımdır." dediler.
     Akil Muhtar gerekli izahatları yaptıktan sonra Atatürk," Peki" diyerek doktorları uğurlamıştır .   Atatürk bu görüşmenin ardından," yaklaşık olarak 9 ay süre ile bir daha ağzına içki koymadığını" A.Arar nakletmektedir. 
    Görüldüğü gibi Atatürk'ün Tıbbı hikâyesinde çelişkiler bir yumak haline gelmiş durumdadır. Atatürk'ün hizmetinde bulunan Granda, Akil Muhtar’ın verdiği bilgilerle çelişki oluşturan şu sözleri dile getirmektedir. “...Doktorların muayenesinden sonra, ayak bileklerinde ödem olduğu ve karaciğerin büyüdüğü tespit edilmiştir ” Yukarıda vücuttaki asit oluşumuna ilişkin farklı iki görüş oluşmaktadır. 








2.6- 3 AĞUSTOS KONSÜLTASYON VE GENEL ÖZET

     Şimdi bu bilgiler ışığında tekrar başa dönecek olursak Atatürk'ün karnında ve vücudunda asit oluşumundaki çelişki bariz bir şekilde ortadadır.
     Oysaki yazılan kitapların neredeyse tamamında bu asit oluş tarihi Atatürk'ün 1938 yılının, 29 Mayıs ve Haziran başı karnında asit oluştuğunu yazmaktadır.   Granda bugünlere ilişkin verdiği bilgilerde
     “1 Haziranda İstanbul' a geldik.(Kendisi Savarona yatı ile birlikte geliyor) Atatürk Acar motoruyla yata geldi. Fakat daha ilk bakışta hasta olduğunu sezdim. Yüzü solmuş, incelmiş, karnı şişmişti... ”  Yine Granda, “Çehresi soluk, hali üzüntü vericiydi. Boynu ve ensesi çok incelmiş, kansız kulakları şeffaf bir renk almıştı. ”  Asit oluşumu konusunda çelişkiye düşen Akil Muhtar bu tarihteki asit oluşumunda hem fikirdir. “Atatürk'ün İstanbul'a geldiklerini öğrendik. O zaman asit ( Karında su) meydana gelmiş ve etraf-ı süfliye (Alt taraf, Bacaklar)   de ödemler teşekkül etmiştir ” demektedir.
     Atatürk geçirdiği ağır bir rahatsızlık sonunda Savarona yatına gelen Ülkü ile birlikte birkaç dondurma yemiş ve (bu yüzden ateşi yükselmiştir.) tekrar doktorlar bir konsültasyonda bulunurlar. 
   Burada; Sihhıye vekili Dr. Hulusi Alataş, Sıhhiye Müsteşarı, Dr.İ. Asım Arar, Süreyya Hidayet Sertel, S.Marmaralı, M.Kamil Berk, N.Reşat Belger ve N.Ömer İrdelp’tir. Prof.Dr. Neş’et Ömer; Asitin çoğalmasından, ödemlerden, Bağırsakların bozukluğundan bahseder.
       Bununla birlikte Fissinger’in Afyon mürekkeplerini ve şibih kalevilerin (alkaloidlerin) verilmesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını söylemiş olduğunu ileri sürerek, Neş’et Ömer Bey, etkili çarelere başvurulmasını istemiyordu.
   Kalbin kuvvetli olduğunu ileri sürerek de Kardiyotonikler (kalbi güçlendirecek ilaçlar) kullanılması aleyhindeydi.  Bu konsültasyonda sonuç olarak;
1-Ateşten beri halin fenalaştığını ve arada sırada tereffü-ü hararet ( Ateş yükselmesi) olduğu .
2-Asitin fazla bir miktara çıktığını.
3-Reelerde 13 Temmuzdan beri congestion ( kan toplanması) olduğunu.
4-idrarda Albümün yok.
5-Günlük idrar miktarı 600 cc kadardır.
6-Urobilin bulunuyor
7-Urobilinojen var.
8-Şeker yok
    Bu sonuçlar çıktıktan sonra, Doktorlar kendi aralarında; asiti almaktan, Civali mürekkepler kullanılmasından, Sıtma ihtimalinden, Bağırsakların düzeltilmesi gibi konuları kendi aralarında da tartışırlar. Bu münakaşalara birde yurt dışından gelecek olan doktorlarda eklenir.
     Akil Muhtar devamla, “ O zaman öğrendik ki Almanya ‘dan  Prof Berğman ve  Viyana’dan Eppinger çağrılmış…” Gelecek olan doktorların da fikri alındıktan sonra, Civalı müdrir ve Poncetion’a (Ponksiyon, kalın bir iğne ile karın duvarını delerek biriken suyu akıtmak) kararı verilecekti .  
      3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan bu konsültasyon Atatürk’ün hastalıkları ve kendisine karşı uygulanan tedavi yöntemlerinin tümünün ortaya çıktığı ve çok önemli sonuçları içinde barındıran tıbbi veridir.  
     Atatürk’ün tedavisinde doktorlar tekrar bir araya gelirler. Daha önce geleceği belirtilen doktorlarda bu konsültasyonda hazır bulunmuşlardı. Daha önceden bu konsültasyona katılacağı belli olan Viyana’dan gelecek olan Eppinger 31.07.1938 tarihinde köşke gelmiş ve gelir gelmez hemen Atatürk’ü 3 Ağustos’ta konsültasyonun yapılacağını bilmesine rağmen muayene etmiş ve muayene sonunda Em’ ada ki bozukluğa karşı çiğ yemiş kürü tertip etmiş, bol bol kavun, karpuz yedirmiş bunun neticesinde ise ağrılar ve ishal olmuştur.
    Bunun ardından 01.08.1938 tarihinde Bergman gelmiş o da Eppinger gibi hemen Atatürk’ü muayene etmiş ve tedavi için yalnız elma rejimini koymuştur.
    03.081938 tarihinde yapılan konsültasyonda bulunanlar;
1-Bergman, 2-Eppinger, 3-S.H.Sertel ,4-N.Ö.İrdelp , 5- N.Reşat Belger , 6-S.A.Marmarali,7-M.K. Öke ,8-M.K. Berk, 9-Celal Bayar , 10-Kılıç Ali ‘dir.
     Bu konsültasyon sonunda ortaya çıkartılan raporlarda dikkat çekici hususlar husule gelmiştir. Bunlardan birisi ve bugüne kadar hiç tartışılmamış olması bile ayrı bir önem taşıyan ve ülkemize ne zaman, nasıl getirtildiği henüz anlaşılmayan Salyrgan yani civalı diüretik, Atatürk’ün vefatında önemli bir yer teşkil eder
    3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kesinlikle kullanımının tehlikeli olacağı konusunda Fransız doktor tarafından (Fissinger) kendisine gerekli uyarıları yaptığını söyleyen DR.Neşet İrdelp bu önerileri söylemesine karşın, Bergman ve Eppinger tedavi olarak kullanılması konusunda bastırmış ve aynı gün Atatürk’e bu ilaç verilmiştir.
     Bu ilacın yan tesirleri bilinmesine karşın bu uygulama 27 Eylül tarihine kadar sürmüştür. 27 Eylül tarihine gelindiğinde ise Atatürk müthiş bir komaya girmiş bu koma sonunda doktorları da zehirlendiğini üstü kapalı olarak da söylemişler hatta
“Bundan sonra bir salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini ilave ediyoruz…” demek suretiyle bu ilacın kullanımına son verilmiştir.
    Agoni’de bu ilaç hakkında Tıp otoritelerini, Eczacıları ve Farmakologları bilgilendirmek için teferruatlı bir şekilde sunduğumuz bu bilgilere karşı tıp dünyası susmayı yeğlemiştir.
     Bu öne sunduğumuz teze karşı bir karşı tez koymamışlardır. İlaç Atatürk’ün karnında oluşan asitin alınması yani tedavi edilmesi maksadıyla verilmiştir. (Öyle söylenmektedir)
     Bu ilaç bir Diüretiktir. Diüretikler, idrar itrahını çoğaltan ilaçlara verilen bir isimdir. Direk olarak böbreklere olan tesirleri bilinmektedir ki burada Atatürk’ün yukarda da anlattığımız gibi Böbrek hastalığı mevcuttur. (Yukarda bu konuda bilgiler aktarılmıştı)
    Vücutta anormal toplanan mayi (asit-ödem) çıkarmak için yahut kanda toplanmış olan toksik cisimlerin itrahını kolaylaştırmak için kullanılırlar. Bunların kullanım çeşitleri ise;
A-Su
B-Osmatik tesirli olanlar
C-Xanthine türevleri; Kafein v.b…
D-Civalı Diüretikler, Civanın organik bileşikleri, Salyrgan, Novurit, Neptal
E-Indırek Diüretikler, Kardiyotonikler, Dijital cisimler
F-Dokuların su tutma kabiliyetini azaltan Troid Tozu
    Görüldüğü gibi Diüretikler sadece civalı olanlarla sınırlı olmayarak çeşitleri ve kullanımlarına göre de sınıflara ayrılmaktadır. Nitekim Atatürk’ün karnında oluşan asidin tarihi hakkındaki endişelerimizi dile getirdiğimiz bölümde, Bitki ve Baharatlarında diüretik tesirleri olduğunu görmüştük.
    Civalı Diüretiklerin kısa tarihine baktığımız da 16. yüzyılda Paracelsus Kalomeli Diüretik olarak kullanılmıştır. Bu 1950’li yıllarda diüretik olarak kullanılan ilaçlar civanın organik bileşikleridir. Bunlar mevcut diüretiklerin en kuvvetlisidir. Civanın büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana gelmiştir.

2.8- TEDAVİSİNDE KULLANILAN İDRAR
        SÖKTÜRÜCÜLER

    Aşağıda dökümleri verilen bitki ve baharatlar İstanbul Eczanesinden alınan dökümlerin içinde yer almaktadır.
04.11.1937 KAKAO    
13.01.1937 IHLAMUR 500 ĞR.               100 LİRA
05.11.1937 BADEMYAĞI                          50 LİRA
05.11.1937 TARÇIN                                    25 LİRA
01.12.1937 BADEMYAĞI                          50 LİRA
03.01.1938 KETEN TOHUMU 1 KĞ.       75 LİRA
03.01.1938 HARDAL                 1 KĞ.        80 LİRA
21.02.1938 KETEN TOHUMU                  40 LİRA
21.02.1938 PAPATYA                                 20 LİRA
13.03.1938 BADEMYAĞI                           80 LİRA
24.03.1938 BADEMYAĞI                           40 LİRA
19.05.1938 YULAF HASAN 2 KUTU        50 LİRA  
      Yukarıda alınan baharat ve Bitkilerin kullanım ve etkilerine bakarsak doğal bir diüretik olduğunu göreceğiz.
BADEMYAĞI; Badem böbrek… Bol idrar söktürür. İdrar yolları rahatsızlıkları için kullanılır …
HARDAL; Böbrekleri çalıştırıp idrar söktürür. Vücuttaki fazla suyu atar… Lapa şeklinde kullanmak için  1 kısım Hardal 4 kısım keten tohumuyla birlikte kullanılır.
IHLAMUR; Böbrekleri çalıştırarak onları temizler. Böbrek ve mesaneyi temizler.
PAPATYA; Karaciğerde, Karaciğer ve dalak şişmesini giderir. Safra miktarını artırır.
  Yukarıda verilen bu bitki ve baharatların birbiriyle karışımları ya da kendi başlarına kullanımları halinde doğal diüretik tesirleri olduğu görülmekte.

 

















  

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM/  ÖLDÜRÜLMESİNDE  MASON
                                     PARMAĞI VAR MI?


3.1-ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ

      Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuranların neredeyse tamamının yer aldığı İttihat ve Terakki, Osmanlı Devletinin artık o saadet yıllarının bittiği ve dönemin aydınlarının belki de iyi niyetle kurdukları ve tıp dünyası ile birlikte askerlerinde rağbet ettikleri ve ülkenin geleceğinde bir şey yapabilme gayretinde oldukları son bilgilerle birlikte tek tek ortaya çıkmakta.
    Tabii ki İttihatçıların hataları vardı. En büyük hataları ise bütün sorunları bir günde çözme gayretinde olmalarıydı. Bu iyi niyet içerisinde başka hesaplar içine girenler ya da kesimler yok değildi. Bunların başında Masonlar ve Siyonistlerde burada yer almaktaydılar. İşin en garip tarafı bugün dahi kendi içlerinde bazen de dışa vurulan olaylarından da anladığımız kadarıyla, Musevi, Dönme ve Siyonistlerin bu dönemde ortak bir kanat taşırken bunların karşısında yer alan, Rum ve Ermenilerle de aynı ortak paralel de hareket ettikleri tarihi bir olaydır.
      İşte bu unsurların hepsi bu cemiyet içinde içlerinde Türk Çocuklarına hissettirmeden Osmanlı Planlarını yapmak ve Filistin’de bir Siyonist Devletin kurulması ile birlikte Büyük Ermenistan’ın kurulması çabaları günümüzde daha bir gün yüzüne çıkmıştır. 
   Tabii ki o dönemde  günümüzde de olduğu gibi satılık aydınlar yok değildi. Bunlarında gayreti yanında bu olayların tamamıyla dışında Yıkıma uğrayan Osmanlıyı bu yıkımdan nasıl kurtaracağını planlayan vatanperver insanlarda bu cemiyette yer almışlardı.
     İşte bu dönem içinde yer almış olan Atatürk o dönemler içinde, dönmeler ve masonlarla sık sık karşılaşmış ve bir çok arkadaşları  da olmuştur.


3.2-ATATÜRK VE MASON DERNEKLERİ

      Hayatının ilk yıllarında Selanik’te büyümesinin de getirdiği birikimle Dönmeler ve Masonlar hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olması, daha sonraları bu fikirlerini olgunlaştırdıktan sonra Devletin gelecekteki yapısına şekil verme aşamasında, müdahaleyi yapmanın gerekli olduğu bir dönemde ki bu yıl olarak 1935 yıllarına rastlar.
    İçerde yapılanmalarını sürdüren Masonların dış bağlantılarının ve kurulma planı yapılan Siyonist Devletinin önüne geçme kararı almış olduğu yıllardır. Öncelikle bu çalışmanın temeli yurt dışında olan mason localarının kapatılmasıdır.
      3. Selim zamanında, İstanbul’da Yahudi cemaatinin ileri gelenleri tarafından kurulan, Yahudi olmayanları kabul etmeyen mason locası, (Burası hep tartışmalıdır ve maalsef böyle kalaçak) 2. Mahmut zamanında Kırım’da “Eterya” ihtilal komitesi tarafından kurulmuştur.   
    Zeytinyağı ticaretiyle büyük servetler yapan Rum zenginleri de İstanbul’da ayrı bir loca açmışlar, bu locaya “Bizans” adını vermişlerdir. Bu locanın ilk üyeleri arasında, Yunan ihtilalini hazırlayan ve bu sebepten ötürü asılarak öldürülen Patrik Gregoryas’da vardı.   Bu Yahudi ve Rum locaları Skoç tarikatına bağlıdır[25].
     Böylelikle Osmanlı topraklarından ilk tohumları Yahudi ve Rumlarca atılan Mason locaları, yıllarla birlikte gelişimini sürdürmüştür. Masonlar hiçbir zaman Atatürk’ten vaz geçmemişlerdir.
      Nitekim; 1934 yılında Kabul Edilmiş Hür Masonların 25. kuruluş yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk’e bir telgraf mesajı çekilerek şöyle denilmiştir.
“Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine;
Türkler için en saadetli ve en verimli bir devir yaratan ve insanlığın en doğru yolu gösteren ulu Gazi’ye minnetlerini ve tazimlerini arzetmeğe bugün müesseselerin 25. yıldönümünü kutlayan ve yüce Halaskârın açtığı nurlu yolda ilerlemeyi yegâne vazife bilen, Türk Masonlarının müttefiken karar verdiklerini arza tavassuta ömrünün en şerefli bir telakki ederim[26].”  Demekteydiler.
        Yukarıdaki telgrafın, 1 Ağustos 1909 Pazar günü kurulan, Loca’nın kuruluşunun 25. yılı olan 1 Ağustos 1934 gününde yapılan konuşmada alınan bir kararla çekildiği anlaşılmaktadır. Bu konuşmada;
“… Türklüğe en saadetli ve en verimli bir devir yaratan, bütün insanlığa en doğru sulh ve selamet yollarını gösteren ulu Gazi’ye masonlar tazim ve minnetlerini, Büyük Millet Meclisi reisi ve başkanvekil paşalar, dahiliye vekili Beyefendiye hürmet ve şükranlarımızı telgrafla arzetmeyi teklif eden müteaddit imzalı bir takrir okundu. İttifakla ve büyük bir tehalük ve meserret ile kabul olundu[27].”
    Yukarıdaki benzeri telgraflar, M. Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, İsmet İnönü ve Şükrü Kaya’ya da çekilmiştir.
     Kuruluşunun 25. yılında yapılan konuşmalardan biri de laiklik üzerine olandır. Bu konuşmada,
   “K.K…, Türk ezelden beri laiktir ve laik olmamış bulunduğu devirlerde bile mutlaka müsamahakâr kalmıştır. Şu halde Masonluğa yakınlıkta hiçbir ırktan geri kalmaz. Türk’ün bu müsamaha hasletine tarihte namütenahi misaller ve deliller var… misalimi Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin Tarih kitabından aynen alıyorum; Bidayet’te Hazarların dini sair Türkler’in dinlerine benzerdi. Sonraları muhtelif siyasi ve iktisadi münasebetler neticesinde aralarında Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamlık gibi dinlerde yayıldı. Hakanla, Beyler ve Tahranlar ise Museviliği kabul etmişlerdi…[28]”  
      Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi ayrıcalıklı olanlar yani yöneticiler Yahudi ve Masondu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için kendisi de bir Mason olan Cihangir Gener’in “Ezoterik-Batıni Doktrinler Tarihi” kitabında I. bölümde şunları söylemekte;
    “İnsanoğlu, zeka pırıltılarını ilk göstermeye başladığı günden bu yana nereden geldiğini, ne olduğunu ve nereye gideceğini sürekli düşünmüş, cevabı bulduğunu zannettiği anda, bulduğu bu kutsal cevap için başka bir kutsal cevapla insanlarla savaşmış, onları öldürmekten çekinmemiştir.
     Kitleler bu kutsal cevaplara, diğer bir değişle dinlere, konulan kurallar çerçevesinde bağnazca bağlanırken, kutsal cevabın gerçek anlamını kendilerine saklayan ilk Ezoterik öğretinin yaratıcısı rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri ile bu cevabı anlayamayacaklarını düşünerek bir sırlar sistemi oluşturmuşlardır.
       Ezoterik-Batıni sırların, sadece bu sırları elde etmeğe hak kazanan belli bir zümreye verilmesi bu doktrinin hem zayıf yanını hem de, bugüne kadar ulaşıp günümüz uygarlığının oluşmasında büyük rol oynamış güçlü yanını aynı anda içinde barındırır. Öğretilerin ancak belli bir eğitim ve bireysel gelişiminden sonra sırlarını ortaya koyması, kitlelerden kopuk doktrinler olarak kalmasına neden olmuştur. Öte yandan sırların semboller dili bünyesinde son derece iyi saklanması ve sembollere her çağda gelişen uygarlık doğrultusunda farklı anlamlar yüklenebilmesi, tüm insanlık tarihi boyunca bu sırları saklayarak günümüze kadar ulaştıran kardeşlik örgütlerinin varolmasını mümkün kılmıştır.[29]demektedir.
     Mason olmak ayrıcalık olmak anlamına gelen bu sözlerle çok iyi bir şekilde vurgulanmaya çalışılmakta. “Atatürk’e Mason muydu?” gibi bir soru akla gelebilir, yine bu soruya cevap vermeden önce bir hatırlatmada bulunmak da gereklidir.
     Yukarıda bahsedildiği gibi bu dönem içinde ülkemizde Mason olmayan Askeri ve Devlet görevlileri, mason olmadıkları zaman dışlanır, yurt dışında gerekli itibarı görmezdi.
     Masonlar öyle bir düzen kurmuşlardı ki, hala masonluğun ne olduğunu bilmeden masonluğu kabuletmiş insanlar mevcuttur.    
     Kuruluşunun 25. yılını kutlayan Masonların kendi ileri gelenlerinden biri olan Hulusi Demirelli şöyle diyor;
   “Türklük kadar yüksek olan Gazi’yi gerçi Türk Masonları sinesine alabilmiş değildir. Fakat o Türk Masonluğu’nun mefkûrelerini tahakkuk ettirenlerin başındadır[30]. Demekteydi
    Atatürk Mason olmuş olsa bile, bulunduğu dönemde hemen hemen herkesin Mason localarına kayıtlı kişiler olmasından dolayı yadırganmamalıdır. Bu konu da kendisi de Mason olan ve ayrılan Kazım Karabekir’in sözleri dönemi çok iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.

















·                     [1] EK DOSYA : 1/ İstanbul Eczanesinden Alınan  İlaçların  Dökümleri
·                     [2] -Şehsuvaroğlu,a.g.e,sf.17-18
·                     [3] Son Nöbet Defteri, İş Bankası yayınları,1955,sf,9-14
·                     [4] -Bu konuyla alakalı eserimiz yakında okuyucusuyla buluşaçaktır.
·                     [5] -Dr.Eren Akçiçek’in ve birçok konuyla alaklı yazan ve konuşanların bahsetmediği konsiltasyondur.
·                     [6] - Bedi Şehsuvaroğlu a.g.e. sf. 28–29
·                     [7] -Agoni, Atatürk’ün ölümündeki Sır Perdesi Yazılamayan Tarih
·                     [8] -Atatürk’ün Böbreklerinden olan rahatsızlığı geçmiş bahislerde geçti. Ve bilinmektedir.
·                     [9] - FRENGİ;“ Savaşın sona ermesiyle  birlikte harabe haline gelen şehirler ve köylerde ve İstanbul’da ve Anadolu’da  özellikle başta  frengi olmak üzere bazı salgın  hastalıkların  yeni  bir yükseliş sürecine  girdikleri gözlenmektedir .1914 öncesi İstanbul’da  belsoğukluğu, frengi, uyuz, kırk ayak ve benzeri zührevi hastalıklar sonderece  sınırlı iken , savaşla birlikte  bu hastalıklar birden bire artmıştır. Hatta Anadolu  bile  zuhrevi hastalıkların  tehdidi altındadır. Zührevi hastalıkların  denetimi amacıyla  çıkarılan 1915 tarihli  nizamname son derece liberaldir.
·                     [10] -Bölüm sonunda İstanbul Eczanesi’nden alınan ilaçların ve yapılan reçetelerin ilk defa tam metni verilmiştir.
[11] - Prof. Dr. Turhan Baytop, Laboratuvardan  Fabrikaya  “Türkiye’de İlaç Sanayi” 1833, 1954- İst. -1997 sf.23
·                      
·                     [12] - Journal of  Hepatology-Millestones Inlıver Dısease-Hepotoloji Dergisi-Karaciğer Hastalığında Dönüm Noktaları”nda bulunan esere bakmakta fayda vardır.
[13] - Salygran (Journal of Hepatology – Milestonesin  Liver Diasease – Hepatoloji dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm noktaları (2002) 315-320
·                      
[14] - Martındale – the Complete Drug  (Martindale-Tüm ilaçlar)
·                      
[15] - Sprague HB… 1931 Diüretik olarak Salygran; 6 vaka raporu. N. English dergisi
·                      
·                     [16] -Son günlerde bu konuda medyada çeşitli haberler yer almaktadır. Bu konu ayrıca işleneceginden burada değinilmemiştir.
·                     [17] - Dr. İhsan A. Özkaya – “Atatürk’ün son hastalığı ve ölümü – Milliyet gaz. 10 Kasım 1976
·                     [18] - Dr. İhsan A. Özkaya – a.g.e.
·                     [19] - Dr. İhsan A. Özkaya a.g.e.
·                     [20] - Doç Dr. Sırrı Akıncı, Ata’nın Post-Mortem incelemesi-Cumhuriyet gaz. 9 Aralık 1972
·                     [21] - Birlik Dergisi, Ocak 1999 tarihli 119. sayısı
·                     [22]- Granda, a.g.e.sf.58–61
·                     [23]- Granda. a.g.e.242–244     
·                     [24] -EK DOSYA:2  Necip Fazıl Kısakürek ve yaşanan ilginç olaylar
[25] - Rita Ecossaid’den N.N.Tepedenlioğlu’nun “İlan-ı Hürriyet ve 2. Abdülhamid sf. 20
·                      
[26] - Hasan Cem / Dünyada ve Türkiye’de Masonluk / Özdemir Basımevi – İstanbul – 1976 / sf. 175
·                      
[27] - Hasan Cem – Dünyada ve Türkiye’de masonluk / Özdemir Basımevi – İstanbul 1976 sf. 173
·                      
[28] - Hasan Cem / Dünya da ve Türkiye de masonluk, sf. 185–186
·                      
[29] - Cihangir Gener / Ezoterik – Batıni Doktrinler Tarihi – 4. Baskı Odak Ofset – Ankara – 1998, sf. 11
·                      
·                     [30] - Hasan Cem, a.g.e. sf. 187–188


3.2.a-ATATÜRK MASON DERNEKLERİNİ
          KAPATMIŞTIR

     İşte Masonların 25. yılının kutlandığı bir sırada M. Kemal Atatürk eski Adliye vekili olan Mahmut Esat Bozkurt’u çağırtarak, Masonluğun taksimat, teşkilat ve ahvaline ilişkin bilgiler içeren bir dosyayı vererek,
    “Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle, Halk Partisi Grup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet et, senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır” diyerek, Mahmut Esat Bozkurt’u yolcu eder. Bu konuda bilgi veren İbrahim Avras şunları söylemekteydi;
    “Mustafa Kemal’in sevmediği iki zümre vardı. Birincisi dönmeler, ikinci ise masonlardı… Bir gün eski Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’u çağırdı. Kendisine masonların taksimat, teşkilat, ahvalini bildirir bir kitap verdi. “Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi grup başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli hücum yap ve grupça kapanmasına dalalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır” dedi. Grup danışmanı Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir takrir verdi ve takririnin okunmasını reisten rica etti.
     Hülasası şöyleydi: “Masonluk, kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir, memleketimizde bunun ne işi vardır? Bunu da grup kararıyla kapatalım…Ertesi hafta Recep Peker geldi ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi: “Arkadaşlar yarından itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır…salonda bir kıyamet koptu, alkışlar, bağırmalar “kahrolsun Yahudi uşakları” sesleri tavanları çınlatıyordu.
     Şükrü Kaya ve arkadaşları sırra kadem basmışlardı. Grup dağıldıktan sonra Dr. Mim Kemal’i (Atatürk’ün müdavim doktorudur) öne katarak meclisteki masonlar toplu olarak Reis-i Cumhur’a hitaben: “Efendimiz biz zaten maiyet-i devletindeyiz fakat, siz Meşrik-i Azam’ımız olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” demiş Reis-i Cumhur: “Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz der, sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve mektubunuzun ismi nedir? Cevaben; Biz Cenova’ya tabiiyiz ve Reisimiz Barca Mişon cenaplarıdır. Demiş. Bunun üzerine küplere binen Mustafa Kemal Paşa, onlara hitaben: ‘Haydi defolun buradan cehennem olun gidin. Yahudi uşakları benim milletim bana kahraman sıfatı verdi, ben sizin gibi bir çift yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün locaları kapatmadığınız taktirde, yarın teşkil edeceğim Divanı’ı Harbi Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan’ diyerek onları kovdu, onlar da yıldırım telgraf ve telefonlarla vaziyeti İzmir, İstanbul ve Adana’ya bildirirler ve sabah olmadan hepsini kapanma kararlarını getirip, henüz sabah sofrasından kalkmayan Reis-i Cumhur’a verdiler ve derin bir nefes aldılar. Reis-i Cumhur Mustafa Kemal, bu suretle bütün Mason localarını kapattı.[1]” Kapatma görevini ise, dönemin Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verdi. Şükrü Kaya, Atatürk’e uzun süre direnmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Anadolu Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde gazetelerin merkezlerine şu önemli haberi geçiyordu:
     “Türkiye Mason Cemiyeti, memleketimizin sosyal tekâmülü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazarı itibare alarak, faaliyetlerine nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halkevlerine teberrü muvaffak görülmüştür.[2]
     Bu habere kimse bir anlam verememişti. Çünkü Türkiye masonluğu tarihinin en rahat dönemini yaşıyordu. TBMM Başkanı, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı, Ankara Valisi, İstanbul Valisi üst düzey aktif masondu. Devlet yönetiminin köşe başları masonlar tarafından tutulmuştu.
    Türkiye Masonluğu ne olmuştu da 25 yıl aradan sonra kendini yok etme kararı almıştı. 4 gün sonra gerçek ortaya çıkmıştı. Masonlar kendilerini feshetmemiş, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından Mason locaları kapatılmıştı. 14 Ekim 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin “Türkiye’de Mason Locaları Bir Emirle Kapatıldı[3]” başlıklı haberinde olayın perde arkası şu şekilde aktarılıyordu:
    “İçişleri Bakanlığı’ndan verilen bir emir üzerine Türkiye Mason Localarının faaliyetlerine nihayet verilmiştir. Yüksek makamın emri ile Türkiye masonluğunun İstanbul, Ankara, İzmir, Edirne, Muğla, Gaziantep ve Adana’da bulunan müteaddit locaları kapanmış, bunların emlakı hükümete intikal etmiştir.” Cumhuriyet Gazetesi’nin haberinde sözü edilen yüksek makam, dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildi.
    İşin ilğinç yanı ise Atatürk’ün Mason Locaları’nı kapatma emrini, Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya vermiş olmasıydı. Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Atatürk’ü bu tarihi kararından vazgeçirmeye çalışsa da başarılı olamamıştı.
     Bunun üzerine, Şükrü Kaya, Türkiye Yüksek Şurası adına Doktor İsmail Hurşit, Türkiye Büyük Locası Büyük Üstadı Muhittin Osman Omay ve bir grup masonu, İçişleri Bakanlığı’na çağırır ve Atatürk’ün kesin kararını bildirir: “Mason Locaları kapatılıp çalışmalarına son verecekler ve mal varlıklarını Halkevlerine aktaracaklardır.
     Mason Locası, İsmet Paşa’nın Reisi Cumhurluğu döneminde Kanun-u Mahsusla localar faaliyete geçene kadar aldığı ani bir kararla,  5 Şubat 1948 yılında Türkiye Mason Derneği’nin kurulması ile Atatürk’ün emri ile kapatılan Mason locaları, İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile tekrar faaliyete girmiştir. Masonlar açtıkları davalarda, Halkevlerine devredilen tüm mal varlıklarını tekrar ele geçirdiler. 5 Şubat 1948 tarihinde “Türkiye Mason Derneği” ismi ile İstanbul Valiliği’ne yapılan başvuru kabul edildi ve Masonlar, bu tarihten sonra resmen faaliyete başladılar. Locaların 13 yıl aradan sonra açılması, uyku döneminde olan masonlar tarafından sevinçle karşılandı.
    Masonlar bu arada geçen dönem de kendisine sıkı sıkı bağlarla bağlı oldukları, Atatürk’e karşı bir anda cephe oluştururlar. Artık masonlar bir şeyi çok iyi anlamışlardır. Atatürk’ün varlığı kendilerinin yaşamları için bir tehlike arzetmekte ve bu sebepten ötürü yok edilmesi gerektir. Kökü dışarıda olan bu locaların kapatılması ülkemiz dışındaki localardan da tepkiler almasına neden olmuş, Sarı Lider’in bu yaptığına akıl sır erdirilmemişti.
       Yukarıda yazılan yazılar içerisinde belge olarak konulan aşağıdaki gazete küpürleri 1950 yıllarında Yunanistan basınında yayınlanmış ve ülkemizde General Cevat Rıfat Atilhan tarafından iktibas edilerek, ülkemizde yayınlanan ve Atatürk’ün bir suikast sonucu öldürüldüğünü öne süren bir metin olarak, yıllardan beri ülkenin demokratik ve bağımsız ülke olduğu iddiası içerisinde bulunan, Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi yüce ve kutsal bir kurumun kütüphanesinde mevcut bilgiler içerisinde yer almasına karşın herhangi bir çalışma yapılmaması yapıldı ise açıklanmaması gerçekten çok manidardır. Atilhan kitabında şöyle diyor;






















3.2.b-YUNAN BASININDA ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ

    Hepimizin bildiği ve dikkat ettiği gibi Yunan basınında Atatürk ile ilgili çok farklı yazılar yayınlanmaktadır.
     Bu yazılanların ve gündemimize gelmemiş olanlarında varolduğuna dikkat ederek şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki, Yunan Hükümetlerinden çok Devleti Atatürk ile ilgili haberleri bir Devlet Politikası olarak benimsemiştir.
    Çeşitli marjinal yayınorganları aracılıgıyla ortaya konulan bu bilgi ve belgelerin Devletimizin yetkili kurumları tarafından çok iyi analiz edilerek önüne geçilmesi öncelikle bu ülkenin bir vatandaşı olarak şahsımızın beklentisidir.

3.2.b.1--YUNAN KOMÜNİST HALK CUMHURİYETİ/ LAİKİ FONİ GAZETESİ   YUNAN KOMÜNİST HALK CUMHURİYETİ, E.L.D.’nin Erkânı Harbiye Organı “halkın sesi” –laiki foni gazetesinin 1 Ağustos 1948 tarihli ve 685 sayılı nüshasında Egenin ve Balkanların kıdemli komünist mübeşşiri Varnalı Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli Farmason Avarma Benaroyas’ın yazısında;
      “Mefkuremizi imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür! Türkiye’nin mağrur Sarı diktatörü Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke’ye hitaben; ‘Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz’ demişti.
    Muhtelif memleketlerde, sistemli ve metodlu bir tarzda çalışan, bize her süretle hizmet eden 5. kolumuz masonlardır. Türkiye’deki masonlar, Kemal Atatürk’e karşı gayet müşfik ve dostane vaziyet aldıkları halde, mağrur diktatör yersiz vehime kapılarak yukarıda zikredilen tarihte mason cemiyetini lağvetti.
O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabii tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla!
    Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde oradakilere şaşkınlık içinde “Bu nasıl olur? Neden kapatılırmış! Buna imkân yoktur! Kapatıldığı da bir gerçek ha! Bu böyle olduğuna göre, o Sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır” diye haykırdığımı hatırlıyorum… Atatürk’ün ani bir dönüşle Mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü; o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Bu sebeple kendisinin ortadan kaldırılması son derece elzemdi. Fakat tehlike büyük ve muvaffak olmak yüzde on ihtimal dâhilinde idi. Nihayet bir gün Kremlin kat’i kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz edecekti.
     Mason cemiyeti Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra; mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk’le aralarında hiçbir ihtilaf yokmuş gibi vaziyet aldılar. İmkân buldukça, onun her hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti.
     Doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden; 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeğe başladı.
    Onun pek elim bir vaziyette olduğunu, beşinci kollarımızın ajanları, gizliden gizliye yaymağa ve hastalığın öldürücü olduğunu efkârı umumiyeye duyurmak, milli hislerde zaaf hâsıl etmeğe çalıştılar. Atatürk’ün hastalığı efkârı umumiyede şuyu bulunca, vazifemizin birinci faslı muvaffak olmuştu.

1.9.b.2- HALK CEPHESİ /LAİKO METOPO GAZETESİ

   Halk Cephesi / Laiko Metopo gazetesinde 1,2,3,4,5 Eylül 1949 tarihinde Apostolos Grazos Şunları demektedir[4]“Farmasonların anti-Kemalist olmalarına sebebiyet veren hadise, 1935’de Kemal Atatürk tarafından localarının faaliyetten men edilmesidir. Atatürk, bu kararı tatbik ederken, şahsını ve eserlerini tavsiyeye matuf her türlü mel’anetlerin ve suikastların farmasonlar tarafından tertip edildiğini anlamış ise de, resmi bir açıklamaya lüzum görmemiştir. Hakikaten Atatürk’ün tasfiyesi için tertiplenmiş gizli komplolar, şimdi zahiren Kemalist görünen yoldaşlarımız farmasonlar tarafından tanzim edilmiş olmasına rağmen, her defasında âdem-i muvaffakiyetle karşılaşmıştır… Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan sonra, yapılması elzem olan, ikinci, üçüncü ve dördüncü vazifeler geliyor ve bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abravaya ve Fischenger cidden bu işte fedakârane çalıştılar…
    Bazı Avrupalı Tıp dâhileri, siroz mütehassısları, Sarı liderin hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı liderin tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.
      Sarı liderin ölümü bir gün mes’elesi haline gelmişti. Onun ölümünden her suretle istifade etmeli idik. Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, bunun üzerine Kremline davet edildi. Üstad Moskovaya vardığında yüzü sapsarı sararmış ve korkak, ürkek bir hale bürünmüştü. Sovyet hariciye komiserliği, Nalçacı biraderimize samimi alaka göstererek kendisini hoşnut etmek için bütün imkânları seferber etmişti.
     Moskova’ya ulaşmasının hemen akabinde, büyük ve şahane bir yerde ilk toplantı yapıldı. Ben, Laurenti Berya ile yan odada ses alma cihazıyla içeride cereyan eden muhavere ve müzakereyi takip ediyorum. Nalçacı, Türkiye’nin Siyasi ve askeri icraatına ve kuvvetine dair etraflı malumat taşıyan, bir dosyayı tevdi etti. Birkaç gün sonra anladım ki, Nalçacının tevdi ettiği bu dosyadan Kremlin çok memnun kalmıştı.
     Nalçacı; Atatürk’ün Mason doktorlar tarafından yanlış teşhis ve tedavi neticesinde öldürüldüğü, Türkiye Genel Kurmayı tarafından öğrenilirse, gayet müşkül vaziyete düşeceklerini ve eğer bu akıbete maruz kalırlarsa, Kremli’nin Çankaya nezdinde siyasi bir tazyik yaparak serbest bırakılmalarının temini hususunda ısrar ediyorlardı. Yoldaşlar; her vesile ile Türkiye’deki mukaddes üçgenimizi müdafaa etmenin kendi menfaatımız icabı olduğunu izah ettiklerinde; Nalçacı bundan memnun olduğunu anlatmağa çalışıyordu.
… Nalçacı’nın Atatürk’ün ölümünü müteakip, Nazım Hikmet’in riyaseti altında bir hükümetin teşekkülü, gayri ihtiyari bazı dedikoduların ve tereddütlü düşüncelerin çıkmasına yol açacak, ölümü tabii sebeplerden olmayıp, kasıt olduğu öğrenilirse mürteci Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı itirazıyla karşılaştı[5] denilmekteydi.






DÖRDÜNCÜ BÖLÜM/ ÖLÜMÜNDEN SONRA 
KONUŞULAN-YAZILANLAR



4.1-ATATÜRK’ÜN ÖLDÜRÜLMÜŞ  OLDUGU İDDİALARI  ÜZERİNE YAZILANLAR

    Geçmişten günümüze doğru bir tarama yaptıgımız vakit, Atatürk’ün öldürüldüğü yönünde ki iddiaların genellikle üstü kapalı bir şekilde dile getirildiğini, ölümünün bir ihmal sonucu olduğu hep dillendirilmiş fakat kesin bir dil ile ifade edilmemiştir.
      Doğal olarak bu fikre karşı çıkanlar ve taraftar olanlarda bulunmuştur. Ama şu bir gerçek ki son on yıl boyunca yapmış olduğum özel toplantılarda bugün bu iddia karşısında olanların hepsinin aslında bunu yani, Atatürk’ün öldürülmüş olduğunu kabul ettiğini gördüm ve duydum.
    Maalesef bulundukları makamlar ve edindikleri şöhretler sebebiyle bu konuda konuşmamak yada karşı çıkarak bir kesimin takdirini hatta kendilerini ödüllendirmeleri bekleyen insanlara şahit oldum.

4.2-METİN TOKER/ TIMARHANELİK TARİH YAZILAR

   Atatürk’ün öldürülmüş olabilecegi yönünde idialar asında yeni değildir.  Bunlardan bir tanesi de, Metin Toker’in ”Not defterinden” isimli köşesinde yer alan şu ilginç olayı naklediyor, yazının başlığı “Tımarhanelik Tarih Yazılar [6]
      “1935’te Mareşal Fevzi Çakmak Atatürk’ün 1938’de öleceğini biliyormuş. Niyeti, O’nun yerine İsmet İnönü’yü oturtmakmış. Daha 1935’te hesap ediyormuş ki, 1938’deki böyle bir girişimine “İçişleri Bakanı Şükrü Kaya/Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras” ikilisi o vakit karşı çıkacaklardır. Niçin? Çünkü Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü “Müdafaa-i hukuk öğretisi”ne yakın, daha solcu, daha Sovyetler Birliği yandaşı bir hükümet isteyeceklermiş. Peki, ne yapaçaklarmış? Mareşal onların 1938’de ne yapacaklarını da 1935’te görüyormuş. ”Sosyalist sol” ile temas arayacaklarmış. Nasıl? Şevket Süreyya vasıtasıyla Nazım Hikmet ile görüşerek destek ve işbirliği isteyeceklermiş
       …Mareşal 1935’te Nazım Hikmet’i yakalatmış, mahkemeye vermiş, mahkûm ettirmiş ve hapsettirmiş.
       Sene, 1935. Atatürk sapasağlam. Daha iki yıl önce büyük bir coşku içinde ve milletiyle birlikte Cumhuriyet’in 10. yıldönümünü kutlamış... 1935’te, 1938’deki “Ölüm ihtimali” üzerine Cumhurbaşkanlığının devri hesapları yapılır mı?”
     Ankara Nerede Biter[7]? İsimli kitabımızda bu konuyla alakalı bir belgeyi kamuoyuyla paylaşmıştık. Yeri geldiği için tekrar burada yervererek konu bütünlüğünü sağlamaya çalışmak gerekti. Yine günümüze kadar süren bu ikinci Cumhurbaşkanlığına seçimin içinde sıklıkla karşılaştığımız Şükrü Kaya ile ilgili E. Alb. Ahmet Genç’in bir yazısını araştırmacıların dikkatine hiçbir yorum katmadan sunmak istiyorum;

4.3-ŞÜKRÜ KAYA VE CUMHURBAŞKANLIK ARZUSU

   Şükrü Kaya ile Atatürk arasında ki ilişkiler tarih kitaplarını incelediğimizde görüleçektir ki çok yakın mesafededir. Hatta Atatürk kendi kıyafetlerinden giymesi için Şükrü Kaya’ya elbiselerini bile vermiştir.
   Tabii ki dönemin kendi içinde getirdiği fırsatlar ve imkanlar devlet yönetiminde bulunanlar içinde önem arz etmektedir. Bunu eleştirmekten uzak durmak en doğrusu olaçaktır.
   Aşağıda verileçek konuların muhatapları maalesef yaşamamaktadırlar. Yani bu anlatılanlara cevap vereçek durumda değiller. Bu sebepten ötürü burada eleştiride bulunmak yerine elimizde bulunan bilgiler ışığında tarihi konuların aydınlatılıp, Kendini tarihçi ilan eden bir avuç kendini bilmez guruhun sorumluluklarını hatırlatma ihtiyacı duyulmaktadır. Bugün Atatürk’e ilişkin bir çok bilgi ve belge’nin sahibi olması gereken devletimiz maalesef bunların çoğunu kaybetmiş sağa sola dagılmış bir çok belge ve bilgi zaman zaman gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.
   Bu bilgilerden bire de Şükrü kaya’nın Cumhurbaşkanı adaylığına ilişkindir.




“BİR ANI
   1947 yılında ben Trabzon Lisesi’nde girdiğim olgunluk sınavında bir yıl beklemeye kalmıştım. Bu nedenle, memleketim olan Rize’nin Pazar ilçesinde bulunuyordum. Rahmetli büyük ağabeyim Mehmet Genç o yıllarda THK sekreterliği görevini yürütüyordu.  Bu kurumun bürosu çarşı meydanının batı kıyısında bulunan Halkevi binasının üst katında idi. Ağabeyim, bir tanıdığın çocuğuna matematik dersi vermek üzere, bu büronun bir odasında çalışmamıza müsaade etmişti. Odada kurumun kullanılmayan bazı öteberisi bulunuyordu. Bu arada öteberi arasında ki üç sandık dikkatimi çekmişti. Sandıkların kapakları çivi ile çakılı idi. her birinin üstünde de büyük harflerle yazılı “İkinci bir emre kadar açılmayacaktır” tümcesi vardı. Çok merak ediyordum, acaba bu sandıklarda ne vardı?
   Halkevi hizmet görevlisi olan kişi yakın tanıdığım idi. Ona: “ Açıp bakalım, bu sandıklarda ne var?” dedim. Hiç olmazsa birini açar merakımı gideririm diye düşünüyordum. Belli ki sandıklar birkaç yıl önceden beri böyle biçimde duruyordu.
   Halkevi görevlisi bir keser getirdi. Sandıklardan birinin çivilerini sökerek kapağını kaldırdık. Sandığın içinde büyük boy fotoğraflar vardı. Fotoğrafların altlarında da,
       “İKİNCİ  CUMHURBAŞKANIMIZ  ŞÜKRÜ KAYA”
   Tümcesi yazılı idi. Hemen açtığımız sandığın kapağını yeniden çiviledik. Bir süre sonra da ağabeyime sandıklardan birini içindekileri gördüğümü söyledim. Rahmetli bana kızdı, doğru yapmadığımı söyledi.  Ben de o günden bu yana bu olayı ilk kez açıklıyorum.05.09.2001
                                                      Ahmet Genç/Emekli Albay”


4.4- YENİŞAFAK GAZETESİ VE ORTAYA KOYDUĞU     
      İDDİASI

   Atatürk’ün zehirlenerek öldürüldüğüne ilişkin haberlere Yenişafak Gazetesi’nin yayınladığı bir haberle farklı bir boyut kazanmıştır.
    Burada dile getirilen iddiaların büyük bir kesimi geçmişte yayınladığımız kitapların içerisinde mevcut bilgiler iken bu sefer işin içine isimler girmiş ve dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve  CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ile buna bağlantılı isimler, zehirlenme olayıyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.
   Yayınlanan haberin sahte belgeler içerdiği’nin tartışılmasının yanında  farklı açıklamalarında dile getirildiği bu dosya mahkeme kararıyla yayının durdurulmasıyla sonuçlanmıştır.Oysa ki bu bilgilerin açıklanmasının ardından “yayın durdurma” yerine sahte ise bu belgeler dava açılarak yayın kuruluşunun mahkemede yargılanması  gerekli değil miydi?
   Öncelikle olayı kısaca hatırlamak için metinlere bir gööz atmak gerekiyor.

4.4.1-İDDİA-1/ ATATÜRK’ÜN ÖLDÜRÜLMESİNİ İSMET İNÖNÜ PLANLADI

   “Atatürk'ü böyle zehirlediler/ Yeni Şafak, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesini aralayan tarihi kanıtlara ulaştı.
    Belgeler 77 yıldır sadece kulaktan kulağa konuşulan “Atatürk zehirlendi” iddiasının gerçek olduğunu ve “suikastin” İsmet İnönü tarafından tezgahlandığını ortaya koyuyor...
     57 yaşında hayatını kaybeden Atatürk'ün doğal yollardan ölmediği, zamanın kudretli yöneticileri ve doktorları tarafından 'zehirlendiğine' ilişkin iddialar zaman zaman dillendirilse de bu, sınırlı bir tartışmanın ötesine geçmemişti...
    Merkezinde 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ile İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Hıfzı Oğuz Bekata'nın olduğu yazışmalar Türkiye'yi derinden sarsacak, ciddi tartışmalara konu olacak.














4.4.1.a- İLK BELGE/İsmet İnönü-Şükrü Kaya


Atatürk'ün zehirlendiği iddialarını güçlendiren belgenin tam metni şu şekilde:
    “Çok kıymetli büyüğüm İsmet İnönü. Cumhurreisimizin hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte, çevresinde size karşı bazı tedbirler aldığını duydukça çok üzülmekteyim.
    Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Cumhurreisimiz, doktorlardan çok şikayet etmiş, “beni Türk doktorlarına emanet edin" demiştir.
      Yabancı doktorları uzaklaştırmak istemektedir.Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim. Dahiliye Vekili / Şükrü Kaya." Denilmektedir.

4.4.1.b- İKİNCİ İDDİA/ Kasım Gülek- Hıfzı Oğuz

     "Hıfzı Oğuz kardeşim.Seninle dost masalarında konuştuğumuz konuları bir başkaları ile paylaşman son derece beni üzmüştür. Elimden geldiği oranda sana destek olmaya çalışıyorum.
     Taleplerin zaman zaman çizgiyi aşmış da olsa sana destek olmak adına sineme çekip taleplerini karşılamaya çalışıyorum.
     Bahse konu zehirlenme raporunun bir örneğini birilerine verdiğini ifade etmişsin. Bu konu seni de beni de aşar, altından kalkamayız. Sen de altında kalırsın ben de. Birileri de altında kalır. Geçmişte yapılan hataları telafi etmemizin ihtimali dahi olmadığını iyi bilmektesin.
     Gençtik konuya sonradan vakıf olduk, alet olduk. Geri dönülmez bir yola girdik. Bunun vicdan azabını her daim hissettiğimi bilmektesin. Konuştuğumuz gibi meseleyi kendi aramızda halledelim. Düzenli olarak miktar hesabına yatmaya devam edecek. Birbirimizi üzmeyelim. O raporun aslını lütfen teslim et. İşin içerisinde kimler olduğunu iyi biliyorsun. MAH'ta hala çok iyi adamları var. İşini bitirirler. Bunu tehdit olarak algılamayın. Sevgiler, saygılar sunarım. 26.2.1959. Kasım Gülek.  "


4.4.1.c-ÜÇÜNCÜ İDDİA/Dr. Lebit Yurdoğlu-Hıfzı Oğuz
 Bekata

     “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tesbit ettim.
    Atatürk'ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm.
     Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.
     Atatürk'ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç 'piremidon'dur. İnsanlar üzerinde toksin 'zehirli' etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. 'Civalı diuretik' olan 'salyrgan' isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir.  
     Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, Dr. Neşet Irdelp hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur. Hürmet ve muhabbetlerimle. C.H.P. Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili - Dr. Lebit Yurdoğlu"














4.4.2-TARİHÇİLER YAYINLANAN BU BİLGİLERE
         NE DEDİ?

4.4.2.a-  Prof. Dr.İlber Ortaylı

          Tarihçi Prof. İlber Ortaylı

     "Atatürk zehirlendi" manşetine ilişkin kendisini arayan Yeni Şafak’ın muhabirine özetle şunları söyledi:
    “Belge melge yaramaz. Çocukluğumdan beri böyle numaralar duyarım. Bunlar kocakarı laflarıdır. Bizim milletimiz tarih bilmez. Böyle aptal aptal konuşur.
      Sizin gazete ne düşünür bilmem ama sen ismini karıştırma ileride senin için iyi gazetecilik olmaz... 'Yeni Türkiye böyle geri zekalılar olmadan kurulabilir'...Bunlar sizin anlamayacağınız şeydir. Bunların hepsi mahalle dedikodusu.
     Her şeye bulaşmayın. Bunu gazeteler çok yapıyor. Kendine göre yeni Türkiye kuruyorlar. B.. kurarsınız. Güldürmesinler adamı. Yeni Türkiye böyle geri zekalılar olmadan kurulabilir ancak. Nereye baksan cahil.
      Bir tane herif var. (Engin Ardınç) Eski solcu, alkolik, geri zekalı… O da konuşuyor. Git başka tarih kitabı oku hayvan. Baban seni Fransız okuluna yollamış. Lisan biliyorum diyorsun git başka dilde oku. Herif okul kitabıyla tarih yazıyor geri zekalı. Hiçbir memlekette olmaz böyle bir şey anladın mı? Sizde iyi bir gazeteci olmak istiyorsanız böyle aptal işlere karışmayın...
      Gazetelerde haber yazılır, tarih yazılmaz...Belgeleri incelemeyeceğim, istemem. Böyle dedikodularla uğraşmam. Gazeteler mi yazacak tarihi? Siz sadece haber yazın daha iyi edersiniz. Gazetelerde haber yazılır, tarih yazılmaz. Siz gördünüz mü hiç Avrupa gazetelerinde tarih yazıldığını? Herkesin kendi işi ve metodu vardır. Gazeteler doğru dürüst haber yazsın.[8]

4.4.2.b-Dr.Ali Güler 

   “Bazı araştırmacılar Atatürk’ün zehirlendiği iddialarını uzun bir süredir gündeme getirmektedirler[9]. Bu iddiaların hemen hemen tamamı gazeteciler tarafından zaman zaman ısıtılarak kamuoyunun gündemine sokulmaktadır.
     Zehirlenme konusunu ciddi olarak ilk gündeme getiren Sayın Ogün Deli isimli gazeteci arkadaşımızdır. Ogün Deli, bir kısmı Mason olan doktorları tarafından civalı diüretikler (idrar söktürücüler), mesela Salygran (Mersalyl Sodium) enjekte edilerek zaman içinde zehirlendiğini iddia etmiştir.
     Ogün Bey ve diğer iddia sahipleri gerekçe olarak da Atatürk’ün 1935 yılında Mason Locaları’nı kapatmasını göstermişlerdir.
     Evet, Atatürk’e karında biriken sıvıyı rahat atabilmesi için diüretikler verilmiştir. Hatta bunlar da yeterli olmayınca zaman zaman “ponksiyon” denilen bir işlemle karında biriken sıvı cerrahi müdahalelerle boşaltılmıştır.
     Evet, kullanılan diüretikler de “civalı”dır. Fakat bu zehirlenme iddiasını destekleyecek bir husus değildir. Çünkü, 1920-1950 yılları arasında civalı diüretikler popülerdir. 1950 yılına kadar civasız diüretikler bilinmemektedir. 1950’den sonra toksik etkileri ve enjeksiyon yerinde irritasyon yaptıklarından dolayı civalı diüretikler terk edilmiştir.
      Eğer Atatürk’ün hastalığı sırasında civasız diüretikler olsaydı ve bunların yerine özellikle civalı diüretikler kullanılmış olsaydı bu iddiayı ciddiye almak mümkün olurdu. Fakat o dönemde tıp aleminde civasız diüretikler henüz icat edilmemişti, bilinmiyordu.
      Konuyla ilgili olarak son günlerde bir gazetede ortaya atılan “Atatürk’ü İsmet Paşa zehirletti” iddiası ise tam bir uydurmadır. “Belge” diye ortaya konulanların masa başı üretilen belgeler olduğu her halinden bellidir. Özellikle sözde belgelerin “dili” yani kullanılan kelimeler bunların bugün masa başında uydurulduğuna hiçbir şüphe bırakmamaktadır.
      Kaldı ki, İsmet İnönü’ye dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın yardım ettiği şeklindeki kurgu kargaları bile güldürmüştür. Çünkü Atatürk’ün yakın çevresinde İsmet İnönü ile anlaşamayan insanların (bunlar arasında Kılıç Ali, Salih Bozok, Nuri Conker, Yusuf Hikmet Bayur vs. pek çok isim vardır) başında Şükrü Kaya gelmektedir.
       Atatürk’ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938 günü İsmet Paşa Cumhurbaşkanı seçildiğinde hükümeti kurma görevini yine Celal Bayar’a vermiş ve fakat ondan Şükrü Kaya’yı kabine dışında bırakmasını istemiştir.
      Bu basit tarihi gerçek bile belge uyduranların ne kadar bilgisiz ve cahilce bu işi yaptıklarını göstermektedir.
      Atatürk’ün hastalığı ve tedavisi ile ilgili olarak her şey kayıt altındadır. Devamlı ve danışman olan Türk doktorları olduğu gibi yabancı uzman doktorlar vardır. Bunlar çoğu zaman heyet halinde konsültasyonlar yapmışlardır.
      Hem Sağlık Bakanı hem de Sağlık Bakanlığı Müsteşarı özellikle hastalığın son dönemlerinde Atatürk’ün yanında bizzat hükümet adına olayları takip etmiştir. Evet, Atatürk’ün hastalığı ile ilgili konulan teşhisten, tedavi sırasında kullanılan ilaçlara kadar pek çok konu tartışılmaktadır. Bunların bilimsel bir değeri yoktur. Bu açıdan bakıldığında bu son iddiaların ise hiçbir ciddiyeti yoktur.   Bu iddialara “deli saçması” diyen Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca iddialara cevap bile vermemiştir. Hoca’nın konuyla ilgili soruya tepkisi şu şekildedir: “Bu haberi ciddiye almaya değmez, tarih bilinci olmayanları ciddiye alıp yanıt vermek istemiyorum.”
   Sayın Dr. Ali Güler’in 10 Kasım 2014 tarihli haberlerde Atatürk’ün ölüm sebebine ilişkin verdiği bilgi de ise; “Ölüm nedeni  “KANLI KARACİĞER İLTİHABI” Atatürk'ün ölüm sebebi siroz denilen kanlı karaciğer iltihabı. Doktor raporlarına nedeni Alkol kullanması. Ani bir şekilde ölmediği için otopsiye gerek görülmemiş”  demektedir.



























4.4.3-YENİŞAFAGIN İDDİALARI SAHTE  DÜZMECE  BELGE

     “Belgelerin düzmece olduğunu gösteren en önemli detay, yazım karakterleri. 1962 yılına ait belgede, yazım karakteri olarak 2009'da piyasaya sürülen Windows 7 Tahoma italic font kullanılması. Yeni Şafak, belgelere çay dökerek her ne kadar eski bir belge olduğuna insanları inandırmaya çalışsa da söz konusu belgelerde kullanılan font sosyal medya kullanıcılarının gözünden kaçmadı...
     Belgelerdeki yazım dili ise, 1930'ların dilinden daha çok günümüzde kullanılan Türkçe'ye benziyor. Mustafa Kemal'in 'Beni Türk hekimlerine emanet ediniz' sözünde doktor kelimesi yerine 'hekim' kelimesini kullanması dikkatleri çekerken aynı tarihlerde Şükrü Kaya'nın yazdırdığı belirtilen söz konusu belgelerde ısrarla "doktor" kelimesinin kullanılması gözlerden kaçmayacak bir detay olarak karşımıza çıkıyor...
      Belgelerde bir diğer dikkat çeken detay ise şu an 'Cumhurbaşkanı' olarak kullandığımız 1930'larda ise Reisicumhur olarak kullanılan ifadenin söz konusu düzmece belgelerde 'cumhurreisi' olarak kullanılması. Dikkat çeken detaylar sadece bunlarla da kalmıyor. Şükrü Kaya imzalı belgede 'Özel' ibaresi dikkat çekerken o tarihlerde özel yerine 'Hususi' kelimesi kullanılıyordu.”












4.4.4-YENİŞAFAGIN HABERİNE MAHKEME KARARI

    

 09 Nisan 2015 Perşembe, 11:09/ Yeni Şafak'ın, "Atatürk'ü İnönü zehirleyerek öldürdü" yönündeki haberlerine mahkemeden ihtiyati tedbir kararı verildi.
     Mahkeme, gazetenin benzer haberler yapmasını yasakladı. İsmet İnönü'nün kızı Özden Toker, önceki gün akşam avukatı Mehmet Ali Köksal aracılığı ile mahkemeye başvurdu.
    İhtiyati tedbir talebi ile yapılan başvuruya Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi bu sabah karara bağladı. Hürriyet'in haberine göre mahkeme, gazetenin haberlerine ilişkin ihtiyati tedbir kararı verdi.
       CHP Parti Meclisi üyesi ve Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan, Yeni Şafak'ta yer alan "Atatürk'ü İnönü zehirledi" iddiasına "deli saçması" demişti[10].”




4.4.5-İDDİALARIN MUHATABI KASIM GÜLEK VE MAH’CI KİMDİR?

    2014 Yılında Atatürk’e ait birçok bilgi ve belgeyi elinde barındıran bir kolleksiyoncu ile tanıştım. Kendisi’nin ortaya koyduğu bilgi ve belgelerin yazım dünyasında bir çok tanınmış simanında bilgi dahilinde olduğunu öğrendim.
   Kendisi elinde bulunan bilgi ve belgeler hakkında aktarımlarda bulunurken çok önemli bir detaydan da bahsetti. Bu da CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in gizli kasasında Atatürk’ün öldürülmüş olduğuna dair gizli bir belgenin bulunduğudur.
   Bu bilgi’nin edinilmesinden hemen sonra Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek ve oğlu Mustafa Gülek ile görüşmelere başladım. Telefon ve mesaj üzerinden yapılan görüşmeler bir süre sonra birden bire kesildi.
   Yukarıda anlatılan konular içerisinde Tayyibe Gülek ve Mustafa Gülek’ten hiç bahsedilmemektedir. Bu çok dikkat çekicidir. Ayrıca Mahkeme kararı ile yayının durdurulması yerine neden konunun muhatapları yayını yapan gazeteyi mahkeme kanalıyla yargılamaya gitmemişlerdir?
     Öncelikle bu soruların cevaplandırılması gereklidir. Çünkü mahkeme kararıyla durdurulan haberlerden rahatsız olan bir kesim alınan bu karar karşısında suskun kalmayı yeğlemiştir. Gözden kaçırılan tabii bir çok konu vardır. Bunlar zamanı geldiğinde buraya aldığımız notların ışığında zaman diliminde gündeme geleçektir.
    Bilgi aktaran kolleksiyoncu, Kasım Gülek’in Ankara-Bahçelievlerde bulunan hizmetlisi’nin özel kasayı açarak elindeki bilgileri sattığını ve satılanlar arasında da bu önemli belgeyi gördüğünü fakat çok pahalı olmasından ötürü alamadığı dile getirmiştir.
   Bu bilgilerin önemli bir kısmını şahsımla da paylaşmıştır. Biz burada bu bilgilerin sadece ilk defa kamuoyunda yayınlanacak resimler (bir kısmı) ve yukarıda bizim tahmin ettiğimiz ama kesin bilemiyecegimiz MAH görevlisine ait özel evraklar yer almıştır.

4.4.5.1-KASIM GÜLEK KİMDİR?

                       Kasım Gülek (1905-1996)


    1905 Yılında Adana’da doğdu. İlkokulu Adana Turan okulunda bitirdi. Galatasaray Lisesinde o gün ki adıyla Mekteb-i Sultaniden Robert Kolejine  geçti ve buradan mezun oldu.
   1924-28’de Paris’te Ecole des Sciences Politiques'i bitirdi. Columbia Üniversitesinde iktisat dalında doktorasını tamamladı. Rockefeller Vakfı bursiyeri olarak daha sonra Londra Üniversitesinde ve Keynes'in öğrencisi olduğu Cambridge Üniversitesinde İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenim gördü.
     Almanya'da Berlin ve Hamburg Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalar yaparak hukuk eğitimini tamamladı. 
   Atatürk'ün talimatıyla siyasete giren Gülek, Bilecik'ten Milletvekili seçilerek Meclis'e girdi. (Gülek'in anlatıldığına göre, 1931'de, Columbia'da öğrenci iken gösterdiği başarılar üzerine, üniversite rektörü,  Atatürk'e mektup yazarak, Gülek'in çok başarılı ve gelecek için ümit veren bir öğrenci olduğunu ve ilerde, memleketi için çok yararlı olacağını belirtmiş, yurda dönüşünde, Atatürk, kendisine, uluslararası politika ve ekonomi konularında sorular sormuş ve Millet Meclisinde çalışmasını istemiştir.
     Ancak o zaman milletvekilliği için yaşı tutmayan Gülek, İngiltere'ye giderek, Londra ve Cambridge Üniversiteleri İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenim gördü, daha sonra Almanya'da Berlin ve Hamburg Üniversitelerinde hukuk eğitimini tamamladı. ) 1934'de Türkiye'ye döndüğü zaman, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Arapça ve Farsça olmak üzere altı yabancı dili çok iyi öğrenmiş durumdaydı.
    Ekonomi Bakanlığı İş Dairesi Müdürlüğü'ne atandı. iki dönem Bilecik Milletvekilliğinden sonra 1946 yılında Adana'dan Milletvekili seçildi.
     1936'da yedek subay olarak orduya katıldı, bir yıl sonra yeniden devlet memurluğuna döndü.
    TBMM Ticaret Komisyonu Başkanlığı yapan Gülek 1947'de Hakan Saka Kabinesinin en genç bakanı olarak Bayındırlık Bakanlığına, 1948'de de Ulaştırma Bakanlığına getirildi.
    1949 yılında Kore'ye giderek orada yeni göreve başlamış olan Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu'nun Başkanlığına seçildi. 1950 seçimlerinde büyük yenilgiye uğrayan CHP'nin Genel Sekreteri seçme yetkisinin Parti Meclisinden alınarak delegelere verildiği ilk kurultay olan VIII. Kurultay'ında Genel Sekreter seçildi.
    1950 seçimlerinin getirdiği yenilginin şoku içinde toplanan CHP 8. Kurultayında, İnönü'nün adayı Nihat Erim'e karşı, kendiliğinden adaylığını koyarak Genel Sekreter Seçilen Gülek, 1959'da Genel Sekreterlikten istifasına kadar, İnönü'ye rağmen bu görevi sürdürmüştür. 
    XV'inci Kurultay'a kadar yapılan tüm Kurultay'larda da Genel Sekreter seçilen Gülek 1950 ile 1959 yılları arası aralıksız olarak CHP Genel Sekreterliği görevini sürdürdü. Gülek, yoğun memleket gezileri sayesinde siyaseti halkla iç içe yapan ve 'çarıklı politikacı' lakabı ile anılan siyasetçi olarak tanındı.35'inde milletvekili oldu.
    Kasım Gülek, Kore Birleşmiş Milletler Komisyonu Başkanlığı (1950-1953),1958 yılında Kuzey Atlantik Ansamblesi Başkanı (1957-1959), Albay J. J. Fens, Menderes hükümetinden Türk heyetinin bildirilmesini ister.
   CHP'den   Nüvit Yetkin seçilir. Harekete geçen CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek,Colonel (Albay) Fens'e mektup yazar ye Nüvit Yetkin yerine kendisinin çağrılmasını ister. Konu Zafer Gazetesi'nde manşet olur.
    Kasım Gülek,İnönü'ye böyle bir mektup yazmadığını söyler. Bir gün sonra, gazete  mektubun kopyasını yayınlayınca, İsmet İnönü, Kasım Gülek'e güvenemeyeceğini bildirerek, görevden ayrılmasını ister.
    İnönü'nün1950'den 1957'ye, dek görevde tuttuğu Kasım Gülek ile çalışmasının nedeni;  Gülek'in yeteneklerinin yanı sıra;O'nun yabancılarla kurduğu sıkı dostluklarından yararlanması olabilir.
  Ne de olsa İnönü, onun Amerikan  ilişkilerinden 1948'de yararlanmayı düşünmüştü, 1959 yılında görevinden istifa eden Gülek, 1961 yılında Adana Milletvekili seçilip, Adana İli temsilcisi olarak Temsilciler Meclisine seçildi.
     1965 yılında Adana'dan bağımsız Milletvekili seçilen Gülek, 1968-69 yılında Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığına seçildi. 1969 yılından 1973'e kadar Cumhuriyet senatosu üyeliği yaptı. Uluslar arası kariyerinde ise, Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı, Avrupa Konseyi Kurucu Üyeliği, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Başkan Yardımcılığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı, Doğu Akdeniz Kalkınma Enstitüsü İkinci Başkanı görevlerinde bulundu. Gülek, 1996 yılında 91 yaşındayken vefat etti. Gülek, iki çocuk babasıydı[11].
4.4.5.1.a- KASIM GÜLEK’İN KASASINDAN ÇIKAN HÜSEYİN RAHMİ APAK  (MAH-İSTİHBARATCININ) VASİYETNAMESİ

Hüseyin Rahmi Apak(1887-1963)

    Babaeski doğumlu Türk siyaset ve devlet adamıdır. Rahmi Apak 1906 da Harb Okulunu bitirdi.
    Balkan Savaşına Vardar Ordusu ile katıldı. 1914 yılında Kurmay oldu. 1917 yılında İngilizlere esir düştü ve Malta adasına sürüldü. 
    1920 yılın ocak ayında Malta Adasından esaretten dönen Rahmi Apak bir müddet Babaeski'de dinlenmeyi düşünmüş ancak vapurla İstanbul'a dönüşlerinde rıhtıma yanaşan vapurdan inmek için acele edenlere bir İngiliz subayı ile birlikte İngiliz elbisesi giyen genç bir Ermeni esir arkadaşlarından birine şamar atması, Babaeski'de bir süre dinlenmesi fikrinin sakat olduğunu anlamış ve derhal Anadolu'ya geçip silaha sarılma kararını vermiştir[12]
    Kurtuluş savaşında albay ve tugay komutanlığı yaptı. Yorgun Savaşçı-Yüzbaşı Selahattin' in komutanıydı.
    Moskova’da Ateşi miniter oldu. 1939 da askerlikten ayrıldı.
    1935-1946 yılları arasında Tekirdağ milletvekilliği yaptı.1949 yılında Bağdat Büyükelçisi oldu.
    1952' de emekli oldu.1963 yılında Ankara'da öldü. Babaeski'de gömüldü. 3 oğlu 1 kızı vardır. Birçok kitabı vardır. Bunlardan "Garb Cephesi Nasıl Kuruldu" ile "Portekiz ve Salazar" adlı kitapları oğlu Doç Dr. Dumrul Apak. tarafından Babaeski belediyesi kütüphanesine hediye edilerek Babaeskililerin hizmetine sunulmuştur. 
    1988 yılında belediye meclisi İstasyon Caddesinin Fatih Caddesinin devamı, Fatih Caddesi ile Hürriyet Caddesi arasında kalan Çakmak Sokağa, Fatih Caddesi köşesindeki evinden olayı eski 'Büyükelçi Rahmi Apak' adını verdi.
    MAH ve MEH’in ilk kurucularından olan Hüseyin Rahmi Apak kendi el yazısı ile yazdıgı bir vasiyetnamesi Kasım Gülek’in kasasından çıkmıştır[13].















4.4.5.1.b-KASIM GÜLEK’İN GİZLİ KASASINDAN ÇIKAN MAH – MEH’İN KURUCULARINDAN HÜSEYİN RAHMİ APAK’IN EL YAZISI İLE GİZLİ CELSELER

                El yazısının Türkçe çevirisi;
 
    “Ben bugün kendimi çok fena hissediyorum. Eğilirken ve öksürürken bütün kulaklarım tıkanıyor. Şimdiye kadar böyle tezahür olmamıştı. Nabzımda yüzden yukarı bütün gün böyle gitti.   Eğer ölürsem, Hepinize Allaha ısmarladık. Benim cesedimi Babaeski’ye götürünüz ve orada bana bir mezar yaptırınız. Anamın kemiklerini de benim mezarıma taşıyınız. Bu kadarcık param vardı. Bu mektubu, ölümden hiç korkmayarak soğukkanlılıkla yazıyorum. Çünkü hastalık gelmeyen ölümden daha zor. Babaeski’de ki evi satarsınız bütün parasını Gül’e veriniz.                                                                                                     Rahmi Apak                                                                                                        14.11.1959”
    Elimizde mevcut olan gizli celseler ( Rahmi Apak’ın kendi el yazısıyla almış olduğu notlar) konunun dışında bulunduğundan dolayı yayınlanma gereği duyulmamıştır.


4.5.5.1.c-KASADAN ÇIKAN RESİMLER










SONUÇ
  Atatürk’ün Siyasi Suikast sonucu öldürüldüğüne ait kitapların en sonuncusu olan Kutbu Mızrap Atatürk’te dahil olmak üzere yazılma sebepleri bir suçlu arayıp yargılamak değildir. Bu zaten kitabın yazılış ruhuna çok aykırı olmaktadır.
   Burada asıl olan ve sorgulanan yaşanan bu vakıa’nın tüm gerçekleriyle ortaya çıkarılarak öncelikle Ulu Önder Atatürk’ün vefatının tüm safhalarıyla açıklanarak , hiç bir soru işareti bırakmadan kamuoyuna doğru bir şekilde aktarımının sağlanmış olması,   bunun devamında geçmişten günümüze kadar süren ve sürmeye de devam eden kuşkulu vefatların üzerindeki sis perdesini aralamak için bir adım olarak görmekteyim.
   Bugün hepsi vefat etmiş olan bu tarihi şahsiyetlerin üzerinden prim sağlamak isteyen siyasi partiler, politikacılar ve yayıncılar bulunabilir/ bulunmaktadır. Kendisine bir geleçek arayan ve bunu cesetler üzerinde sağlamaya çalışan bu alçakların elvette ki tarih sahnesinde sonlarında tüm hayatlarını yaşadıkları gibi olacaktır. Biz bu görüşün çok uzağındayız.
   Atatürk’e ait her konuda bilgi ve belgenin  zaman içerisinde kaybedildiğini bizden önce ki araştırmacıların dile getirdiği gibi bizde tekrarlama geregi duymaktayız.
    Bu kaybedilişin altında önemli sebepler aramak lazım. Bunlardan ilki bu belgelerin gerçekten kaybolduğumu yoksa birilerinin elinde bulunduğumu yolunda olaçaktır. Bunla alakalı olarak, kitap çalışması esnasında  Dr.Bedi Şehsuvaroğlunun  Sağlık Bakanlığına yazdıgı belge ve karşılığında aldığı cevap ilginçtir. “Tüm aramalara karşın , bulunamamıştır.” Bulunamayan Atatürk’ün sağlık hayatına ilişkin bilgi ve belgelerdir.


      Yine bunlara ilave olarak ;  “Son hastalığı ve genellikle  sağlık durumu  hakkında  yakınları ve hekimleri çeşitli hatıralar  ve notlar  yayınlamışlarsa da  bunlar  da pek  açık  ve etraflı değildir.   Mesela  1923’den  son dakikasına kadar  kendisine özel hekimlik  eden  Ord.Prof .Dr.Neş’et  Ömer İrdelp’in  yazılı hiçbir hatıra bırakmaması  büyük bir kayıptır... Hatta  Prof. Dr.N.Ö.İrdelp, sınıf arkadaşı  ve Ata’ının  son demlerinde  konsültan hekimlerinden olan  Dr.Mehmet Kamil Berk’in tutuğu hatıraları  dahi  elinden almıştır ve sonra bu  defder de yok olmuştur. Neş’et Ömer bey’in  hemşiresinin oğlu Doç.Dr. Nurettin Kamil  İrdelp de, telefonla yaptığımız  bir konuşmada , bu hususları kanıtlamıştır.. Dr. Neş’et  Ömer  Bey’in diğer  bir  yakını , Dr.N.K.İrdelp’in  Güzin hemşiresi Fuat İrdelp Hanım  dahi  22.10.1976 günlü konuşmamızda  bu konuda aynen şunları demiştir;    ‘Atatürk’ün ölmünden sonra  dayım  Dr. Neş’et Ömer  Bey biraz dinlenmek arzusuyla  yurt dışına çıkarken  devrin Cumhurbaşkanı  İsmet İnönü’den  nezaketen müsaade almaya  ve veda etmeye  gitmiş. Tam ayağa kalkıp ayrılacagı zaman , İnönü kendisine; Güle güle git! Fakat senden  bir ricam var , katiyyen  hatıratını yazma , demiş . dayım da: Hiç niyetim yok , diye cevap vermiş .’ Genç Güzin Fuat İrdelp Hanımefendi’nin  söylediğine göre  1949-1950 senelerinde  olaya bir hırsızlık süsü verilerek  evleri aranmış ve böyle  bir hatırat olup olmadığı araştırılmıştır.[14]   Bu konunun devamında ise; “Bunun dışında  Dr. Asım Arar, Prof.Dr. Nihat  Reşat Belger gibi  hekimlerin  konu ile ilgili  hatıraları yayınlanmış  ise de ne yazık ki  asıl sorumlusu olan  Ord.Prf.Dr.Neşet Ömer irdelp, birşeyler yazmadığı gibi , Dr. Kamil berk gibi bazı arkadaşlarının  tutuğu notları da  almıştır. Ve bu notlar onun ölümünden sonra  ortaya çıkmışlardır.. Ançak  Dr. Mehmet kamil berk’in sonradan kürüsmüzde yaptığı konuşmalar fişe edildiği gibi , bizzat  eliyle yazdığı  birkaç yapraklık  bir hatırada arşivimizdedir...Kimin emriyle  tutulduğunu  kesinlikle  tesbit edemediğimiz iki nöbet defderinin  akıbetide 1960’dan beri mechuldür[15] .
     Diğer tartışılan ve yok edildiği ya da bulunamayan  Atatürk’e  ait Müşahide kağıtları hakkındadır; “....Dr. Mehmet Kamil Bey’in  dediğine göre  o günlerde  Atatürk için  müşahide tutulmamış. Fakat  herkes  , şahsen  ufak ufak  notlar alırlarmış. Kendisi de  15 Ekimden itibaren  bir defdere yazmış . Dr. Neşet Ömer bey  bu defderleri  sonra okumak üzere , istemişse de ölümünden sonra  evrakı arasında  bulunamamıştır.[16]
   Doktorlar arasında yaşanan sorunlar ve tartışmalar zaman zaman kitabın içerisinde yer almakla birlikte dikkatle incelendiğinde aslında yazılmış tüm eserlerde görmek mümkündür. Bununla birlikte Atatürk’ün yakınında bulunanlarında bir şekilde bu yaşanan olumsuz olaylardan etkilenmiş olaçak ki Asım Arar’ın sarayda kalması nı özellikle rica edeceklerdir. Nitekim  olay şöyle anlatılmaktadır;
 “....30 Temmuz 1938 günü , Atatürk’ün sağlık durumunu  incelemek amacıyla  hükümet tarafından  görevlendirilen  SSYBakanı Hulusi Alataş ile  Bakanlık Müşaviri  Dr. Asım Arar  Ankara’dan  yola çıktılar[17]. Dolmabahçe Sarayına geldiklerinde  görüştükleri kimselerin  her biri ayrı ayrı  şeyden  şikayet ediyordu. Bunlar, Atatürk’ün yakınları  ile daire amirlerinden  Cumhurbaşkanlığı  Genel Sekreteri  Hasan Rıza Soyak , Özel kalem Müdürü  Vedit Uzgören, Başyaver Celal Öner’di ve hepsinin şikayetleri  Atatürk’e  gerekli bakımım  yapılmadığı  noktasında toplanıyordu.    Özellikle Başyaver Celal Öner, Dr. Hulusi Alataş  ile  Dr. A.Arar’dan  Atatürk’ün hastalığı  ile ilgili  olarak  ne yapılması  gerekiyorsa  sağlanmasını istedi....Odacılardan biri  Asım Arar’ın eline  bir zarf uzattı. İçinde imzası ile  Ali Kılıç’tan  geldiği anlaşılan  şu satırlar vardı.‘Asım Bey , Sizi kumandanın odasında bekliyorum, mühim bir mes’ele hakkında konuşacagım.’ Bunun üzerine  Dr. Asım  Arar , hemen kalkıp  Ali Kılıç’ın  yanına gitti ve kendisini çok  üzüntülü buldu. O da  Atatürk’e  yapılan bakımın  noksanlarından bahsederek  ısrarla  bu işi  üzerlerine almasını  söyledi. Ali Kılıç’ da , biraz önce  Başyaver  Celal Öner’in  dediği gibi , Dr. Asım Arar’dan  sarayda kalmasını  ve işe  el atmasını  istedi. Sağlık bakanlığı  Müsteşarı göreve  hazır olduğunu , fakat  bunun için kendisini hükümet  tarafından talimat verilmesi gerektiğini  belirtti. Biraz sonra da sarayda bulunan  Başbakan Celal bayar , Dr. Asım Arar’a  Atatürk’ün  tedavi işlerine  bakmasının  uygun olacagını ve  kendisini bu iş için görevlendirdiğini  bildirdi...Dr. Adsım Arar bu görevi  31 temmuz  1938 tarihinde başlayıp, Eylül 1938’e kadar sürdürdü[18].
Atatürk’ün vefatında etkili olan konulardan biride ponksiyondur. “Karında toplanan su bu hastalığın  sonlarında  görülen  tehlikeli bir belirtidir.. Kan dolaşımı  ve teneffüs zorluğu  verdiği gibi  vücuttan alınması  halinde  sağlıga gerekli  proteinlerin  kaybına da yol acacagı için  ayrıca tehlikelidir.[19]denilmektedir.
    Son olarak 2004 yılından başlayan Atatürk’ün öldürülmesi ile alakalı idialarımı belgelediğim bu eser Yüce Türk Milleti’nin bağrına yaslanmış ve adaleti beklemektedir.










[1] - İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, s. 71–72
[2] - Anadolu Ajansı (A.A) 10 Ekim 1935
[3] - Cumhuriyet Gazetesi,14 Ekim 1935
[4] - Apostolos Grazos, Halk Cephesi / Laiko Metopo gazetesinde 1,2,3,4,5 Eylül 1949

[5] - General Cevat Rifat Atilhan, Menemen Hadisesinin İç Yüzü, B.M.M. kitaplığı, Es. No: 1970,20, Remiz S.A. 1376

[6] - 22 Ocak 2002-Milliyet Gazetesi
[7] -Ogün Deli, Ankara Nerede Biter?
[9] - Dr. Ali Güler: Atatürk  Zehirlendi mi? Divan Gazetesi (Karaman), Yıl: 1, Sayı: 1, 13 Nisan 2015
[10] - http://www.on4haber.com/haber/mahkemeden-yeni-safak-a-ataturk-zehirlendi-yasagi/55981/
[11] - Sibel Nart’ın Kasım Gülek için hazırladığı Biyoğrafide ise: “Türk Tarihinde 1945-1960 Yılları ve Kasım Gülek”,Kasım 1984    -19 Ocak 1996 da tedavi gördüğü Amerika’da vefat eden Gülek’in cenaze namazını vasiyeti  Üzerine Fethullah Gülen kıldırdı. Birleştirme Kilisesi Türkiye'ye giriyor. -PWPA’nın Türkiye’deki ilk başkanı ünlü siyasetçi Kasım Gülek'dir. ABD'de öğrenciyken Chase Manhattan Bank'da çalıştı. Harvard Üniveristesi'nde işletmede "master" yaptı.-NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı ve Kontenjan Senatörlüğü yaptı. Kasım Gülek'in yaşamında en ilginç teklif General McArthur'dan geldi.MacArthur, Gülek'ten   ABD'de kalarak senatör olmasını istemişti. 1980'liyıllarda Sung Myung Moon'un Türkiye ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, Unification Church'ü güçlendirmek için büyük çaba gösterdi. Örgütü, ABD Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'a "empoze" etmeye çalıştı. Kasım Gülek burada Fetullah Gülen'le dostluğu ilerletti ve onu ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştırdı. Kasım Gülek, yaşlılık yıllarında yeniden CHP ile ilişki kurdu.  ABD'lilerle1920'li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, moon tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982'de İstanbul'da yapmıştı. Bu toplantılarda Moon'un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta olmak üzere Moon'un örgütlerinden ve yerlilerden birçok yönetici katılmıştı. Toplantıların konuları da ilginç; 21 Yüzyıl Eğitimi veTürk Yunan İlişkileri. Bu toplantılara katılan Türk büyükleri de ilginç kişilerdendi.  Emre Gönensay, Sabahattin Zaim, Erkek Akurgal, İlahiyat Fakültelerinin dekanları, sanatçılar, ünlü Belediye Başkanlarından Gülay Atığ, Semra Özal, Diğer uluslar arası toplantılara katılanlar arasında, Deniz Baykal, Hayri Erdoğan Alkin, Handan Kepir gibi tanınmışlar da vardı. Moon'un PWPA toplantılarında en sık görülen İlahiyatçıların başında Salih Tuğ gibi İlahiyat Fakültesi dekanları geliyor. İlim Yayma Cemiyeti üyelerinden ve Aydınlar Ocağı eski başkanlarından Salih Tuğ 1997'deKanal 7 televizyonunda Fehmi Koru ile programa çıkıyor ve Moon'un Church hareketini öve öve bitiremiyordu. Bu toplantılara katılmış olanYaşar Nuri Öztürk Moon'un İlahiyatçılara 45 gün süren Amerika gezisi ayarladığını söylüyordu. Moon'un Türkiye ve Türkiyeli tarikatlarla ilişkileri.Şimdilik, Unification Church'ün yayınlarına  göre toplantıları kısa birlistede toparlamak yararlı olabilir: -1982 Roma: Kasım Gülek, -1982 İstanbul Hazırlık Toplantısı: Bu toplantıyı Moon'un sağ kolu Chung HwanKwak vönetivor   ve Kasım-Nilüfer Gülek Türkiye düzenlemesini  yapıyorlar.-1984 Roma: Hayri Erdoğan ilkin (Konferans Başkanı olarak),Prof. Sabahattin Zaim -1986 İstanbul Hilton "21. Yüzyılda Eğitim" Kasım Gülek, Sabahattin Zaim. PWPA' nın ABD başkanı Nicholas Kitrie ve Yunanistan'dan  Evanghelos  Moutsopoulos da katılıyor. -1986     İstanbul Hilton:  "Türk-Yunan İlişkileri" Sabahattin Zaim, Ekrem Akurgal, Emre Gönensay (Sonra başbakan Danışmanı, T.C Dışişleri   Bakanı, Nilüfer Gülek'in kardeşi Aylin Radomisli'nin Amerika'dan yakın dostu),Kasım Gülek. -1987 Chicago: Kasım Gülek-1988 Londra: Prof. Handan Kepir Sinangil   (Robert kolej /Bosphorus. Un) -1991 İstanbul President Oteli. -1994 İstanbul the Marmara Oteli. -1996 İstanbul (1-14 Haziran).   Öteki katılımcılar: Deniz Baykal, Işılay Saygın, Mehmet Aydın (9 Eylül Üniv.İlahiyat Fak. Dekanı, Abant toplantıları yöneticisi, (18 Kasım 2002 AKP) Abdullah Gül Hükümeti Devlet Bakanı), Sabri Orman, Ali Şafak E.Ruhi Fığlalı, Gülay Atığ (Aslıtürk), Semra Özal, Nilüfer Narlı, Nevzat Yalçıntaş, Lütfü Doğan, Osman Zümrüt, Şerafettin Gölcük, Salih Tuğ,  Fehmi Koru, Barış Manço, Ayseli Gürsoy. ABD'den İstanbul toplantılarına katılanlar arasında Moon'un has adamları Richard Rubinstein, Nicholas Kittrie'nin yanı sıra Yunanistan'dan,Ürdün'den, Mısır'dan, Kore'den gelenler var.   Kasım Gülek'in, ölümü üzerine, PWPA'nın Türkiye başkanlığını Dr. Hayri Erdoğan Alkin üstlendi. Hayri Erdoğan Alkin, eski adıyla Robert Kolej devamıyla Bosphorus University'de profesörlüğünün yanı sıra Türk Ekonomi Bankası (TEB) yönetim kurulu üyeliği yapmaktaydı. İlkin, aynı zamanda NED'den büyük parasal destek alan ve Türk Dışişleri politikasını yönlendirmeye çalışan TESEV'in de danışmanıdır.  Yazar  Haluk Uygur, Kasım Gülek’in kızı ve Dsp Milletvekilligi ve Bakanlığı yapmış olan Tayyibe Gülekle  yaptığı mülakatta ailelerine ilişkin bilgiler aktarmaktadır;Adananın İlk Türk EczanesiAdana’da ilk Türk Eczanesini açan Mustafa Rıfat’ı torunu Tayyibe Gülek ile konuştukTaşköprü tarafından Abidinpaşa Caddesi’ne girdiğinizde, Mustafa Rıfat Gülek Eczanesi Mustafa Rıfat Gülek Kimdir? İlk Türk Eczanesi, Altınşehir Adana: Dedeniz kentimizin ilk Türk eczanesini açmış, doğru mu? Tayyibe Gülek: Evet... 19. yüzyılın sonları... O sırada Adana’da üç eczane var... Üçü de gayrimüslimlere ait. Adana’nın ileri gelenleri toplanmış ve kendi aralarından bir Türk’ün eczacılık tahsili yapması gerektiğini düşünmüşler. Ve dedem İstanbul’a eczacılık okumaya gönderilmiş. O yıllarda eczacılık tıp fakültelerinde okutuluyor. Böylelikle dedem İstanbul’a üniversiteye giden ilk Adanalı oluyor.AA: İlk eczaneyi ne zaman açmış? TG: 1902 de... O zamanın, hatta günümüzün en önemli caddelerinden biri olan Abidinpaşa’da, şimdiki eczanenin yerinde açmış. AA: Bu eczane niye önemli? TG: Bir kere ilk Türk eczanesi… O yıllarda doktorlar eczanelere bağlı bir odada hasta bakarlarmış. Tabii, eczaneler yabancıların elinde olunca sağlık sektörü de yabancıların elinde oluyor. Mustafa Rıfat Eczanesi’nin açılmasıyla Türk doktor ve diş hekimleri hasta bakma olanağı bulmuşlar.Çanakkale Savaşının Pamuğu Mustafa Rıfat’dan AA: Bir de dedenizin Çanakkale Savaşı olayı var? TG: Tabii, bu da çok önemli. Savaşta Türk birlikleri için hidrofil pamuk ve sargı bezi bulunamıyor o zamanlar. Pamuk ise Adana’da yeterince var. Ama hidrofilize edilip pansumanda kullanılabilir hale getirilmesi lazım. Mustafa Rıfat hemen bu işi öğreniyor ve Çanakkale’ye bedelsiz olarak,  düzenli pamuk, sargı bezi ve antiseptik ilaçlar gönderiyor. AA: Mustafa Rıfat’ın böyle üretim faaliyetleri de mi var? Kan Yapıcı İlaç... Öksürük Şurubu... TG: Tabii ki... Dedemin imal ettiği ilaçlar arasında, adını taşıyan kan kuvveti şurubu, öksürük şurupları, ağrı kesiciler gibi bir çok yeni ilaç var. Size şişe etiketlerinden göstereyim. AA: Çanakkale’ye pamuk gönderdiğine göre siyasi bağlantıları da olmalı! TG:Tabii ki... İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Çukurova Bölge Sorumlusu. Bizzat Talat Paşa tarafından davet edilmiş. Kurtuluş Savaşı öncesi, işgale karşı toplantılar da dedemin evinde, eczanenin üzerinde yapılırmış. Mondros Mütarekesi imzalandığında, İstanbul gazetelerinde işgale ilk karşı çıkan bildiri içinde dedemin de bulunduğu Adanalı gençler tarafından yayınlandı, biliyorsunuz. Ayrıca Mustafa Rıfat Bey ilki 1939 yılında olmak üzere Adana Belediye Meclis üyeliğine de bir kaç defa seçilerek hizmetine devam etti. İlk Kadın Eczacı AA: Öğrendiklerini başkalarıyla paylaştı mı? TG: Tabii ki... Örneğin önemli diplomat Oktay Aksoy’un babası Doktor Sırrı Bey veya Adana’nın ilk kadın eczacısı Mahmure Talay Butur yetiştirdiği kişilerdendir. O yıllarda birinin eczacı olması için, okuldan sonra yetkin bir eczacının yanında çalışması gerekirmiş. Dedem bir çok genci yanında yetiştiriyor. Açılıştan 101 Sene Sonra Dedelere Saygıyla...AA: Konuya ilklerle başladık, yeniden bir ilke döndük. İlk eczanenin açıldığı bina, kentimizin ilk restore edilen konaklarından biri aynı zamanda...TG: İlk eczanenin açılışından tam 101 sene sonra, 2003 yılında binayı restore ettirip yeniden açabildik. Biz binayı aslına uygun restore etmek şartıyla Türk Eczacılar Birliği’ne bağışladık. Kurtuluş toplantılarının yapıldığı üst kat şimdi Mustafa Rıfat Gülek Kütüphanesi... Alt katta da eczane var. Bina çok ilgi görüyor. Yani dedem hala Adana’ya hizmet etmeye devam ediyor. Adana da bu binayı yaşatmakla vefakârlığını gösteriyor. Dilberler Sekisi’nde bahçe katında bulunan evlerinden Seyhan Nehri’nin oluşturduğu güzelliklere bakarak, Gülek Ailesi’nin Soy Ağacı Mustafa Rıfat’ın babası Hacı Mehmet Efendi... Aile 13. yüzyılda Orta Asya’dan Behl kentinden gelmiş. Oğuzların Üçok Boyu’ndanlar. Yani Ramazanoğulları ile akraba bir aile... Yörük olan sülale önce Toroslar’a, bugünkü Gülek Yaylası’nın bulunduğu yere yerleşiyor ve hayvancılık yapıyorlar. Daha sonraları Çukurova’ya inip (Muhtemelen 19. yy.da çıkan Zorunlu İskân Kanunu ile) tarımcılığa başlıyorlar. Hacı Mehmet Efendi Ulu cami civarında (bugün ki Kızılay Caddesi’nde) eski bir Adana evinde oturuyor. Ayrıca bugün Gülek Plaza’nın olduğu yerde, Tepebağ’da bir bağ evi de var. Mustafa Rıfat’ın Tayyibe hanımdan 3 çocuğu oluyor. 1-Mehmet, Hüseyin ve Kasım... Mehmet, hukuk fakültesinde okurken zatürreden ölüyor. 2-Hüseyin ise işadamı, uzun yıllar Almanya dâhil birçok ülke ile ticaret yapıyor, abisinden 2 yıl evvel vefat ediyor. Hüseyin’in bir kızı var. 3-Kasım ise çok önemli. Türkiye Siyasi Tarihi’ne işaret koyan ünlü Kasım Gülek... 8 dil bilen, 30000 kitaplık kütüphanesi ile tanınan, İsmet İnönü’nün sağ kolu bir siyasetçi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin efsanevi ve karizmatik Genel Sekreteri. Siyaseti halkla buluşarak ve ülkeyi karış karış gezerek yapan ve bu yüzden adı ‘Çarıklı Siyasetçi’ye çıkmış ünlü devlet adamı. Güzelliği dillere destan sadrazam Giritli Mustafa Naili Paşa’nın torunlarından Nilüfer Hanım’la evlenen Kasım Gülek’in bir kızı ve bir oğlu oluyor. Oğlu Mehmet Mustafa Gülek, bugün İngiltere Fahri Konsolosu. Bu röportajı yaptığımız Tayyibe Gülek ise Kasım Gülek’in kızı, Mustafa Rıfat’ın torunu... Tayyibe Gülek, Adana Milletvekilliği ve Ecevit’in Devlet Bakanlığı’nı yaptı. İşgale İlk Tepki: Feryadname Düşman güçlerinin ülkeyi işgaline karşı yurttan ilk tepki Adanalı gençlerden gelmiştir. Tevfik Kadri Ramazanoğlu’nun önderliğinde, içlerinde Mustafa Rifat’ın da bulunduğu Adanalı gençler “Feryadname” ismiyle bir mektup hazırlayarak bunları çeşitli İstanbul gazetelerinde yayınlattılar. 11 Aralık 1918 tarihinde, yani Mondros Mütarekesinden sadece 12 gün sonra kaleme alınan bu bildiri, 13 Aralık 1918’de birçok gazetede yayınlanarak, Mondros Mütarekesi’ne, dolayısıyla işgale yurttan gelen ilk tepki olarak tarihe geçmiştir.

[12] - Hasan Pulur: 14 şubat 1993 tarihli makalesi
[13] -  Hamza Grubu’ndan MAH ve MİT’e
…Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve onun ünlü ve etkili uzantısı Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarını, İtilaf Devletleri tarafından yargılanma telaşı sarmıştı. Bu yüzden, İttihatçı önderlerin ülkeden kaçtığı günlerde İTC’nin adı Karakol Cemiyeti, Teşkilat-ı Mahsusa’nın adı da Umum Âlem-i İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştirildi. Değiştirildi ama Mustafa Kemal’in İttihatçı kadrolarla arasına mesafe koyma politikası yüzünden her iki değişiklik de kâğıt üzerinde kaldı.
     Ankara’nın ilk istihbarat örgütü 23 Eylül 1920’de kurulan Hamza Grubu’ydu. TBMM hükümeti ile Hamza Grubu arasındaki haberleşmede kullanılan şifre anahtarı İngilizlerin eline geçince grup 15 Aralık 1920’de ad değiştirdi. Sırasıyla Mücahid Grubu, Muharib Grubu, Felah Grubu diye adlandırıldı ama istihbarat faaliyeti esas olarak, Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk ve Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından kurulan Müdafaa-i Milliye adlı askerî teşkilatça yürütüldü.
    3 Mayıs 1921 tarihinde TBMM tarafından tanınan ve adının baş harflerinin Osmanlıca okunuşundan dolayı “Mim Mim” diye adlandırılan teşkilat, İstanbul’da Topkapı, Beyazıt ve Eminönü’nde kurulan üç şubede faaliyet gösteriyordu. Resmî tarihe göre Muavenet-i Bahriye, Yavuz, İmalat-ı Harbiye, Berzenci, Namık gibi başka küçük gruplarla da işbirliği yapan M.M. grubu Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay kaçırdı, düşman karargâhlarından elde ettiği bilgi ve belgeleri Ankara’ya aktardı.
     Bu dönemde İngiliz casusu Hintli Mustafa Sagir’in Mustafa Kemal’i öldürmeye çalıştığının ortaya çıkarılması istihbaratçıların itibarını arttırdığı gibi sarstı da, çünkü Mustafa Sagir’in Anadolu’ya geçmesini sağlayan seyahat belgesinin üzerinde, Yavuz grubundan Yarbay Muğlalı Mustafa’nın vurduğu Karakol mührü vardı. “Karıştırıcı bir teşkilat”: P
    Aynı dönemde kurulan bir başka istihbarat örgütü, merkezi Eskişehir’de bulunan Garp (Batı) Cephesi bünyesindeki Askerî Polis Teşkilatı (APT) idi. Resmî yazışmalarda kısaca “P” olarak geçen teşkilatın önemli işlerinden biri Bakü’den Ankara’ya gelmeye çalışan TKP’li Mustafa Suphi ve arkadaşlarını izlemekti. Bilindiği gibi devletin sıkı takibi altındaki bu grup, 28/29 Ocak 1921 gecesi Trabzon açıklarında yine devletin hizmetindeki katiller tarafından boğulmuştu.
      Ordunun sıkı denetimine rağmen, “P” kısa sürede yozlaştı. Örneğin 1921 başında TBMM’de bir konuşma yapan Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey’e göre “P” elemanları “karıştırıcı idiler”, “üretici değil tüketici idiler”, “para alıp yiyorlardı”. Resmî makamlara yapılan şikâyetlerde “halka korku saldıkları”, “karı oynattıkları”, “gürültü yaptıkları” yazılıydı. Cenup (Güney) Cephesi Kumandanı Refet (Bele) Paşa’nın raporuna göre ise, gizli olması gereken “P” elemanları, üzerlerinde levha bulunan evlerde oturuyorlar, koltuklarının altında çantalarıyla kahvehanelere gidiyorlar, tavla oynarken teşkilatın mührü ile caka yapıyorlardı. Dahası bazı “P” elemanları gece ev basıyor, adam soyuyor, tehditle para sızdırıyor, dolandırıyor, hatta cinayet bile işliyordu. Refet Paşa’ya göre “P” teşkilatı “memleketin uzun müddet lanetle hatırlayacağı” bir oluşumdu. 
     Sonunda Ankara şikâyetleri ciddiye aldı ve “P”, kuruluşundan yaklaşık sekiz ay sonra, “yetki aşımı, gizliliğe riayetsizlik (uymama), keyfî uygulamalar, lakaytlık (ilgisizlik), yolsuzluk” gerekçesiyle kapatıldı.
    Kısa ömürlü THA’lar ve GT
“P”nin yerine 1 Nisan 1921’de Tedkik Heyeti Amirlikleri (THA) kuruldu, ancak taşradaki “P” elemanları uzun süre yetkilerinden vazgeçmek istemediler. Bunun üzerine THA’lar Genelkurmay bünyesine alındı. Ancak THA’ların ömrü de çok kısa oldu. Batı Cephesi Komutanlığı’nın 2. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği 22 Haziran 1922 tarihli yazıda “...yüksek bütçelerine rağmen bu teşkilatların memleketin ihtiyacına tekabül edememesine binaen bilcümle Tedkik Heyetleri’nin lağvı, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’den emir buyrulmuştur...” deniyordu.
    Resmî tarihe göre 1922 Mudanya Mütarekesi ile 1923 Lozan Antlaşması arasındaki dönemde istihbarat faaliyeti Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından, I. Ordu Komutanlığına bağlı olarak kurulan “Geçit Teşkilatı” (G.T.) tarafından yürütüldü, ancak bu teşkilatın marifetlerini öğrenmek mümkün olmadı.
    Mr. Templeton’ın işleri
    1923-1926 arasında istihbarat faaliyetlerini Emniyet Müdürlüğü üstlendi. Bu dönemin önemli işlerinden biri, İstanbul Emniyet Müdürlüğü elemanlarından Nizamettin Bey’in, 1924-1925 yıllarında kendisine “İngiltere Hariciye Nezareti görevlisi Mr. Templeton” süsü vererek Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdülkadir’in yakın dostu Palulu Kör Said’le defalarca görüşmesiydi. Ancak Palulu Kör Said, ya tuzağı fark ettiğinden ya da isyan niyeti olmadığından, “Mr. Templeton kılığındaki Nizamettin Bey”in kendisine vermeye çalıştığı 80 bin lirayı kabul etmedi ve plan suya düştü.
20’ye yakın amatör örgütün yarattığı uzun anarşi döneminden sonra Mustafa Kemal, Cumhuriyet Dönemi’nin ilk modern istihbarat teşkilatını kurma işini has adamı Fevzi Paşa’ya verdi. Mareşal 6 Ocak 1926 tarihli yazı ile yeni teşkilatın kuruluşunu valiliklere şöyle müjdelemişti: “Genel merkezi Ankara’da, şubeleri şimdilik İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Kars’ta olmak üzere bir (Milli Emniyet Hizmeti) kurulmuştur. Bu şubeler doğrudan doğruya genel merkeze bağlanmıştır. Şimdiye kadar Ordu Müfettişlikleri’nce yürütülen istihbarat hizmetleri bundan böyle bu teşkilat tarafından yürütülecektir.”
MEH ve Walther Nicolai
Bu yazının hemen ardından kısa adıyla MEH’i kurmak ve personelini eğitmek için Birinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Alman Genelkurmay İstihbarat Servisi başkanlığını yapan, daha sonra da Hitler’in istihbarat teşkilatını örgütleyen Polonya asıllı Albay Walther Nicolai gizlice Türkiye’ye getirildi. İlişki bir süre Türkiye’nin Nikolai’ye söz verdiği parayı ödememesi yüzünden bozulduysa da sonunda ödeme yapıldı ve Nicolai aralarında Kurmay Yarbay Şükrü Âli (Ögel), Kurmay Subay Hüseyin Rahmi (Apak), Sosyo-etnolog Hasan Reşit (Tankut), Kemal (Güçsav) beylerin de bulunduğu küçük biri grubu 16 Haziran-10 Temmuz 1926 arasında Almanya ve Avusturya’ya götürdü. Münih’te açılan Savaş Propagandası Sergisi’ni de gezen Heyet Türkiye’ye döndükten sonra Ankara Hacıbayram’da Şehit Keskin Sokak’ta 14 numaralı binaya yerleşti. Ardından Nicolai ile ilişkiye son verildi.
    Kuruluşu sadece yazılı bir emre dayanan MEH, 19 Aralık 1926 tarih ve 4507 sayılı Gizli Kararname ile resmiyet kazandı. (Kararname gizli olduğu için Resmî Gazete’de yayımlanmamıştı.) Bu sefer merkez Işıklar Caddesi’nde Kemal Gedeleç Apartmanı idi. Ardından İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Kars’ta MEH şubeleri kuruldu. İlk MEH Başkanı Albay Ali Şükrü (Ögel) Bey oldu. 
    MEH dört şubeden oluşmuştu.
    A Şubesi İstihbarattan (Espiyonaj):
     B Şubesi Müdafaadan (Kontr Espiyonaj):
     C Şubesi Propagandadan;
     D Şubesi Teknik Destekten sorumluydu.
     MEH kanunla kurulmadığından, giderleri yıllarca örtülü ödenekten karşılandı. Resmî bir kadrosu olmadığından, A Şubesi’nin personeli Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı subaylardan, B Şubesi’nin personeli Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı personelinden, C Şubesi’nin personeli Dışişleri Bakanlığı personelinden, D Şubesi’nin personeli ise asker ve sivil kişilerden temin edildi.
     MEH’ten MAH’a
     İçişleri Bakanlığı bir yazıyla MEH’in kuruluş tarihini 6 Ocak 1927 olarak açıkladı. Zaman içinde muhtemelen “Milli Emniyet Hizmeti”nin kısaltması olan MEH kulağa hoş gelmediği için, teşkilatın adı “Milli Amele Hizmet”e (“Milli uygulamalara hizmet”) dönüştürüldü ve kulağa daha hoş gelen MAH kısaltması kullanılmaya başlandı. Bazen de MEHMAH dendi.
1932-1937 yılları arasında iç istihbarat alanında Emniyet (Polis) Teşkilatı ile görev ve yetki paylaşımına gidildi. 1937’den sonra iç istihbarat genel olarak Emniyet’e devredilirken, MAH dış istihbarat konusuna ağırlık verdi.
   MİT resmî tarihçilerine göre bu dönemin en büyük başarısı 1937’de Fransız Mandası olan İskenderun Sancağı (daha sonra Hatay) ile ilgili olarak Suriye yönetimine Fransa’dan yazılmış bir belgenin ele geçirilmesiydi. Belgede Fransız Dışişleri Bakanlığı “Sancak için dökülecek tek damla Fransız kanı yoktur. Durumun idaresini sizin eşsiz politik dehanıza bırakıyoruz” yazıyordu. İddialara göre bu bilgi Mustafa Kemal’i, Hatay’ın ilhakı konusunda cesaretlendirmiş, onun ölümünden sonra da Ankara kartlarını doğru oynayarak 29 Haziran 1939’da Hatay anavatana katılmıştı.
    Çiçero MAH ajanı mıydı?
İkinci Dünya Savaşı yıllarında MAH Genelkurmay’ın kontrolüne girdi. Almanya ile imzalanan dostluk ve işbirliği anlaşması uyarınca Nazilerle dirsek teması halinde çalışan MAH, Zeplin Harekâtı ile Alman ajanlarının Sovyetler Birliği’ne sızdırılmasına yardım etti. Ancak Sovyetler Birliği durumu fark etti ve Türkiye’ye nota verdi. MAH bundan sonra bu tür operasyonlara hevesli olmadı.
İddialara göre İkinci Dünya Savaşı yıllarının ünlü casusu Çiçero takma adlı Elyasa (İlyas) Bazna’nın MAH’la ilişkisi vardı. İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughessen’in oda hizmetçisi olan Bazna, elçilikten edindiği bilgi ve belgeleri Almanlara aktarmış, belgelerin fotoğraflarının çekiminde kendisine MAH yardımcı olmuştu. Ancak Hitler Normandiya Çıkartması’nın (Operation Overlord) gizli planlarının da aralarında olduğu bu belgelerin gerçek olduğuna inanmadığından Almanlar Bazna’ya borçlarını sahte para ile ödemişlerdi. Böylece tarihin bu en büyük casusluk olayından hem Almanlar hem de Bazna faydalanamamıştı. Bu olaydaki katkısı güme giden MAH ise, 24 Şubat 1942 günü, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen’e yapılan bombalı intihar saldırısının faillerini birkaç gün içinde bularak, Almanya’nın takdirlerini kazanmayı başarmıştı.
Hakkındaki gizlilik kararı 1943 yılında kaldırılan teşkilat, savaş sonrasında CHP tarafından muhalifleri ve özellikle komünistleri sindirmekte kullanıldı. 1947 Marshall Yardımı Programı’ndan sonra MAH-CIA ilişkisi, İsrail’in 6 Mart 1950’de resmen tanımasının hemen ardından MAH-MOSSAD ilişkisi başladı.
    1950’de başlayan Demokrat Parti döneminde ise MAH, dışta bu ilişkilere devam ederken, içeride CHP’lilerin ve (yine) komünistlerin peşine düştü. 1956’da ABD’nin MAH’a yılda 100 bin lira yardımda bulunduğu ifşa olunca hem MAH hem hükümet zor durumda kaldı. Yıllardır süren bu durumdan güya Menderes’in haberi yoktu. ABD’liler gücendirilmeden yardım programına son verildi ama, Menderes’in MAH’ın başına getirdiği Hüseyin Avni Göktürk’ün gazeteci Nimet Arzık’a yaptığı uygunsuz teklifle MAH bir kez daha itibar kaybetti.
    Kıbrıs’ta TMT’nin kuruluşu
Dış operasyonlar ise bu dönemde Seferberlik Tetkik Dairesi (1965’te adı Özel Harp Dairesi oldu) tarafından yürütülüyordu. Bu kapsamda, 9 Kasım 1957’de, Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kenan Tanrısevdi tarafından Lefkoşa’nın varoşlarındaki bir evde temelleri atılan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ileriki yıllarda Türkiye’nin Kıbrıs politikasının şekillenmesinde hayati rol oynayacaktı. İran’ın SAVAK’ıyla ilişki de bu dönemde kuruldu.
Önemli kadroları askerlerden oluştuğu için MAH 27 Mayıs 1960 darbesinin gelişini hükümete rapor etmedi veya hükümet anlatılanlara inanmadı. Darbeden sonra MAH’ın odalarını subaylar doldurdu, geriye kalan az sayıda sivil istihbaratçı bu subayların getir-götür elemanına dönüştü.
MİT Ajanı Mahir Kaynak
1961 Anayasası’nın ürünü olan Milli Güvenlik Kurulu’na bağlanan MAH, 6 Temmuz 1965 tarih ve 644 Sayılı Kanun’la Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adını aldı. Ad değişimi sırasında elemanların maaşı eksildiği için (yine de askerlerden fazla alıyorlardı) tadı biraz daha kaçan MİT’in 1970’li yıllardaki faaliyetleri esas olarak sol hareketlere yönelikti. Örneğin 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde, başını Cemal Madanoğlu, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal’ın çektiği ordu içindeki “sol cuntacıların” arasına günümüzün ünlü “istihbarat uzmanı” Mahir Kaynak’ı sokan MİT’in tek yapmadığı, Başbakan Süleyman Demirel’i bu oluşumdan haberdar etmekti.
MİT Muhtıra sonrasında, adeta “gizli polis teşkilatı” gibi davranarak pek çok operasyona katıldı ve pek çok elemanı deşifre oldu. 1973’te dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, MİT’e çekidüzen verilmesini emretti. MİT Müsteşarı Orgeneral Nurettin Ersin kıta görevine gönderilirken, yerine Amiral Bahattin Özülker atandı. Yine de 1974 Kıbrıs Harekâtı öncesinde ve sırasında, istihbarat MİT’ten değil Özel Harp Dairesi’nden alındı. Bu kurumun istihbarat konusundaki zafiyeti de, Kocatepe Muhribi’nin, Türk uçaklarınca batırılmasından anlaşıldı.
     Kesire Öcalan MİT’çi miydi
1974 yılında Kesire Yıldırım, Haki Karer, Cemil Bayık ve Kemal Pir’le ilk örgütünü kuran Abdullah Öcalan, daha sonra karısı olan Kesire Yıldırım için “Son derece iyi eğitilmiş ve çekiciydi. Büyük ihtimalle objektif olarak da sübjektif olarak da kanıtlayamadığım MİT ajanıydı” demişti. Öcalan’ın bu ifadesi ve Kesire Yıldırım’ın babası Abdullah Yıldırım’ın 1937-1938’de Dersim Valisi General Abdullah Alpdoğan için istihbarat ve milis toplayan biri olması, sonra da MAH ve MİT’e çalıştığı iddialarının inkâr edilmemesi, yıllarca PKK’yi, Barzani çizgisindeki gizli Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kontrol etmek için MİT’in kurdurduğu iddiasına dayanak yapıldı. Ancak bugüne kadar bu iddiayı destekleyen somut bir kanıt ortaya çıkmadı.
    MİT’in yeniden yapılanması 1976’da oldu. Ankara Kavaklıdere’deki bir evin çatı katında birlikte oturmaya başlayan Hiram Abbas ve Mehmet Eymür’ün ilk başarısı, 1977 yılında MİT’in İstihbarat Daire Başkan Yardımcılığını yürüten Albay Sabahattin Savaşman’ın ABD (CIA) lehine casusluk yaptığını ortaya çıkarmak oldu. 17 yıl hapse mahkûm olan ve 1985’e kadar askerî cezaevinde yatan Savaşman ileriki yıllarda, casusluk yapmadığını, çünkü söz konusu bilgilerin hepsinin zaten CIA’da olduğunu söyleyecekti.
    12 Eylül’de MİT’in suskunluğu
    MİT, 1979’da Bülent Ecevit Hükümeti’ni düşürmek için CIA’in yağ ve akaryakıt krizi çıkarmasına yardımcı oldu. Süleyman Demirel’in deyimiyle “Afrika’daki kabilelerin iç işleri hakkında bile bilgi veren, sadece darbeler hakkında bilgi vermeyen” MİT, 12 Eylül darbesine meşruiyet kazandırmak için işlenen siyasi cinayetleri ortaya çıkarmadığı gibi Sivas, Çorum ve Maraş olayları gibi büyük katliamların örgütlenmesinde de rol aldı. Elbette, “Bizim çocukların” yaptığı 12 Eylül darbesini de sivil iktidara haber vermedi.
1983’te “CIA casusluğu” ile suçlanan MİT elemanı Kurmay Albay Turhan Çağlar kendini şöyle savunacaktı: “Nasıl olsa bütün hükümetler ve Genelkurmay başkanları Amerika hesabına çalışıyor. Ben yapınca mı suçlu oluyor?” 27 Mayıs’ın albaylarından biri olan Turhan Çağlar’ın 15 yıldır casusluk yaptığını açıklaması ve cezaevindeki şüpheli ölümü (intiharı?) MİT’in güvenilirliğinin bir kez daha sorgulanmasına neden oldu.
    1990’larda (Çiller döneminde) Abdullah Çatlı gibi kiralık katilleri istihdam eden, Erol Evcil ve Alaaddin Çakıcı gibi mafya babalarıyla ilişki kuran, komşu ülkelerde hükümet devirme işlerine karışan MİT’in hamurunu ve imajını düzeltmek için AKP hükümetinin epey uğraşması gerekiyor. İşe, Uludere’de MİT’in (ve elbette diğer devlet kurumlarının) rolünün ne olduğunu açıklamakla başlaması iyi olur.
Özet Kaynakça: Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK Yayınları, 1988; Hamit Pehlivanlı, Kurtuluş Savaşı İstihbaratında Tedkik Heyeti Amirlikleri, Genel Kurmay Yayınları, 1993; Emin Demirel, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Günümüze Gizli Servisler, IQ Yayınları, 2005; Kaya Karan, Türk İstihbarat Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT’e, Truva Yayınları, 2008; Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT,Kumsaati Yayınları, 2004. Ayşe Hür/Taraf
[14] - Şehsuvaroğlu,a.g.e.,sf. 5-6
[15] - şehsuvaroğlu,a.g.e.,sf.17-18
[16] - Şehsuvaroğlu,a.g.e,sf.75
[17] - Dr. Asım Arar (1890-1955) devrin  ünlü din adamlarından  Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin  oğludur. İlk ve ortaöğretimini İstanbulda tamamladıktan sonra  Tıbbiye’ye girerek  1911’de hekim çıkmıştır. 1925 yılında Umum Sıtma  Mücadele  Başkanlığı ile  Hıfzısıhha Umum  Müdürlüğü’ne atanarak  Ankaraya gelmiştir. 1937 yılına kadar bu görevde kalmıştır. 16.6.1955 de ölmüştür.
[18] - Şehsuvaroglu,a.g.e.sf.,78-79
[19] - Şehsuvaroglu,a.g.e.,69

KAYNAKLAR
-Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Cumhuriyet Dönemine ait 100 belge) 1923–1938, 2. cilt, Kült. Bak. Yay. Ankara 1981
-Atatürk’ün evleri, Ank. Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü Demirbaş no; 841, Tasnif no; 708–74
-Atatürk, Mustafa Kemal  (Gazi), İnönü-Türk  Ansiklopedisi, C.4,Sf.88-124,Ank.1950
-Ord.Prof.Dr. Akil Muhtar Özden , Atatürk’ün  Son  Hastalığı (Yazma) 1938
-Prof.Dr. Afet İnan,Atatürk’ten hatıralar ve belgeler,Ank.1959
-Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk,İst.1961
-Avni Altıner-Hurrem Atayer , Atatürk  (Hayatı, Savaşları, Ölümü, İnkılapları) İst.1960
-Ali Kılıç, Atatürk’ün Son Günleri,İst.1955
-Ali Kılıç, Atatürk’ün Hususiyetleri,İst.1955
-Ali Güler, Sonsuza Yolculuk,Truva yayınları,2010
-Asım Us, 1930-1950 Hatıra notları,İst. 1966
-Aslan Tufan Yazman, Atatürkle  Beraber,Ank.1969
-Gen.Asım Gündüz, Hatıralar,İst.1976
-Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi (Hayatı ve Eserleri) AKDTYK. Atatürk Araştırma Merkezi, Ank: 2002, sf. 470–473
-Prof. Dr. Asım İsmail Arar, Atatürk’ün Son Günleri, İstanbul 1958
-Prof.Dr.Bedi  N. Şehsuvaroğlu, Dr. Akil Muhtar Özden  Bibliyoğrafyası,İst.1951
-Prof.Dr.Bedi  N. Şehsuvaroğlu, Prof.Dr. Nihat Reşat Belger (1881-1961) Hidroklimatoloji Yıllığı,2,1962
-Prof.Dr.Behçet Sabit  Erduran, Sözlü ve yazılı  hatıralar, (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı, Hürriyet yay. İstanbul 1981
-Burhan Göksel, Atatürk’ün Soy kütüğü üzerine bir çalışma, Kültür ve Turz. Bak. Yay; 849, Kültür Sanat Eserleri Dizisi; 102
-Prof.Dr. Cahit Özen, Yazılı Hatıralar, İst. 1976 (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-General Cevat Rifat Atilhan, Menemen Hadisesinin İç Yüzü, B.M.M. kitaplığı, Es. No: 1970,20, Remiz S.A. 1376
-Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, İst. 1955
-Cemal Kutay, Atatürkün son günleri, İklim yayınları, İstanbul–2005
-Cemal Kutay, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadelesi Tarihi, C.20,İst.1962
-Cihangir Gener, Ezoterik-Batıni Doktrinler Tarihi, 4. Baskı, Odak Ofset. Ankara, 1998
-Emin Demirel, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Günümüze Gizli Servisler, IQ Yayınları, 2005
-Dr. Eren Akçiçek’in,“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü”, Güven kitabevi, İzmir,2005
-Erol Mütercimler, Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal,Alfa yayınları,2008
-Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT,Kumsaati Yayınları, 2004. Ayşe Hür/Taraf
-E.Behnan  Şapolyo, Küçük Mustafa Kemal  (Atatürk’ün çocukluk hayatı), İst.1954
-Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş  1912-1922 ve sonrası , İst.1970
-Falih Rıfkı Atay, Bir Köşk, Dünya Gazetesi 26.2.1967
-Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK Yayınları, 1988
-Dr. Fethi  Erden, Türk Hekimleri Biyoğrafisi, İst. 1948
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1959
-Hasene Ilgaz, Atatürk (Doğumundan ölümüne kadar), İst. 1962
-Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten hatıralar, C.2,İst.1973
-Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Atatürk, İst.1963
-Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, 4. Baskı, Ankara emel Matbaacılık, 1974
-Hasan Cem, Dünya ve Türkiye’de Masonluk, Özdemir bas. İstanbul, 1976
-Hamit Pehlivanlı, Kurtuluş Savaşı İstihbaratında Tedkik Heyeti Amirlikleri, Genel Kurmay Yayınları, 1993
-İsmail Arar, Son Günlerinde Atatürk, Dr. Asım Arar’ın  hatıraları, İst.1958
-İlhami Bekir, Atatürk, (Hayatı ve ölümü) (1881-1938), İst. 1943
-Prof.Dr.İlhami Nasuhioğlu, Atatürk’ten  Babamın Anlattıkları, 2. Bölüm  (Basılmamış) Kasım  1973 (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Dr. İsmet Dökmeci, Farmakoloji (Kısaltılmış Temel Bilgiler) Nobel Tıp Kitabevi, 1993
-Prof. İhsan Sungu, TTK. Yay. Belleten 3. cilt. Sf. 289–348 (Ali -Rıza Efendi hakkında bulunabilecek en kapsamlı çalışmalardan biri)
-Kaya Karan, Türk İstihbarat Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT’e, Truva Yayınları, 2008
-Kılıç Ali, Atatürk’ün son günleri, İstanbul, 1955
-Lord Kinross, Atatürk (Çev:Ayhan Tezel) C.2, İst.1967
-Mazhar Leventoğlu/Atatürk Yürür – Otururken,AjansTürk tarih Yayınları Serisi:3,1971  
-Mazhar Leventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti,İst.1968
-Mehmet Özel,  Ankara Resim ve Heykel Müzesi, Kült. Bak. Yay. Demirbaş no; 1509
-Mustafa Aydın, Atatürk’ün  Çocukluk ve Tahsil hayatı, cumhuriyet Öncesi, harp öncesi hatıralarına ait tarihi vesikalar, İzmir,1961
-Dr. M.Kamil Berk, Sözlü ve yazılı  hatıralardan , 1954-56 (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Muzaffer Gökman,  Atatürk ve devrimleri Tarihi Bibliyoğrafyası, İst.,1968,C.1-2
-Muzaffer Gökman,  1923-1973 %0 yılın  Tutanağı, İst.1973
-Münir Hayri  Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, İst.1952
-Mim Kemal Öke’nin Aziz hatırasına , İst. 1955 (Türk mason Derneği Yayınlarından)
-Emk. Gen. Nazmi Çağan ,  Hatıralarım, (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Nail Güreli, Atatürk’ten sonra Atatürk, Gür yay.sf.211-214,1981-İstanbul
-Ogün Deli, Ankara Nerede Biter?
-Ogün deli, Agoni,
-Osman Aksoy, Etnografya Müzesi Müdürlüğü, Döler Matbaası, İst. 1980, Demirbaş no; 383, Tasnif no; 708 AKS
-Özel Şahingiray, Son Nöbet Defderi, Ank. 1955 ( BU defderin aslı  1960 ‘dan  evvel Celal Bayar’ın  özel arşivindeydi)
Paraşkev Paruşev, Atatürk Demokrat  Diktatör (Çev: Naime Yılmaer) İst.1973
-Refet Zaimler, Atatürk, Hayatı, Hatıralar, Hastalığı ve ölümü,İst.,1950
-Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün Hastalığı, Prof. Dr. Nihat Reşad Belger’le mülakat, TTK. Basımevi, Ankara 1959, seri no: 1
-RİTA ECOSSAİD’den N.N.Tepedenlioğlu’nun “İlan-ı  Hürriyet ve 2. Abdülhamid sf. 20
-Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, İst. 1970
-Sait Arif Terzioğlu, Yazılmayan  Yönleriyle  Atatürk, İst.1963
-Selahattin Güngör, Yakınlarının Ağzından  Atatürk,İst.1944
-Süleyman Yeşilyurt, Ermeni Yahudi, Rum asıllı Milletvekilleri, Zirve Ofset, Ank. sf. 71–72
-Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam , Mustafa kemal (1919-1922), İst.1971
-Şemsi Belli, Agabeyim  Mustafa Kemal, Ank. 1959
-Prof. Dr. Turhan Baytop, Laboratuvardan  Fabrikaya  “Türkiye’de İlaç Sanayi” 1833, 1954- İst. -1997
-Prof. Dr. Turhan Baytop, Türk Eczacılık Tarihi, Görsel sanatlar Matbaacılık İstanbul 1997
-Turhan Gürkan, Atatürk’ün  Uşağının Gizli Defderi, İst.1971
-Prof. Dr. Utkan Koçatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, genişletilmiş son baskısı, 1999
-Ziya Oranlı, Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Ank.1967



GAZETE/DERGİLER/BROŞÜRLER

-Cumhuriyet Gazetesi,14 Ekim 1935
-Cumhuriyet Gazetesi,16 Kasım 1938
-Naşit hakkı Uluğ,Atatürk’ün Hastalıkları, Cumhuriyet,10-13.11.1967
-Doç.Dr.Sırrı Akıncı,Ata’nın Post-mortem incelemesi,Cumhuriyet Gazetesi,9.12.1972
-Doç.Dr.Sırrı Akıncı, Atatürk’ün Hastalıkları, Cumhuriyet Gazetesi 11.11.1975
-Emk. Gen. Nazmi Çağan , Muvakkat  Kabirde  Aziz  Atatürk ‘ün  Nöbetini beklerdim, Milliyet , 10.111954
-Refik Necdet Aktaş, Havza kaymakamı’nın Notları, Milliyet Gazetesi, 20.5.1964
-Dr.A.İhsan Özkaya, Atatürk’ün Son Hastalığı ve Ölümü, Milliyet Gazetesi, 10-24.11.1976
-Milliyet Gazetesi, 22 Ocak 2002
-Dr. Asım Arar, Atatürk’ün Hastalıkları  ve ölümü , Dünya Gazetesi ; 10.11.5’den 12.1956
-Prof.Dr.Bedi  N. Şehsuvaroğlu, Atattürk’ün  Son Hastalığı, Dünya Gazetesi,10.11.1962
-Prof.Dr.İlhami Nasuhioğlu, Atatürk’ten  Babamın Anlattıkları, Son Havadis, 10.11.1973
-Prof.Dr. Kamile şevki Mutlu, Atatürk’ün Anıt-Kabir’e Naklinden  -Bir hatıra, Ank.Tıp.Fak. 14 Mart Tıp Dergisi1964’ten ayrı basım (ilave)
-Prof.Dr. Kamile şevki Mutlu, Atatürk’ün anıt-Kabir’e Götürülüşünden  Bir Anı, Ank.Tıp.Fak. 14 Mart Tıp Dergisi1973’ten ayrı basım (ilave)
-Dr. Süreyya  Kadri Gür,Prof. Mim Kemal Öke, Poliklinik Dergisi, Haziran 1941
-Journal of Hepatology-Milestones ın lıver Disease (Hepotoloji Dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm Noktaları) yıl; 2002
-Toksikoloji Dergisi, Ocak–2004, cilt, 2 sayı; 1
-Mardindale-Th complete Drug. 32. Baskı, sf. 902–903
Emekli Subaylar Dergisi (TESUD) Birlik Dergisi, Ocak–1999, sayı; 119
-Dr. Oğuz Canay, Tıbbi Farmakoloji, İlaç tanımı-ilaç indeksi, 1982–1983, Gözlem matbaacılık. İstanbul sf. 196–197
-Farmakolog, cilt; 12, no; 5.6.7, Yıl; 1942, İstanbul sf. 51–74 (Refik Saydam özel sayısı)
-İç hastalıkları Semptomatoloji ve Tedavi, cilt; 2,3. Baskı Ankara, 1974, sf. 966–987
-Farmakoloji ve Tedavi, İst. Ünv. A. T.F. Kitaplığı, Tarih; 14–2–1956, No; 9047, İstanbul, Akgün Matbaası, 1955, sf. 353–370
-Büyük Doğu, sayı;8,2 Aralık 1949
-Büyük Doğu,5.yıl, sayı; 3,28 Ekim 1949
-Büyük Doğu-Sayı;4, Kasım 1949
-Anadolu Ajansı (A.A) 10 Ekim 1935
-Apostolos Grazos, Halk Cephesi / Laiko Metopo gazetesinde 1,2,3,4,5 Eylül 1949
-Salygran ( Journal of Hepatology – Milestonesın Lıver Dısease – -Hepatoloji dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm noktaları (2002) 315-320
-Sprague HB… 1931 Diüretik olarak Salygran; 6 vaka raporu. N. English dergisi
-Dr. Ali Güler, Atatürk Zehirlendi mi? Divan Gazetesi (Karaman), Yıl: 1, Sayı: 1, 13 Nisan 2015

WEB SAYFALARI
-http://www.on4haber.com/haber/mahkemeden-yeni-safak-a-ataturk-zehirlendi-yasagi/55981/
-http://t24.com.tr/haber/ilber-ortaylidan-yeni-safak-muhabirine-bunlar-sizin-anlamayacaginiz-seydir,292892 (08 Nisan 2015 00:12)
-Sibel Nart’ın Kasım Gülek için hazırladığı Biyoğrafide ise: “Türk Tarihinde 1945-1960 Yılları ve Kasım Gülek”,Kasım 1984  

             




SON SÖZ
Ölümünün üzerinden   bunca  yıl geçen Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü hakkında yazılan ve çizilenlerin ve buna yeni ilave edilenlerin ortaya koydugu bilgiler ibret vericidir. Düne kadar bu konu da bir bilgi bulmak zorken bugün bu bilgilerin tek tek ortaya çıkması bu kitabın başarılarından birisidir.Buna karşın bu durum bize şunu da göstermiştir ki bu konuda elinde bilgi ve belgeleri tutanlar mevcut ve geleçekte yayınlanaçaklardır.
  Diğer bir konu da yıllardan beri Atatürk’ün ölüm nedeni olarak ve gerçeklerle uyuşmayan alkole bağlı siroz “Hepatite Sclerocongestive Ethlygue” gösterilmektedir. Fakat bunun gerçekle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. İstanbul Eczanesinden 1937 yılında Atatürk için alınan 43 kutu kinin, bu iddiayı tek başına yalanlamaktadır. Tanının bu şekilde yanlış konulmasının nedeni yeterli araştırmanın yapılmaması olduğu kadar, yabancı doktorların Atatürk’ün manevi kişiliğinin zedelenmesi amacıyla bu tanıyı koydukları düşüncesinin, gerçeklik payı olduğu söylenebilir.
Aslında Atatürk’ün alkolü, köşkte sofrada bulundurmasının nedeni davetlilerin daha rahat edebilmeleri ve konuşmalarını daha rahat yapmalarını sağlamak amacına yöneliktir. Atatürk’ün genellikle aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir.
Atatürk’ün tedavisinde Salygran (civalı diüretikler) da kullanılmıştır. Bu ilacın tedavi amacıyla kullanıldığı zamanlarda; kronik zehirlenmelere neden olabileceği, kitabın içinde yer alan bilgi ve belgelerle ortaya konulmuştur. Bu şekilde günümüzde de diş dolgu maddesi olarak kullanılmakta olan, Amalgamlarda da olduğu gibi Salygran da Atatürk’ün tedavisinde kronik zehirlenmeye yol açtığı ve bu tedavi ajanının Atatürk’ün ölümünde hızlandırıcı bir etki gösterdiği  görülmüş ve Atatürkümüzün bu ilaç ile zehirlendirilerek öldüğü kanatı artmıştır.
   Yine burada ilk defa dile getirdiğimiz ve gut hastalıgında kullanılmasına karşın  kullanan hastalarda Siroz hastalığına neden oldugu anlaşılan Colchisin ilacını tekrar araştırmacıların önüne koymakta fayda var
Cevat Rifat Atilhan’ın “MENEMEN HADİSESİNİN İÇ YÜZÜ” adlı eserindeki iddialar da Atatürk’ün ölümünde karanlık bir nokta kalmaması amacıyla tartışılmak ve araştırılmak üzere kitabımıza alınmıştır. Artık Atatürk’ün ölümündeki karanlıklar ve gerçekler, Türk milletinin bilgisine sunulmalıdır.
    Bu sunumu yapaçak olan Türkiyedeki yayın organları  bu kitabın ilk yayınlanmış olduğu 2004 yılından beri görmemezlikten gelirken, bir taraftanda  Atatürkçü bir görüş içerisinde alakasız konuları gündeme getirmeye devam etmektedirler. Bunun parelelinde tüm Atatürkçü  fikiri paylaştıgını söyleyen dernek ve kuruluşlarında samimiyetini sorgulamak gerekiyor. Şunu da gördüm ki;
 GERÇEK ATATÜRKÇÜLER BU MİLLETİN BAĞRINDA HİÇ BİR ÇIKAR VE MENFAT BESLEMEDEN ATATÜRKE OLAN BAĞLILIKLARINI SÜRDÜRMEKTE VE GÜN GEÇTİKÇE KUVVETLENMEKTELER, BU DA YÜCE TÜRK MİLLETİDİR. ÖNLERİNDE SAYGI İLE EĞİLİYORUM.

 Bu eseri hazırladıgım günden bu güne kadar beni üzen en büyük sebeblerden biriside insanımızın kendisini üç kuruşa satıyor oldugunu görmüş olmaktır. Yani her insanın bir fiyatı vardır düşüncesine her zaman karşı çıkan bir insan olmama karşın buna şahitlik yapmış olmak gerçekten üzücüdür. Bunun nedenlerini siz değerli okuyucularımla ömrüm yeterse birgün paylaşacagımı bildirmek isterim
 Milletimizin Atatürk için her şeyi bilmek hakkı olduğu düşüncesiyle bu kitabı
Aziz Yüce Türk Milletinin Evlatlarına armağan ediyorum.
VE ÖNLERİNDE SAYĞIYLA EĞİLİYORUM…





                               CUMHURİYET SAVCILIĞI’NA

                                                 ANKARA
 
 
 
ŞİKAYETÇİ                 : Ogün Deli

 (Hak Sahibi)                   

 
FAİLLER                     :1- Yazar; Alev Çukurkavaklı
                                               2-Yayınevi: Akasya Kitap ;Tuna Cad.Bulvar Pasajı 3/10 
                                                    Kızılay-Ankara        Tel; (0312) 431 51 42                             
                                        
  KONU                              : Tarafımdan yazılan kitaplardan kaynaklanan
                                             Maddi ve Manevi haklarıma Fikir ve Sanat Eserleri
                                             yasasına aykırı bir biçimde tecavüzle Alev Çukurkavaklı adlı
                                             şahıs tarafından “Seçkin Sınıf Yalanları” isimli
                                             kitaba izinsiz yapılan alıntılar hakkında suç duyurusu.
                                             İzinsiz yapılan alıntıların bir kısmı liste halinde suç                                             duyurumuza ek yapılmıştır. (Ek:1) (    sayfalık liste)
                                     

 

SUÇ TARİHİ                :2007 (kitabın yayım tarihidir)

 
OLAY                               :Suç duyurusunda bulunduğumuz failler;
 
 1.Alev Çukurkavaklı ;   “Seçkin Sınıf Yalanları”    adlı kitabın  yazarıdır.
             2.  Akasya   Yayınları; yukarıda zikredilen kitabın yayımcısıdır.
  Anılan failler tarafından yazılan ve yayımlanarak dağıtılan“Seçkin Sınıf Yalanları”      isimli kitap (Ek:2) ; suç duyurumuza eklediğimiz, tarafımızdan yazılan, “AGONİ-ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ-YAZILAMAYAN TARİH”, adlı eserlerimizden;
1- İzinsiz alıntıları gösterir liste ( 4 sayfa )
2-“Seçkin Sınıf Yalanları”  isimli kitap 
3-  “AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi- Yazılamayan Tarih ”
5-Anayurt Gazetesi, 10 ,11 Kasım  2004  Tarihli nüshaların konuyla ilgili kısımları (EK;1,2,3)
6-Anayurt Gazetesi 10 Kasım 2005 tarihli HAMDİ  YILMAZ’ın Köşe yazısı (EK;4)


 
 
“Seçkin Sınıf Yalanları”  adlı kitap; Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırı olarak, kasten, kaynak göstermeden yapılan alıntılardan oluşturulmuştur. Kitap, aynı zamanda yanlış ve aldatıcı kaynak göstermektedir. Yapılan alıntılar ve alıntıların çokluğu dikkate alındığında eserlerimin izinsiz ve aynen kullanılmak suretiyle işlendiği, Alev Çukurkavaklı tarafından yazılan(!) ve Akasya yayınları tarafından basım, yayım ve dağıtımı yapılan kitap ile tarafımdan yazılan  “AGONİ”   Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi  Yazılamayan Tarih,  arasında bir bağlantı olduğu, ekli listede gösterdiğim alıntılardan  kuşku olmayan, çok sayıda benzer ifadelerin  var olduğu görülecektir.  Alev Çukurkavaklı  tarafından yazılan ve Akasya Yayınları tarafından basılarak, dağıtımı yapılan“Seçkin Sınıf Yalanları”   adlı kitabın daha ilk sayfalarında; fikir hırsızlığı hiçbir inceleme ve yoruma gerek bırakmaksızın kendini göstermektedir.
Nitekim; Araştırmacı-Gazeteci unvanını kullanan yazar (?) Alev Çukurkavaklı isimli şahıs,   “Seçkin Sınıf Yalanları”, tarafımdan yazılan AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih adlı kitabımın muhtelif sayfalarından izinsiz ve dipnot vermeden kaynak göstermeksizin alarak; kendi fikir ve ifadeleriymiş gibi kullanmıştır.
    Kitap bir bütün olarak değerlendirildiğinde; yazarın, kitabı eserlerimden istifade suretiyle vücuda getirdiği,  sözde yazarın müstakil bile sayılamayacak, paranoya dolu ve gerçek bilgiden yoksun, yorum ve düşüncelerine, eserlerimin kullanılmak ve eserlerimde yer alan konular ve hatta konu sıralarını dahi kendine aitmiş gibi göstermek suretiyle sözde farklı bir eser ortaya çıkarılmaya çalışıldığı görülecektir.
  Alev Çukurkavaklı, bana ait eserlerde mevcut olan fikir ve düşüncelerimi aynen alarak, ancak sonucunda benim katılmadığım yorumlar çıkarmak suretiyle eserimden çalıntılar yapıp aynı zamanda tahrip etmiştir.
    Bununla birlikte, yazar olarak kendini tanımlayan Alev Çukurkavaklı’nın, sadece benim kitaplarımla ilgili olmayıp, bazı yazarların eserlerinde de aynen bende olduğu gibi uygulamalarda bulunduğu, adli  dosyalarda yer aldığı gibi yazım dünyasında da bilinmektedir.
  “Seçkin Sınıf Yalanları” adlı kitabın 1. Bölümü “Mustafa Kemal Nasıl Öldürüldü? Sayfa 11’den 22’ye kadar olan kısmıdır. Burada Alev Çukurkavaklı  10 Kasım 2004 tarihinde ANAYURT GAZETESİ’nde manşetten verilen “ATATÜRK’ Masonlar zehirleyerek ÖLDÜRDÜ”(EK;1), haberin detaylarını gazetenin yine 10 kasım 2004, sayfa 4’de vermiştir.(EK;2)
     Verilen haberin kaynağı yazmış olduğum “AGONİ, ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ-YAZILAMAYAN” tarih kitabıdır.
    Alev Çukurkavaklı kitabının 12. sayfa 9. paragrafında bu yazıyı yazan ekip olarak şunları söylüyor;
“Şimdi; ANAYURT’un İmtiyaz Sahibi Naci Alan,Yönetim Kurulu Başkanvekili Hamdi Yılmaz, Koordinatörler Dursun Erkılıç ve Şakir Nazlım ile Genel Yayın Yönetmeni olarak benim denetimimde ANAYURT Gazetesi’nin editörleri tarafından hazırlanan ve o günlerde “tiraj” sorunu, “ az tanınmışlık” nedeniyle az kişinin okuyabildiği yazıyı sunuyorum:” diyerek EK ; 2 DE İŞARETLENMİŞ OLAN BÖLÜMLERİ SAYFA 13’TEN 22. SAYFAYA KADAR OLDUGU GİBİ ANAYURT GAZETESİNİN 10 KASIM 2004 , SAYFA 4’Ü NEREDEYSE OLDUGU GİBİ İKTİBAS ETMİŞTİR.
    Yazının son bulduğu 22. sayfada Alev Çukurkavaklı “sözün özü:” alt başlığı ile şunları yazmakta;
Başta da söylediğim gibi, ben bu yazıyı 10 Kasım 2004 tarihinde Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığım Ankara ANAYURT Gazetesi’nde yayınladım. Yazı ilgi gördü ama tanıtım eksikliği nedeniyle gazetenin satışı azdı…Aynı günlerde Ogün Deli adlı kişi çıkıp gazeteye geldi. Son derece yoğundum, birinci sayfayı yapıyordum ve en fazla yarım saatim vardı baskı saatine yetişmek için…Yönetim Kurulu Başkan vekili Hamdi Yılmaz; Ogün Deli ile görüştü.
 Deli, bilgilerin kendinden alındığını iddia edip bizi mahkemeye vereceğini söylemiş…
Haberi çeşitli kaynaklardan derlediğimiz için yüreğimiz rahattı.
Ve düşündüğümüz gibi de oldu; Deli bizi mahkemeye falan veremedi…
(veremedi ama onun bu konudaki kitabı AGONİ’yi de asla yabana atmamak,unutmamak gerek…) diyor Çukurkavaklı.

   Yukarıdaki yazıdan da anlaşılacağı üzerine, Alev Çukurkavaklı, bahsi gecen 10 Kasım 2004 tarihli haberin ANAYURT gazetesi ekibi ve kendisi tarafından yapıldığı, “AGONİ” den hazırlanmış bir haber olmadığını en başta iddia ediyor.
   Çukurkavaklı’nın bir iddiası da benim gazeteye gelip Hamdi Yılmazla konuşarak , gazetenin kaynak göstermeden bu haberi yapmış olmasından dolayı mahkemeye vereceğim dile getiriliyor. Bunun hemen devamında da “Ve düşündüğümüz gibi de oldu; Deli bizi mahkemeye falan veremedi…” diyerek kendi asılsız ve mesnetsiz, iddiasını güçlendirmeye çalışmaktadır.
  Öncelikle bugün Türkiye’de ve Dünyanın farklı noktalarında bulunan okuyucularıyla AGONİ, VE ONUN YAZARI OLAN Ogün Deli her kesim tarafından bilinmekte ve tanınmaktadır.
   Böyle bir iddianın tersini söylemek aklı başında olmayan ançak ahmakların işi olabilir.
Böyle bir saçma ifadeye cevap vermem bu iddianın sahibi ve sahiplerini ciddiye aldığım değil okuyucularıma olan saygım ve adaletin yerini bulmasına yöneliktir. Agoni yi okuyan her hangi bir sıradan vatandaşın bile Çukurkavaklı’nın  “ben yazdım” diye çıktığı haberin kaynağının AGONİ olduğunu bilir. Bunun için sayfa sayfa dokümana bile gerek yoktur.
    İşin özü şudur;
    Anayurt Gazete’nin  23 Ekim 2004 tarihinde , özel haber başlığıyla manşetinden verdiği, “En iyi Kur’an okuyan Türk ATATÜRK” haberi bu tarihlerde yayınlamış olduğum Agoni’den de kaynaklanan sebeple bir okuyucumun beni  varlığından bile haberim olmayan ANAYURT GAZETESİNE  getirmiştir. Bende bu haberin doğruluğu ve kaynaklarını öğrenmek için gazeteye giderek bu sayıdan bir nüsha almak istedim. Yanımda da Türkiye Gazetesi Haber Müdürü Akif Bülbül’e verilmek üzere bir adet kitabım vardı.EK;4’te yer alan Hamdi Yılmaz’ın 10 Kasım 2005 tarihli yazısının girişi bu olayı anlatır.Kendisine Atatürk’ün öldürülmesi ile ilgili konuyu anlatınca ilgi gösterdi ve kitabı aldı. Kendisiyle o günden sonra bir daha hiç karşılaşmadım ve konuşmadım. Çünkü bahsi gecen 10 Kasım 2004 Anayurt gazetesinin manşetten verdiği haber kitabımdan alınan alıntılarla doluyken kaynak gösterilmemesine tepki vermek için gazeteye gitmiş ve gazete’nin İmtiyaz Sahibi,  Naci Alan’a tepkimi bildirmiştim. Yani Alev Çukurkavaklı’nın dediği gibi Hamdi Yılmaz ile değil Naci Alan ile görüştüm. Naci alan bunun üzerine ilk olarak gazetenin Internet üzerinden yayın yapan yayınına uyarı koyacağını söylemiş ve bir gün sonrada yayınlanacak olan Anayurt gazetesinde yayınlanmak üzere (EK;3) , hiçbir ücret ödenmeden “AGONİ”nin reklamı 4. sayfadan artı ek bilgiler vererek yayınlanmıştır.(EK;3)
  Naci Alan Şahsımızdan yaşanan olay karşısında üzüntüsünü dile getirmiştir. Ben Anayurt Gazetesi’nin bu olumlu tavrından sonra  2005 tarihinin 10 Kasımında hiçbir ücret talebinde bulunmaksızın ATATÜRK’ÜN ÖLDÜRÜLMESİ” konusunu taşıyan yaklaşık 2 haftalık yazı dizisi hazırlayarak sundum.
 Hamdi Yılmaz’ın 10 Kasım 2005 tarihli köşe yazısında da dile getirdiği gibi gazete bu haberle tarihinde tiraj rekoru kırmıştır. Yani Alev Çukurkavaklı bu olayların içinde olup biten her şeyi bilen bir şahıs olmasına karşın, üstelik nasıl ki 10 kasım 2004 sayısını hazırlayan(EK;1ve EK;2) o iken yine 11 Kasım 2004 tarihli haberi  (EK;3) yayına hazırlayan yine odur.
  Alev Çukurkavaklı bu şekilde bilgileri çarpıtırken, şahsımı rencide etmeye yönelik cümleler kurmakta devam etmiştir.
   Aşağıda “Agoni” den yapılan çalıntıların dökümanı bulunmaktadır.
    Düşüncelerine asla katılmadığım bir kişi tarafından, eserlerimin izinsiz bir şekilde ve Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırı bir biçimde kullanılması, işlenmesi, şahsım açısından büyük bir manevi elem kaynağı olmuştur. Duyduğum elemi arttıran bir diğer unsurda; yalan, yanlış sansasyonel açıklamaların yer aldığı ve hiçbir incelemeye araştırmaya dayanmayan üstelik  bilmediği konularda fikir yürütmeye çalışan bunu da beceremeyen biri tarafından eserlerimin kullanılmış olmasıdır.
 Bu nedenlerle anılan şahıslar, Fikir ve sanat Eserleri yasasını çiğneyerek, manevi ve mali haklarıma saldırıda bulunmuşlardır.
   
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Fikir Ve Sanat Eserleri yasasına ve ilgili mevzuata aykırı hareket  eden, yazar; Alev Çukurkavaklı,Akasya Yayınları  ve ilgili şahısların anılan yasa gereğince cezalandırılmasını ve halen yayını ve dağıtımı yapılan kitabın toplatılmasını diğer yasal haklarım saklı kalmak üzere arz ve talep ederim .  
                                                                                                             Ogün Deli



 EKLER
1- İzinsiz alıntıları gösterir liste  (4 Sayfa)
2- “Seçkin Sınıf Yalanları” isimli kitap                            
3- “AGONİ” Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih ” adlı kitabım
4-Anayurt Gazetesi, 10 ,11 Kasım  2004 Tarihli nüshaların konuyla ilgili kısımları (EK;1,2,3)
5- Anayurt Gazetesi 10 Kasım 2005 tarihli HAMDİ  YILMAZ’ın Köşe yazısı (EK;4)

SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDUĞUMUZ “SEÇKİN SINIF YALANLARI” ADLI KİTAP’TA YER ALAN YAZARI VE MÜELLİFİ OLDUĞUMUZ KİTAPLAR VE MAKALELERDEN; İZİNSİZ, DİPNOT VERMEDEN, KAYNAK GÖSTERMEDEN YAPILAN ÇALINTILAR

A-ATATÜRK’Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ
    Bahsi geçen Abrevaya, Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır.(Agoni, sf- ATATÜRK’ÜN DOKTORLARI” Başlıklı yazının,Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı 42-43.sayfalar, a.g.e.sf.15
B- SARI LİDER’İ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR
 “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. (Agoni sf-165,a.g.e. sf.14)
Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” (Agoni sf-164,a.g.e. sf-14)
 Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. (Agoni,sf-167-168,a.g.e.sf-4)
Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. (Agoni,sf.168,a.g.e.sf-14-15)
…Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. (Agoni,sf 168,a.g.e.sf-15)
Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, (Agoni sf.165,a.g.e.sf-16)
doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden,(Agoni sf,166,a.g.e.sf-16)
Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk.(Agoni sf-166,a.g.e.sf-16)
 Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. (Agoni,sf-166,a.g.e.sf-233,26.paragraftan,30.paragrafa kadar olan kısım)1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” (Agoni sf-166,a.g.e.sf-16)
“Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar.Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve salahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” ( Agoni sf-167, a.g.e.sf-16-17)
C-ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS VE UYGULANAN TEDAVİ
Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. ( Agoni sf-82,a.g.e.sf-17)
 “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. (Agoni sf-86,a.g.e.sf-17)
Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tespit edildi. (Agoni sf-87,a.g.e.sf-17)
Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi. (Agoni sf-86-87,a.g.e.sf-17-18)
Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı.İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. (Agoni sf87,a.g.e.sf-18)
 Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Belger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. (Agoni sf-83,a.g.e.sf-18)
Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu.
Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. (Agoni sf-67-68,a.g.e.sf,17-18)
Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, (Agoni sf-97,a.g.e. sf-19)
 …ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. (Agoni sf-97,a.g.e.sf-19)
D-ZEHİRLENDİĞİNİ ANLAMIŞTI
Atatürk, Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.” (Agoni.sf-85,a.g.e.sf-19, 2.paragraf )
F-MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIGI
20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. (Agoni-sf-59,a.g.e.sf-20)
Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü… Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı…  27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. (Agoni-sf-60,a.g.e.20)
1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. (Agoni-sf-61,a.g.e.sf-20
 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı. (Agoni,sf-62-63,a.g.e.sf-20-21)
G-TEDAVİ EDEN  DOKTORLAR
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof. Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof. Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof. Dr. Von Bergman, Viyana’dan Prof. Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır. (Agoni sf-35,a.g.e.sf-21)
I-ÖLÜM SEBEBİ ALKOL
birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. (Agoni sf,117,a.g.e.21)
…Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. (Agoni sf-117.a.g.e.sf-21)
Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir. (Agoni sf-125,a.g.e.sf-21)
Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır.
 Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır.(Agoni sf-125,a.g.e.sf-237-238,237. sayfanın 33-34. satırları,238.sayfanın da 1-2.satırları)

Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. (Agoni sf-122,a.g.e.sf-22)