
“AGONİ”
ATATÜRK’ÜN
ÖLÜMÜNDE Kİ SIR PERDESİ,
YAZILAMAYAN TARİH
OGÜN DELİ
(ORPARS)
AGONİ Evlatlarım; Muhammed Çağrı Deli, Leyla
Eminenur Deli, İsmini koyamadan vefat eden kızım ve yiğenlerim, Mehmet, Mert
Deli, Veysel Baki ve Naz’a ve YÜCE TÜRK MİLLETİ’nin EVLATLARINA
İthaf ediyorum.
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
Birinci Bölüm/Teşhis ve Tedavi
1.1-Atatürk’ün
Tedavisinde Sorumlu Bulunan
Doktorlar
1.1.a-Müdavi Doktorlar
1.1.b-Müşavir Doktorları
1.2-Atatürk’ün Hastalık Kronolojisi
1.3-Son Dokuz Saat
1.4-Atatürk’ün Vefat Raporundaki Çelişkiler
1.4.1-Atatürk’ün Vefat Raporu (Tam Metni)
1.4.2-Raporu Özetleyecek Olursak
1.5-Atatürk’ün Hastalığının Teşhisi
1.5.1-Teşhista Yaşananlar ve Doktorların Çatışması
1.6-Atatürk’ün Tedavisinde Kullanılan İlaçlar
1.6.1-Son Nöbet Defteri
1.6.2-Dr. Akil Muhtar’ın Anıları ve Civalı Diüretikler
1.6.3- Özden’in Ders Kitabında Tarihi
Belge
1.6.4-Civalı İlaçlar
1.6.5.1-Salyrgan (Civalı Diüretikler)
1.6.5.1.a-Civalı Diüretiklerin Toksik Tesirleri
1.6.5.1.b-Preparatları
1.6.5.1.c-Mersalylum
1.6.5.1.d-Verilme Yolları
1.6.5.1.e-Diüretiklerin klinikte Kullanılışı
1.6.5.1.f-Mercury ile ilgili Problemler
1.6.5.1.g-Mersalyl
Sodium
1.6.5.1.h- Salygran
1.6.5.1.h.a- Zehirlidir(!)
1.6.5.1.h.b- Kullanımı
1.6.5.1.h.c- Zehirlidir
1.6.5.1.h.c.1- Akut
1.6.5.1.h.c.2- Kronik
1.6.5.1.g- Mersalyl (Salygran)
1.6.5.1.g.a- Civa İle
Problemler
1.6.5.1.g.b- Hemoglobin
1.7-Mustafa Kamal Atatürk’e Otopsi Yapılmamıştır
İkinci Bölüm / Atatürk Sirozdan mı Sıtmadan mı öldü?
2.1-Atatürk’ün Ölüm Sebebi Siroz muydu?
2.2-Atatürk’ün Felç Olduğu İddiası ve Aldığı Alkolün Miktarı
2.3-Atatürk Alkolik Miydi?
2.4-Ponksiyon ( Karından Su Alınması )
2.5-Atatürk Sıtma Hastası Mıydı?
2.6-3 Ağustos
Konsültasyon ve Genel Özet
2.7- Tedavisinde Kullanılan İdrar Söktürücüler
Üçüncü Bölüm/ Öldürülmesinde Mason Parmağı var mı?
3.1-Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi
3.2-Atatürk ve Mason Dernekleri
3.2.a-Atatürk Mason Derneklerini Kapatmıştır
3.2.b-Yunan Basınında Atatürk’ün Ölümü
3.2.b.1-Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti / Laiki Foni Gazetesi
3.2.b.2- Halk Cephesi
/Laiko Metopo Gazetesi
Dördüncü Bölüm/ Ölümünden
sonra konuşulan-Yazılanlar
4.1-Atatürk’ün Öldürülmüş Olduğu İddiaları Üzerine
Yazılanlar
4.2-Metin Toker/ Tımarhanelik Tarih Yazılar
4.3-Şükrü Kaya ve
Cumhurbaşkanlık Arzusu
4.4- Yenişafak Gazetesi ve
Ortaya Koyduğu İddiası
4.4.1-İddia-1/ Atatürk’ün Öldürülmesini İsmet İnönü Planladı
4.4.1.a- İlk Belge/İsmet İnönü-Şükrü Kaya
4.4.1.b- İkinci Belge/ Kasım Gülek- Hıfzı Oğuz Bekata
4.4.1.c-Üçüncü belge/Dr. Lebit Yurdoğlu-Hıfzı Oğuz Bekata
4.4.2-Tarihçiler yayınlanan Bu Bilgilere Ne Dedi?
4.4.2.a- Prof.
Dr.İlber Ortaylı
4.4.2.b-Dr.Ali Güler
4.4.3-Yenişafağın İddiaları Sahte Düzmece Belge
4.4.4-Yenişafağın
Haberine Mahkeme Kararı
4.4.5-İddiaların Muhatabı Kasım Gülek ve MAH’cı Kimdir?
4.4.5.1-Kasım Gülek Kimdir?
4.4.5.1.a- Kasım Gülek’in Kasasından Çıkan Hüseyin Rahmi
Apak (MAH-İstihbaratcının) Vasiyetnamesi
4.4.5.1.b-Kasım Gülek’in Gizli Kasasından Çıkanlar
4.5.5.1.c-Kasadan Çıkan Resimler
Sonuç
Ek Dosya : 1/ İstanbul Eczanesinden Alınan İlaçların Dökümleri
Ek Dosya:2/ Atatürk’ün Manevi Evladı Abdurrahim Tuncak
Ek Dosya: 3/Celal Nuri (İleri)1327 Yılında Selanik’te Toplanmış
İttihat ve Terakki Kongresine Sunulan Önerilerdir.(1327 Senesinde Selanik’te
Münakıd-i İttihad ve Terakki Kongresine Takdim Olunan Muhtıradır
Ek Dosya:4/ 2.Abdülhamit ve İttihat Terakki
1-2. Abdülhamit
Döneminde öne çıkan unsurlara baktığımızda
1.1- Sıkı bir
jurnalcilik ağı kurduğu
1.2-Memleketten
Firar ve İltica edenler
3- Siyonistlere karşı
verdiği mücadele
3.1-Abdülhamit
zamanında elden çıkan yerler
4- İttihat ve
Terakki ile arasında geçen siyasi olaylar
5- 2.Abdülhamit’in
isim kayıt defterinde jurnalcilerin
isimleri
Ek Dosya:5/ Zübeyde Hanım’ın Vasiyeti
SON SÖZ
Kaynaklar
ÖNSÖZ
Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının Türk
milleti için kabulü çok zordur. Bugün dahi yapılan işlerin sonunda, cümlelere
“Atatürk olsaydı…” diye başlayan
insanlarımız bir çözüm arama yoluna gitmişlerdir. Bunun asıl sebebi ise Atatürk
gibi; “siyasi irade, iktidar sahibi ve halkının gönlünde taht kurmuş” bir Devlet
Adamı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına henüz gelmemiş olmasıdır.
Bu derin boşluk
henüz doldurulmamıştır.
Atatürk’ün hayatına
ilişkin yazılan ve kitap haline getirilen eserlerin azlığı kadar yeni
bilgilerin ortaya konulmaması ve gerekli araştırmaların yeteri kadar halka
indirgenmemesi Atatürk ve düşünce dünyasında boşluklar oluştururken, bir
taraftan da hakkında asılsız haberler oluşturmak suretiyle (bu boşluğu fırsat
bilenlerce) manevi şahsiyeti yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu durum aslında
üzerinde yaşamaktan büyük mutluluk duyduğumuz biricik ülkemizi sömürü haline
getirmeyi planlayan, kökleri içerde ve dışarıda bulunan örgüt ve devletlerin,
planlı ve programlı çalışmalarından oluşmaktadır.
Yukarıdaki
metinleri 2004 yılında “Agoni” yi yayınladığım tarihlerde böyleydi, ama bu
eserin yayınlanmasından sonra yayınlanan eserlerdeki artış ve bu tarihe kadar
ağzımıza bile alamıyacağımız konuların rahat bir şekilde yazıldığını görmek ve
Türk Aydının geleceğine ve Atatürk’le birlikte Devletinin istikbaline bağlılığını
görmek şahsımı mutlu etmiştir. Bununla birlikte bu tuğlanın üstüne bir tuğla
eklemek yerine hazıra konanlar da çıkmıştır.
Biz bu davamızda
şahsi tüm menfaatlerimizden sıyrılıp bir gün mukadderatın bize takdir edeceği
toprağa “Şerefimiz, Onurumuz ve Nanusumuz” ile teslim olmak üzere birçok
şeylere göz yumduk bu bizim kendi nefsimize ağır gelmez ama şu hiç bir
zaman unutulmamalıdır. Biz kendi menfaatlerimizden bu kadar beraat ederken
kimse bu ülkenin sahipsiz olduğu hayalini kurmasın.
Tarih 10 Kasım 1938, saatler
ise 09.05 de hayata gözlerini yuman büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk
vefatıyla sadece Türk milletinin değil emperyalizmin baskısı ve zulmünden dolayı
inleyen Milletlerin tümünün üzüntüsüne vesile olmuştur. Bunun yanında bu
vefattan dolayı mutlu olanlarda hem yurt içi hem de yurt dışında mevcuttu.
Acı haberi
Türk milletiyle birlikte dünyaya duyuran ise Türkiye Radyo spikerlerinden olan
Baki Süha Edipoğlu olmuştur. Radyonun normal yayın akışını keserek acı haberi
duyuran Edipoğlu şu cümleleri sarf etmekteydi;
“Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetinin resmi tebliğidir. Müdavi ve Müşavir tabiplerin
neşredilen son raporu Atatürk’ün dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.”
İşte bu acı
haberin ardından Türk Milleti canından çok sevdiği insanı kaybetmenin verdiği
acıyla ya da konuşulması engellenme yoluyla vefat sebebi üzerinde pek
durulmadı. Ya da bu konu kapılar arkasında hep konuşuldu. Fakat Atatürk’ün
tedavisinde bulunmuş olan doktorlardan birisi olan Fransız Doktor Fissinger’in
anılarını yayınladığı eserinde “ Fransız doktorun iddiası, siroz olan hastalığa
geç teşhis konulmuş olduğudur. Hem de on bir yıl a kadar uzanan çok geç bir
teşhistir.” demekteydi.(Cemal Kutay, Atatürkün son günleri, İklim yayınları,
İstanbul–2005,say.7–11)
Anıların
yayınlanmasının ardından ülkemizde bugüne kadar tartışması açıkça yapılmamış
olan bir konu gündeme gelmiş ve günümüze kadar süren özelliğini de korumuştur.
Yıllar geçtikce vefatın boyutları da farklılık kazanmaya başlamıştır. İlk
etapta geç teşhis gibi gözüken konu günümüzde “Siyasi suikast” olarak değerlendirilmiştir.
Fransız
doktorunun anılarının yayınlanması üzerine dönemin İçişleri Bakanı olan Şükrü
Kaya şu değerlendirmeyi yapmakta;
“İkinci
gelişinden sonra bana da ima yoluyla bu kanatını açıklamış, fakat ben, böyle
olsa da ihtimalin ortaya atılmasının reel hiçbir faydası olmayacağını düşünerek
üzerine gitmemiş, hatta böylesine tezin aktüelleşmesinin hastanın olduğu kadar,
tabiplerin morali üzerinde de menfi tesir yapabileceğini hatırlamakla iktifa
etmiştim. Fakat kendisi Ata’nın vefatından sonra hatıralarını neşredince,
bu hassasiyetinin, benzer bir iddianın meslek şöhreti üzerinde de menfi tesiri
düşünerek bu açıklamayı yapmak ihtiyacını duyduğumu tahmin ettim.” (Kutay, a.g.e.28–29)
O günlere ait
günlük olayları “1930–1950 Hatıra notları” adlı kitabında derleyen, Artvin
Milletvekili Asım Us anılarında ( sf.282)
“Fransız
Mütehassısı Doktor Fissenger, Atatürk’ü muayene ettiği zaman hastalığının on
sene evvel başladığını söylemiş bu o kadar zaman içinde nasıl olup da fark
edilememiş diye sormuş. Hâlbuki Dr.Neş’et Ömer her muayenesinde; ‘ Paşam… Kalbiniz ve ciğerleriniz yirmi beş
yaşında bir gencin kalbi ve ciğeri gibi sağlam…”dermiş (Kutay–29)
Atatürk’ün
hastalığının geç teşhis edilmesi o günkü ve bugünkü tıp bilimiyle ilgilenen ve
eli kalem tutanların hep dile getirdikleri ana temadır. Aslında bu konuyu teyit
eder en önemli bilgilerin başında bizzat Atatürk’ün şu sözleri de mevcuttur.
Atatürk’ün Afet İnan’a 14 Haziran 1938 tarihli yazdığı mektubunda;
“Afet,
Vaziyetim
şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış
ilerlemiştir.” Demekteydi.
Fakat yıllar
sonra ortaya çıkacak olan bilgi ve belgelerin Atatürk’ün bir hastalık sebebiyle
değil bir suikast sonucuyla öldüğünün işaretlerini ortaya koymaktadır.
Doğaldır ki ölümü
bütün dünya da şüpheli olan devlet adamlarıyla birlikte çeşitli saldırılan
sonucunda ölen devlet adamlarına tarih boyunca hep rastlana gelmiştir.
Atatürk’ünde saldırılara uğradığı ve daha da önemlisi hayatının büyük bir kısmı
cephelerde geçtiği düşünüldüğünde çevresindekilerin ve bizzat Atatürk’ün
tedbirsiz olması akla pek yakın gelmemektedir. Öyle ki
Birçok kereler
suikastlara uğramış olan Atatürk’ün öldürülmesinde, tarihi çok eskilere dayanan
ve birçok liderin, Sultanın ve hatta ilahi kaynaklı peygamberlerin velilerin
olduğunu düşünmeliyiz, ölüm nedeni sayılabilecek tıbbi yollarla yok etme
planını devreye sokulmuştur. Hemen akıllarımıza bu suikastları yapanların o
kadar güçlü ve etkili oldukları gelmemelidir. Aksine böylesine sinsi ve gizli
planlar yapanların bu planlarında ne kadar aciz olduklarını ve bu yöntemleri
kullandıklarını anlamak gerekir. Çünkü önümüze konular bir su bardağının içinde
ne olduğunu nereden bilebiliriz, değil mi?
Bunlarla birlikte
Atatürk, “Bu çevresinde olup bitenlerden habersiz ve tedbirsiz miydi?” gibi bir
soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk her şeyden haberdar ve tetikte
bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.
“Atatürk,
maiyetindekilere fazla güven gösterir gibi olmasına rağmen her zaman tetikte ve
uyanık kalmasını bilmiştir. Ankara ve İstanbul içindeki gezilerinde olsun, yurt
içi gezilerinde olsun kendini korumak için alınan tedbirlere güvenmeyip, her
zaman dikkatli davranmıştır.”
Bir gün Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum;
‘Ben kendimi
kendim korurum. İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar
varsa, ilgili kişiler benim korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bunlar
onların görevidir. Bu işlere hiç karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da
karşı gelmem. Fakat kendi koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip
geçtiğim yerlerde neler olup bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini,
günlerini gerektikçe kendim değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbir şey kaçmaz.’
“Atatürk’ün
gezilerinde arkasında her zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını
eksik etmediği ve üzerine almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım.”
Granda, a.g.e. sf-.222–223 Diyor.
Görüldüğü üzere
Atatürk kendisine karşı silahlı bir saldırı olabileceği ihtimali üzerinde
durmaktadır. Bugüne kadar izlediğim diğer bir mevzu ise Atatürk’ün öldürülmüş
olmasının açıkça dile getirilip ortaya konulan bilgi ve belgeler karşısında
suskunluğunu koruyan bazı çevrelerin bu suikastın kabulünü içine sindiremedikleri
yahut ta çıkabilecek sonuçların kendilerini rahatsız etmesinden çekindikleri
aşikârdır.
Bizim önümüze
yıllarca “Bu sizin tarihinizdir” diye koyanlar ya da yazanlar bugün vicdani
muhasebelerini tamamlamalı acı gerçekleri ortaya çıkartılmasında desteklerini
esirgememelidirler.
Artık Türk Milleti
kendi tarihiyle yüzleşmelidir.
Cumhuriyetimizin
kuruluşundan günümüze kadar süren devreye şahitlik yapmış olan Cemal Kutay,
tarihimiz hakkında şunları diyor;
“Gerçekler bir
bakıma yadırgandığı ölçüde değer ifade ediyor… Mustafa Kemal Atatürk gibi birde
şahsen temsil ettiği müstesna kıymetler sahibi ise çevresinde ister istemez
toplanmış kalabalığın yarattığı duvar aşılmaz oluyor! OLAYLARIN İÇ YÜZÜ
SİSLENİYOR. BU ETRAFIN ARZULADIGI TERCİH ETTİĞİ YÖNDE DIŞARIYA AKTARILIYOR. VE
ÇOK HAZİN AMA GERÇEK, TARİH’EDE BÖYLE BİR YAPI İÇİNDE İNTİKAL EDİYOR.(Kutay,6–7)
Evet, tarihimizi yazanlar ve kaleme alanlar
aşağıda okuyacaklarınız sizlerin vicdanlarınıza yazılmaktadır.
Bu kitapta konular özellikle bölümlere
ayrılarak, bölüm sonlarına da o konulara ilişkin bilgi ve belgeleri eklemek
suretiyle her bir konunun kendi içinde tartışılması yoluna gidilmiştir. Çünkü
her bir bölüm kendi içinde değişik konular içermektedir. Ağırlıklı olarak tıp
konuları ele alınırken, bu bilgilerin içeriği direk tıp dünyasının dikkatini
buraya çekmektir. Çünkü çalışmayı yaptığımız sırada gördük ki bu konuda
Farmakologlarımızın ve tıp bilimiyle uğraşanların bahsi geçen konulardan
uzaklaştığına bizzat şahitlik yaptık. Bu sebepten ötürüde tıp dünyasının kendi
içinde kullandığı kavramlara fazla dokunmamaya dikkat ettik. Sonuçta biz bir
araştırmacı olarak uzun yıllar bu eğitimi alan insanların bilgisinin üstünde
bir bilgiye sahip olmamız düşünülemez. Bunlara ilave olarak da siyasi ve
politik olayların da tartışılması bizi böyle bir fikre sevk etmiştir.
Atatürk’ün müşavir
hekimleri arasında ismi geçen Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker’in kitapta
(konuda) ismi geçmediğinden dolayı biyografisi alınmamıştır.
Dr. İ. Refik
Saydam ise, Atatürk’ün müdavi ve müşavir hekimler arasında yer almamasına
karşın uzun yıllar hastalıklarıyla direk mücadele etmiş bir doktordur. Bu
yazıya, İ. Refik Saydam’ın da biyografisini alma gereği duyulmuştur.
Ayrıca, 2.
Bölümde ele alınan salygran (civalı diüretik)’in konuların uzmanlarının
dikkatine yönelik olarak hazırlamaya çalışılmıştır.
Bununla birlikte gündeme getirilen tedavi yöntemleri ve
kullanılan ilaçların mahiyeti, orijinal metinler kullanmak suretiyle ortaya
çıkartılan yanlışlıkların giderilmesi ve Atatürk’ümüzün, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ne yakışır bir şekilde “Fenni Rapor”unun tekrar gözden geçirilmesi
yoluna gidilmesi gereğini ortaya koymaya çalışılmıştır.
Ortaya konulan
bilgi ve belgelerin tekrar tartışılması ve bu yöntemlerin sonuçlarının açıkça toplumumuza
anlatılması gereği belki de bu kitabın temel konusunu oluşturmaktadır.
Yapılmaya
çalışılan ve bu kitabın temelini oluşturan, konulardan birisi de,
Atatürk’ümüzün bilinmeyen ve neredeyse unutturulmaya çalışılan bir yanlışlığı
düzeltmek ve Atatürk hakkında bilinmeyenleri ortaya koymak suretiyle bu büyük
şahsiyetin, milletine ve devletine olan sevgi ve bağlılığının ne kadar büyük
bedeller karşılığında ödendiğini göstermeye çalışmaktadır. Bununla birlikte
bölüm sonunda Atatürk’ün hayatında önemli bir yer teşkil eden fakat sürekli
olarak unutturulmaya çalışılan manevi oğlu Abdürrahim Tuncak’ın ilk kez
yayınlayan belgelerle birlikte bir kitap halinde sunulmaya çalışılmıştır. Fakat
bu yeterli değildir. Yine ek 2’de Atatürk’ümüzün emekliliğine ilişkin bilgiler
ilk defa bu kitapta yer alarak değerli araştırmacıların dikkatine sunulmuştur.
Atatürk’ün sağlık
hayatının bir özeti yapılmaya çalışılmış olan bu eserde işlenmemiş ve unutulmuş
konular olmakla birlikte eksiklerimiz de bulunması mümkündür. Bu sebepten ötürü
Yüce Türk milletinin o büyük hoşgörüsüne sığındığımı da belirtmek isterim.
Kitabın
hazırlanmasında bizlere yardımlarını esirgemeyen ve görüşlerini bildirmek
suretiyle fikir sahibi olmamızı sağlayan; Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji
ve Klinik Farmakolojisi Ana Bilim Dalı ve Farmakoloji Derneği Başkanı Prof. Dr.
Mehmet Melli ve bölüm arkadaşlarına, Refik Saydam Hıfzıssıhha Eski Başkanı Doç.
Dr. Turan Aslan ve Kimyager Mustafa Hacıömeroğlu’na, Atatürk’ün tedavisinde
kullanılan ilaçların belgelerini bize vermekle bizi onura eden tarihi İstanbul
Eczanesi’nin sahibi sayın Ecz. Ömer Faruk Erdem’e ve Atatürk hakkında derin
bilgilere sahip olan, Ahmet Palazoğlu’na, bu çalışma esnasında tıp konusundaki
bilgilerini esirgemeyerek bana maddi ve manevi olarak destek veren, Atatürk’ün
alkole bağlı sirozdan ölmediğini gerçek hastalık nedeninin sıtma olduğunu,
Prof. Dr. Sait Kapıcıoğlu, Dr. Şakir Coşkuner ile birlikte ilk defa Türk
milletine duyuran Sayın, Emekli Dz. Tbp. Alb. Op. Dr. Aytekin Ertuğrul’a yardım
destekleri için teşekkür ederken, burada ismini yazamadığım ve her biri kendi
dallarında uzman olan insanlara teşekkürü bir borç bildiğimi, önce milletim
(Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Halkı) adına sonra da kendi adıma minnet ve
şükranlarımı bildirmeyi bir borç bilmekteyim.
Ogün
DELİ
Gazeteci
– Yazar
ÖNSÖZ
Atatürk
hakkında yayınlanan eserler 2004 yılında
“Agoni, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi yazılamayan tarih” kitabından
sonra Atatürk hakkında yazılan eserler yeni bir aşama kaydetmiştir.
Bu tarihe kadar gelen kitapların arasında bir
kaçını çıkarttığımızda görecegiz ki birbirini kopyalayarak aynı bilgilerin
tekrar edildiğine şahitlik ederiz.
Birbirin tekrarı
olan bu kitapların içinde anlatılan bilgilerin ise öncelikle Kronolojik
hataların başında birçok eksik ve yanlış bilgiyi barındırdığı ortada
durmaktadır.
Konu ile samimi
yazı yazanların sürekli dile getirdiği bu durum her nedense Devletin sorumlu
kurumları tarafından incelemeye alınarak gerekli değişiklikler yapılarak, doğruları
öncelikle okullarda okutulan kitaplarda başlamak üzere kaydedilmemiş yıllarca
yapılan yanlış bilgilerin artık kemikleşerek neredeyse doğru kabul edilmesi
noktasına gelmiştir.
Biz konuya her ne
kadar iyi niyetli yaklaşıyor olsak da gördüğümüz şu olmuştur . Bu işlerin
arkasında kendisini gizleyen bir güç odağının mevcudiyetidir.
Türk Kamuoyu tabii
ki bu yanlış ve eksik bilgiler içerisinde Ulu Önder Atatürk’ü tanımakta ve
anlamakta eksiklikleri bilgi haznesinde toplamış ve zamanla bu yanlışlıklar
doğru olarak beyninde kaydedilmiştir.
Bu yanlış ve eksik
bilgileri kendine avantaj kabul eden Türk ve Cumhuriyet Düşmanları bunu fırsat
bilerek çeşitli zaman dilimlerinde Atatürk hakkında yurt içi ve dışında saldırı
içeren propagandalara yönelmiş, kendi küçük akıllarınca Cumhuriyeti Atatürk üzerinden yıkmayı hedeflemişlerdir.
Bunun yanında
Atatürk’ün ölümü üzerine vefatından hemen sonra başlayan fakat gündeme
getirilerek yüksek sesle konuşulmayan öldürülmüş olduğu fikri her zaman
mevcuttu ve üstü kapalı olarak tedavisinin içerisinde bir ihmal olduğu yazılanların
içinde dile getirilmişti.
“Agoni” ve “Atatürk
nasıl öldürüldü?” Kitaplarından hemen
sonra görsel ve yazılı basın yanında sosyal medya da konunun sürekli işlenmesi
sonucu yukarıda bahsettiğimiz gibi Atatürk hakkında gizlenen bir çok bilgi dile
getirilmeye başlanmış ve daha düne kadar kendisini “Atatürkçü” gösteren bir
sınıfın elinden Atatürk alınarak gerçek sahibi olan halkının bağrında emin
olarak yerini bulmuştur.
Atatürk ile ilgili
kurumları neredeyse teslim alan bir kaç yazarın eserlerinin yerini artık bu
halkın evlatlarının yazdığı eserler zorlayarak almaya başlamış, Atatürk’ü
anlamak ve tanımak aşkında olan Yüce
Türk Milleti Atatürk’ü bugün o karanlıklar dehlizlerinden çok uzak net bir
şekilde tanımaya başlamıştır.
Bu kitabın yazarı,
artık konuyla alakalı önemli belgelerin yer aldığı ve Atatürk’ün öldürülmesiyle
alakalı yazılan eserlere yeni ilham kaynağı olaçak bilgileri okuyucusuyla
paylaşmanın verdiği huzuru yaşamaktadır.
Bu yolculuğumda
beni hiç yalnız bırakmayan ve desteklerini üzerimden hiç esirgemeyen insanlar
var. Bunların başında sevgili ailem, Dr. Aytekin Ertuğrul başta olmak üzere
destek veren tüm dostlarıma teşekkür etmeyi borç biliyorum. Edirne/Keşan 2016
OGÜN DELİ
ORPARS
GİRİŞ
Atatürk’ün “Siyasi Suikast Sonucu
Öldürüldüğü” ne ilişkin yazılan “Agoni/Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi-
Yazılamayan Tarih” isimli kitabımızın yayınlanmasının üzerinden gecen on iki
yıl sonra Türk ve Dünya Kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmesi ve bu
kitapla birlikte konunun devamı sayılaçak olan “Atatürk Nasıl Öldürüldü?”
kitabımız birçok yayının ilham kaynağı olmuştur.
Yazılı ve sözlü basının dışında sosyal
medya üzerinde hala tartışmaların sürdüğünü görmek aslında konunun öneminden
çok, Yüce Türk Milleti’nin Ulu Önder Atatürk’e vermiş olduğu önemin en açık
delilidir.
Ortaya koyduğumuz
bilgi ve belgelerin ışığında kitap yazan yada / veya yazmaya gayret gösteren
insanların sayısı azımsanmayacak noktalara ulaşmıştır.
Bu eserleri
ortaya koyan yazar için son derece mutluluk vericidir. Fakat yazılan bu
eserlerin ve yapılan açıklamaların (zaman zaman) olayın gerçek mecrasından çıkarıldığı,
sulandırılmaya çalışıldığı ve sadece bu kitapların üzerinden maddi menfatler sağlanmak
istendiği maalesef görülmüştür.
Yüce Türk Milleti
zaten bu yapılanların farkında olarak bu tip olayların içine girenlere gerekli
cevabı vermiştir.
Yine Akademik
kariyerleri olan bazı yazarların konuya olan dikkatli açıklamaların arkasında
bizi tedirgin eden ya da düşündüren bazı sonuçlarında ortaya çıkmasına sebep ,
vesile olmuştur.
Bunlara bilinen ve
kamuoyunda yer alan birkaç örnegi vermek istiyorum. Dr. Eren
Akçiçek’in,“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” isimli eserinde[1]Atatürk’ün
hastalıkları ve tedavileri yönünde birçok bilgiyi aktarmıştır.
Okuyucunun alıp inceleyecegi bilimsel
bir kitaptır. Fakat Dr. Eren Akçiçek bu eserinde 3 Ağustos 1938 konsültasyon raporundan hiç bahsetmemektedir.
Aklımıza ilk gelen bu noktanın önemi yapılan konsültasyonun önemi aşağıda
bahsedecegimiz maddeleri bakımından Atatürk’ün sağlıgı bakımından bize son
derece önemli verileri sunmaktadır.
Bilimsel tavrını
sorgulamaya aldığımız bu eserin yazım tarihi 2005 yılıdır. Yani Agoni kitabının
yayımından sonra baskıya girmiş ve kitaba cevap verme niteliğinde
bulunmaktadır.
Yine Atatürk
konusunda yapmış olduğu çalışmalarla takdir ettiğimiz ve kendisini
desteklediğimiz Sayın Ali Güler’in “Sonsuza Yolculuk[2]”
adlı eserinde,Atatürk’ün hastalığı ve ölümüne ilişkin bilgiler verdikten sonra
Atatürk’ün öldürülmesi konusuna gönderme yaparak “Konuyla ilgili olarak en kapsamlı
ve en ciddi araştırmayı yapan ve
bizim de eserinden geniş ölçüde faydalandığımız Eren Akçiçek ise bu görüşlere katılmamakta,
farklı görüşleri değerlendirmekte ve “Türk
doktorlarının 10 Kasım 1938 ölüm
raporunda belirttikleri teşhis doğru bir teşhistir[3]”
demekte ve devamında “Gazeteci – yazar
Ogün Deli de bu tartışmalara katılarak, (Aslında bu tartışmayı
başlatan demeliydi) Atatürk’ün hastalığına konulan teşhisin
yanlış olduğunu belirtmekte ve Atatürk’ün
naşına otopsi yapılmamasını eleştirmektedir. Ogün Deli aynı zamanda Atatürk’ün tedavisinde kullanılan
bazı civalı ilaçlarla Atatürk’ün zaman içinde ‘Bazıları mason olan
doktorları tarafından
öldürüldüğünü’ iddia etmektedir.” diyerek “Agoni” ve daha sonra
genişletirilmiş baskısı ile “Atatürk nasıl öldürüldü?2” kitaplarımı kaynak
göstermektedir.
Bu cümlede önemli
gördüğüm diğer bir eser ise Sayın Erol Mütercimler’in “Fikrimizin Rehberi Gazi
Mustafa Kemal” kitabıdır[4].
Mütercimler bahsi gecen kitabının giriş bölümü 19 sayfasında şunları
demektedir; “Atatürk’ün hastalığı süresince tedavisini yapan doktorların
bazılarının anıları yayınlanmış
, Cerrah Mim Kemal (Yazar “Öke”
soyadını kullanmamıştır.) ise
bu konuda hiç konuşmamıştır.
Mustafa Kemal ‘in hastalığının normal seyri sonucu ölmeyip öldürüldüğüne dair
tezi işleyen bazı kitaplar yayınlanmıştır. Spekülasyona açık bu iddialar, bu kitabın ilgi alanı dışındadır.
Bazı yazarların dayanagı, Doktor Mim Kemal’in
33. Derece mason olarak başında
bulunduğu Türkiye Mason localarının Atatürk tarafından kapattırılması nedeniyle öldürülmüş olduğudur. Daha ciddi çalışmalar ise ilaçların birleşimlerinden yola çıkarak ölmeyip öldürüldüğünü kanıtlama yolunu seçmişlerdir. Bunların
dışında kalarak , Atatürk’e teşhisin geç konulduğu ve hastalığını sagaltmak için yaralanılan
ilaçların , o günün tıp
teknolojisine göre yetersiz kaldığını söylemek daha gerçekci olacaktır.
Bugünün tıp otoriteleri , Atatürk’ün hastalığının aslında kanser olduğunu
fakat o gün için bu teşhisin konulamayacagını ancak
civalı ilaçların
kullanılmasının da aslında bunun
kanıtı olduğunu ifade etmektedirler.” Demektedir.
Öncelikle
Sayın Mütercimlerin, “Bahsettiği Tıp
otoriteleri kimdir?” Sorusuna bir açıklık getirme zorunluluğu vardır.
Burada konuya bir
adım da olsa farklılık getiren açıklaması Atatürk’ün kanser olduğu yönündeki
açıklaması ve bunu kim ve kimi tıp otoritelerinin isimlerini vermeden söylüyor
olması bize ilginç gelmiş bulunmaktadır.
Ayrıca hacimli
olan kitabının içerisinde tarihi belgelerin tahrip edilmiş oldukları halde
yayınlanıyor olması bizi Mütercimleri eleştirmeye götüren başka bir sebep
olmuştur[5].
Yukarıda ismini
geçirdiğimiz Üç yazarımız ülkemiz için oldukça önemli fikir ve düşünce
adamlarıdır.
Doktor Eren
Akçiçek, Asker Erol Mütercimler ve hem Akademisyen ve hemde asker olan , ayrıca
da Anıtkabir Komutanlığı yapmış Ali Güler’in kısaca bahsettiğimiz notlardan ve
basın yoluyla yaptıkları açıklamalardan anlamaktayız ki Atatürk’ün zehirlenerek
öldürüldüğü konusunu manuple etmektedirler.
Üzülerek söylemek
zorunda kaldıgımız bu cümlemize neden ve sebep oluşturan açıklamaları bol bol
basın yayın organları ve sosyal medya arşivlerinde yerini almış durumdadır.
Biz bu kitabı
yazarken ve konu üzerinde açıklamalar yaparken bu fikrimizi herkesin kabul
edeceginden çok, karşı koyacak olanların ortaya koyacakları delil ve verilerin
konunun aydınlanması için önemli bir sebep saydık. Maalesef bu konuda da
yanıldık.
İlerleyen
bölümlerde yine bu konunun nasıl seyrinin değiştirilmeye çalışıldığını
belgeleriyle sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim.
Tekrar bu kısa
aradan sonra konumuza dönecek olursak; Acı haberi Türk milletiyle birlikte
dünyaya duyuran ise Türkiye Radyo spikerlerinden olan Baki Süha Edipoğlu
olmuştur. Radyonun normal yayın akışını keserek acı haberi duyuran Edipoğlu şu
cümleleri sarf etmekteydi;
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin resmi
tebliğidir. Müdavi ve Müşavir tabiplerin neşredilen son raporu Atatürk’ün
dünyaya gözlerini kapadığını bildirmektedir.” Diyordu.
Fakat
Atatürk’ün tedavisinde bulunmuş olan doktorlardan birisi olan Fransız Doktor
Fissinger’in anılarını yayınladığı eserinde “
Fransız doktorun iddiası, siroz olan hastalığa geç teşhis konulmuş olduğudur.
Hem de on bir yıl a kadar uzanan çok geç bir teşhistir.” demekteydi[6].
Fransız
doktorunun anılarının yayınlanması üzerine dönemin İçişleri Bakanı olan Şükrü
Kaya şu değerlendirmeyi yapmakta; “İkinci
gelişinden sonra bana daima yoluyla bu kanaatini açıklamış, fakat ben, böyle
olsa da ihtimalin ortaya atılmasının reel hiçbir faydası olmayacağını düşünerek
üzerine gitmemiş, hatta böylesine tezin aktüelleşmesinin hastanın olduğu kadar,
tabiplerin morali üzerinde de menfi tesir yapabileceğini hatırlamakla iktifa etmiştim. Fakat kendisi Ata’nın vefatından
sonra hatıralarını neşredince, bu hassasiyetinin, benzer bir iddianın meslek şöhreti
üzerinde de menfi tesiri düşünerek bu açıklamayı yapmak ihtiyacını duyduğumu
tahmin ettim.[7]” O günlere ait günlük olayları “1930–1950
Hatıra notları” adlı kitabında derleyen, Artvin Milletvekili Asım Us anılarında[8];
“Fransız Mütehassısı Doktor Fissenger,
Atatürk’ü muayene ettiği zaman hastalığının on sene evvel başladığını söylemiş
bu o kadar zaman içinde nasıl olup da fark edilememiş diye sormuş. Hâlbuki
Dr.Neş’et Ömer her muayenesinde; ‘
Paşam… Kalbiniz ve ciğerleriniz yirmi beş yaşında bir gencin kalbi ve ciğeri
gibi sağlam…”dermiş.
Atatürk’ün Afet
İnan’a 14 Haziran 1938 tarihli yazdığı mektubunda ise ; “Afet, Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış
görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.” Demekteydi.
Bunlarla birlikte
Atatürk, “Bu çevresinde olup bitenlerden habersiz ve tedbirsiz miydi?” gibi bir
soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk her şeyden haberdar ve tetikte
bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.
“Atatürk, maiyetindekilere fazla güven
gösterir gibi olmasına rağmen her zaman tetikte ve uyanık kalmasını bilmiştir.
Ankara ve İstanbul içindeki gezilerinde olsun, yurt içi gezilerinde olsun kendini
korumak için alınan tedbirlere güvenmeyip, her zaman dikkatli davranmıştır.” Bir gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum; “Ben kendimi kendim korurum.
İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar varsa, ilgili
kişiler benim korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bunlar onların görevidir.
Bu işlere hiç karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da karşı gelmem. Fakat
kendi koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler
olup bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini, günlerini gerektikçe kendim
değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbir şey kaçmaz…Atatürk’ün gezilerinde
arkasında her zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını eksik
etmediği ve üzerine almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım.[9]”
Diyor. Bu kadar şüphe ve gri tonaj içerisinde bilgilere erişmek ve doğruları
tam olarak yansıtmak güçlüğü içinde bugün hala kıvranıp durmaktayız.
Cumhuriyetimizin
kuruluşundan günümüze kadar süren devreye şahitlik yapmış olan Cemal Kutay,
tarihimiz hakkında şunları diyor; “Gerçekler
bir bakıma yadırgandığı ölçüde değer ifade ediyor… Mustafa Kemal Atatürk gibi
birde şahsen temsil ettiği müstesna kıymetler sahibi ise çevresinde ister
istemez toplanmış kalabalığın yarattığı duvar aşılmaz oluyor! Olayların İç Yüzü sisleniyor. Bu etrafın arzuladığı
Tercih ettiği yönde dışarıya aktarılıyor. Ve çok hazin ama gerçek , tarih’ede böyle bir yapı içinde intikal ediyor[10].
Demekteydi.
Atatürk için
söylenecek bir kaç noktadan biride ilerleyen bölümlerde görülecegi ve sık sık
karşılaşacağımız gibi hastalığını fazla umursamamasıdır.
Bu konuda Güler
kitabında şunları not etmektedir[11];
“Atatürk evhamlı bir adam değildir,
doktor muayenesini sevmez, doktor tavsiyesini pek dinlemez, ilaçlarla arası hoş
değildir” cümlesinin devamında ise, “rahatsızlıkları
kısa ve geçicidir” demektedir.
Fakat görecegimiz
gibi aslında Atatürk doktorlarının tavsiyelerine aslında harfiyen uygulamış,
kendisinden gizlenen hastalığını aslında ögrenip tedavi yolları konusunda bile
araştırmalarda bulunmuştur. Ve rahatsızlıkları kısa ve geçici değildir. Çünkü
Sıtma ve Böbrek rahatsızlıkları onu hiç yalnız bırakmamış hayatının tüm
safhasında karşısına çıkmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM/TEŞHİS VE TEDAVİ
Herhangi bir
hastalığın canlı organizmada ortaya çıkmasıyla, bozulan dengesini tekrar eski
yerine getirmek için, tedaviye ilk önce
konunun uzmanı olan doktorlar tarafından gerekli tetkik ve incelemeler sonrası,
o konuda eğitim almış doktorlar tarafından hastalığın adı konulur (teşhis) ve
tedavi için gerekli önlemler alınır.
İşte bu sebepten
dolayı öncelikle Atatürk’ün tedavisinde
bulunmuş doktorların kimler olduğunun iyi bilinmesi gereklidir.
Aşağıda Atatürk’ün
tedavisinde sorumlu olarak gösterilen doktorlar olarak gösterilen ve sıklıkla
adı gecen doktorların kısa biyoğrafileri yer
almıştır.
Döneminin en tanınmış ve tıp bilimi
konusunda da otorite sayılaçak bu insanların yanında hemşire olarak görev yapan
yardımcıları hakkında maalesef tam bir bilgi sahibi değiliz. Bu konuda da
araştırma yapılacak olunursa farklı bilgilerin ortaya çıkacagı kesindir.
Bu bilgilere
parelel olarak kayıtlara henüz geçirilmemiş bir çok doktorun da mevcudiyeti
kesindir. Bu konuda araştırma yapanların artık bu kitabı kopyalamak yerişne bu
bilgilere yönelerek araştırması büyük resmin tanımlanmasında son derece katkıda
bulunaçaklardır.
1.1- ATATÜRK’ÜN
TEDAVİSİNDE SORUMLU BULUNAN DOKTORLAR
Atatürk’ün son günlerinde tedavisinde
sorumlu olan doktorlar müdavi ve müşavir olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Her
biri yaşadıkları dönemlerde çok iyi bilinmekle birlikte (Çünkü dönemin siyasi
ve hareketli yıllarında gerek bağlı oldukları kulupler, gerekse yeni fikirlerin
önderleri olmaları sebebiyle tanınmaktaydılar) günümüze geldikçe sadece tıp
dünyasının içerisinde tanınan insanlardır. Bu yüzden günümüz kamuoyunda fazla bilinmemektedir. Ama bu Atatürk’ün tedavisinde
bulunan toplam doktorların sayısı bu kadarla da sınırlı değildir.
Resmi kayıtlara
geçmeyen doktorlarda ilave edildiğinde tedavi için gelip gidenlerin sayısı
oldukça dikkat çekicidir. Atatürk’ün hastalığı ve vefatının önemi kadar bu
doktorların da tanınması önemlidir. Çünkü tedavisinde sorumlu oldukları Mustafa
Kamal Atatürk’tür. Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı”
adlı eserinde doktorları hakkında şu bilgiler verilmektedir;
“Atatürk’ü
ömrü boyunca daha evvel sözünü ettiğimiz, değişik hekimler muayene ve
tedavi etmişlerdir. Gene evvelce belirttiğimiz gibi 1923–1938 senelerinde, Ord.
Prof. Neş’et Ömer İrdelp yıllar boyu kendisine müdavi hekim olarak hizmet
etmiştir.
Son hastalığının teşhisinden (klinik
tanısından) sonra da bir süre Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, kendi ifadesine
göre Atatürk’ün emri ile, Prof. İrdelp’e yardımcı olmuştur.
Ne
var ki, hastalık hızlı bir gidişle tehlikeli ve son devreye girince her ikisi
de sorumluluğu başka meslektaşlarıyla paylaşmak istemişlerdir. Esasen durumu
gören devrin başvekili Sayın Celal Bayar ve hükümet de bu lüzumu duymuş
olacaklar ki Almanya’dan, Fransa’dan, Avusturya’dan değişik tıp otoriterlerini
getirmişlerdir. Hatta Prof. Dr. Fissinger isimli bir Fransız hekimi tam üç
kere çağrılmıştır. Bu arada Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. General
Süreyya Hidayet Serter, Op. Dr. Mim Kemal Öke, Ord. Prof. Dr. Hayrullah Diker,
Dr. Abrevaye Marmaralı ve Dr. Mehmet Kamil Berk
gibi devrin tıp otoriteleri de müşavir hekim olarak atanmıştır…” demektedir.
Bahsi geçen Doktorlar ise şunlardır;
1.1.a-MÜDAVİ DOKTORLAR
Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp (1882–1948)

Babası
Alaylı subaylardan Kıdemli Yüzbaşı Ömer Feyzi Beydir. Ailesinin tek çocuğudur.
Girit’te doğmuştur. 1902’de Mülki Tıbbiyeden birincilikle mezun olan Neşet Ömer
Bey mecburi hizmetini Eskişehir’in Sivrihisar Kazasında yaptıktan sonra Paris’e
giderek Vaguez gibi ünlü bir dâhiliyecinin yanında ihtisas yapmıştır.
1910’da İstanbul’a dönünce Tıp Fakültesi
I. Dâhiliye Kliniği’ne, Müderris Dr. Fevzi Paşa’nın yanına, şef olarak girmiştir.1913
yılında Fevzi Paşa’nın emekliye yarılmasıyla klinik müderris Dr. Akil Muhtar
Bey’in emrinde, bir tedavi kliniği olduğundan 1914’de Dr. Neşet Ömer Bey Emrazı
Dâhiliye ve Dâhiliye Poliklinik Müderris muavinliğine verilmiştir.
O sene Birinci Dünya Harbi çıktığından
1915’te Müderris Muavini Dr. Neşet Ömer Bey evvela Kızılay Suveyt Heyet-i İmdadiyesi’ne,
sonra da ordu emrine verilmiştir. Yedek Tabip Binbaşı rütbesiyle Suriye’de IV.
Orduda Ordu Sağlık Başkanlığı yapmıştır.
1921’de tekrar fakülteye dönen Dr. Neşet
Ömer Bey, ertesi yıl Emrazı Dâhiliye ve Dâhiliye Polikliniği Müderrisliğine
atanmıştır.
1925’te Fakülte kısa bir süre için
İstanbul’a taşındığından Cerrahpaşa’da açılan II. Dâhiliye Seririyatı’nın
başına gene Neşet Ömer Bey getirilmiştir.
Bu klinik 1933 üniversite reformundan
sonra I. Dâhiliye ismini almıştır. Bu üniversitenin de ilk rektörüdür. 3
Haziran 1948’de bir kalp akses ile aniden ölünceye kadar kliniğin başında
kalmış, eser vermiş ve uzman yetiştirmiştir.
Prof. Dr. Nihad Reşad
Belger (1881–1961)

İstanbul’da
doğmuştur. Babası Şurayı Devlet Temyiz Dairesi’nin reisi Mehmet Reşat Beydir.
1900/1316’da genç bir yüzbaşı olarak Gülhane’de staja başladıktan sonra
1902–1903 yıllarında Hindistan’da Bombay, Parel’de Pasteur’ün talebelerinden
olan Haffkinayla birlikte bir buçuk sene kadar veba üzerine çalışmış buradan da
Beyrut’a tayin edilmiştir.
Ülkeye döndüğünde
daha vapurdan inerken Sultan Abdülhamit’in (Evrak-ı Muzırra Eshabıdır) diye
tutuklattığında bir fırsatını bularak, Beyrut Avusturya Konsolosu ile temasa
geçerek bir Avusturya vapuruna sığınmak fırsatını bularak Kıbrıs yolu ile
Fransaya kaçmıştır.
1904’de Paris Tıp Fakültesi talebesi olarak
eğitimine devam etmiştir. Bu dönemde Jön Türklerle sıkı bir işbirliği yapmış
olarak gördüğümüz Belger, 10 yılı aşan eğitimini 1916’da Paris Tıp Fakültesi’nden
diploma alarak tamamlamayı
başarmıştır.
1921–1922
yıllarında Paris ve Londra’da Milli
Hükümete sözcülük ve mümessillik etmiştir.Zaferden bir müddet sonra Mısır’da
serbest hekim olarak çalışmış, 1930–1936 yılları arasında Fransa’ya geçerek
Plombieres kaplıcalarının müşavir hekimi olarak çalışmıştır.
Bu arada Sorbon
Üniversitesi’nde büyük bir törenle kendisine Fahri Doktorluk unvanı
verilmiştir.
1936’da tekrar
vatana döndükten sonra Modern Yalova Kaplıcalarının kurucu müdürlüğünü
yapmıştır.
Bu esnada 1938’de
Atatürk’ün hastalığına ilk teşhisi koyan odur.
1938’de İstanbul
Tıp Fakültesi’nde, Hidro-Klimatoloji Profesörü olarak görev yapmıştır.
Burada 1950’ye
kadar devam etmiş bu dönemde İstanbul Milletvekili olarak siyasete atılmıştır.
Demokrat Partinin ilk kabinesinde Sağlık Bakanı olarak yer almışsa da dört ay
gibi kısa bir zaman sonra koltuğuna veda etmiştir.
İtalyan
Hastanesi’ndeki mesleki çalışmalarına çekilen Prof. Dr. N. R. Belger 27 Mayıs
İnkılâbından sonra da bir kere daha siyaset yolunda, Temsilciler Meclisi üyesi
olarak, 29.09.1961’de vefat edene kadar bu görevde bulunmuştur.
1.1.b-MÜŞAVİR
DOKTORLARI
Prof. Dr. Akil Muhtar
Özden (1877–1949)

Bir bilim yuvasının çocuğudur. Babası Harbiye
ve tıbbiye İdadilerinde edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda Mekteb-i Tıbbiye-i
Şahane (Askeri Tıbbiye) Başkâtibi olan Mehmet Muhtar Efendi’dir.“Hakiki
Vatansever mesleğinde en yüksek olmaya çalışandır” diyen bu kıymetli adamın üç
oğlu Celal, Akil, Kemal muhtar Özden’dir.
Üçü de dünya çapında isimlerini
duyurabilen bilim adamları olmuşlardır.
Akil
Muhtar Bey, İlköğrenimini Üsküdan Fıstıklı Okulu’nda, orta öğrenimini ise
Üsküdar Paşa Kapısı Askeri Rüştiyesi’yle, Kuleli’deki Tıbbiye İdadisi’nde
yaptıktan sonra, 1895’te diğer kardeşleri gibi, o da Askeri Tıbbiyenin yüksek
kısmına girmiştir.
1902 yılında Cenevre Tıp Fakültesi’nden
diploma almış. Cenevre Tıp Fakültesi’nde iç hastalıkları hocası Prof. Dr. Louis
Bard’ın uyarılarıyla bir süre de Paris Pasteur Enstitüsü’nda teorik ve pratik
olarak çalışmıştır.
1903’te İsviçre’ye
dönerek Prof. Bard’ın kliniğine asistan olarak girmiş ve ihtisas tezini
hazırlamıştır.
1904’te aynı
fakültenin Poliklinik ve Tedavi hocası Prof. Albert mayor’un yanında önce
poliklinik, sonra da Farmakodinami asistanı olmuştur. Böylece Cenevre Tıp
Fakültesi’nin Farmakodinami Privat eylemsiz Doçenti titrini almıştır ki bir
Avrupa üniversitesinde akademik titr ve görev alan ilk Türk hekimidir.
Cenevre’de
1907’den itibaren Pratik Tedavi ve Materia Madikal derslerini vermeye başlayan
Dr. Akil Muhtar Özden’in bu akademik hayatı 1944’e kadar tam 37 yıl sürmüştür.
1946 yılında CHP’den İstanbul Milletvekili
olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmiştir. Tıp bayramı arifesinde 12.03.1949’da
hayat gözlerini yummuştur. Babasının sözünü bir başka şekilde tekrarlayan ve
“Vicdanı karşısında sorumluluktan kurtulabilmek için hekim, daima bilgisini
artırmaya ve dikkatini güçlendirmeye çalışmalıdır” diyerek sorumluluk duygusunu
ortaya koymuştur.
Küçüklü büyüklü
264 adet eser veren akil Muhtar Türk kodeksi gibi değerli bir eseri bilim hayatına
sokmuş bir insandır.
Prof. Dr. Süreyya
Hidayet Sertel (1885–1945)

İstanbul’da
doğmuştur. Tophane Muhasebecisi Ahmet Hidayet Beyin oğludur. İlk ve orta
tahsilini Beşiktaş Askeri Rüştiyesinde, Liseyi de Kuleli Askeri İdadisinde
tamamladıktan sonra 1321 (1905) senesinde Yüzbaşı rütbesiyle askeri Tıbbiyeden
diploma almıştır.
Bir sene Gülhane
Hastanesinde staj yaptıktan sonra Asistan ve Başasistan sıfatıyla biyokimya ve
iç hastalıkları ihtisasını yapmıştır.
Gülhane’den
ayrıldıktan sonra Midilli Gümrük Kimyagerliğine gönderilmiş.
1910’da Kuleli
Hastanesi kimyageri olmuştur. Bir müddet sonra da Gülhane’ye hoca tayin
edilmiştir. Hatta Gülhane’nin Başhekimliğinde bulunmuştur.
1938’de I. ordu
Sıhhiye Mütehassıslığına atanmış bir sene sonra da Tuğgeneral olmuştur.
1941’de Genel Kurmay
Başkanlığı Sıhhiye Müfettişliğine tayin edilmiş ve Tümgeneralliğe
yükselmiştir.Gen. Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter 1943 yılına kadar orduda
vazife görmüş bu tarihte yaş haddi sebebiyle emekliye ayrılmıştır.
1944’te Alman
Hastanesi Direktörlüğü’ne tayin edilmiş ise de bir sene sonra hayata gözlerini
ebediyen yummuştur.
Prof. Dr. Mim Kemal
Öke (1884–1955)
Resim girecek
İstanbul’da
doğmuştur. Babası Ali Efendi Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ndeki Pratik Cerrah
okulundan mezunsa da sonra ticaretle uğraşmıştır.
Mim Kemal,
ilköğrenimini Samsun’da orta öğrenimini de İstanbul’da Topbaşı Askeri Rüştiyesi
ile Kuleli’deki Tıbbiye İdadisi’nde yaptıktan sonra, Tıbbiye-i Şahane (Askeri
Tıp Okulu) ye girerek 1910’da yüzbaşı rütbesiyle hekim çıkmıştır.
Gülhane’de Cerrahi
ve Röntgen ihtisası yapmıştır. Trablus Harbi’nden I. Dünya Savaşı sonuna kadar
çeşitli asker hastanelerinde ve ordu sıhhiye teşkilatında çalıştıktan sonra
1918’de kısa bir süre Gülhane’ye Wieting Paşanın ayrılması ile boşalan Hariciye
Kliniği Şefliğine muallim titri ile atanmıştır.
Ancak kısa bir
süre sonra Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya geçmiştir. Önce Ankara Cebeci
Hastanesi Operatörü, sonra da cephede görev veren Kızılay Ağır Yaralı Hastanesi
Başhekim ve Operatörü olarak çalışmıştır.
Zaferden sonra tekrar Gülhane’deki görevine
dönen Opr. Dr. M. Kemal Öke, 1941’de Albay rütbesiyle emekli olduktan sonra
1946’da İstanbul Mebusluğuna seçilmiş, burada 1950’ye kadar görev yapmıştır. 1
Şubat 1955’te ölmüştür.
Prof. Dr. S. Abravaya
Marmaralı (1879–1953)

İzmir’de
doğmuştur. İlk ve orta tahsilini İzmir İdadisi’nde yapmıştır. 1902 yılında
girdiği Tıbbiye-i Mülkiye’den (Sivil Tıbbiye) 1313/1897)’de mezun
olmuştur.
Tikveş ve
Dedeağaç Belediye tabipliklerinde bulunan Dr. S. Abravaya, 1907’de görevinden
istifa ederek Paris’e tahsilini tamamlamaya gitmiştir.
Dönüşünde Tıp
Fakültesi Umumi (Genel Patoloji) asistanlığına seçilmiş ve 1 Mart 1909’da
Darülfünun Tıp Fakültesi Dâhiliye Seririyatı Muallim Muavinliğine (Doçentliğe),
1910 yılında da Dâhiliye Şefliğine tayin edilmiştir. Bir müddet Maltepe Askeri
Hastanesi’nde Tabip Yüzbaşı olarak da çalışan Dr. Abravaya, 1932’de Tıp
Fakültesi Muavinliğine getirilmiş ve bu görevde üç yıl kalmıştır. Dr. Abravaya,
II. Meşrutiyetten evvel Sağlık Bakanlığı görevini yapan Meclis-i Umur-ı
Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye azalıklarında da bulunmuştur. Türk Tıp
Encümeni, Türk Tıp Cemiyeti’nin de ikinci başkanlığı görevinde de bulunmuştur.
Ayrıca Fransız Gastro-Enterologie Cemiyeti’nin üyesiydi. Cumhuriyetten sonra
politikaya atılan Dr. S. Abravaya 1935–1943 senelerinde Niğde Mebusluğu
yapmıştır.
Dr. Mehmet Kamil Berk
(1878–1958)

Dr. Kamil Berk,
Cerrahpaşa ve Şişli Etfal Hastanesi Başhekimliklerinde ve Türk Kodeksine büyük
katkılar sağlanmıştır.
Ecz. Nizamettin
Talip ile 1928 yılında Taksim semtinde, Billurcu sk. No: 32’de “Nizamettin
Talip Müstahzaratı Laboratuarında, Dr. Kamil Berk tarafından formülleri verilen
ilaçların üretimi yapılmıştır. Bu ilaçlar; Astmin, Eleminol, Hypotansin, Pulmor,
Siniroc, Tusil’dir.
Yine, 1928
yılında Ecz. H. İ. Göknar ile Dr. Mehmet Kamil Berk ortaklık kurarak, “Yerli
Müstahzarlar Laboratuarı” adı altında Ankara Cd. Reşit Efendi Han No: 12’de bu
laboratuarı faaliyete geçirmişlerdir.
Bu laboratuarda
başlangıçta Dr. M. Kamil Berk, Dr. Neş’et Ömer İrdelp ve Samuel Abravaya
(Marmaralı) gibi hekimlerin verdiği tertipler müstahzar ilaç olarak hazırlanıp
ticarete çıkarılmıştır.
Bu ilaç ruhsatları
bu hekimler ile H. İ. Göknar üretimlidir. Laboratuar, 1945 yılında, koyun
bağırsağından, yerli “katgüt” (catgut) hazırlayarak Cerrahi alanına sunmayı
başarmış nadir laboratuarlardandır.
Dr. Mehmet Kamil
Berk tarafından formüle edilmiş ve bu laboratuarca ortak üretilmiş ilaçlar
listesi ise şöyledir; Bizmomognezi-Eliminol-Fitoferrol-Hekzalitin-Hemaseptin-Kloropepsin-Kola
Granule-Laksol-Norisin-Purinol-Radyobarik-Sitrol-Tiribsom-Yeni Tuz- Bunların
arasında 28.11.1928 tarihinde üretim ve satış ruhsatı alınan “Purinol” (idrar
söktürücü ve antiseptik) zamanla halk düzeyine inerek büyük önem kazanmıştır.
Dr. İbrahim Refik
Saydam

Dr. İbrahim Refik
Saydam, 8 Eylül 1881 günü İstanbul’da Fatih’te, Hacı Hasan Mahallesi, Çırçır
Caddesi 11 numaralı evde doğdu. Babası; Çankırı’nın Çerkeş Kazası, Karacaviran
bucağının Dola Köyünden Uzunömeroğlu Abdurrahman Ağanın oğlu Hacı Ahmet
Efendidir.
Hacı Ahmet Efendi, İstanbul’da Balkapanı’nda
yağ ticareti yapardı. Annesi; Hayriye tüccarlarından Divrikli Osman Efendi ile
yine Hayriye tüccarlarından Kemahlı Hacı İbrahim Efendi’nin neslinden Fatma
Nefise Hanım’dır. Ailenin, İbrahim Refik’den beş yaş büyük Hakkı isminde bir
oğulları ile birde kızları vardı. Kardeşleri Dr. Refik Saydam’ın ölümünden
yaklaşık iki yıl önce 1940 yılında vefat etmişlerdir.
Mahalle
mektebini bitiren Dr. Refik Saydam, 1892 yılında Fatih Askeri Rüştiyesi’ne
girdi. Buradan, 1896’da Çengelköy Askeri Tıbbiye İdadisi’ne geçti ve 22 Ekim
1905’de, 1225 numaralı diploma ile Hekim Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu.
Mezuniyet sonrası klinik çalışmasını tamamlamak üzere Gülhane Hastanesi’nde
görevlendirildi.
29 Temmuz
1907’de, 3. Ordu emrine atanmasına rağmen bir yıl daha Gülhane’de kalarak
Histoloji ve Embriyoloji şubesinde çalıştı.
15 Nisan 1908’de
Manastır’da bulunan 3. Ordu Merkez Hastanesi’ne atanan Dr. R. Saydam, 29
Haziran 1908’de geçici olarak 3. Ordu 16. Redif Alayı 3. Keskin Taburunda
görevlendirildi ve taburun terhis edilmesi üzerine 2 Ağustos 1908’de Manastır
Hastanesi’ndeki görevine döndü.
23 Mayıs 1909’da Maltepe Askeri Hastanesi’ne
ve buradan da 6 Nisan 1910’da Genel Levazımat Dairesi Askeri Fes Fabrikası
hekimliğine atandı. Bu sırada, Almanya ve Fransa’ya gönderilecek stajyerler
için açılan imtihanı kazandı.
Harbiye Nazırı
Mahmut Şevket Paşa’nın emri üzerine, 11 hekim, 3 eczacı ve kimyager ile 3
veteriner subaydan meydana gelen bir grupla, 4 Ağustos 1910’da Almanya’ya
gönderildi. Almanya’da önce Brandenburg 6. zırhlı Süvari Alayı’nda staj yaptı.
Alman Ordusu’nun manevralarına, Alman Sahra Sıhhiye Subayı gibi katıldı ve
tekrar Berlin’e dönerek ünlü Scharite Kliniği’nde yüksek geliştirme eğitimi
gördü.
Balkan Harbinin
başlaması üzerine 26 Eylül 1912’de Berlin’den İstanbul’a döndü. Antalya Redif
Fırkası 2. Seyyar Hastanesi’nde görev alarak, 18. Kolordu ile cepheye hareket
etti. Çatalca hattına çekilen askeri birlikler arasında görülen, başta kolera
olmak üzere, diğer bulaşıcı ve salgın hastalıkların mücadelesine fiilen katıldı
ve Hadımköy İstasyon Dağıtım Hekimliğinde bulundu.
30 Eylül
1913’te Ordu Seyyar Hasta Nakliye Birliği Başhekimi oldu ve 9 Kasım 1913’te bu
birliği kaldırılmasıyla, 11 Kasım 1913’te Askeri Nakliye İnceleme Komisyonunda
geçici olarak görevlendirildi.
6 Ocak 1914’te de
Harbiye Nezareti Sağlık Dairesi Başkanlığı’na
vekâleten atandı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, seferberliğin ilanı üzerine
20 Temmuz 1914’te Sahra Sıhhiye Genel Müfettişliği Yardımcılığına atanarak
mütareke sonuna kadar bu görevde kaldı.
1915 yılında Binbaşılığa terfi etti. 29 Mart
1916’da Berlin’de toplanacak cerrahi kongresine katılmak ve harp cephelerindeki
sağlık teşkilatını görmek üzere, bir sağlık heyeti ile birlikte Almanya’ya
gitti. Bir ara, Başkumandan Enver
Paşa’nın emri ile İstanbul’da kurulan Yedek Subay Muayene Heyetinde görev aldı.
Aynı yıl Aralık ayı içinde Galiçya’daki Türk Kolordusu’nun sağlık teşkilatını
denetledi.
Birinci Dünya
Savaşının Sevr Antlaşması ile son bulması üzerine 28 Nisan 1919’da İzmit Askeri
Kumaş Fabrikası Hekimliğine ve oradan 5 Mayıs 1919’da geçici olarak 9. Ordu
Kıta Sıhhiye Müfettişliği Yardımcılığına atandı.
16 Mayıs 1919 akşamı İstanbul’dan Samsun’a
hareket eden Bandırma Vapurunda, 9. Ordu Sağlık Başkanı olarak Albay Dr.
İbrahim Tali (Öngören) Bey de vardı. 19 Mayıs 1919 Salı günü sabah 06.00’da
Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Paşa ile ülkenin kurtuluşu için girişilecek
mücadeleye ilk adım atanlar arasında Dr. Refik Saydam da bulunuyordu.
Ordu Müfettişliği
Karargâhı ile birlikte Samsun’dan itibaren Havza, Amasya, Sivas ve Erzurum’a
gitti. Milli Mücadele için düzenlenen Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldı.
Bu arada,
Samsun’da böbrek sancıları başlayan, ateşlenen ve sıtmaya da yakalanan Mustafa
Kemal Paşa’nın tedavisinde yardımcı oldu. Mustafa Kemal Paşanın askerlikten istifası ve
Ordu Müfettişliğinin kaldırılması üzerine 10 Eylül 1919’da Erzurum Hastanesi
Bulaşıcı Hastalıklar Servisi Şefliğine atandı.
27 Aralık 1919’da da Mustafa Kemal Paşa ile
birlikte Ankara’ya geldi. Ülkenin o buhranlı günlerinde yine Mustafa Kemal
Paşa’nın yanında idi.
23 Nisan 1920’de
kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Doğu Beyazıt Mebusu olarak, siyasi
hayata başlayan Dr. Refik Saydam, 11 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti’nin Milli Savunma Bakanlığına Sağlık Dairesi Başkanı olarak atandı. 8
Eylül 1920’de de Millet Vekili olması sebebiyle, Büyük Millet Meclisi’ne kabul
edilen bir kanun gereği bu görevinden istifa etti. 1 Mart 1921’de Yarbaylığa
terfi ettikten sonra 10 Mart 1921’de TBMM Hükümetinde Sıhhat İçtimâ-î Muavenet
Vekili (S. ve S.Y. Bakanı) oldu. 28 Şubat 1926’da, İstanbul Millet Vekili ve
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı iken, isteği üzerine askeri görevinden emekli
oldu.
Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti ve Cumhuriyet Hükümeti zamanında çeşitli tarihlerde,
beş defa Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na getirildi. Son olarak, 4 Mart
1925’te İsmet Paşa Hükümeti’nde Sağlık Bakanlığı’na getirilen Dr. Saydam, 26
Ekim 1937’ye kadar, aralıksız olarak 12 yıl 7 ay süren bu Bakanlığı sırasında,
bugünkü Sağlık Bakanlığı Teşkilâtını kurdu. Koruyucu sağlık hizmetleriyle
ilgili çok önemli kanunları çıkardı.
Hekim, hemşire, ebe ve sağlık memuru
yetiştirmek amacıyla gerekli okulların açılmasını sağladı.
1934 yılında
Soyadı Kanununun kabul edilmesi üzerine Atatürk tarafından kendisine,
yaşantısına ve karakterine uygun “Saydam” soyadı verildi. Kendisi ile
bütünleşmiş, burundan sımalı pince nez denilen gözlük kullanılmaktaydı. 1937
yılı Ekim ayı sonlarında, Hükümet değişikliği sebebiyle kabinede görev almadı.
Rahatsızdı. Tedavi amacıyla Viyana’ya gitti.
10 Kasım 1938’de
Atatürk’ün ölümü üzerine yeniden kurulan, Celâl Bayar Kabinesinde İçişleri
Bakanı olan Dr. Refik Saydam, 25 Ocak 1939’da Celâl Bayar’ın Başbakanlıktan
istifade etmesi üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Başbakan olarak
atandı.
Dr. Refik Saydam,
hiç evlenmedi. Kardeşlerine karşı büyük sevgi ve bağlılığı vardı. 1940 yılında
büyük kardeşi eski İçel Millet Vekili Hakkı Saydam’ın ve arkasından da kız
kardeşinin ölümüne çok üzülmüştü. 1942 yılı Haziran ayı sonunda hafif bir anjin
dö guatrin nöbeti geçirdi. Başbakan Dr. Refik Saydam, müdahale edilemeden 8
Temmuz 1942 gününün ilk saati içinde 00.40’da tekrar gelen bir kriz sonucu
vefat etmiştir.
Burada bahsedilen
“MÜDAVİ” ve “MÜŞAVİR” kelimelerinden kast edilen; MÜDAVİ HEKİM; Hastayı, her hangi önemli bir kişiyi
devamlı olarak tedavi eden ve sağlık durumunu kontrol eden kişi.
MÜŞAVİR HEKİM; Gereğinde müdavi hekimin danıştığı
değerli bir hekim olarak anlaşılmalıdır.
Bunun dışında Sağlık Bakanlığı dışında
Başbakanlık’da yapmış olan Dr. Refik Saydam (1881–1942) da bu doktorların
listesinde bilinmesi gerekenler içinde yer almaktadır. Yine bunların dışında
tarih kitaplarına geçen yada geçmemiş olan doktorların zaman zaman Atatürk’ün
tedavisinde bulunduklarını da izlemekteyiz.
Bunları kısaca
özetleyecek olursak; Prof. Dr. Behçet Sabit Bey (Erduran), Dr. Adnan Bey (A.
Adnan Adıvar), IX. Ordu Sağlık Başkanı
Dr. Alb. İbrahim Tali Bey, Dr. Arif İsmet Bey, Op. Dr. Murat (Cankat), Dr. Ziya
Naki Yaltırım, Ankara Numune Hastanesi K.B.B. uzmanı Prof. Dr. Meyer
(1890–1954) 13 Kasım 1924’te Prof. Dr.
Neşet Ömer Beyi Ankara’ya çağırmıştır.
Muayene ve
laboratuar araştırmaları sonunda Neş’et Ömer Bey bu kalp krizini önemsememiş,
yorgunluğa bağlamış ve istirahat tavsiye etmiştir. Fakat hükümet durumdan
kesinlikle emin olmak için Avrupa’dan iki uzman çağırmıştır. Onlarda aynı
teşhise varmışlar. (kimler oldukları konusunda bir fikrimiz yok) 22–23 Mayıs 1927 gecesi Cumhurbaşkanı yine
şiddetli bir göğüs ağrısıyla uyanmış, ter bulantı olmuş ve bu akse birkaç gün
ara ile iki kere daha tekrarlamıştı.
Yine
İstanbul’dan, Dr. Neşet Ömer Bey çağrılmakla birlikte sağlık Bakanı Dr. Refik
Saydam’ın teklifi ve Cumhurbaşkanının müsaadesi ile Almanya’dan iki uzman
çağrılmasına karar verildi. Berlin Büyükelçimiz vasıtası ile Berlin Tıp
Fakültesi II. Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Friedrich Kraus (1858–1936)
ile Münih Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Ernest Von Remberg
(1865–1933) getirildiler.
Bu iki uzmanlarla
birlikte Dr. Neşet Ömer ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Müsteşarı Dr.
Asım Bey (Arar), Gazi’ye ilk konsültasyonu yaptılar.
Yine bunlara ilave
olarak, Diş Dr. Sami Günzberg, Ziya Cemal Büyükaksoy, Prf.Dr.Alfred Kantrowicz,
Lemi Berger’i sayarak bu listeyi uzatabiliriz[12].
1.2-ATATÜRK’ÜN HASTALIK KRONOLOJİSİ
Her insan gibi
Atatürk de doğumundan ölümüne kadar çeşitli hastalıklar geçirmiştir. Atatürk’ün
hastalıkları çok yakındaki insanların ve tedavisinden sorumlu doktorların
anlattıklarından anlaşılmaktadır.
Bu konuda Asım
Arar’ın hatıralarında; çocukluk hastalıkları dışında sadece geçici bir süre
sıtma hastalığı geçirdiği, 20 yaşlarında ise o çağların yaygın bir hastalığı
olan Blennoragie (Bel soğukluğu) geçirdiği anlatılmaktadır.
Bu hastalık
sonraları Mustafa Kemal’in Cebeci Hastanesi hekimlerinin tedavileri ve her gün
yaptıkları idrar kontrolleri bir sonuç vermemiştir.
O günlerin genç
bir ürologu ve daha sonra da ünlü bir Prof. Olan Doç. Dr. Behçet Sabit Bey
(Erduran) 1923 yılında İstanbul’dan, Ankara’ya çağrılarak bir yıl süreyle
Atatürk’ü tedavi etmiştir.
Gazi’nin idrar
yolundaki bu müzmin hastalık yeniden tekrarlayınca, Tıp Fakültesi eski
hocalarından TBMM İstanbul eski Mebusu ve İstanbul’da Ankara hükümetinin
temsilcisi olan Dr. Adnan Bey (A. Adnan Adıvar), Kızılay’da müderris Dr. Besim
Ömer Paşa’ya haber yollayarak Dr. Behçet Sabit Bey’i Ankara’ya istetmiştir.
Bunun üzerine Başvekil de İstanbul’a bir otomobil yollayarak doktorun Ankara’ya
gelmesine yardım etmiştir…
Bir yılın sonunda
Doktor Atatürk’ten izin isteyerek tekrar İstanbul’a dönmüş ve Tıp Fakültesi’nde
bir üroloji kliniği kurmuştur. Anafartalar savaşının sonlarında 1916 yılında M.
Kemal’in ateşi yükselmiş, akciğer iltihabı ile yatağa düşmüştür. 1918 sonlarında
Yıldırım Orduları Komutanı iken yine böbrek ağrıları başlamış ve hekimlerin
tavsiyesi ile Viyana Karlsbad Kaplıcalarına tedaviye gitmiştir. 1919 yılında
Şişli’deki evinde bir sürede kulağından rahatsızlanmıştır. Bandırma Vapuruyla
seyahat ederken yanında bulunan, IX. Ordu Sağlık Başkanı Dr. Alb. İbrahim Tali
Bey’le yardımcısı Tbp. Bnb. Dr. Refik (Saydam) Bey, onun sağlığıyla yakından
ilgilidirler.
M. Kemal Atatürk, Samsun’a ayak basar
basmaz yeniden başlayan böbrek ağrılarını dindirmek için Havza’ya
giderek 25 Mayıs 12 Haziran günlerini kaplıcalarda geçirmiştir.
Bu arada Mustafa
Kemal Paşa’nın Samsun’da bir kere daha sıtmaya yakalandığını, Tertiana tipi
bir Malarya atlattığını hatta,
ertesi yıl Dr. Arif İsmet Bey tarafından Ankara’da Cebeci Hastanesi’nde yapılan
bir muayenede Atatürk’ün kanında plazmodi bulunduğu bildirilmiştir. Ancak bu
hastalık böbrekleri gibi sık sık tekrarlayıp onu fazla rahatsız etmemiştir.
Balkan ve Dünya
savaşları sırasında Osmanlı
nüfusunun dörtte üçü sıtmalıdır .
Ve hastalara
kinin dağıtımı dışında bir önlem alınmamıştır...Türk Ordusunun
sağlık birimleri tarafından yapılan bütün gözlemler, savaş alanlarında sıtmanın hayli yaygın olduğunu göstermiştir.
İstiklal
Savaşı sürerken Türk Ordusunda sıtma oranı yüzde kırktır . Savaşın
bitişiyle Hicaz, Irak ve öteki sıcak bölgelerden memleketlerine dönen
askerle özellikle malaria tropica’nın
yurt içinde daha fazla ...Sıtmanın
endemik olduğu yörelerde
enfeksiyonun yayılması dalak büyüklüğü ile ölçülmektedir.
Dalağı büyük olanların
oranı yüzde 10’dan aşağı ise , bölgede malarya hafif
endemiktetir, yüzde 10-25 yüksek
, yüzde 25-50 yüksek, yüzde 50’den yukarı hiperendemi olarak adlandırılmaktadır.
Anadolu’da
sıtma o kadar yaygındır ki Mustafa Kemal Paşa
sık sık ateşlendiği için askeri
doktoru Refik (Saydam) hiç yanından
ayrılmamıştır .
M. Kemal,
Sivas’tan hareketle 27 Aralık’da Ankara’ya ulaşmış Ziraat Mektebinde Tbp. Bnb.
Refik Bey yanında iken bir gece yeniden tutan böbrek sancıları ve yükselen
ateş nedeniyle, Dr. Refik Bey, çaresizlikten ellerini ovuşturmaktan başka
bir şey yapamamıştır.
II. İnönü Savaşı
sonrası 1921 Nisan’ında Atatürk’ün sol yanağında büyük bir çıban çıkmıştır.
1921 yılında bir
ata binme olayında geçirdiği kaza sonucu acilen Sakarya’dan, Ankara’ya
getirilmiştir.
Bu kazadan
dolayı 3 kaburgası kırılmıştı.
Ankara Cebeci Hastanesinde Op. Dr. M. Kemal Öke ve Op. Dr. Murat
(Cankat) Beyler müdahale etmiş. Bir süre istirahattan sonra M. Kemal
Atatürk o haliyle tekrar cepheye gitmiştir.
1923 yılında ise
ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirmiş. Bu olaylardan haberdar olan hükümet
13 Kasım 1924’te Prof. Dr. Neşet Ömer Beyi Ankara’ya çağırmıştır. Muayene ve
laboratuar araştırmaları sonunda Neş’et Ömer Bey bu kalp krizini önemsememiş,
yorgunluğa bağlamış ve istirahat tavsiye etmiştir. Fakat hükümet durumdan
kesinlikle emin olmak için Avrupa’dan iki uzman çağırmıştır.(?) Onlarda
aynı teşhise varmışlar. Cumhurbaşkanı’nın istirahat, yiyecek ve içeceğe dikkat
etmesini önermişlerdir.
Bu konuda Ord.
Prof. Dr. Neşet Ömer Bey (İrdelp), 2.2.1340/15 Şubat 1924’te yazdığı raporda
Kılıç Ali Bey’in: “Son günleri sayfa 7” de şöyle veriliyor;
“Reisicumhur Hazretlerinin nahiye-i
kasabiyede (göğüs kemiği arkasında) hissettikleri elemin (ağrının) mahiyetinin
tayin ve tedavisi için 13 Teşrinisani (Kasım) 1923’te Ankara’ya davet edildim.
Reisi Cumhur Hazretlerinin nahiye-i kasbiyedeki elemin fartı tevaggulden (aşırı
yorgunluktan) mütevellit (ileri gelen) bir elem-i asabi olduğu ve ne kalpte ve
ne de rielerde (akciğerlerde) bir arıza olmayıp bu azanın tamamen salim,
tazyik-i şiryanı (kan basıncı) nın dahi normal olduğunu gördüm. Reisicumhur
Hazretlerinin fart-ı meşguliyetten mütevellit ta’b-ı dimağı ve cismanilerinin
(beden ve beyin yorgunluklarının) izahasi (giderilmesi) için bir müddet Akdeniz
sahilinde istirahat buyurmalarını (dinlenmelerini) tavsiye ettim. (Atatürk’ün
istirahati için “Akdeniz” diye nitelendirilen yer aslında bugün “Ege Denizi”dir), kanaatimi teyit (görüşlerimi güçlendirmek)
için hükümetçe vaki talep (istek) ve davet üzerine Reisicumhur Hazretlerinin
ahval-i sıhhiyelerini (Sağlık durumlarını) 28 Teşrinisani 1339’dan itibaren
Ankara ve İzmir’de istirahatları esnasında yakından tetkik ve takip ettim.
Müşahadat (gözlerim) ve tetkiklerim zât-ı riyasatpenahi’nin bir Hünnak – Sadır
(göğüs, anjini, angine de poitrine) nöbeti geçirmemiş oldukları hakkındaki ilk
kanaatimi teyit etmiştir. Elyevm (bugün Reisicumhur Hazretlerinin tamamen ve
kat’iyyen afiyette (sağlıklı) bulunduklarını mübeyyin (bildiren) raporun takdim kılındı” denilmektedir.
22–23 Mayıs 1927
gecesi Cumhurbaşkanı yine şiddetli bir göğüs ağrısıyla uyanmış, ter, bulantı
olmuş ve bu akse birkaç gün ara ile iki kere daha tekrarlamıştı. Yine
İstanbul’dan, Dr. Neşet Ömer Bey çağrılmakla birlikte Sağlık Bakanı Dr. Refik
Saydam’ın teklifi ve Cumhurbaşkanının müsaadesi ile Almanya’dan iki uzman
çağrılmasına karar verildi.
Berlin
Büyükelçimiz vasıtası ile Berlin Tıp Fakültesi II. Dahiliye Kliniği Direktörü
Prof. Dr. Friedrich Kraus (1858–1936) ile Münih Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği
Direktörü Prof. Dr. Ernest Von Remberg (1865–1933) getirildiler. Bu iki uzmanlarla
birlikte Dr. Neşet Ömer ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Müsteşarı Dr.
Asım Bey (Arar), Gazi’ye ilk konsültasyonu yaptılar.
Bu Gazi’ye
yapılan ilk konsültasyona göre; “Hasta
takriben iki hafta evvel, merkezi kalp nahiyesinde olan ve sol kola doğru
yayılan şiddetli bir ağrıdan şikâyet etmiştir. Bu ağrı, o zamandan beri
ilkinden hafif olarak, iki defa daha tekerrür eylemiştir. Hasta 46 yaşındadır.
Babası genç yaşında hâd bir hastalıktan, annesi 65 yaşında müzmin bir
Aortite’in sebebi olduğu bir kalp kifayetsizliğinden ölmüşlerdir. Hal-i
sıhhatte bulunan bir hemşiresi vardır. Geçirdiği hastalıklar: Hasta çocukluk
devresinde görülen intani hastalıklar ve malarya (Sıtma) tertiana hariç belli
başlı diğer hâd veya müzmin hastalıklardan hiç birisini geçirmemiştir.
Yirmi yaşından evvel yakalanmış olduğu
Blennoragie sonradan birkaç kere nüksetmiş ve 12 yıl evvel sol taraftan bir
pyelite sebep olmuştur.
Çok sigara içer ve gençliğinden beri
alıştığı alkollü içkileri kullanır. Şu ciheti de kaydetmek lazımdır ki, son
dokuz sene zarfında dimağı ve hatta bedeni çok şiddetli bir sürmenaja maruz
kalmıştır. Bundan üç sene evvel (Kasım 1924) hasta ilk defa olarak göğsünün
arka tarafında (Retrosternal) sol kolunun dirseğine kadar yayılan çok şiddetli
bir ağrı hissetmiştir.
Bu ağrı 20 dakika kadar sürmüş ve sıkıntı
ve terk müterafik bulunmuştur. İki gün sonra, öğle yemeğini takip eden bir
gezinti esnasında, bu kriz yeniden hissedilmiş ise de bu sefer hafif ve az
süreli olmuştur.Bu iki krizi müteakip, iki ay müddetle çok sıkı bir rejime tabi
tutulan ve bütün alkollü içkileri kullanması tamamıyla yasak edilen hastanın
ahvali, az zaman zarfında salâh bulmuş ve süratle normal duruma dönmüştür.
İşte, böylece, ilk nöbetten üç sene yedi ay sonra, 22/23 Mayıs 1927 gecesi,
ağrıyla müterafik olan kriz yeniden kendini göstermiştir. Bu sefer tamamıyla ilk defa ki karakterini
muhafaza etmiş olan ağrıyı duymağa başladığı zaman, hasta yatakta bulunuyordu.
Ağrıyla birlikte gelen kriz, üç sene sonra, bir defa ve dördüncü gün, üç saat
fasıla ile iki defa daha tekerrür etmiştir.
Bu krizlerde ağrılar ilkinden daha hafif, fakat daha sürekliydi.
Hastanın Umumi Ahvali:
Hastanın umumi ahvalinde hiçbir bozukluk
yoktur. Bundan üç buçuk yıl önce hadis olan ilk kriz esnasında tazyik-i şiryani
(Kan basıncı-tansiyon) azami 14, asgari 9 idi. (Vaguez ile) kalbin her 20–40
atışında extrasystol (normal olmayan vuruş) müşahede edilmişti. Son krizler
esnasında ise tazyik-i şiryani azami 14,5 asgari 9 du. (Pachon ile) Aynı
extrasystoller mevcuttu.Kalp harici muayenesinde (auscultation ve percussion)
sonunda tamamıyla normal bulunmuştur. Radioscopigue muayenede kalbin ve Aorte’un
hacmi normaldir. Hazım ve bevil cihazları normaldir.Teneffüs cihazında; bir
seneden beri sol ciğerin kaidesinde bazı hırıltılar duyulmaktadır. Bacaklardaki
refleksler azalmıştır.Wassermann teamülü menfidir.
Tedavi: İlk arızada bir morfin şırıngası
yapılmış ve iki ay müddetle az miktarda iodure verilmiştir. Son defa, yani
şimdiki krizler esnasında, ağrıların her defa ki tekerrüründe birer santigram
morfin şırınga edilmiş ve her türlü meşguliyet, tütün ve alkollü içkiler yasak
edilerek hasta mutlak bir istirahate tabi tutulmuş ve süt ile sebzeden ibaret
bir rejim takip edilmiştir.
Hasta bir aydan beri hiç içki
kullanmamıştır. Bu arada Mayısın 28’nci günü akşamüstü hastada şiddetli bir
titreme baş göstermiş, müteakiben
hararet 40 dereceye kadar yükselmiştir. Birkaç saat sonra mebzul bir ter
boşanmıştır. Ertesi sabah hararet derecesi 37’nin bir üstünde kalmış ise de
aynı gün akşamüstü normal hali
almıştır. Hasta sadece kırıklıktan ve hafif bir başarısından şikâyet etmiştir.
Bu hararet yüksekliğinin ertesi günü yapılan kan (frottie)si menfidir. (yani
sıtma aranmıştır).Hasta tütün mahrumiyet dolayısıyla başında fazla ağırlık
hissetmekte olduğunu söylediğinden 4 Hazirandan itibaren günde 6 sigara ve 3 fincan
kahve içmesine müsaade edilmiştir.” Denilmektedir.
Bütün
incelemelerden sonra profesör ilk teşhisinde ısrar ettiler ve Gazi’nin çok
sigara içmekten dolayı bir göğüs anjini geçirmiş olduğuna karar verdiler;
yapılan tedaviyi uygun buldular. Alkol ve tütünün çok azaltılmasını ve Gazi’nin
kendisini çok fazla yormamasını tavsiye ettiler.
Gerekli
raporların yazılmasının ardından Gazi’ye veda ederek ayrıldılar. 1936 Kasım
ayının ortalarında üşütmesinden sonra, yüksek ateşle seyreden bir Congestion
pulmonaire (Ciğerlerde kan toplanması) geçirdi. Hastalık pnömoni-Zattüre’ye
varmadan bir hafta sonra ayağa kalktı. Dr. A. Arar’ın tedavi ve tavsiyeleri
başarı sağlamıştı. Dr. A. Arar’ın anılarında bahsettiği gibi 1936 sonlarında
Atatürk’ün genel durumunda bir düşkünlük, bir halsizlik başlamışsa da henüz Atatürk’ün
sağlığından ciddi bir şikâyeti yoktu.
Ancak 1937
başlarında görülen ve sık sık tekrarlayan burun kanamaları, karın ve bilakis
bacaklardaki kaşıntılar gibi belirtiler kısa zamanda sonun başlangıcı olarak
ortaya çıkmışlar ve böylece başlayan o amansız hastalık Cirrhose atrophique – karaciğer
atrofik sirozu ölüm nedeni olarak gösterilmiştir.
Burun kanamaları
her ne kadar tehlikeli olmadı ise de sık sık tekrar ettiğinden kendisine
rahatsızlık veriyordu. Bu sebepten ötürü Atatürk’e önce Dr. Ziya Naki Yaltırım
tedavi ediyordu. Yapılan tedavi, buruna tampon konması veya kanayan yeri yakma
gibi arazi şeylerdi.
Sonraları Ankara
Numune Hastanesi K.B.B. uzmanı Prof. Dr. Meyer (1890–1954) de aynı tedaviyi
uygulamıştır.
1938 Şubat’ında
Hariciyede verilen bir davette misafirlerin karşısına geç çıkmasına neden olan
bu kanamalar sonunda Sağlık Müsteşarı Dr. A. Arar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
aracılığıyla Celal Bayar’ı uyarmış yabancı uzmanları çağırmasını önermiştir.
Ancak Atatürk yabancı doktorların gelmesini uygun görmemiş, Türk doktorlar
tarafından konsültasyon yapılmasını uygun görmüştür.
Yine bu dönemde
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapan ve Atatürk’ün konsültasyon
hekimleri içerisinde yerini alan Dr. Asım İsmail Arar anılarında;
“Atatürk’teki öldürücü hastalığın
başlangıcını hemen hemen 1936 senesinin sonlarına kadar götürmek yanlış bir
düşünce addedilemez. Gerçi henüz en dikkatli mütehassısları bile şüphelendirecek
her hangi bir alamet görülmüyordu.
Fakat 1936 sonunda halinde bir başkalık
olduğunu kabul etmemeye imkân yoktu. Daima biraz halsiz ve yorgun, hatta solgun
görülüyordu.
Başlangıçta
görülen bu ufak-tefek delil ve emareleri bir karaciğer kifayetsizliğine
bağlamak kimsenin aklına gelmemiş ve bu suretle sevgili Atatürk kendisini
bekleyen mukadder akıbete doğru sürüklenip gitmiştir”.
Demekteydi.
Dr. Asım İsmail
Arar’ın Dünya Gazetesindeki mülakatında ise; “Bir karaciğer kifayetsizliği olarak kabul edilebilecek olan
kaşıntıların ve burun kanamalarının sık sık tekerrür ettiği vakitlerde büyük
bir ihtimalle bir karaciğer sirozu başlanğıcı karşısında bulunduğumuz şüphesine
kapılmış ve fikrimi o zaman icap edenlere açmış bulunuyorsam da (!) Atatürk’ün
yakınında bulunan salahiyetli kimseler görünüşe nazaran böyle bir ihtimalin
mevcut olmadığını söylemiş olduklarından daha ileriye gidememek zorunda
kalmıştım.” Bu sözlere karşılık olarak da, Atatürk’ün yakınında
bulunanlardan biri olan Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak ;
“Anlaşılır şey değil. Bir kere kendisi de
doktordur. Hem Atatürk’ün yıllarca evvel, hususi ve müdavi doktorları arasına
girmiş bir doktordur.
Üstelik beliren arızaları ve tedavilerini
hükümet namına takip etmekle vazifedar olanlardan biriydi.
Binaenaleyh gerek mesleki ve hususi durumu,
gerek vazife itibariyle o, “Salâhiyetli” dediği kimselerle kat’i bir münakaşaya
girişmesi ve şüphelerini hangi şahıs ve makamlara açmış olduğunu ve Atatürk’ün yakınlarında olup ta bu
şüpheleri varit görmeyen salâhiyet sahibi zatların kimler olduğunu da
açıklamamış, bu hususta sarih olmaktan çekinmiştir.
Yoksa
bunlar, kendi vekilinin dâhil bulunduğu, hükümet adam ve makamları mıdır? Kim
bilir. Eğer öyle ise ki doktorun bulunduğu vaziyet ve vazifeye göre öyle olması
akla daha yakın geliyor. O zamanki hükümet erkânı arasında kendisi gibi
vazifeli ve mesuliyet sahibi bir fen adamının şüphelerinden haberdar olupta, derhal
ve büyük bir ilgi ile üzerine düşmeyecek olan bir kimsenin bulunabileceğine
inanmak, doğrusu bana güç görünüyor.” Demekteydi.
Yukarıdaki sözlerden de anlaşıldığı
üzere Atatürk’ün ölümünden sonra ciddi şekilde, sağlığından sorumlu olan
insanlar arasında sorunlar çıkmıştır.
Doktorlarla ilgili
bölümde görüşeceği gibi her biri kendi dalında uzman olan insanlarda bir panik
havası esmektedir.
Atatürk’ün
vücudundaki kaşıntıları bir karınca ısırması olarak değerlendirenlerden, ilaç
sektörüne uzanan ayakları ile bu olayın ardında ciddi bir parmak olduğu hemen
anlaşılmaktadır.
Dr. Arar’ın
doğrular sözleri, anılarında dile getiren Celal Bayar, Arar’ın “İcap edenlere
açmışsam” dediği olayı anlatmaktadır.
Celal Bayar’ın
“Atatürk’ten Hatıralar – 1995, sayfa 88” de; Arar’ı doğrular sözlerinde; “Hastalığına tekaddüm eden günlerde Balkan
Konferansı toplanmıştı. Verilen kabul resminde o vakit ki Yugoslav Başvekili
Dr. Stoyadinoviç ile konuşuyordum. Şükrü Kaya yanıma yaklaştı yüzü mosmordu.
“Hayrolsun” dedim. Şu cevabı verdi. “Sıhhiye müsteşarı Dr. Asım ile
konuşuyordum. Atatürk’ün sıhhati hakkında çok endişe verecek şeyler söylüyor,
sizde bir konuşun.” Dr. Asım’ı buldum, bana şu sözleri söyledi; “Atatürk’ü
İstasyonda gördüm. Halini hiç beğenmedim, burnundan kan geldiği söyleniyordu.
Ki bunun ciğerden geldiğine ihtimal veriyorum. Eğer öyle ise hal vahimdir” dedi.
Korumalığını
yapan Kılıç Ali; “O
sportmen denilecek kadar cevval olan Atatürk’te son iki sene içinde o zamana
kadar hiç görülmeyen kırıklıklar, baş ağrıları, birtakım halsizlikleri ve yavaş
yavaş da düşkünlükler arız olmaya başlamıştı.” Diyordu.
Yine yakınlarından biri olan Falih
Rıfkı Atay’ın “… 1937 senesinden sonra
sinir dengesinin git gide bozulduğunu görüyorduk. Devamlı boşanma ihtiyacı
içinde olan sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik… yarım saat önce bile
hafızasından silinip gitmiştir…” demekteydi.
Günler geçtikçe
Atatürk’teki bu ani değişimler yakınları tarafından anlatıldığı gibi ciddi bir
hal almaya başlamıştı. Müdavi doktorlarından biri olan Prof. Dr. N. Ömer
İrdelp’in Atatürk’ün ölümünden sonra yaptığı bir açıklamada; “Atatürk’ün hastalığı sene başında ikinci
kanunda (Ocak) deklare oldu. On bir ay sürdü. Bu hastalığın deklare olduktan
sonra müddeti bir, nihayet iki senedir[13]”
denilmektedir.
1.3-SON DOKUZ SAAT
Yatağının ayak
ucunda son saygı duruşlarını yapan muhafız Kıtaları komutanı İ. Hakkı Tekçe ile
Rıza ve Kılıç Ali Beyler de üzüntü içinde idi ve Hasan Rıza Bey’in sesi
duyuldu;
“KILIÇ BAK, KOCA
BİR TARİH GÖÇÜYOR!”
Dr. Kamil Berk
devamla; Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler hepimiz orada idik,
yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım Arar yoktu. Sonradan geldi. Dr. İ. A. Özkaya
son dakikaları, dakika dakika veriyordu.
10 Kasım 1938
Perşembe, Saat 0.05’te sonda ile 140cc’lik idrar boşaltıldı. Saat: 2.00’te
yarım balon oksijen verildi. Saat: 2.45’te 1.cc’lik Huile de Camphree şırınga
edildi. Saat: 3.30’da koltuk altından ateşi 38 derece olarak alındı. Aralıklı
olarak oksijen verilişi sürdürüldü. Saat: 6.25’te solunum yüzeyselleşti ve hırıltı
azaldı. Saat: 7.45’te ateşi 37.7 cc, nabız 124 olarak kaydedildi. Saat: 8.00’de
glikozlu serum verildi. Saat: 8.00’i geçerken Atatürk’ün yüzü daha da soldu.
Sapsarı oldu ve birden gırtlağından “Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı.
Bu sırada oradaki
doktorlardan Kamil Berk gözleri yaşlı ve eli karyolada dayalı olarak diğer
elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su verme çabasındaydı. Prof. Dr.
Süreyya Hidayet Sertel ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri
kontrol etmektedir. Saat: 8.05’te 1 cc Huile Camphree ve 500 cc glikozlu serum
yapıldı. Saat: 8.25’te toplardamar için 1/8 mgr ouabaine şırınga edildi. Saat:
8.30’da 500 cc glikozlu serum tekrarlandı. Saat: 9.00… Nabız 130… soluk alıp
verme 34 Atatürk’ün gözleri kapalı göğsü sık sık inip çıkmakta.
Başta bulunduğu
oda olmak üzere, bütün Dolmabahçe Sarayı derin bir sessizlik içinde Saat: 9.05,
Atatürk birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten
sonra tekrar önceki duruma getirdi. Son Nöbet defterine şöyle yazıldı. “Saat
9.05 vefat etmişlerdir.” İmzalar;
Dr. Akil Muhtar (Özden),
Dr. Neşet Ömer İrdelp,
Dr. N. Reşat Belger,
Dr. H. (Hayrullah) Diker,
Dr. Abravaya Marmaralı,
Dr. Mim Kemal Öke.
Burada ilginç bir
olayda bu imzaların içinde Dr. Kamil Berk’in imzasının olmamasıdır. Nitekim
Atatürk’ün başında bekleyen ve imzaları bulunan bu doktorlardan sadece Berk
imza atmamıştır. Oysa “Dr. Kamil Berk’te,
Gazi Mustafa Kemal (G.M.K.) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı” denilmektedir.
1.4-ATATÜRK’ÜN VEFAT
RAPORUNDAKİ ÇELİŞKİLER
Atatürk’ün vefatının hemen ardından
hazırlanan “bilinen” üç rapordan birisi olan “Fenni Rapor” –Tıbbi Rapor- Müdavi
ve Müşavir hekimler tarafından yazılarak, ertesi gün basında yayınlanmıştır. Bu
konuda bilgi veren Dr. Asım Arar şunları söylemekte;
“Yukarıdaki kattaki bir salonda Sayın Bayar
ile Şükrü Kaya millete hitaben yayınlanacak beyannameyi hazırlarken, biz hekimler
de ölüm sebebini bildiren fenni raporu hazırlamakla meşguldük. Müdavi
tabiplerle görüşerek bir rapor müsveddesi hazırladım ve bütün hekimler
imzaladık. Ertesi gün basında yayınlanan bu beyanname ile rapor aynen
şöyledir.” Demektedir.
1.4.1-ATATÜRK’ÜN
VEFAT RAPORU(Tam Metni)
12: ikinci Teşrin
1938
Reisicumhur Atatürk’ün bu sabah elim
vefatlarıyla neticelenen mümin hastalıklarının ilk arızaları Kanunusani 1937
sonunda Yalova’da müşahede edilmiştir. O zaman kendileri bilhassa etrafı süfliye de fazla olmak üzere bütün
vücutlarında kaşınmadan, hafif ve mükerrer burun kanamalarından ve biraz
yorgunluk hissettiklerinden şikâyet etmektedirler.
Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yapılan muayenede gayr-i tabi
olarak görülen başlıca araz kazıb dililari; üç parmak tecavüz eden bir kebet dehamesinden
ibaret idi. Bu dehama umumi yani nahiyeyi sersufiyeden hypochondre nahiyesinin
sağ ve son hududuna kadar hissedilmekte ve kebet biraz sert olmakla beraber,
sathı emles ve kenarı keskin idi.
Fakat cidari batında kollateral deveran şebekesinden eser müşahede edilmediği
gibi, münhat nahiyelerde matite bulunmamış idi. Tahal kabili ces fakat fazla
büyük değil idi.
Etrafı sufliyede kaşınmadan mütevellit
küçük ve sathi cilt leziyonlarından maada bir gayri tabiliğe tesadüf edilmediği
dikkatle aranılan ödem malleolarie yok idi.
Sıkletleri 75 kg geliyordu. Hulasa, bu
tarihte Reisicumhurda gıdaı hıfzısıhha meselesi ile alakadar olması çok
muhtemel görülen bir kebet dehamesinden başka bir şey görülmemiş idi.
Bilahare, Reisicumhur Yalova tarihi ile ve
otomobil ile Bursa’dan İstanbul’a dönerken soğuk alarak Dolmabahçe Sarayında on
beş gün kadar süren bir rie-ihtikanı geçirmişler idi. Oldukça yüksek bir
hararetle seyr eden Bucongestion kendilerini çok yormuş ve İstanbul’dan,
Ankara’ya avdetleri zamanında bariz bir takatsizlik zayıflama husule getirmiş
idi.
Ankara da 28 Şubat’ta, Dr. Asım Arar, Dr.
Hüsamettin Koral, Prof. Dr. Akil Muhtar Özden ve Prof Dr. Neşet Ömer İrdelp,
Dr. Ziya Naki arasında yapılan Tıbbi istişarede büyük ve biraz sert kebet
büyükçe bir Tahal bulunmuş ve o zaman da ne asit ne de bacaklarda ödem
görünmüştür.
Bir
müddetten beri arasıra zuhur eden küçük burun nezifleride kaydedilerek lazım
gelen tedavi ve rejim tespit olunmuştur. Biraz sonra Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp ve Prof. Dr. Frank ile bir istişare yapılmış ve evvel ki teşhis kabul
edilerek, aynı tedaviye devam edilmiştir.
Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen
Prof. Dr. N. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da bir
tıbbı istişare daha yapılarak büyük bir kebet ve büyükçe bir Tahal bir kere
daha müşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “HEPATİTE
SCLEROCONGESTİVE ETHYLİGUE” olduğu tespit edilmiştir.
Tatbik edilen müdavat sayesinde hastalık
bir derece salah bulmuş gibi görünmüş ise de Hakikati halde marazın seyrinde
ciddi hiçbir tevakkuf husule gelmemiş ve inkişafı devam etmiştir. Ankara’dan
İstanbul’a avdetlerinden hastalığın yeni bir safhaya girdiği ve etrafı
süfliyede ödemler, batında ascide tahassul ettiği Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp
ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından müşahede edilerek ASCİTOGENE BİR CİRRHOSE
teessüs ettiği anlaşılmıştır.
İkinci defa olarak Paris’ten gelen Prof.
N. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger arasında
yapılan istişarede aside ve ödemlere karşı tayin edilen tedavi ve rejimin
devamına karar verilmiştir.
13 Temmuz 1938’de hastalık birden bire
zuhur eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hummavi yeni bir safhaya
girmiş ve otorite itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle
müterafik olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaigue bir manzara
vermiştir.
Bunun üzerine Paris’ten iki defa daha Prof.
N. Fissenger getirildiği gibi, Berlinden Prof. Dr. Von Bergmann, Viyana’dan
Prof. H. Epinger celbedilerek gerek bu iki ecnebi mütehassıslar ile ve gerekse
bunların muvasalatlarından evvel Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya
Hidayet, Dr. Asım Arar, Dr. Abravaya Marmaralı, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Dr. M.
Kamil Berk, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr.
Hayrullah Diker ile mükerrer istişareler yapılmış ve teşhisi maraz ile tedavi
bakımından husule gelen bir ittifakı tam ile icabatı fenniye tatbik olunmuştur.
Yapılan çok itinalı mudavata her türlü
sayı ve gayrete rağmen hastalık asla tevakkuf etmeksizin seyrine devam ederek
tevlit ettiği kaşeksi yavaş yavaş artırmış ve son iki ay zarfında üç defa zuhur
eden ve büyük kebet ademi kifayesine matuf olan vahim arazı asabiye ile
hastalık son derece istidat etmiş ve inzar çok muzlim bir hale gelmiştir.
Bu asabi teşevvüşlerden birisi 16
Teşrinievvele tesadüf eden Pazar günü zuhur edip, 20 Teşrinievvel 1938 Perşembe
sabahına kadar devam ederek açılma ile nihayet bulan bir koma olmuştur. En
nihayet 8 Teşrinisani 1938 Salı günü bir kere daha zuhur eden ve bütün takayyüt
ve ihtimamlara rağmen, terakkisine mani olunamayan ve büyük bir süratle inkişaf
eden ikinci bir büyük koma içinde 10 İkinci Teşrin 1938 Perşembe sabahı (10
Kasım 1938), saat dokuzu beş geçe muazzez ve büyük hasta terk-i hayat etmiştir.
10 İKİNCİ TEŞRİN 1938
İMZALAR;
Prof.Dr. Nihat Reşat Belger
Prof.Dr. Mim Kemal Öke
Prof.Dr.Neşet Ömer İrdelp
Prof:Dr.Süreyya H.Sertel
Dr. M. Kamil Berk
Dr. Abrevaya Marmaralı
Prof.Dr. Hayrullah Diker
Prof.Dr. Akil Muhtar Özden
Dr. Asım Arar[14].
1.4.2-RAPORU ÖZETLEYECEK OLURSAK
a-
Hastalığının ilk teşhisinin 1937 sonunda
Yalova’da konulduğu ve bu teşhisi koyanların Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp ve Prof. Dr. Nihat Reşat Belger olduğu belirtilmiştir.
b-
Hastalığının genel çerçevesi çizilmiştir.
c-
Yalova dönüşü zatürree geçirdiği
belirtilmiştir.
d-
Ankara’da 28 Şubatta Dr. Asım Arar, Dr.
Hüsamettin Koral, Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr.
Ziya Naki arasında yapılan tıbbi istişare…
e-
Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen
Prof. Dr. N. Fiessinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da bir
tıbbi istişare daha yapılarak… hastalığın bir “hepatite selerocongestive
ethyligue olduğu tespit edilmiştir” denilmiştir.
f-
13 Temmuz 1938 de hastalık birden bire zuhur
eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hum mavi yeni bir safhaya girmiş ve
o tarihten itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle müterafik
olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaigue bir manzara
vermiştir.”
g-
3 Ağustos 1938 Konsültasyon raporunun
doktorları ve sonuçları
h-
Komalara giriş tarihi ve büyük hastanın terki
hayatı verilmektedir.
i-
İmzalar içerisinde, Atatürk’ün tedavisinde
sadece hükümete bilgi vermekten sorumlu olan Dr. İ. Asım Arar’ın imzasına
eklenerek rapor tamamlanmıştır.
j-
Atatürk’ün
Yalova’ya gidişi hastalığıyla değil , bir tesadüfle ilgili , kaza yüzünden yolun
kapalı olmasıyla ilgili , kaldı ki
Atatürk’ün hastalığı için Yalova’ya gittiği üstüne hiçbir
kanıt yok.
Asım Us anılarında ‘…Sonra Atatürk tesadüfi olarak Yalova’ya gitmişti!’ diyor. “Mazhar Leventoğlu/Atatürk
Yürür – Otururken,AjansTürk tarih Yayınları Serisi:3,1971 sf,19 “ 20 Ocak 1938’de …Özel tren ,
14.55’te Ankara Garından hareket
ediyordu.
Trende , İnönü, Kaya,Aras,Tahsin Uzer, Bozok,
Ahmet Ediz, Z.N.Yaltırım, İ.M.Mayakon, İ.H.Kavalalı da vardı. Yol kapalıydı.
Gece İnönü İstasyonunda geçirildi. 61 sayılı marşandiz treni 20 Ocak günü , İnönü
ile Bozöyük arasında giderken
vagonlardan birinin dingili kırılmış ve iki vagon yoldan çıkmıştır. Bu yüzden demir
yolunun önemli bir kesimi
bozulmuştu.
Özel tren , saat 15.00’te hattın açılmasıyla kalktı. 22 Ocak’ta 02.30’da
Derinceye varıldı. Akay vapuru saat
03.30’da Yalova’ya doğru yola çıkıyordu.
Termal Oteli’nin açılışı , gelişine denk düşüyordu. Yalova’da 1937 yılı Ekim ayında inşasına başlanan Termal Otel
1938 başında bitmişti. Otel
termal adını almış olan bu müessese 1938 yılı Ocak ayının 22nci günü açılmıştır…21 Ocak sabahı , 09.30 ‘da vardığı termal Otel’de hemen dinlenmeye çekildi. 23
Ocak’ta öğleye doğru kendisi
için yaptırılan özel banyo dairesindeydi. Doktor Nihat Reşat
belger’i çağırttı. Dr. Belger, 1936 Ekiminden beri Yalova kaplıcaları Müdürlüğünü ve Uzman hekimliğini yapmaktaydı”
Mazhar Leventoğlu/Atatürk Yürür – Otururken,AjansTürk tarih Yayınları
Serisi:3,1971 sf,90-91
Bu raporla (ilk
bakışta) dikkat çeken bir şey yoktur. Ama yıllar geçip ortaya çıkan bilgi ve
belgeler arttıkça bu raporun hazırlanıp sunulmasının ortaya çıkartacağı
tartışmalar, tam olarak zamanında düşünülmüş müdür bilinmez ama tam bir
çelişkiler yumağı olduğu kesindir.
Bu
tartışmaların ana merkezini oluşturan, teşhis tedavi ve kullanılan ilaçlar
olarak sıraladığımızda bu rapor, Atatürk’ün bir çok konusunda olduğu gibi
vefatının arkasında da karanlıkta bırakılmış olan birçok konuyu tam
yansıtmadığı, şüpheler içerdiği açık ve alenen maalesef ortaya koymaktadır.
Atatürk’ün “Fenni Raporu” gerçekleri tam olarak yansıtmamaktadır.
1.5-ATATÜRK’ÜN HASTALIĞININ TEŞHİSİ
Tarih
kitaplarımıza Atatürk’ün tedavisinde ilk teşhisi koyan Prof. Dr. Nihat Reşat
Belger olarak geçmiştir. Belger bu konuya ilişkin bir mülakatında şunları
söylemektedir;
“Atatürk geceyi termal oteldeki apartmanında
geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine
girdi ve beni çağırttı… Şikâyetlerini bana bildirdi… Kaşıntıya çare
bulmaklığımı istiyordu… dedim ki; Müsaade buyurursanız, önce zat-ı
devletlilerinizi bir muayene edeyim. Kaşıntıların sebebini tespite çalışayım.
Soyunma yerine koydurtmuş olduğumuz
şezlonga uzandı; ben de muayeneye başladım… Tabii, önce vücudunun en çok
kaşınan yerlerini, yani bacaklarını muayene ettim.
Egzaman, ürtiker, erytheme gibi belirtiler
bulmadım. Yalnız kaşıntının bıraktığı tırnak izlerini gördüm.
Atatürk’ün yaşayış tarzını göz önünde
tuttuğum için bacaklardan sonra karnını ve bilhassa karaciğerini muayeneye koyuldum.
Derhal gördüm ki, Atatürk’ün karaciğeri üç parmak kadar büyümüş ve
sertleşmiştir…
Kalbini dinledikten, tansiyonunu da alarak
muayenemi tamamladıktan sonra kendisine teşekkür ettim. Muayenemin bittiğini söyledim…
Atatürk;
“Doktor, kaşıntının
sebebini buldunuz mu?” diye sordu.
“Evet efendim” dedim.
Bu kaşıntının yemekle bilhassa içmekle ilgili olduğunu arz ettim…
“Buna emin misiniz?”
diye sordu.
“Efendim, kanaatim o
kadar katidir ki, bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur” dedim.
“Karaciğer biraz büyümüş ve biraz
sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu karaciğer rahatsızlığıdır” dedim.
“Sözlerim, o ana
kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir defa bile bahsetmemiş. Atatürk
üzerinde hissettim ki bir sürpriz tesirsi yaptı… Fakat o hiçbir hayret
belirtmeksizin, bu sözlerimi tam bir sükûnetle dinledi[15].
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
Bu
sözlerin ardından, “Sağlık durumunun
neden bozulmakta olduğunun doğrusu doğrusuna anlaşılmasında bu kadar gecikilmiş
bulunulması; Atatürk’ün bu büyük hastalığında karşılaştığı ilk büyük
talihsizlik olmuştur…[16]”
Sözlerine devam
ettikten sonra Atatürk’ün tedavisinde sık sık karşılaşılan bir gerçek de burada
kendini bir kez daha gösterecektir. Bu da hastalığının teyidi için yine bir
doktor getirtilmesidir. Bu konuda pek net bir şekilde söylemese de rahatsızlığı
sözlerinden anlaşılan Belger;
“ … o akşam Termal
Otelde kurulan büyük sofraya davet ettiği misafirler arasında beni de
bulundurmak iltifatını gösterdi.
Davetliler meyanında Atatürk’ün mutad
arkadaşlarından başka, o akşam, Karamürselli Tahir Bey, … Cemal Hüsnü Taray Bey
gibi zevat vardı…
Ben sofraya gelmezden önce Atatürk o zevata
benden, cemilekar sözlerle bahsetmiş; verdiğim tozdan derakap fayda gördüğünü
memnuniyetle bildirmiş…
Ertesi gün, Atatürk’ün arkadaşları bana
hiçbir şey açmadan rahmetli Profesör Neşet Ömer İrdelp’i, Atatürk’ün hususi
tabibi bulunması sıfatıyla Yalova’ya davet etmişler.
Ona, benim muayenemden ve teşhisimden
bahsetmişler. Bir kere de onun Atatürk’ü muayene ederek benim teşhisim hakkındaki
mütalaasını bildirmesini kendisinden istemişler.
Neşet Ömer Bey Termal Otele gelmiş;
Atatürk’ü muayene ettikten sonra kendisine benim noktai nazarım bildirilmiş.
Neşet Ömer merhumda benim fikrimi
tamamıyla kabul ederek teşhisimi doğru ve tedavimi isabetli gördüğünü Atatürk’e
arz etmiş; tavsiyelerime göre hareket buyurmasını muvafık bulmuş…
Neşet Ömer, huzurdan çıktıktan sonra
benimle buluştu. Atatürk’ü muayene ettiğini ve benimle tamamen aynı fikirde
olduğunu bana da söyledi.“Sizin
tedavinize devam etmesini Atatürk’e tavsiye ettim” dedi.Ve “Atatürk’ü
istediğiniz gibi tedavi ettiniz, kardeşim!” dedi. İstanbul’a döndü…
Atatürk, hastalığının her biri dönemlerinde
uzman olan doktorların teşhisteki bu gecikmeyi içine sindiremediği
görülmektedir. 14 Haziran 1938 tarihinde teşhisin konulmasından yaklaşık dört
buçuk ay sonra, Afet İnan’a yazdığı mektupta;
“Afet,
Vaziyetim şudur; bence
doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.
Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususiyetle burundan yapılan atusman üzerine
gelen kusma neticesi, yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a
gelince hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti…” Diyen Atatürk, bu sözleriyle birlikte
doktorlara karşı bir şekilde sitemde bulunmuştur[17].
1.5.1-TEŞHİSTE
YAŞANANLAR VE DOKTORLARIN
ÇATIŞMASI
Yukarıda
anlatıldığı gibi Atatürk ‘ün hastalığına ilişkin birçok teşhis bulunmaktadır.
Vucutta yaşanan kaşıntılara
ilişkin bir teşhisi yine Reşat Belger, Atatürk’ü muayeneye başlarken
kaşıntılardan rahatsız olan Atatürk’ün önce bacaklarına bakarak bir belirti
aramış ve daha sonra “kaşıntının bıraktığı tırnak izlerini gördüm” sözlerinden;
başka bir rahatsızlığı olabileceği yönünde karar almıştır.
Bu arada sürekli
olarak vücudu kaşınan Atatürk’ün Yalova’ya gelmeden önce yaşadığı ve
hastalığının teşhisinde yaşana belki de en acı traji bir olayda ayrıca
ilginçtir.Bu da karıncaların köşkü işgal etmesi olayıdır.
Bu konuda, Dr. İ.
A. Özkaya olayı şöyle anlatıyor;
“… Bu kaşıntılar için çeşitli sebepler ileri
sürülüyordu. Günün birinde tuhaf bir rastlantı oldu. Atatürk etrafında bir
hayli kalabalık ziyaretçi ile birlikte Çankaya’daki köşkünün bahçesinde otururken,
kaşıntı hissederek kolunu kaşımaya başladı.
Hemen bunun ardından da kaşınan kolunu
sıvadığında, derisindeki fiske fiske kabartıları gösterdi. Ziyaretçiler
arasındaki bir doktora dönerek[18];
“Bu nedir doktor? Son zamanlarda sık sık
oram buram böylece kabarıyor.” Dedi.
Doktor eğilerek baktı ve sonra;
“Karınca Efendimiz… Bunlar karınca
ısırmasıdır” diye cevap verdi. “Doktor
bu teşhisi ile Atatürk’ün etrafında bulunanlarıda etkilemişti. Onlar da
kaşıntıyı hissetmeye başladılar…” denilmektedir.
Bu sırada suçlanan
karıncalar arandı ve bir tanesi de bulundu. Atatürk tekrar sordu;
“Ben geceleri
kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar çıkar mı?”
Doktor kendisine “Evet”
cevabını verdi.
Dr. Asım Arar da
anılarında; “1937 Ekim ayında Atatürk, İstanbul
ve Yalova’da iken bir gün, Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Süreyya Anderiman
bana telefon ederek köşkü karınca bastığını, Atatürk’ün kaşıntıdan şikâyetçi
olduğunu ve bir çare bulunulmasını istedir.
Hakikaten Köşkte et yiyen cinsten küçük
kırmızı karıncaların bulunduğu tespit edildi.” Demektedir.
Bunların
üzerine özel bir ekip 7 Şubat 1938’de Çankaya Köşkünde karınca avına
çıkartıldı.
Karıncalarla mücadele
eden ekipte; Dr. Nuri Refet Korur, Yzb. Kimyager Arif Tekman, Üstg. Dr. Behiç
Onul, Üstm. Faruk ve İki Sıhhiye Asb.dan meydana gelmişti.
Bunlara Dz. Bnb.
Refik Kuntol (Amiral Dr. Refik Kuntol) ile Dz. K. Sağlık Dairesi Başkanı Alb.
Mazhar Tan’da katıldı.
Bu ekipte yer
alan Dr. Nuri Refet Korur, yaptığı inceleme sonucu gerçekten köşkün bazı
yerlerinde kırmızı renkte küçük karıncalar gördüğünü söylemiş, ilgili
mütehassıslarda; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve bunların
etle beslendiğini söylemişti.
İşte bu
karıncaların kendisini yediğini söyleyen o bilinmez doktorun (!) sözleri bir
süre sonra Yalova’ya gittiğinde Atatürk’ü çok şaşırtacaktır. Hatırlanacağı gibi
Atatürk,“Doktor kaşıntının sebebini buldunuz mu?” diye sorduğunda, Belger’in
verdiği cevap;
“Efendim kanaatım o kadar katidir ki bu
teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur… Sözlerim, o ana kadar
kendisinde karaciğer rahatsızlığından bir defa bile tekrar bahsedilmemiş.
Atatürk üzerinde, hissettim ki bir sürpriz tesiri yaptı…” denilmektedir.
Teşhis
konusunda dikkat çeken bir diğer olayda, doktorların koydukları teşhise yine
bir başka doktorun ya da doktorların teyit etmesi, bakması gibi bir olayın
sürekli vuku bulmasıdır.
22 Mayıs 1927
yılında Atatürk’ün rahatsızlanması sonucu İstanbul’dan Ankara’ya çağrılan
İrdelp, “Fazla yorgunluktan doğan bir asabiyet hali…” teşhisinden sonra,
hükümet teşhisten emin olabilmek için dışardan hekim getirtmeye karar vermişti.
Bu durum İrdelp’e açıldığında itiraz etmedi ama hafif kırgın, “gelsinler”
diyerek olayı kapattı. Bunun üzerine Prof. Kraus ve Prof. Von Remberg
getirildi. Aynı kırgınlığı Belger de, Atatürk’ün hastalığını teşhis ettikten
sonra, kendisinin haberi olmadan İrdelp’in getirtilmesinde üstü kapalı olarak
da dile getirilmektedir. Bu konuda Belger;
“Ertesi gün, Atatürk’ün arkadaşları bana
hiçbir şey açmadan rahmetli Profesör Neşet Ömer İrdelp’i, Atatürk’ün hususi
tabibi bulunması sıfatıyla Yalova’ya davet etmişler. Ona, benim muayenemden ve
teşhisimden bahsetmişler.
Bir kere de onun, Atatürk’ü muayene ederek
benim teşhisim hakkındaki mütalaasını bildirmesini kendisinden istemişler.
Neşet Ömer Bey Termal Otele gelmiş;
Atatürk’ü muayene ettikten sonra kendisine benim noktai nazarım bildirilmiş.
Neşet Ömer merhum da benim fikrimi tamamıyla kabul ederek, teşhisimi doğru ve
tedavimi isabetli gördüğünü Atatürk’e arz etmiş; tavsiyelerime göre hareket
buyurmasını muvafık bulmuş…” demekteydi.
Bu konuda son
noktayı koyan ve olayı anlamamıza yardımcı olan Bedii Şehsuvaroğlu, eserinde
şöyle demektedir;
“… Ne var ki hastalık
hızlı bir gidişle tehlike ve son devreye girince, her ikisi de sorumluluğu
başka meslektaşlarıyla paylaşmak istemişler.
Esasen durumu gören devrin başvekili Sayın Celal
Bayar ve hükümet de bu lüzumu duymuş olacak ki Almanya’dan, Fransa’dan,
Avusturya’dan değişik tıp otoritelerini getirtmişlerdir.
Hatta Dr. Fissinger isimli bir Fransız
hekim üç kere çağrılmıştır. Bu arada Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr.
General Süreyya Hidayet Serter, Op. Dr. Mim Kemal Öke, Ord. Prof. Hayrullah
Diker, Dr. Abravaya Marmaralı ve Dr. Mehmet Kamil Berk gibi devrin tıp
otoriteleri müşavir hekim olarak atanmıştır” demekteydi.
Teşhiste Atatürk’ün fenni rapora geçen
hastalığı “Hepatite sclerocongestiv ethyligue” denmektedir.
Ya da başka bir
değişle, “Hepatite chronigue
sclerosante Diffuse” olarak da yazılan bu hastalık, alkole bağlı siroz olarak
da tanınmaktadır. Bu da karaciğerin yaygın sertleşmesiyle birlikte olan süregelen
yangısıdır.
Bilimsel
literatüre ilk kez R. Laennec (1781–1826) adındaki bir Fransız hekimi
sokmuştur. Bundan dolayı da bu hastalık için “Laennec sirozu” deyimi de
kullanılmaktadır[19].
Atatürk,
gerçekten alkole bağlı bir sirozdan mı ölmüştür? Bu konudaki en büyük eksiklik
Atatürk’ün otopsisinin yapılmamış olmasıdır. Uzun yıllar müdavi hekim olarak
görev yapan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp,
“Atatürk’ün hastalığı rakıdan mı idi bunu kat-i olarak kestirmek mümkün
değildir” diyordu.
Yine Prof. Dr.
Utkan Kocatürk’ün “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü’nde;
“8 Eylül 1938:
Atatürk’ün sağlık durumu hakkında Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger’in müşterek raporu; - … Bu vakada “Laennec”
tipinde bir Scleroz hepatit söz konusu olamaz. Fakat söz konusu olan “Hanot ve
Gilbert” tipinde bir hipertrofi şeklidir[20]”
Prof. Dr. Fiessinger, söz konusu rapora ayrıca şu notu koymuştur; “Teşhis, Mart ayında formüle edilen
teşhistir: Hepatite sclereuse hypertrophigue, type Hanot et Gilbert.” Denilmekteydi.
Bugüne kadar
bilinmeyen bu rapor, Atatürk’e 7 Eylül 1938’te yapılan karın ponksiyonundan
birgün sonraki muayene bulgularına dayanılarak düzenlenmişti.
Karaciğerin
küçülmeyip, yine Mart ayındaki muayenede belirlenen büyüklüğü koruması ve
üzerinin pürtüksüz oluşu, Prof. Dr. Neşet Ömer (İrdelp) ile Dr. Nihat Reşat
Belger’i de alkole bağlı atrofik siroz tanısından bir ölçüde uzaklaştırıp,
Prof. Dr. Fiessengr’in ileri sürdüğü hipertrofik siroz tanısını kabule
yönelttiği anlaşılıyor.
Tıp dilinde
“laennec tipi skleröz hepatit” alkole bağlı siroz denmektedir; Hanot ve
Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit ise safra yollarındaki kronik tıkanma
sonucu gelişen siroz (Biliyer siroz) anlamını taşır, Prof. Dr. Fiessinger, söz
konusu rapora özel olarak kaydettiği notta;
“Teşhis Mart ayında formüle edilen teşhistir:
Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit” ifadesine yer verdiğine
göre, Mart ayındaki ilk teşhisinde de Atatürk’teki siroz şeklinin alkole
bağlı olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Prof. Dr. Fiessinger’in
gerek Mart ayındaki muayenesinde, gerekse 8 Eylül 1938 tarihli raporda yer alan
bu tanısına rağmen, sürekli ve danışman hekimler tarafından 10 Kasım 1938
tarihinde düzenlenen “Atatürk’ün ölüm raporunda mevcut sirozun alkole bağlı
bulunduğunu ve Prof. Dr. Fiessingerinde bu görüşte olduğunu (!) belirtmek üzere
“… Mart başlarında Paris’ten çağrılan Prof.
Dr. N. Fiessinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara’da da bir
tıbbi danışma daha yapılarak büyük bir karaciğer ve büyükçe bir dalak bir kere
daha müşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “Hepatite
sclerocongestive ethyligue” olduğu tespit edilmiştir.” Cümlesine yer
verilmiştir.
Buna karşın diğer
ilginç bir olay ise, Dr. Reşat Belger’in, Ruşen Eşref Ünaydın’a verdiği
mülakatta;
“… Atatürk’ün hastalığını zat-ı âliniz, Fiessinger daha Türkiye’ye
gelmeden ve Atatürk Bursa’ya gitmezden önce teşhis etmiştiniz. Atatürk
Bursa’dan dönüşünde Dolmabahçe Sarayında Zatürreye tutulmuştu. Zat-ı âliniz onu
burada Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp’le birlikte tedavi etmiştiniz… Şu halde,
Atatürk’ün hastalığı, demek ki Ankara’da yapıldığını okuduğum tıbbi müşavereden
hayli önce meydana çıkmıştı. Öyle ise, bu Ankara’daki tıbbi müşavere hakkında
nokta-i nazarınız nedir?” demektedir. Bu soruya cevap veren Belger ise;
“Ankara’da
bahsettiğiniz gibi bir müşavere-i tıbbiye yapılmamıştır. Bende bazılarının
zannettikleri gibi, her hangi bir tıbbi müşaverede hazır bulunmak için
Ankara’ya davet edilmemişimdir. Zaten bütün müşavereler hastalığın
şiddetlenmesinden sonra, İstanbul’da olmuştur” demektedir.
Bu noktada da
görüldüğü gibi doktorların her konuda olduğu gibi, maalesef bu teşhis konusunda
da birbirlerinden ayrıldıkları izlenmektedir.
Bunlara ek olarak
ta 13.12.1938-555 sayı,cilt;19 tarih ve sayıyla beraber İstanbul Belediyesi
tarafından verilen “Atatürkün ölüm kağıdı” ilk kez burada yayınlanarak
tartışmaya açmak istiyorum.
Bu
belgenin “Neden öldüğü” kısmındaki sebep anlaşılmamış olmakla birlikte Atatürk
için verilen Fenni rapor ve Ölüm
ilanıyla uzlaşmadığı ve belgenin çelişkiler içerdiği görülmektedir.
[7] -Cemal Kutay, a.g.e.28–29
·
[14] - Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı”
Hür. Yay. 1. Bas. 1981 – sf- 39–41(Bu rapor 8 sayfa olarak Dolmabahçe Sarayında
tanzim ve imza edilmiştir.)
·
·
Charbon
vegetal
·
Charbon
animal
·
Carb-de
Chaux leger
·
Magnesie
Calcinee
·
Sous-nitrate
de Bismuth legere
·
Pour
l paguet No.21
[16] - Ruşen Eşref, Atatürk’ün hastalığı , a.g.e. sf. 10–12
·
·
[17] Toplumda yıllarca oluşan yanlış
bir bilgi de Atatürk’ün “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz.” Sözüdür. Gastrolog
ve Araştırmacı – Yazar Dr. Eren Akçiçek , Atatürk’ün böyle bir sözü olmadığını
basın toplantısı yapıp kamuoyuna açıklamıştır.
·
[18] - Her nedense bu doktorun kim
olduğuna dair bir bilgi hiçbir yerde yok gibidir. Fakat bu kişi’nin Dr.Abravaya Marmaralı olabileceği yönünde bir
kanatım bulunmaktadır.
[19] - Atanın post-mortem incelenmesi – Doç. Dr. Sırrı akıncı –
Cumhuriyet Gaz. 9 Aralık 1972
·

1.6-ATATÜRK’ÜN
TEDAVİSİNDE KULLANILAN
İLAÇLAR
Atatürk’ün
hastalığı süresince yaşanan olumsuzluklardan bir taneside tedavi amaçlı
verildiği söylenen ilaçlarda yaşanmaktadır. Bugün kullanımda olmayan ve
kullanıldığında ölüm veya sakatlıkla sonuçlanacak olan sonuçlar doğuran bu
ilaçlar maalesef Atatürk’ün tedavisinde kullanılmıştır[1].
Ayrıca bu bölümde
dikkat çekilecek bir diğer konuda Atatürk için düzenlenmiş olan Son Nöbet
Defterlerinde bu bahsi gecen ilaçların verildiği tarihler kayıtlarda yer
bulmamıştır.
Bunu tek tek ve
gün gün baktığımızda görmemiz mümkündür. Öncelikle Atatürk’ün son günlerinde
verilen ilaçların listesinin verildiği Son Nöbet Defterine bir göz atalım.
1.6.1-SON NÖBET
DEFDERİ
Atatürk’ün son
günlerde yaşadığı olayların ve ziyaretcilerinin liste halinde çıkarıldıgı iki
adet defter bulunmaktadır. Kitabı baskıya hazırlayan Şevket Süreyya Aydemir
şunları söylemektedir;
“Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, arşivinde
bulunan Atatürk’e ait iki defterden, bütün ilgililerin faydalanması,
müsaadesini vermekle kendilerine has o nezaket hareketlerinden birini daha yapmış
oldular…
İşte Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın,
yayınlanması için müsaade ettikleri bu defterler, Atatürk’ün, 17. Ölüm
yıldönümünde İş Bankası tarafından bastırılmış olması, 10 Kasım 1955 gününü,
daha manalandırmaktadır…
Yine arşivinde bulunan 1931-1938 yılları
arasında nöbetçi yaverler
tarafından Başyaverliğe hitaben yazılmış günlük raporları ihtiva eden “Nöbet Defterleri” Burada dikkat edilecek husus “defter” demiyor
“defterleri “ diyor .
Demek ki aslında
henüz yayınlanmamış defterlerde bulunmaktadır.
31 Temmuz 1938
tarihinden itibaren Eylül sonlarına
kadar devamlı olarak sarayda yatıp kalkan ve hastanın tedavisi ve günlük bakımına hükümet adına
nezaret eden Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın
vazife ile Ankara’ya ayrılmasından
sonra , da 1955’te Özel
Şahingiray’ın yaptığı bir yayında ögreniyoruz ki, Atatürk’ün sağlıgıyla
ilgili her şey , günlük olaylar ve ziyaretler
günü gününe iki defdere not edilmiştir...
Ançak bilare Son
Nöbet Defteri ismi ile yayınlanan bu defterler 1.10.1938 tarihinden
başlandığına göre Dr. Asım Arar’ın
Saray’da görev yaptığı 31.7.1938
tarihinden çok sonra başlamaktadır.
Dr. Asım Arar’ın dediğine göre (Sf.54) bu defderler bir süre Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Müsteşar
lık kasasında saklandıktan sonra
Cumhurbaşkanlığı Umumi Katipliğine
verilmiştir.
Çankaya
arşivleri’nde belki başka defderlerde
vardır...Ançak şu var ki bu yayını
yapan veya baskı sırasında
provaları tashih eden edenler
hekim olmadıkları için tıbbı deyimlerde ve ilaç isimlerinde o kadar çok yanlış yapmışlardır ki ...Ançak
bir hekim okursa belki birşey
anlayabilir[2].
10 Kasım 1955 gününde inkılap Enstitüsü tarafından yayınlanacaktır (?)...Elimizde , iki defterden ibaret olan bu kitap; Atatürk’ün ,
son bir ay zarfındak, hastalık seyrini tespit etmiştir…
Bu iki
defterden biri; 1.10.1938
Cumartesinden, 8 .11.1938 Salı gününe kadar devam edip, Atatürk’e, verilen gıda maddelerinin cins ve miktarlarını tespit
etmektedir.
Diğer defter; 1.10.1938 Cumartesinden
başlayıp; 10.11.1938 Perşembe gününde, saat 9’u 05 geçe sona ermekte…[3]”
Aşağıda liste halinde dökümünü
verdiğimiz bilgiler Son Nöbet defterinde bulunan ilaçlara ilişkindir. Bu listeye
bakarak , Atatürk’e verildiği söylenen ama kayda geçmemiş ilaçların neler olduğunu
rahatlıkla gün gün görebileceğiz.
BİRİNCİ DEFDER
2.10.1938
|
-HEPATİK YAPILDI
-BİR FİNCAN İDRAR ÇAYI X 2
|
3.10.1938
|
-TENKİYE
-EKSTRA HEPATİK YAPILDI
|
4.10.1938
|
-İDRAR ÇAYI
-1/PİREMİDON
-1/BELLAFOLİN
-EKSTRA HEPATİK YAPILDI
-ELMA SUYU
-BİR KALIP BUZ
-BARDAK ÜZÜM SUYU
|
5.10.1938
|
-EKSTRA HEPATİK YAPILDI
-PİRAMİDON X3
-İDRAR ŞURUBU
İDRAR KAŞESİ
|
6.10.1938
|
-PİRAMİDON
-İDRAR KAŞESİX3
-ÇİÇEK SUYU
|
7.10.1938
|
-HEPATİK ŞIRINGASI
-PİRAMİDON
-İDRAR ÇAYI
-ÇİÇEK SUYU
|
8.10.1938
|
-MAGNESİE CALCİUM
-ÇİÇEK SUYU
-PİRAMİDON X2
-EKSTRA HEPATİK
|
9.10.1938
|
-PİRAMİDON
-İDRAR ÇAYI
|
10.10.1938
|
-PİRAMİDON
|
11.10.1938
|
-PİRAMİDON
-KAMPLON ŞIRINGASI 1 TANE
|
12.10.1938
|
-PİRAMİDON
-KAMPLON ŞIRINGASI
|
13.10.1938
|
-PİRAMİDON X2
-BELLAFOLİN ALDILAR
-CODEİNE
-KAMPLON ŞIRINGASI
-ÇİÇEK SUYU
|
14.10.1938
|
-PİRAMİDON X5
-KAMPLON ŞIRINGASI
-BELLAFOLİN
-KODEİN X2
-ÇİÇEK SUYU X2
|
15.10.1938
|
-PİRAMİDON X 2
-KAMPLON ŞIRINGASI
-BELLAFOLİN X2
-2 TABLET MAGNEZYUM
|
16.10.1938
|
-KAFURU YAĞI X3
-İSATONİGUE SERUM GLYEOSE
-İNTRAVENÖZ SERUMU GLYCOSE İSOTONIGUN
-OVABEİN, LAVINENT ENT
GOUTTEŞ A GOUTLES
|
17.10.1938
|
-LAVEMENT GOUTLES A GOUTLES GLYCOSE
-EYTRAİT HEP ANİ ACELE
-SONDA İLE İDRAR
|
18.10.1938
|
FİSSİNGERLE TELEFON GÖRÜŞMESİ (23.15) İKİNCİ GÖRÜŞME SABAH
(9.50) GEREK DUYULURSA TEKRAR (8-9 ARASI ARANACAGI)
-SERUM GLYCOSE
-HIULLE CAMPHRE
-AUABAİNE
-CARAIAYOL FRİSSON
-EYH. HAPATİGUN SERUM
|
19.10.1938
|
-SERUM GLYCOSE TAHTELCİLT
-EYT.HEPATİGUE
-BROMURE D’AMMONUN
-AUBAİNE
-FISSERGER İLE TELEFON GÖRÜŞMESİ (23.00)
|
20.10.1938
|
-SERUM GLYCOSE
-BELLADON TENTURU
|
21.10.1938
|
-EYT HEPATİGUE
|
22.10.1938
|
-BROMÜR DAMOİUN X 2
-ÇİÇEK SUYU
-EYT HEPATİGUE
-SERUM GLYOSSE
|
23.10.1938
|
-KODEİN
-EYT HEPATİGUE
-PİRAMİDON
|
24.10.1938
|
-EYT HEPATİGUE
-ÇİÇEK SUYU
-KODEİN
|
25.10.1938
|
-EYT HEPATİGUE
-SERUM GLYOSSE
|
26.10.1938
|
-KODEİN
|
27.10.1938
|
-KODEİN
-AMİLODİASTOS
-BISBİPAS ŞIRINGASI
|
28.10.1938
|
-KODEİN
-AMİLODİASTOS
|
29.10.1938
|
-BISBİPAS ŞIRINGASI
-KODEİN
-EYT HEPATİGUE
|
30.10.1938
|
-KODEİN
-EYT HEPATİGUE
-PİRAMİDON
|
31.10.1938
|
-EYT HEPATİGUE
-EYTRAİT HEPATİGUE
|
1.11.1938
|
-EYTRAİT HEPATİGUE
|
2.11.1938
|
-KODEİN
|
3.11.1938
|
-EYTRAİT HEPATİGUE
|
4.11.1938
|
-KODEİN
-EYTRAİT HEPATİGUE
-PİRAMİDON
|
5.11.1938
|
-EYTRAİT HEPATİGUE
|
7.11.1938
|
-EYTRAİT HEPATİGUE
|
8.11.1938
|
-EYTRAİT HEPATİGUE
-AMİLODİASTOS
-AMİLOS
|
9.11.1938
|
-KODEİN
-PİRAMİDON
-EYTRAİT HEPATİGUE
|

1.6.2-DR. AKİL
MUHTAR’IN ANILARI VE CİVALI
DİÜRETİKLER
Dr. Akil Muhtar Özden’in Bedi
Şehsuvaroğlu’na verdiği notları arasında, Atatürk’ün tedavisi amacıyla
kullanılan civalı diüretiklerin; onun nasıl mutlak bir sona doğru gittiğinin
ibret belgesidir.
Burada biraz ara
vererek şu notları ilave etmek zorunluluğu doğmaktadır.
Ülkemize girişine
izin verilen ilaçlar ne gibi kontrollerden geçmekte ve hangi hukuki kurallar
devreye sokulmaktadır.
Zaman zaman
basın aracılığıyla da izlediğimiz gibi dün olduğu gibi bugün de zararlı
sonuçları ortaya çıkan ilaçların üretici firmalar tarafından geri çekilmesine
karşılık bu ilaçları kullanan ve tedavi amaçlı verdiğini söyleyen doktor ve
Sağlık Bakanlığımızın yetkilileri bu ilaçların etkisi altında ölen ya da
vücudunda hasar kalan vatandaşlarının haklarını korumaktalar mı[4]?
Akil Muhtarın
notların içinde Civalı diüretiklerle ilgili bölümler aşağıya alınmıştır.
“30 Temmuz 1938 Cumartesi günü saat 3 (yani
15.30) te saraya, Atatürk’ü muayene için beni çağırıyorlar. Orada sıhhiye Vekili
Dr. Hulusi, Sıhhiye Müsteşarı Dr. Asım Beyler’le Dr. Süreyya Hidayet, Dr.
Abravaya, Dr. Mehmet Kâmil, Dr. Nihat Reşat ve hususi hekimleri Dr. Neşet Ömer
Bey’leri buluyoruz.
Ateşten beri halin fenalaştığını ve arada
sırada tereffü-ü hararet (ateş yükselmesi) olduğunu, asitin fazla bir miktara
çıktığını ve reelerde 13 Temmuz’dan beri Congestion (kan toplaması) olduğunu
anlatıyorlar.
İdrarda albümün yoktur. Günlük idrarı
miktarı 600 cc. Kadardı. Ürobilin bulunuyor. Uroblinojen var, şeker yok. Dr. Neşet Ömer, asitin çoğalmasından,
reelerdeki Congestionun geçmemesinden, ödemlerden, em’anın (bağırsakların)
bozukluğundan bahsediyor. Hastaya birkaç defa, 0,01 santgr. CHANURE de MERCURE
şırıngaları yapılmış” (ki bu idrar söktürücü bir ilaçtır) “Tıbbi müşavere esnasında, Başvekil Celal
Bayar, Sıhhiye Vekili Hulusi ve Müsteşarı Dr. Asım Bey, Başkâtip Hasan Rıza
(Soyak) Bey, Kalem-i Mahsus (Özel Kalem) Müdürü Süreyya (Anderiman) Bey vardı.
Konuşurken diğer zevat (kişiler) da girip çıkıyorlardı.
Bir
münasebetle aramızda konuşulan şeylerin, tıbbi münakaşaların ve fikirlerin
Atatürk’e söylenmemesini, kendi sıhhatleri ve tedavileri için, mühim gördüğünü
söyledim. Lakin bil’ahere öğrendim ki bütün sözler Atatürk’e nakledilmiştir.
Biri söylemez ise diğerlerinin söylemesi üzerine fena bir vaziyette
kalacağından korkarmış.
Asiti
almaktan, civalı mürekkepler
(ilaçlar) kullanılmasından, Malarya
ihtimalinden ve em’anın tashihinden (bağırsakların düzeltilmesinden)
bahisler geçti.
O zaman öğrendik ki Almanya’dan Prof.
Bergmann ve Viyana’dan Eppinger çağrılmış. Ben bütün hekimlerin aynı zamanda
hazır bulunmalarını, Fransa’dan Dr. Chabrol ve Dr. Chiray’ın da Fissinger ile
birlikte getirtilmesinin menfaatli olacağını söyledim.
Karın ağrılarına karşı birçok
münakaşalardan sonra Bellofoline, Phos. De Codeine 0.03 santigram verilmesine
karar vermekle iktilaf ettik (yetindik).
Çünkü
Almanya’dan gelecek profesörlerin fikri alındıktan sonra ya da civalı müdrir
(idrar söktürücüler, vücutta toplanan sıvıları ataçak ilaçlar) ve poncetion’a
(ponksiyon, kalın bir iğne ile karın duvarını delerek biriken suyu akıtmak)
kararı verilecekti. Fissinger’in afyon mürekkeplerini ve şibih
kalevilerin (Alkaloidlerin) verilmemesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını
söylemiş olduğunu ileri sürerek Neş’et Ömer Bey, müessir (etkili)
çarelere başvurulmasını istemiyordu.
Kalbin kuvvetli olduğunu ileri sürerek de
kardiyotonikler (kalbi güçlendirecek ilaçlar) kullanılması aleyhinde idi…
3Ağustos Çarşamba günü saraya gittim. Orada
öğrendim ki; Eppinger Pazar günü gelmiş. Atatürk’ü muayene etmiş, kaba vasıfları
hoşa gitmemiş. Em’adaki bozukluğa karşı çiğ yemiş kürü tertip etmiş. Atatürk’e
bol bol kavun karpuz yedirmiş.
Neticede ağrılar ve ishal. Atatürk hiç
memnun kalmamış. Halbuki konsültasyon olacağını biliyordu. (Bu nedenle ve deontolojik
olarak muayeneyi, Bergman’ı bekleyerek onunla birlikte yapması gerekirdi.) Pazartesi Bergman gelmiş. O da gelir gelmez
Atatürk’ün yanına sokulmuş. Bu zat daha incedir. Lakin o da kendi düşüncelerini
derakap (anında) bildirmiş. Atatürk’e yalnız rendelenmiş elma rejimine koymuş.
Bütün doktorlar konuştukları zaman
(konsültasyon) evvela hastalığın uzun senelerden beri mevcudiyetini (varlığını)
iddia etmiş.
Prof.
Kraus’dan beri (1927 senesinden beri) vardı demiş; reddedilmiş. Bunun kardiyak
olabileceğini (kalp yetmezliğinden gelebileceğini) düşündüklerini söylemişler.
Portaveninin flebiti (damar tıkanması)
ihtimali teemmül edilmiş (düşünülmüş). Asite karşı her ikisi de (Epinger ile
Bergman) Salyrgan şırıngasını (enjeksiyonlarını) tercih etmişler.”
3
Ağustos 1938, saat 11.00 de Çarşamba günkü Konsültasyonda[5]
Bergmann ve Eppinger’den başka Dr. Neş’et Ömer İrdelp, Dr. Nihat Reşat
Belger, Dr. Mim Kemal Öke, Mehmet Kamil Berk, Süreyya Hidayet Sertel, Dr.
Abravaya (Marmaralı), Kılıç Ali ve Celal Bayar’ında içinde bulunduğu bir
toplantıda, aşağıdaki kararlar alındı.
1- Atatürk’te bir
Siroz vardır. Asit yapmış, biraz sübikter hâsıl etmiştir.
2- Bunun esaslı amili
alkoldür.
3- Evvel’den
Atatürk’ün çektiği malarya’nın bir tesiri olmalığını katiyetle söylemek kabil değildir.
4- Ven Port’un bir
şubesinde flebit olması da imkân haricinde değildir.
5- Ree ödem veya
ihtikani bu hastalığa ait olabilir.
6- Hararetin yükselmesini
yine aynı hastalıkta izah etmek kabildir.
7- Pronostik (sonuç)
ciddi ve vahimdir.
8- TEDAVİ
a- Asiti Salyrgan şırıngalarıyla giderilmeye çalışılmalıdır.
b- 2–3 defadan sonra
ponksiyon yapılacaktır. Salyrgan’dan evvel chloryre d’ammonium’la hazırlamalıdır.
c- OUBAİNE şırıngaları
(Kalbi güçlendirecek iğneler) yapılacaktır.
d- Hararete karşı 0.90
santigram kadar pyramidon verilecektir.
e- Kabıza karşı
filhakika elma kürü kabız yapmıştır. Müleyyin (iç sürücü) haplar verilecektir.
f- Hafif bir Quinine
(kinin) tedavisi yapılabilinir.
g- Lüzumunda bazı
müsekkin (yapıştırıcı) ilaçlar kullanılabilinir.
h- B vitamini çok olan
Campolon şırıngaları yapılacak
3 Ağustos 1938
konsültasyonundan sonra Akil Muhtar Özden’in sözlerinden “Karar verdiketen
sonra Dr. Nihat Reşat (Belger) bir rapor yazmaya başladı”
“O gün Atatürk’e 2 Santigram Salyrgan şırıngası adale içine
yapıldı.”
“6 Ağustos saat 5’te
yine saraya davet edilmiştik. Bergmann bir defa daha Ata’mızı gördü ve o akşam
(memleketine) döndü.
Bir müddet sonra Chlorure d’ammonium ile
hazırladıktan sonra bir Salyrgan daha
yapılmasında karar verildi, ayrıldık Dr. Neş’et Ömer Bey; Artık siz
rahatsız olmayın. Lüzum olursa ben sizi çağırtırım dedi. Tabii tekrar gitmedim,
Sonradan öğrendim
ki, Atatürk Chlor. D’ammonium’u alamamış. Hatta Paris’ten getirilen bir
specialiteyi (hazır ilacı) midesi kabul etmemiş.
Lakin yine 24 Ağustos’ta bir Salyrgan şırıngası
daha yapılmış. Lakin bir litreden daha az idrar çıkarmış, iyileşmemiş.
Ateş tekrar, haftada bir veya iki gün 38 dereceye yakın çıkmaya başlamış.
Tekrar Prof. Fissinger çağrılmış…27 Eylül Salı günü saat
16’da saraydan telefon ediyorlar. Dr. Neş’et Ömer Bey’in çağırdığını
söylüyorlar. Gidiyorum, doğrudan doğruya bahçeden geçerek deniz tarafındaki kapıdan
içeri giriyoruz ve kısa bir yoldan Atatürk’ün yattığı daireye geliyoruz.
Evvelce olduğu gibi yaverler dairesindeki
odalarda beklemiyoruz. Bu beni meraka düşürüyor.Yukarıda Neş’et Ömer’den başka,
Dr. Mehmet Kamil Berk ve Dr. Hayrullah Diker de var.Neş’et Ömer anlatıyor;
Atatürk bir gün evvel biraz fazlaca yorulmuş ve belki evvelkilere nispetle
biraz fazla yemek yemiş. İdrar pek azalmamış, lakin birkaç defa kayetmiş,
nihayet gece hiddetli imiş. Manasız şeyler söylemiş.
Bir
karaciğer kifayetsizliği, bugünde daha tabii haline tamamıyla gelmemiş.
Kendini görüyoruz. Yatakta sakindir! Lakin
halinden korkmuş gibi görünüyor…
Tamamıyla başka bir şahsiyet olmuştum.
Çok tuhaf” diyor. Muayene ediyoruz, konuşuyoruz.Kendinde biraz hazımsızlık olmuş.
Bunun tesiriyle hafif bir
intoxication (zehirlenme) geçirmiş, ehemmiyetsizdir, diyoruz.
Damla damla glikoz tenkiyeleri,
insülin, Ext. Hepatige tedavisi ve (gıda) rejiminin biraz daha sıkılmasını,
istirahat tavsiye ediyoruz.
Bundan sonra bir SALYRGAN ŞIRINGASININ DAHİ DÜŞÜNÜLECEĞİNİ
İLAVE EDİYORUZ ve gidiyoruz.[6]”
Bu konuda Reşad
Belger; “… Tıbbi heyetin günden güne
artan endişesi karşısında hükümet Almanya’dan ve Avusturya’dan da birer
mütehassıs celbederek onların mütalaalarını almayı da lüzumlu buldu.
Almanya’dan Profesör Von Bergmann ile
Avusturya’dan, karaciğer hastalıkları araştırmaları ile şöhret bulmuş Profesör
Epinger davet edildi… onlarda bütün fikrimizi kabul ve tedavilerimizi tasvip
ettiler… ve karında biriken suyu,
karın “ponctionner” etmeksizin “itrah” edebilmek için civalı müdrir (diuretigue)
kullanmanın denenmesi kararlaştırıldı… Bu konsültasyondan çıkan netice; suyu
karından almasızın “elimination”u kolaylaştırmak için bir tatbikte bulunmaktı…Bu
tedavi yapıldı; netice vermedi.”
İşte Atatürk’ün
vefatında etkili olan bu (civalı Diüretik, Salyrgan) bugüne kadar bir kaç eser
dışında hiç gündeme getirilmemiştir.
Bu kitabın
yayınlanmasından sonra[7]
yayınlanan konuyla ilişkili yazılarda bir şekilde 3 Ağustos Konsültasyon raporu
görmemezlikten gelinerek akademik kariyer sahibi insanların yapmaması gereken hal ve davranışlar sergileyen
eserleri ibretle seyrettik ve ülkenin bu duruma nasıl geldiğine şahitlik ettik.
Neden gündeme getirilmediğini daha iyi anlamamız gereken bu ilaca bir bakmakta
fayda vardır.

1.6.3-Dr. ÖZDEN’İN
DERS KİTABINDA TARİHİ BELGE
2004 Yılında Agoni
kitabımızda Atatürk’ün Öldürülmesine ilişkin Civalı Diüretiklerin
kullanıldığını ileri sunmuş ve bu konuda bazı notlarımızı kamuoyuyla
paylaşmıştık.
Yukarıdan itibaren
takip edecek olduğumuzda ve aşağıda vereceğimiz bilgi ışığında ortaya konulan
“bu tarihlerde ilacın yan tesiri bilinmiyordu” fikrinin aslında araştırılmadan,
sıkca yapıldıgı gibi kafadan atıldığının belgesidir.
Ve Civalı Diüretik
Salygran’ın yan tesirleri bilinmesine karşın Atatürk’e uygulandığının belgesidir.
Aşağıda Atatürk’ün
tedavisinde de yer almış olan Dr. Akil
Muhtar Özden’in Tıp öğrencilerine yönelik hazırlamış olduğu Ders kitabını
ve civa ile ilgili maddesinin konumuzla
ilgili bölümünü kamuoyuyla paylaşmak istiyorum.
Okuyacağımız
metinlerden sonra şunu söylemek gayet normal bir şekilde mümkün olaçaktır ki bu
da ilacın dönem içinde yan tesirleri ve
etkileri bilinmektedir.
Nitekim 1928
yılında Govarts ve 1935 yılında Akil Muhtar bunu açık bir dil ile zaten
söylemiş, yazmıştır.
“Civalı Diüretikler / Civalı Diüretikler başlıca böbreklere
tersir ederek idrarı çogaltırlar..[8]
Bunlar hem glomerüllerde...çoğaltıyor
hemde tubülüslere tesir ederek imtisası azaltıyor...
Novasurolün idrarı çoğaltması başlıca böbreklere tesirindendir. Govarts bunu şu
surette ispat etmiştir...
Bir
köpege Novasurol şiringa ediliyor. İdrar
çogalınca hayvanın böbreklerini çıkarıp...Vücuttan ayrılmış
böbreklerle yapılan tecrübelerde de
Novasurolün doğrudan doğruya tesiriile idrarın ve klorürlerin çogaldığı görülüyor.
Novasurolün diğer civalı mürekepler
gibi böbrek hücrelerini
evvela tenbih ve sonra tahriş ederek idrar söktürdüğünü kabul etmek
zaruridir. Fazlası nefros yapar...
Novasulolün diüretik olmasına karaciğerinde yardımı olduğu anlaşılmıştır.
Decholine
ile birlikte kullanıldığı
zaman civalı diüretiklerin tesirleri artıyor. Ödemli kalp hastalarında , sirozlularda bu
ilacın tesiri çok şiddetli olabilir.
Novasurol tehlikesiz bir ilaç değildir...
Böbrekleri hasta olanlarda kullanılmamalıdır. Diğer vakıalarda da albüminüri, nefros, stomatit, ishal gibi civa ile tesemmüm arazları oldukca sık görülür... Bu ilacın tehlikeli olduğunu daima hatırda tutmak lazımdır.
Civa ve Civalıları araştıran ve tıp’ta ilk kullanan iki Türk hekimidir. Cabey civayı bir zerresi öldürebilen şiddetli
zehir sanırdı... Şark’ta bu
ilaçlar uzun zamanlardan beri gerek bir takım
parazitlere karşı ve gerekse frengi tedavisinde kullanılıyordu. Avrupaya 15.asırda gelen frengi salgını esnasında girmiştir. Geçen asırda bile
bu ilacı çekiştirenler olmuştur.
Civa; Arsenik ve Bizmut gibi frengi’nin öz ilacıdır. Yalnız bu hastalığın
arazlarına değil asıl kendisine de tesir eder...
Civa’nın
hekimlikte kullanılan bir çok mürekkepleri vardır:
1-Civa, Mercure,
Hydrargyrum
a-Civa merhemi
b-Civa Yakısı
c-Civalı haplar
2-Kırmızı Civa
Oksidi
3-Sarı Civa oksidi
4-Protoidodlu Civa
5-Bilodlu Civa
Neptal, Salyrgan, Novasurol, Novurit, daha
ziyade idrar söktürmek için kullanılır. Bazen Frengililere verilir... Adele
içine şiringa edilen civa eriyen
bir milh ise çabuk kana
geçiyor. Erimeyen bir mürekkep ise evvela erimesi lazımdır. İmtisası daha geç olur.
Şiringa edilen
civalı madde dokunduğu hücreleri harap eder. Oraya lökositler üşüşüyor. Daha uzaktaki munzam
nescin hücreleri çogalıyor. Zamanla
lifi bir kese hasıl oluyor.
Civa’nın bir kısmı bunun içinde
hapis olur. Bazen bu keselerin
bir kaçının birden açıldığı vardır. Bu sebeple tedaviden aylarca
zaman geçtiği halde had
zehirlenmeler görülmüştür. Yapılan
şiringalar asaplara dokunur
ise harap eder, ağrılar ve nevritler
gelir.
Civa ile zehirlenme, had zehirlenmelerde 0,10-0,60 gr. Sublime ile ölüm
görülebilinir. Lakin kusmak ve ishalle veya çabuk tedavinin tesiriile 10
gr. Alanların kurtulduğu görülmüştür.
Bazen zehirin hazım yollarında hasıl
ettiği bozuklukların birden bire
senkop getirerek öldürdüğünü söyledik.
Frengi’nin civa ile tedavisine mani teşkil eden haller vardır[9].
Derin anamilerde ilerlemiş veremlilerde
, nefritlilerde kullanılmaz. Çürük dişleri yaptırmadan bu ilacı kullanmak doğru değildir.
1.6.4-CİVALI İLAÇLAR
Salyrgan adlı
ilacın kullanımı sonunda Akil muhtar’ın şu sözleri manidardır;“Bundan
sonra bir Salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini ilave ediyoruz…” demiştir.
Yine Atatürk’ün
müdavi doktorları arasında yer almış olan Prof. Dr. N. Reşat Belger, Ruşen
Eşrefle yaptığı bir mülakatta; “Almanya’dan
Prof. Von Bergmann ile Avusturya’dan karaciğer hastalıkları araştırmaları ile
şöhret bulmuş Prof. Epinger davet edildi…
Onlarda fikrimizi kabul ve tedavimizi
tasvip ettiler. Ve karından biriken
suyu, karnı ‘ponctionner’ etmeksizin ‘itrah’ edebilmek için civalı müdrir
(diuretigue) kullanmanın denenmesi kararlaştırıldı…Bu tedavi yapıldı; netice
vermedi” demektedir.
Bu tedavide
uygulamanın başarısızlığı açık bir şekilde belirtmektedir.
Atatürk’ün
tedavisi için uygulanan teşhis ve tedaviler bugün bazı gerçeklerin su yüzüne
çıkmasına da neden olmaktadır.
Atatürk’ün
tedavisinde kullanılan ilaçların bir kısmı yurt içinden, özellikle de İstanbul
Eczanesi’nden karşılanırken[10] ülkede
mevcut olmayan ilaçlar da yurt dışından getirilmiştir.
Bunlardan bir tanesi de 4 Ocak 1938 günü saat 16.45’te Ankara’dan
Paris’e “acele” faks çekilerek:
“Vaccin Enterococciqe Stop. 54 Reu Faubourrg
Saint Honere Stop. Doktor Cuny mamilati stop.yirmi beş kutunu acilen gönderilmesini
saygılarımla dilerim-Süreyya Anderiman.”
Anderiman,
Türkiye Cumhurbaşkanı Özel Kalem Müdürü’dür. Telgrafı Paris Büyük Elçimiz Suat
Davaz’a çekmektedir. Paris’ten acele ilaç istenmekte, hangi adresten temin edileceği
de özellikle belirtilmektedir. Atatürk için ilaç siparişleri 1938 yılının ilk
günlerinde sürüp gider.
Ayrıca Vichy maden suyu da sipariş edildiğine
bakılırsa Atatürk’ün rejim yapmaya başladığı anlaşılabilir.
Hükümet resmi
bir açıklamada bulunmamaktadır. O halde rahatsızlığı fazla ciddiye alınmamaktadır.
Sadece Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İngiliz Büyük Elçisi’ne Atatürk’ün soğuk algınlığı
geçirmekte olduğunu ama hala o bilinen yoğunlukta çalışmalarını sürdürdüğünü,
ciddi bir şeyi olmadığını söylemiştir.
Bu esnada şunu
da belirtmek gereklidir ki, bu yıllar içinde sağlık ve ilaç konusu tam bir
muammadır. Bu konu da kaynak bir eser olma özelliğini taşıyan Prof. Dr. Turhan
Baytop’un” hazırlamış oldugu Laboratuvardan
Fabrikaya “Türkiye’de İlaç
Sanayi” eserde, şöyle denilmektedir; “Bugün
Türkiye’de etkili maddesi, tertibi ve adı tamamen yerli ve özgün olan bir hazır
ilaç bulunmamaktadır. Mevcut ilaçlar terkip ve tertip bakımından yabancı
ilaçların benzeri (veya aynı) veya yabancı firmaların izni ve adı altında
Türkiye’de hazırlanan preparatlardan oluşmaktadır[11]”
Atatürk’ün
tedavisinde kullanılan salygran, araştırmalar sonunda bu tarihlerde üretici
firma olarak Alman ilaç fabrikası “HOECHST” firması tarafından üretilmiş ve
satışı yapılmıştır.
Yine bu ilacı
farklı kılan bir özellik ise ülkeye hangi yollarla ve nasıl girdiğidir.
“Tıbbi
Farmakoloji” adlı bir eser hazırlayan Dr. Oğuz Canay (1882–1983) yılları
arasında bulunan ilaçlar hakkında bilgi verirken, kitabının açıklama kısmında “… Yanlarına(.) işareti konmuş olan
preparatların çeşitli sebeplerle piyasadan çekildiği anlaşılmaktadır.”
Buradan çıkartılan sonuç ise ülkemizde tedavi amaçlı olarak bu ilacın
(Salygran) kullanımda bulunduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Bu ilaç sadece
tedavi amaçlı Atatürk’e verilmemiş halkımızda bu ilaçtan kullanarak sonuçları
ağır olan bedeller ödemiştir.
Bunlardan biri
de dört aylık bir bebektir. 2004 yılında
Sağlık Bakanlığına verilen dilekçede böyle bir ilaç hakkında bilgi olmadığı
söyleniyordu.
Ne gariptir ki
aynı yıl Eczacılık Genel Müdürü Hayriye Mıhcı hakkında çıkan haberler ve
mahkemeler sağlık sektörümüzün acı bir yüzünü ortaya koyuyordu. Yayınlanan bu
kitapla paralellik taşıyan bu olay ilginç sonuçları da ortaya çıkarıyor.
Yine bu konuda T.
Baytop’un adı geçen eserinde; civa içerikli ilaçlara ilişkin olarak şöyle
denilmekte;
Fazıl Soysal
laboratuarının ilk ilacı olan “Fazıl Çil İlacı” halk arasında tanınmış bir yeri
mevcuttur. “Fazıl Çil İlacı, formülünde precipite blanc (Hidrargyri
ammonia-chloridum, HgCINH2) Bismut Subnitrat Vesalisilik Asit Taşıyan merhemdir.
Ana etkili madde olan precipite blanc bir civa bileşiği olup eskiden beri cilt
merhemlerinde kullanılan ve bu nedenle de “Mercure Cosmetigue” yani civalı
kozmetik adı verilen bir bileşiktir.
Bu maddeyi
taşıyan ve doğumlardan sonra ciltte oluşan cilt lekeleri ve sivilcelere karşı
kullanılan bir merhem formülü F.Dorvaultda kayıtlıdır.
Osmanlı döneminde
hanımlar arasında geniş bir kullanım alanı bulmuş olan “düzgün” isimli cilt
kreminde de ana etkili madde olarak bir civa bileşiği (Kalomel) bulunuyordu.
1993 yılında
Sağlık Bakanlığının isteği üzerine preparatın ana etkili maddesi olan precipite
blanc formülden çıkartılarak yerine hidrokinon konulmuş ve adı da “Fazıl Çil
Kremi” olarak değiştirilmiştir” denilmektedir.
Ciltte zararı
ortaya çıkan bu civanın kullanımı yasaklanmıştır.
Bunlardan sonra
Atatürk’ün tedavisinde kullanılmış ve ölümü ya da ölümünü hızlandırmış olan
Salyrgan’a bir bakmakta fayda vardır
1.6.5.1-SALYRGAN
(CİVALI DİÜRETİKLER)
Konjestif kalp yetmezliklerinde, karaciğer
sirozunda, böbrek hastalıklarında ve gebelik toksemilerinde organizmada
ekseriya sodyum retansiyonuna bağlı olarak ve çok kere ekstrasellüler sıvının
artması (ödem) şeklinde beliren birçok patolojik sorunlar meydana gelir.
Renal veya ekstra renal etki ile organizmadan
su ve elektrolitlerin atılmasını çoğaltan droglara diüretik denilir. Yani,
idrar idrahını çoğaltan ilaçlara diüretik denilmektedir.
Bu ilacın
tarihçesine ilişkin olarak[12] kitabın
konuyla ilgili bölümlerinden kısaca bahsedecek olursak;
“… Karında su toplaması tarihindeki modern
süreç, 1917’de o zaman üçüncü sınıfta bir tıp öğrencisi olan Alfred Voge ile
başlar. Voge, Organik civalı bileşik Novasurol’un idrar söktürücü etkisini fark
etmiştir. Sekiz yıl sonra ilk etkili ağız yoluyla alınan idrar söktürücü
(Salyrgan) tanıtılmıştır.
1931’de Bolton ve Bernard, karında su
toplanması oluşumunda iç organlara ait ve hepatik lenf üretiminin artarak bulaştığını
kanıtlamışlardır. 1945’te, Ralli, karında su toplanmasıyla birlikte sirotik
hastalardan alınan ürün örneklerinde anti-idrar söktürücü etkinin arttığını
göstermiştir.
1946’da, Perara, karnında su toplanması
olan hastalarda plazma hacminin arttığını rapor etmiştir. Sirozda sodyum idrar
tutulmasında önemli bir faktör olarak tanıtılmıştır.
Sonunda Kowalski ve Abelman 1953’te sirozlu
hastalarda kalp çıktısının yükseldiğine ve sistemik damar direncinin
azalttığına işaret etmiştir.
Civalı diüretikler 16.yy.da Paracelsus
kalomeli diüretik olarak kullanılmıştır. En son kullanıldığı şekliyle diüretik
olarak kullanılan ilaçlar, civanın organik bileşikleridir. Bunlar mevcut
diüretiklerin en kuvvetlisidir.
Civanın büyük bir organik molekülle
birleşmesinden meydana gelmiştir. İmtisas ve itrah civalı diüretikler, dokulardan çabuk imtisas olunurlar. Teofilin ilavesi
imtisası şiddetlendirir. İtrah tübülilerden pek çabuk başlar. % 70-80’i ilk
günde ifrah olunur. Gerisi organizmada tutulur; bu kısmın itrahı yavaş olur.
Civanın diüretik tesiri, toksik tesirinin
en erken belirtisidir. Civalı diüretiklerin geri bırakmalarıdır.
Civalı diüretiklerin tesirleri direk
olarak böbrek üzerinedir. Buna karşın “Böbrek yetmezliği vakalarında verilmez” diyen Dr. Oğuz
CANAY ile arada geçen eserlerin yazılım yıllarındaki farklardan dolayı, yıllar
geçtikçe bu ilaçların zararlarının sürekli olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
Civalı
diüretiklerin renal tesirleri yanında, ekstrarenal tesirleride vardır.
Eğer asidoz yapan
tuz, mesela amonyum klorür, civalı diüretik şırıngasıdan 48 saat evvel
verilirse, husule gelen diürez her iki cismin ayrı ayrı verildiğinde daha
yüksektir.
Bu
kuvvetlendirmenin tesir mekanizması bilinmiyor denilmekle birlikte tesirleri
hakkında yorum yapılarak “Her halde asidoz, civa diüresini şiddetlendirir;
alkaloz azaltırır” demektedir.
Civalı diüretiğin
tesiri, adaleye şırıngasından iki saat sonra başlar 6-9’un saatte maksimuma
erişir ve 12–24 saatte biter.
Tek bir
şırıngadan sonra, ödemli hastada 3–5 ve bazen 10 lt. İdrar çıkabilir. Bazen
tesirsiz de kalınabilir.
Tesir sonraki
şırıngalarda hafifler, fakat tahammül husule gelmez. Civalı diüretik tesiri ile
tuz itrahı çoğalır; günde çıkan tuz miktarı 30–80 gr. olabilir.
1.6.5.1.a-CİVALI DİÜRETİKLERİN TOKSİK TESİRLERİ
Civalı diüretik
kullanırken bazen civa ile akut zehirlenmesi arazına benzeyen belirtiler olur;
albüminüri, silendrüri, hematüri, salivasyon, stomatit, hemorajik, kolit ve
dolaşım kollapsı gibi bazı şahısların civaya karşı mutad dışı hassas olmaları
veya civa itrahının çabuk olmaması ve böbreklerin çalışmalarında evvelden mevcut
olan bozukluk buna sebeptir.
Eğer diürez
herhangi bir sebepten dolayı geri kalırsa, ilacın kesafeti idrarda fazla
yükseleceğinden tübüliler dejenere olabilir. BAL (dimercaprol) civalı diüretik
kullanırken görülen toksik semptomları kaldırır.
Bazı şahıslarda,
nadir tesadüfü olunan civalılara karşı idyosenkrazi, ateş ve deride erüpsiyon
ile kendini gösterir.
Civalıların damara
şırıngalarında ventrikül fibrilasyonları ile ölüm vakası kaydedildi. Bilhassa
bu yoldan verildiği zaman, kalp üzerine olan fena tesiri elektrokardiyogramda
ritm ve iletim bozuklukları ile kendini gösterir. (Bilindiği gibi Atatürk’te
kalp sorunu da bulunmaktaydı.)
Diğer bir takım
toksik belirtileri, civalı diüretiklerin husule getirdikleri şiddetli diürez ve
tuz kaybı neticesi olarak meydana gelen elektrolit muvazenesi bozulmasından
ileri gelir.
Bu hallerde sodyum
kaybına (depletion of sodium) ait belirtiler; zafiyet, bulantı, kusma, adale
krampları, karın kolikleri, apati, uyuklama ve nihayet komada ölüm görülür. Bu
belirtilerin tamamı Atatürk hakkında tutulan notların tamamında yer almaktadır.Dijitalin
tedavisinde bulunan yaygın ödemli bir hastada, dijital mobilizasyonu ile birden
ölüm, nadir de olsa görülebilir.
1.6.5.1.b-PREPARATLARI
Mersalylum,
Mersalil, Mersalyl (Kodeks) C13H16O6NNa Hg (hydroxy-Mercure-3methoxy-2propyl)
(Salicylamide acetate de Sodium) CO.NH..CH2CH (OCH3) CH2.HgOH O.CH2.CO.Ona
1.6.5.1.c-MERSALYLUM
Civanın bu organik bileşiği ortalama %
39 civayı havidir. Tadı acı, beyaz bir tozdur. Rutubet çeker, suda kolaylıkla
erir. Fantezi isimleri Salygran ve Gortulindir.
Ph. İnter de
Mersalylum (Mersalyl) için mutad tozlar adele içi veya damar içi bir defada
0.10 gr.dan 0.20 gr. 24 saatte 0.10 gr.’dan 0.20 gr.’a kadardır.
Ticarette % 10
mahlülünden hazırlanmış 1–2 cc’lik ampuller vardır. Ayrıca % 10 Salyrgan ve % 5
teofilin ihtiva eden 1 ve 2 cc’lik ampuller bulunur. Süpozituarları varsa da
rektum için muharriştirler.
1.6.5.1.d-VERİLME
YOLLARI
Civalı diüretikler için mutad yol adale
içidir. İlk defa kullanılıyorsa evvela yarım ampul şırınga edilir.
Eğer bir
tahammülsüzlük görülmezse, ertesi gün tam ampul yapılır.
Her defa da
kullanılan doz 1–2 cc’dir. Birikici Toksik tesri önlemek için şırıngalar
fasılalarla yapılmalıdır; arada en az 3–6 gün fasıla bırakılmalıdır.
İlaç damar içine
de verilebilir; lakin mecbur kalınmadıkça adale içi yolu tercih edilmelidir.
Damar içine
şırıngada tromboflebit tehlikesinden başka, kalbe kötü tesir unutulmamalıdır.
Çeşitli
diüretikler arasında tesir bulumundan bir fark yoktur. Tedaviye civalıların en
önemli kullanma yeri, kardiyak ödemlerdir. Ayrıca kronik asitlerde, perikard
epanşımanlarında ve nevrozda endikedirler. Nefritlerde ve böbrekte çalışma
bozukluklarında kontrendikedir.
1.6.5.1.e-DİÜRETİKLERİN
KLİNİKTE KULLANILIŞI
Diüretiklerin
başlıca endikasyonu vücutta toplanan suyu harice çıkarmak, yani ödem mayiini
harekete getirmektir… Böbreklerden çokça idrarın çıkmasını sağlayarak,
ekstrasellüler mayiin azalmasına hizmet ederler.
Modern kalp
yetmezliği tedavisinde civalı diüretikler kardiyotoniklerin yanı başında yer
alır. Şüphesiz ödem tedavisinde ayrıca, tuzsuz rejime, yüksek proteinli gıdaya,
vücut boşluklarında toplanmış mayiin boşaltılması gibi vasıtalara müracaat
edilir.
Karaciğer
sirozundaki asitle, başka sebeplerden husule gelen kronik asitlerde ve adaviz
perikarditlerde diüretiklerden ve bilhassa civalı diüretiklerden çok
faydalanılır.
Bir başka eserde
ise; Mercury, yaşamsal organlarda ve karaciğer, beyin, kalp kası gibi
dokulardakileri biriktirmek için bulunmuştur. Mercury zehirlenmesinin ana
belirtileri duygusal değişkenlik, titreme, dişeti iltihabı ve böbrek
yetmezliğini içerir[13].
Bazıları,
Mercurynin çoklu doku sertleşmesi ve epilepsi krizleri ile ilgisi olabileceğine
inanmaktadır. Ayrıca vücudun bağışıklık sistemini harap etmesi muhtemeldir,
lösemi gibi hastalıklarda olası payı bulunur.
Son zamanlardaki
çalışmalar, yalnızca 10 dk. Çiğnenen sakızdan sonra, civa buharının bir
miktarının dişlerle ilgili civa bileşiğini serbest bıraktığını ortaya koymuştur.
Hiçbir devlet
kurumu, dişlerle ilgili civa bileşiği ile içeri alınan civa için güvenli
standartlar belirlememiştir. Bazı uzmanlar, civanın ortaya çıkardığı hiçbir
güvenli düzeyin olmadığına inanmaktadır.
1.6.5.1.f-MERCURY İLE
İLGİLİ PROBLEMLER
Mercury ile ilgili problem, sülfürü fazla
sevmesidir. Çünkü mercury, sülfür için diğer moleküllerle yarışır ve genellikle
onları öldürmek için moleküllerin yapısından sülfür çalar.Sülfür, birçok diğer
proteinde ve enzimde olduğu gibi kan hücrelerimizin bir parçasıdır.
1.6.5.1.g-MERSALYL SODİUM
Martındale – The Complete Drug’da ise [14];
Mersalyl asitinin sodyum tuzudur. Mersalyl, asit tuz formundayken böbrek tüpcüklerinde
faaliyette bulunan, dışkıda sodyum ve kloridi artıran güçlü bir idrar söktürücüdür.
Organik idrar söktürücüler, geniş olarak idrar söktürücü etkisi olan ilaç
grubunun öncesinde kullanılır, fakat şimdi ağızdan alınan kuvvetli ve daha az
toksik ilaçların yerini almıştır.
Mersalyl asit
genellikle enjeksiyonla verilir, lokal tahrip ediciliği azaltılmış, emilimi
artırılmıştır. Aşırı duyarlılık testinin ardından kas içine enjekte edilir.
Diğer organik civalı idrar söktürücüler klormerodrin, meraurid, mercaptomerin
sodyum ve meretoksilin prokan içerir. Bunlar esas olarak kas içine enjekte
edilir, deri altına enjekte edilenler daha az tahrip edicidir.
1.6.5.1.h- SALYGRAN
Toksik thiol civa
tuzu, eskiden diüretik olarak kullanılırdı. Birçok biokimyasal fonksiyonların
incelenmesinde kullanılmıştır[15].
Civa. guicksilver
(hızlı gümüş) HG no; 80 valans 1–2, gümüş-beyaz, ağır, hareketli, likit metal;
normal sıcaklıkta az miktarda buharlaşır, -39 derecede ince beyaz, yumuşak bir
kütle oluşturur ve bu bıçak ile kesilebilinir…
Normal oda
sıcaklığında olmasa bile, kaynama noktasında ısıtıldığında yavaşca HgO ya
okside olur. Demir dışında çoğu metalle bileşik oluşturur ve oda sıcaklığında
bile sülfür ile bağlanır. Çözünür değildir ve H2O tarafından yakalanmaz.
HNO3’de çözünür.
Soğuk H2SO4 veya HCI tarafından yakalanamaz. Isıtma süresine ve asitin
miktarına bağlı olarak H2SO4 ile merkurous veya merkurik sülfüre dönüşür.
1.6.5.1.h.a-
ZEHİRLİDİR(!)
Civa tuzları Na2CO3 ile ısıtıldığında
metalik Hg oluşur ve bu da alkalin hidroksidin varlığında H2O2 ile birlikte
Metale indirgenir… Cu, Fe, Zn (bakır, demir, çinko) ve birçok diğer metaller Hg
yi nötral metale veya hafif asitolustyonalara çevirir. Çözünür iyonize Merkurik
tuzları alkali hidroksitlerle siyah ve HCI ve çözünür CI ile calomel Beyza
verirler. Bunlar güneş ışığında yavaşça ayrışırlar.
1.6.5.1.h.b-
KULLANIMI
Barometreler,
termometreler, hidrometreleri, pirometreler, ultraviolet ışık üreten civa ark
lambalarında, florasan lambalarda, tüm civa tuzu yapımlarında, aynalar da,
organik bileşiklerin oksitlenmesinde katalizör olarak altın ve gümüşün maden
filizlerinde ayrıştırılmasında, amalgam yapımında, elektirik rektifyesinde, civalı
patlayıcılarda, cephanede, diş dolgu amalgamlarında, Kjeldah metodu ile N
ölçümünde, Millon reajanında, elektrolizde katotolarak, elktro analizde, dış
cephe ev boyalarında, seramiklerde ve birçok başka kullanımları da mevcuttur.
Olası dereceler; Ayraç, N.F, teknik
1.6.5.1.h.c-
ZEHİRLİDİR
Gastrointestinal
sistemden, sağlam deriden ve solunum sisteminden (elementer civa buharı, civa
bileşikleri tozları) absorbe edilir. Dökülmüş ve ısıtılmış civa özellikle daha
zararlıdır.
1.6.5.1.h.c.1- AKUT
Ciltte ve mukus membranlarda çözünür
tuzların şiddetli aşındırıcı etkileri vardır. Aşırı bulantı, kusma karın
ağrısı, kanlı ishal, böbrek hasarı, 10 gün içinde ölüm.
1.6.5.1.h.c.2- KRONİK
Diş etleri ve ağzın
inflamasyonu, tükürük bezlerinin şişmesi, aşırı tükürük akışı, diş kaybı,
böbrek hasarı, kas titremesi, düzensiz yürüyüş, ekstremite spazmları, kişilik
değişiklikleri, cesaretsizlik, depresyon, iratibilite, sinirlilik, demamentia,
motor koordinasyonun kaybı (dementia; organik nedenlere bağlı olarak mental
gücün bozulması veya kaybı).
Civanın
karaciğer, beyin ve kalp kası gibi hayati organlara akumule olduğu bulunmuştur.
Civa zehirlenmesinin major semptomları emosyonel instabilite, tremor, gingivit
ve böbrek yetmezliğidir. Daha ileride vücut immun sistemine potansiyel zarar
verebilir ve lösemi, hematopetik discrasi gibi hastalıklara yol açabilir.
Yapılan
çalışmalarda diş amalgamından, civa buharının hemen hemen tamamının
çiğnendikten sadece 10 dakika sonra salındığı bulunmuştur.
Hiçbir devlet
ajansı diş amalgamlarının içindeki civa alımı güvenliği ile ilgili bir güvenlik
yayını yapmamıştır. Bazı eksperler “civa ile expose olmanın güvenli sınırı”
olmadığına inanırlar. Çocuklardaki ve gelişmekte olan fetusdaki düşük vücut
ağırlığının da civa exposesi ile ilişkisi vardır.
1.6.5.1.g- MERSALYL
(Salygran)
Tıbbi kullanımı;
Mersalyl (iki parça) ve teofilin (1 parça) diüretik olarak kullanılır.
1.6.5.1.g.a- CİVA İLE
PROBLEMLER
Civanın problemi sadece “sülfürlü çok
seviyor” olmasıdır. Öyle çok ki, diğer moleküllerle sülfür için yarışır ve
diğer moleküllerin içinden onları öldürecek bir etki ile sülfürü çalar”, civa
beyin tutubuleri ile interaksiyona girer ve nöral yapıyı tutan mikrotubuleri
bozar. Eğer sülfürü çalamaz ise sülfüre bağlanabileceği en iyi şekilde
bağlanır.
Bu da genelde
molekulün görevini yerine getirmesine engel olur. Sülfür diğer birçok protein
ve enziminde olduğu gibi kan hücrelerimizin bir parçasıdır. Vücudumuzdaki
birçok sistem “günümüz endustirel bileşik hattı” gibi çalışır. Eğer bir sistem
istasyonu durursa tüm sistem çalışamaz ve çıldırır.
1.6.5.1.g.b-
HEMOGLOBİN
Enzimler vücut
kimyasal hattı içinde çok spesial görevler yaparlar ve herhangi birinin
çalışmaması durumunda ortaya çıkacak olan durumu hayal edebilmekte o kadar zor
olmamalı. Bir arabanın birleştirme hattına gelirken tekerleksiz veya ışıksız
veya yağ sensor lambasız veya fünyesiz geldiğini hayal edin ve fikir sahibi
olursunuz.
Bizim fikrimizce
enzimler gerçekten hiper küçük çalışanlardır. Laboratuarlarda, dakikada iki
milyon reaksiyon yapmaya kurulmuşlardır. Bu 24 saat içinde işlerini 2 milyar
880.000.000 kez yapıyorlar demektir.
Bu hızla bu
kişiler (enzimler) ulusal hesapların tümünü 1875 günde yapabilirler (5.1 yıl)
Günümüzde tipik
yetişkin diş amalgamının 10 gramının 5 gramı civadır. 10 yıllık amalgam ömrü
içinde bu civanın yarım gramı dışarı kaçar ve bu da amalgamın birileri tarafından
absorbe edilir. Yarım gramı anlama bağlamında şu gerçeği göz önüne alabilirsiniz;
Minnesotada, 1994 de Minnesota meclisi tarafından, tenis ayakkabıları
içerdikleri yarım gram civa nedeni ile yasaklanmışlardır. 180 lb lik bir vücutta 0.5 gr.
8.168 PPm lik bir konsantrasyon oluşturur. Bunu “Suyun hayatındaki önemi ile
karşılaştırın TRC)
Yaklaşık olarak 0.5 gram civanın içinde
1.501.430… Adet atom vardır. Ve her bir civa atomu da kritik bir proteini ya da
enzimi bozma yeteneğine sahiptir.
10 yılda vücut bu miktar civayı vücuttan
atamazsa birçok hasar oluşabilir. Maalesef civanın vücutta saklanma yolları
vardır ve uzaklaştırılması zordur.
Bu 0.5 gram civa vücuttaki
4.324… adet kimyasal reaksiyonu bozma potansiyeline sahiptir.
Görüldüğü gibi tüm bu kimyasal reaksiyonların
olduğu skalayı anlamak oldukça zordur. Civa zehirlenmesi ayrıca hiper exsitebiliteye
sebep olan psikotik bir duruma da neden olabilir. “Şapkacı gibi deli”. Madas
hatter deyimi 19 yüzyılda şapka yapanların keçe ve kunduz şapkaların yapımında
kullandıkları civa bileşenlerine kronik maruz kalmaları sonucu ortaya
çıkmıştır. Civa aynı zamanda deri ve kürk paltoların saklanmasında da
kullanılmaktaydı.
1.7-MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK’E OTOPSİ YAPILMAMIŞTIR
Atatürk’ün
vefatından sonra otopsi yapılması konusu da ayrı bir tartışmaya kapı
açmaktadır. Bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
“… hastalığın bir
‘hepatite sclerocongestive ethylique’ olduğu tespit edilmiştir…” Birinci
raporda ölümün “cirrhose ascitogene” (karın içinde sıvı, asit toplanması)’ndan
meydana geldiği; ikinci raporda da hastalığın “heptite sclerocongestive
ethlique” (alkolle ilişkili karaciğer iltihabı) olduğu belirtilmektedir.
İkinci raporda
siroz hastalığı alkolle ilişkilendirilmektedir. Ölüm raporunda böyle denilince,
ölümün alkolle ilişkilendirilmesi yaygın kanı haline gelmiştir.
Oysa bugün,
tıbbın ulaştığı düzey içinde, konunun uzmanları, biopsi yapılmadan böyle bir
kanıya varılamayacağı görüşündedirler. Ayrıca siroz, alkolden de olmuş
olabilir, sirozu meydana getiren diğer nedenlerle de olmuş olabilir ki
bunlardan birisi de “sıtmaya bağlı sirozdur” çünkü verilen kininlerin Atatürkte
gerçekleşen sıtma hastalıgının bu yönde bir fikrin oluşmasına neden olurken
gözden kaçmaması gereken ve yine burada tartışmaya açacagımız bir ilacın “Colchisin-Hepatotoksik”
nin Atatürke verilerekte Hastalıgının siroza cevirilme ihtimali de gözden
kaçırılmamalıdır. Bugün bu konuda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.
Atatürk’e biopsi
yapılmadığı gibi, otopsi de yapılmamıştır[16].
O halde sirozu alkole bağlama, tamamen, siroz konusundaki genel bilgiden ve
Atatürk’ün alkol almasından yola çıkılarak yapılan varsayımdan
kaynaklanmaktadır. Yani tıbbi bir sonuç değildir, Kaldı ki “ Atatürk Nasıl Öldürüldü?”
kitabımızda da Atatürk’ün ne miktar Alkol kullandığını ayrıntısıyla anlattık
yani bu durum sadece gerekli tıbbi tahliller yapılmadan varılan bir sanıdır.
Bilimsel bir değeri yoktur.
Mustafa Kemal
Atatürk’e otopsi yapılmamıştır. Oysa bilinmektedir ki, dünyada birçok ünlü
insana, ölümünün ardında otopsi yapılmıştır.
Atatürk’ün uzun
yıllar doktorluğunu yapmış olan (1923’den 1938’e kadar) Prof. Dr. Neşet Ömer
İrdelp bu konu da şunları söylemekte;
“… Ölümünden sonra otopsi yapılmasını, hükümetin
isteyip istemediğini sorduk. Hükümet istemezse bizce de ihtiyaç yoktur”
dedik.
Hükümet buna lüzum
görmedi. Yapılırsa bir dedikodu çıkardı. Büyük adamın ölümünden sonra lüzumsuz
dedikoduya mahal vermek istemedik[17].
Yine sözlerin arasında;
“Atatürk’ün
hastalığı rakıdan mı idi? Bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değildir[18].”
Daha sonradan çıkan bilgilerden de anlaşılmaktadır ki bu şüphelerinde haklıdır.
Bunlara karşın,
03 Ağustos 1938 tarihinde yapılan kosültasyonda bulunan doktorlardan birisi olmasına
karşın, konsültasyon sonuçlarını bildirir raporun ikinci maddesinde yer alan şu
cümle gerçekten manidardır.
“… Bunun esaslı (nedeni)alkoldür” denilmektedir.
Oysa ki; Napolean
Bonapart, 3. Napaleon, Schiller, Byron, Cromwell, Bismark, Helmoltz, Einstein
gibi, birçok ünlüye otopsi yapılmış ve İrdelp’in ileriye sürdüğü gibi bu
insanlara otopsi yapıldığı için her hangi bir dedikosu çıkmamıştır.
Aksine bilimsel
olarak ölüm nedenleri ortaya çıkartılarak hiçbir şüpheye meydan vermemektedir.
Yine Ömer İrdelp’in; “Benim kadar
Atatürk’ü uzun zaman yakından observe eden yoktur. Notlarım var. Bunlardan bir
gün hatıra yazacağım diyordu[19].
Maalesef şu tarihe kadar bu gerçekleştirilmemiştir.
Yıllarca doktorluk
gibi kutsal bir hizmette bulunmuş olan İrdelp, Atatürk’ün vefatından sonra
hiçbir şey yazmazken, yazılanlara da engel olmuştur.
Bununla da
kalınmayıp, post-mortem incelenmeyi de kendilerince çözümlemesi ilginçtir. Oysa
ki, ölümle sonuçlanan bir suçun araştırılması eksik kalmaktaydı. Bu durumun
farkında olan hükümet ve doktorlar, yangından mal kaçırır gibi Atatürk’ün
cesedini kaçırmışlardır.
Bu konuda bazı
kişi ve kesimler farklı fikir ve düşünceleri ortaya koymakla birlikte, yukarıda
İrdelp’in dile getirdiğinin mantıklı olduğu görüşü sağlamdır. Çünkü 2. Sultan
Mahmut döneminde, 1839 yılında, Mekteb-i Tıbbıyye-i Şahane’nin eğitim programı
içinde, Tıbbi Kanuni (Adli Tıp) ismi ile yer almıştır. Ülkemizde ilk otopsi
1841 yılında yapılmıştır.
Yani Atatürk’ün
otopsisi yapılmak istenseydi, bu kurum Atatürk’ün otopsisini yapabilecek
donanıma sahipti. Dr. Sırrı Akıncı, Atatürk’e otopsi yapılmamasına ilişkin
olarak şunları söylemekte; “Bilim, tarih karşısındaki sorumluluğu ona
bakan hekimlere yöneltir. Ama hekimlik dışı resmi bir kişi ya da makam buna, “Hayır!
Asla! Kat’a olamaz!” biçiminde skolastik bir cevap vermişse sorumluluğun yer
değiştireceği doğaldır[20].”
Demektedir.
Akıncının
üzerinde durduğu önemli konulardan biri de, bilimin tarih karşısındaki
sorumluluğudur. Bu sorumluluğu taşıyamayanlara tarih yine bu bilimler
çerçevesinde gerekli cevabı verecektir.
M. Kemal
Atatürk’ün vefatından sonra ortaya konulan vefat raporu da birçok eksikliklerle
dolu olarak karşımıza çıkmakta.
Yine, 1976 yılında
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına “Atatürk’ün sıhhi hayatına ilişkin” Prof.
Dr. Bedi Şehsuvaroğlu tarafından verilen dilekçelerde (31.05.1976 tarih ve 176
sayılı yazı ve 24.06.1976 ve 224 sayılı dilekçeler) aldığı cevap manidardır. “Tüm
aramalara karşın bulunamamıştır.” Bulunamayan, bu ülkeyi kuran, bağımsızlığını
milletin ellerine teslim eden Atatürk’ün sağlığına ilişkin belgelerdir.
Yine yukarıda bahsettigimiz gibi ilk defa
yayınladığımız İstanbul Belediyesinin ölüm raporuda oldukca ilğiçtir.
Yukarıda
sürekli olarak dile getirilen tedavi, teşhiste yaşananlar ve kullanılan
ilaçlardaki büyük yanlışlıklar Atatürk’ün ölüm raporundaki yansıyan bu
yanlışların bir izdüşümü halinde yansımaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM /
ATATÜRK SİROZDAN MI SITMADAN MI ÖLDÜ?
2.1-ATATÜRK’ÜN ÖLÜM
SEBEBİ SİROZ MUYDU?
Em. Dz. Tbp. Kd. Alb. Eski Dz. K. K.
Sağlık Dairesi Başkanlarından Op. Dr. Aytekin Ertuğrul’un Atatürk’ün ölüm
nedeninin “Alkolik siroz” olmayıp, sıtmadan öldüğünü, Emekli Subaylar
Derneğinin (TESUD) çıkardığı yayın organında açıklamıştır[21].
Bu açıklamasından
bir süre geçmesine karşın bu konuda gerekli ve sorumlu makamların her hangi bir
çaba içine girmemeleri düşündürücüdür.
Bunun üzerine Ertuğrul, 10 Kasım 2003 tarihli Cumhuriyet
Gazetesinde yayınlanan yazısında da aynı konuyu işlemiştir.
Atatürk’ün
ölümcül hastalığı hakkında ne kadar sorumsuzca davranıldığının ve milletimizden
saklandığının bir göstergesidir.
Bu bölümün sonunda, Atatürk’ün tedavisinde
kullanılan ilaçlarla, majistral olarak yapılan reçetelerin tarihleri ve parasal
değerleri İstanbul Eczanesi arşivinden alınarak verilmiştir.
Yayınlanan bu
tarihi belgelerde sıtma hastalığının rolünü kesinlikle ortaya koymaktadır.
Atatürkün vefat
nedenini Sıtmaya bağlı siroz olarak degerlendiren Ertuğrul bu iddiasını
sürdürmektedir.
2.2- ATATÜRK’ÜN FELÇ OLDUĞU İDİASI VE ALDIĞI ALKOLÜN MİKTARI
Gerek
çevresindeki Dalkavuklar gerekse de siyasi hasımları özellikle Fransa devleti
ve İstihbaratı tarafından ortaya atılan dedikodular, zaman zaman halkın
beyninde şüpheler uyandırmıştır.
Bunların içinde
Atatürk’ün hasta olduğu, felç geçirdiği, gözlerinin görmediği gibi
çoğaltabileceğimiz vakıalar, Atatürk’ün
hayatında sıklıkla karşılaştığı konular olmuştur.
Tabii ki atılan iftira ve
dedikodularda, diğerlerinde olduğu gibi hizmet ettiği insanlar ve kurumlar
mevcuttur.
10 Ağustos 1929
tarihinde yat’la Milletvekili Tahsin Uzer’in Büyükdere’deki yalısına giden
Atatürk, kendisinin geldiğini haber alan halk tarafından balkona çıkıp
selamlaması esnasında, kendisi hakkında çıkan bu asılsız dedikodulara bir bir
cevap verdikten sonra konuşmasının sonunu şu sözlerle bağlar; “…Siz bu akşam karşımda milletin timsali,
gölgesisiniz. Size seslenirken, bütün Millete sesimi işittireceğimi biliyorum.
İşittiniz, SİZİN İÇİN ÇALIŞAÇAK, SİZİN İÇİN YAŞAYACAGIM. BENİM KUVVETİM SİZE
OLAN MUHABBETİM VE SİZİN BANA OLAN MUHABBETİNİZDİR. BU MİLLET, BU
MEMLEKET, DÜNYA’NIN EN MAKBUL BİR
VARLIĞI OLACAKTIR. BU MİLLETİ, ÖBÜR MİLLETLERİN ÜSTÜNDE GÖRMEDEN ÖLMEYECEGİM” Coşkulu ve heyecan dolu bu akşamın devamında
o çok merak edilen ve ölüm sebebi olarak da gösterilmeye çalışılan alkol miktarının
ne kadar olduğunu anlamamız için bize ipucu veren şu bilgiye dikkat etmeliyiz.
“Atatürk o gece çok neşeliydi. Hayatında
en çok içkiyi de o gece içmişti. O gece sabaha dek içildi. Hepsini
hesaplamıştım, üç şişe bira ve yarım şişe Dimitrokopulo (Üç kadehte fazlası
vardı.) İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı.[22]”
Yani karşımızda
alkolik ve içki düşkünü bir insan olmadığını artık kabul etmeliyiz.
Ayrıca Tekel
idaresinin özelleşmesinin hemen ardından Atatürk’ü ima eden isimler altında
piyasaya sürülen içki isimleri de ayrıca manidar ve düşündürücüdür.
2.3-ATATÜRK ALKOLİK
MİYDİ?/
Gece ilerleyen dakikalarda sözlerine devamen;“Atatürk, karşısında sevgi gösterisi yapan
halka doğru, kadehini kaldırarak şöyle konuştu: ‘Vatandaşlarım... Buna Rakı
derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi.
Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz, karşılıklı
içiyoruz. Hepimiz eşitiz.Benim için rakı
içer, şunu bunu yapar diyorlar. Ben bunların hepsini yaparım. Hepsi doğrudur. Neticede unutmayın ki, ben de
sizin gibi insanım. Sizinkinden bir fazla değildir, yaptıklarım[23]”
Bugüne kadar Türk
Milletinin gündemine getirilmemiş olan Atatürk’ün vefat raporunda (hepatite
sclerocongestive ethyligue daha sonra da Ascitogene bir cirrhose ), ölüm sebebi
olarak gösterilen ve bugün ortada apaçık duran, bilimsellikten uzak paravan bir
rapordur.
Siroz hem de
alkolik siroz olarak gösterilmeye çalışılan vefatı, diğer bir taraftan da
aşağıda birlikte izleyecegimiz olayların, iftiraların önünü açarak, Atatürk’ün
ölüm nedenini alkole bağlamıştır. Tabii bu durum, izah edilirken bir konunun
altını çizmekte de fayda görmekteyim.
Geniş kitlelere
yıllarca bu konu sürekli olarak öylesine dikte ettirilmiştir ki insanlar,
Atatürk’ün çok alkol alan ya da daha başka bir deyişle alkolik olduğunu o kadar
kanıksamıştır ki, bugün aktarılan bu bilgiler karşısında şaşırması ve
yadırgaması çok doğaldır.
Geçmiş dönemlerde
ve günümüzde olayı tam olarak kavrayamamış ya da bu konuyu kasıtlı olarak
işleyen yurt içinde ve dışında birçok yazar ve araştırmacı, maalesef çok yanılgılara
düşmüşlerdir.
Yine kendisine
önce güven, saygı ve sevgi beslediğimiz ebedi liderimizin burada alkol
almıyordu gibi bir anlam çıkarmak çok yanlış olaçaktır. Bu yanlış anlatımların
asıl temeline bakmak gerektir.
Bunun en büyük
mübessilleri, Atatürk’ün etrafını sımsıkı vaziyette sarmış olan Dalkavukların
bizzat kendileridir.
Atatürk hakkında
çevreye yaydıkları asılsız bilgiler,
ülkemizdeki aydınlar kadar ülkemizin dışındaki yazarların da yanlış
bilgi edinmelerine ortam hazırlamıştır. İş o kadar ilginçtir ki bizzat Türkçü
olan Atatürk, vefatından sonra Türkçülüğün önderliğini yapan yazar ve
aydınlarca da eleştirilere uğramıştır.
Bunlara örnek olarak Necip Fazıl
Kısakürek ve Hüseyin Nihal Adsız’ı verebiliriz.
Bunlara karşın
Atatürk’ün vefatının hemen ardından Cumhuriyet Gazetesi’nde bir makalesi
yayınlayan Necip Fazıl Kısakürek’in nereden nereye dedirten sözlerine bakmakta
fayda vardır diye düşünüyorum[24].
2.4- PONKSİYON (KARINDAN SU ALINMASI )
Akil Muhtar Özden
önemli bir konuya da burada dikkat çekmektedir, o da Atatürk’ün karnında su
yani asit oluşumudur.
Karında toplanan
su bu hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımı ve
teneffüs zorluğu verdiği gibi vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli
proteinlerin kaybına da yol açacağı için ayrıca tehlikelidir .
Atatürk’ün
karnından su alınması ilk defa 7 Eylül
1938 tarihinde Dr. Fissinger’inde bulundugu doktorların katılımıyla, Dr.M.Kemal
Öke tarafından yapılmıştır.
Bu Ponksiyonun (su
alımı) sonunda, karnından 12 litre ye yakın
su çıkmıştır. Bu ponksiyonda herkese kullanılan iğne ( Kalın) kullanılmamış
evvela Novokain şırıngası ve sonra da
küçük bir yarık açılarak ( Şak) yaptıktan sonra yatakta su alınma işlemi yapılmıştır.
Ponksiyonu yapan
M.Kemal Öke,Dr.Neşet İrdelp’e “Ben bu müdahaleyi gayri müsait ( uygun olmayan )
şartlarda yaptım” diyerek
mes’uliyet’ten kaçtığını bir kaç defa
dile getirdiğini bununla birlikte Dr. Fissinger’inde “İşleri güçleştiriyor”
dediğini tekrarlar. (Akil Muhtar’ın notları)
Yapılan müdahale karındaki asiti azaltmamış,bir kaç
gün sonra tekrar asit oluşmuştur.Bunun üzerine yapılan ikinci ponksiyon
22-23 Eylül tarihleri arasında
yapılmıştır. Bu ponksiyonu da birincisini yapan
M.Kemal Öke yapıyor. Bu sefer doğrudan doğruya kalın iğne kullanılarak
(Trokar) yapılan işlemde tekrar 12 litre’ye yakın su vücuttan alınıyor.
Fakat alınan bu
sulara rağmen yine de karında oluşan asitin önüne geçilemiyor. 3.defa
Dr.Fissenger’in getirtilmesine karar veriliyor.Fissinger yaptığı muayene
sonunda tekrar karından su alınması gerektiğini vurgulamış ve 12 Ekim 1938
akşamı , M.Kemal Öke ertesi gün tekrar köşke asitin alınması için çagırılmıştır.
13 Ekim tarihinde
, M.Kemal Öke ile Neşet Ömer İrdelp, Özel kalem müdürünün odasın da asitin
alınmasına ilişkin görüşmeler yaptılar.
Uzun yıllardır,
Atatürk’ün tedavisini yapan Dr.Neşet Ömer İrdelp Karaciğer yetersizliğinden
ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşünü savunuyordu.
Bu nedenle lokal
anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını
ileri sürüyordu.Dr.M.Kemal Öke’de vaktiyle Atatürk’e cerrahi girişimde
bulundugunun onun ağrıya karşı ne derece duyarlı oldugunu bildiğini söylüyordu.
Bu yüzden
İrdelp’in fikrine katılmadığını
söylüyordu. M.Kemal Öke’ye göre deri ve deri altının çok ince bir iğne ile
uyuşturulmasından sonra karından su alınmasına da bir sakınca yoktu.
Bu önerisini
Dr.Fissinger’e iletince (M.Kemal Öke) bu türlü uygulama onun tarafından da zararsız
karşılanmışdı. Bu şekilde karından asit alınması işlemi yapılmış ve 10 litre’ye
yakın su çıkmıştı.
Son ponksiyonda
7 Kasım tarihinde yapılmıştır. Oysa ki, Karında toplanan su bu hastalığın
sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir.
Kan dolaşımı ve
teneffüs zorluğu verdiği gibi vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli
proteinlerin kaybına da yol açacağı için
ayrıca tehlikelidir .
Bilinen bu
gerçeğe rağmen aynı anda Atatürk
üzerinde bu tehlikeli iki tedavi uygulanmıştır.
Çünkü,
3 Ağustos’ta başlayıp 27 Eylül tarihinde verilmesi sonuçlanan salyrganla
birlikte, 7 Eylül, 22-23 Eylül ve 13 Ekim ve
7 Kasım tarihlerinde ponksiyon yapılmış olması 10 Kasım 1938 tarihinde
Ata’mızın vefatında etkili değildir demek ne kadar mümkün olacaktır.
2.5-ATATÜRK SITMA
HASTASI MIYDI?
Atatürk’ün temelde iki rahatsızlığı
vardı. Bunlarda yaşadığı dönemde varlığı tüm insanları etkileyen, böbrek
rahatsızlığı ve sıtmadır.
Atatürk'ün vefatı
ise tedavisinde kullanılan ilaçlar, yanlış tedavi yöntemleri ve bunlara bağlı
olarak da suikast olduğunun belgelerini ortaya koymaya yeterde artar
zannedersem. Bunun için tedavisi için yapılan konsültasyonlarlara bakmak
gerektir.
Prof.Dr. Akil
Muhtar Özden Şehsuvaroğluna verdiği notlar da konuya ilişkin şunları söylüyor;
“Karaciğer rahatsızlığının ilk arazı 1938
Ocak ayı sonlarında... Dr. Neşet Ömer Bey, Dr.Nihat Reşat Belger Bey Karaciğerin
büyümüş olduğunu görmüşler. İçkiden men
etmek istemişler. Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75 kiloymuş... Evvelce Atatürk
hemen her akşam 1/2–1 litre arasında rakı içerdi ” demektedir.
27 Şubat 1938
akşamı Balkan İttifakı Hariciye Nazırları şerefine Çankaya Hariciye Köşkü'nde
verilen yemeğe Atatürk'ün Burnu’nun şiddetli şekilde kanaması üzerine toplantıya
geç kalması üzerine dönemin yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu.
Atatürk tedavisi
için yabancı doktor istememişti. Bunun üzerine, Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı’nca 6 Mart 1938 tarihinde çağrılan Konsültasyon heyetinde; Neşet Ömer,
Reşat Belger, Akil Muhtar, Hüsamettin Kural, Z.Naki Yaltırım ile Asım Arar
vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan Akil Muhtar, Atatürk’ün
vücudundaki kaşıntılar hakkında bilgi verdikten sonra; “Muayenemde büyük bir karaciğer buldum. Adlaı üç parmak geçiyordu ve
sertçe idi. Tahal (dalak) da kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu .
(geçiyordu)
Karaciğerin yüzeyi düzgün idi. Karın
yumuşaktı. Karında yüzeysel damarlarda şişkinlik yoktu Hiç bir ascite (asit- karında su toplanması) arazı
bulunmadı. Rengi bozulmuş, kuvveti azalmış idi. Etrafta (Kollarda ve
bacaklarda) Özima,(Ödem- su toplantısı) yoktu.
”
Sözlerine
devam eden Muhtar," Gözlerde hafif
bir sarılık gördüm. Atatürk, evvelce
Malarya (Sıtma) çektiğini söyledi. Altı sene evvel tekrarlamış. (1932
yılı) Reelelerini muayene ederken,
Atatürk sağ ree kaidesinde (tabanında) daima bir gayri tabilik olduğunu ve
bunun muhaberede kırılan bir dili (kaburganın) tesiriyle baki kaldığını
anlattı.
Köşkün kütüphanesine gittik. Başvekilin,
huzuru ile tıbbi istişare (Konsültayon) yapıldı. Hastalığının bir Hepatite (Karaciğer iltihabı) olduğunu ve bunun en
mühim sebeplerinin alkol olduğundan şüphe edilemeyeceğini hepimiz kabul
ettik.
Az
etli münasip bir perhiz tespit edildi. İlaç olarak da lazım gelen tertipler
yapıldı. Bunları bir rapor şeklinde tespit ettik .
Dr.Asım Arar raporu okudu; (…) Atatürk
alkolün tesirini kabul etmek istemiyordu.
"Ben alkolü çok eskiden beri kullanıyorum, bir şey olmadı. Şimdiki
hastalığıma başka bir sebep aramanız lazımdır." dediler.
Akil Muhtar gerekli izahatları yaptıktan
sonra Atatürk," Peki" diyerek doktorları uğurlamıştır . Atatürk bu görüşmenin ardından,"
yaklaşık olarak 9 ay süre ile bir daha ağzına içki koymadığını" A.Arar
nakletmektedir.
Görüldüğü gibi Atatürk'ün Tıbbı
hikâyesinde çelişkiler bir yumak haline gelmiş durumdadır. Atatürk'ün
hizmetinde bulunan Granda, Akil Muhtar’ın verdiği bilgilerle çelişki oluşturan
şu sözleri dile getirmektedir.
“...Doktorların muayenesinden sonra, ayak bileklerinde ödem olduğu ve
karaciğerin büyüdüğü tespit edilmiştir ” Yukarıda vücuttaki asit oluşumuna
ilişkin farklı iki görüş oluşmaktadır.
2.6- 3 AĞUSTOS
KONSÜLTASYON VE GENEL ÖZET
Şimdi bu bilgiler ışığında tekrar başa dönecek
olursak Atatürk'ün karnında ve vücudunda asit oluşumundaki çelişki bariz bir
şekilde ortadadır.
Oysaki yazılan
kitapların neredeyse tamamında bu asit oluş tarihi Atatürk'ün 1938 yılının, 29
Mayıs ve Haziran başı karnında asit oluştuğunu yazmaktadır. Granda bugünlere ilişkin verdiği bilgilerde
“1 Haziranda İstanbul' a geldik.(Kendisi
Savarona yatı ile birlikte geliyor) Atatürk Acar motoruyla yata geldi. Fakat
daha ilk bakışta hasta olduğunu sezdim. Yüzü solmuş, incelmiş, karnı şişmişti...
” Yine Granda, “Çehresi soluk, hali üzüntü vericiydi. Boynu ve ensesi çok incelmiş,
kansız kulakları şeffaf bir renk almıştı. ”
Asit oluşumu konusunda çelişkiye düşen Akil Muhtar bu tarihteki asit
oluşumunda hem fikirdir. “Atatürk'ün
İstanbul'a geldiklerini öğrendik. O zaman asit ( Karında su) meydana gelmiş ve
etraf-ı süfliye (Alt taraf, Bacaklar)
de ödemler teşekkül etmiştir ” demektedir.
Atatürk
geçirdiği ağır bir rahatsızlık sonunda Savarona yatına gelen Ülkü ile birlikte
birkaç dondurma yemiş ve (bu yüzden ateşi yükselmiştir.) tekrar doktorlar bir
konsültasyonda bulunurlar.
Burada; Sihhıye
vekili Dr. Hulusi Alataş, Sıhhiye Müsteşarı, Dr.İ. Asım Arar, Süreyya Hidayet
Sertel, S.Marmaralı, M.Kamil Berk, N.Reşat Belger ve N.Ömer İrdelp’tir.
Prof.Dr. Neş’et Ömer; Asitin çoğalmasından, ödemlerden, Bağırsakların
bozukluğundan bahseder.
Bununla
birlikte Fissinger’in Afyon mürekkeplerini ve şibih kalevilerin (alkaloidlerin)
verilmesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını
söylemiş olduğunu ileri sürerek, Neş’et Ömer Bey, etkili çarelere
başvurulmasını istemiyordu.
Kalbin kuvvetli
olduğunu ileri sürerek de Kardiyotonikler (kalbi güçlendirecek ilaçlar)
kullanılması aleyhindeydi. Bu konsültasyonda
sonuç olarak;
1-Ateşten beri halin fenalaştığını ve arada sırada tereffü-ü
hararet ( Ateş yükselmesi) olduğu .
2-Asitin fazla bir miktara çıktığını.
3-Reelerde 13 Temmuzdan beri congestion ( kan toplanması) olduğunu.
4-idrarda Albümün yok.
5-Günlük idrar miktarı 600 cc kadardır.
6-Urobilin bulunuyor
7-Urobilinojen var.
8-Şeker yok
Bu sonuçlar
çıktıktan sonra, Doktorlar kendi aralarında; asiti almaktan, Civali mürekkepler
kullanılmasından, Sıtma ihtimalinden, Bağırsakların düzeltilmesi gibi konuları
kendi aralarında da tartışırlar. Bu münakaşalara birde yurt dışından gelecek
olan doktorlarda eklenir.
Akil Muhtar
devamla, “ O zaman öğrendik ki Almanya
‘dan Prof Berğman ve Viyana’dan Eppinger çağrılmış…” Gelecek
olan doktorların da fikri alındıktan sonra, Civalı müdrir ve Poncetion’a (Ponksiyon,
kalın bir iğne ile karın duvarını delerek biriken suyu akıtmak) kararı
verilecekti .
3 Ağustos 1938
tarihinde yapılan bu konsültasyon Atatürk’ün hastalıkları ve kendisine karşı
uygulanan tedavi yöntemlerinin tümünün ortaya çıktığı ve çok önemli sonuçları
içinde barındıran tıbbi veridir.
Atatürk’ün tedavisinde doktorlar tekrar bir
araya gelirler. Daha önce geleceği belirtilen doktorlarda bu konsültasyonda
hazır bulunmuşlardı. Daha önceden bu konsültasyona katılacağı belli olan Viyana’dan
gelecek olan Eppinger 31.07.1938 tarihinde köşke gelmiş ve gelir gelmez hemen
Atatürk’ü 3 Ağustos’ta konsültasyonun yapılacağını bilmesine rağmen muayene
etmiş ve muayene sonunda Em’ ada ki bozukluğa karşı çiğ yemiş kürü tertip
etmiş, bol bol kavun, karpuz yedirmiş bunun neticesinde ise ağrılar ve ishal
olmuştur.
Bunun ardından
01.08.1938 tarihinde Bergman gelmiş o da Eppinger gibi hemen Atatürk’ü muayene
etmiş ve tedavi için yalnız elma rejimini koymuştur.
03.081938
tarihinde yapılan konsültasyonda bulunanlar;
1-Bergman, 2-Eppinger, 3-S.H.Sertel ,4-N.Ö.İrdelp , 5-
N.Reşat Belger , 6-S.A.Marmarali,7-M.K. Öke ,8-M.K. Berk, 9-Celal Bayar , 10-Kılıç
Ali ‘dir.
Bu konsültasyon
sonunda ortaya çıkartılan raporlarda dikkat çekici hususlar husule gelmiştir.
Bunlardan birisi ve bugüne kadar hiç tartışılmamış olması bile ayrı bir önem
taşıyan ve ülkemize ne zaman, nasıl getirtildiği henüz anlaşılmayan Salyrgan
yani civalı diüretik, Atatürk’ün vefatında önemli bir yer teşkil eder
3 Ağustos 1938
tarihinde yapılan konsültasyondan önce kesinlikle kullanımının tehlikeli
olacağı konusunda Fransız doktor tarafından (Fissinger) kendisine gerekli
uyarıları yaptığını söyleyen DR.Neşet İrdelp bu önerileri söylemesine karşın,
Bergman ve Eppinger tedavi olarak kullanılması konusunda bastırmış ve aynı gün
Atatürk’e bu ilaç verilmiştir.
Bu ilacın yan
tesirleri bilinmesine karşın bu uygulama 27 Eylül tarihine kadar sürmüştür. 27
Eylül tarihine gelindiğinde ise Atatürk müthiş bir komaya girmiş bu koma sonunda
doktorları da zehirlendiğini üstü kapalı olarak da söylemişler hatta
“Bundan sonra bir salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini
ilave ediyoruz…” demek suretiyle bu ilacın kullanımına son verilmiştir.
Agoni’de bu ilaç
hakkında Tıp otoritelerini, Eczacıları ve Farmakologları bilgilendirmek için
teferruatlı bir şekilde sunduğumuz bu bilgilere karşı tıp dünyası susmayı
yeğlemiştir.
Bu öne sunduğumuz
teze karşı bir karşı tez koymamışlardır. İlaç Atatürk’ün karnında oluşan asitin
alınması yani tedavi edilmesi maksadıyla verilmiştir. (Öyle söylenmektedir)
Bu ilaç bir
Diüretiktir. Diüretikler, idrar itrahını çoğaltan ilaçlara verilen bir isimdir.
Direk olarak böbreklere olan tesirleri bilinmektedir ki burada Atatürk’ün
yukarda da anlattığımız gibi Böbrek hastalığı mevcuttur. (Yukarda bu konuda
bilgiler aktarılmıştı)
Vücutta anormal
toplanan mayi (asit-ödem) çıkarmak için yahut kanda toplanmış olan toksik
cisimlerin itrahını kolaylaştırmak için kullanılırlar. Bunların kullanım
çeşitleri ise;
A-Su
B-Osmatik tesirli olanlar
C-Xanthine türevleri; Kafein v.b…
D-Civalı Diüretikler, Civanın organik bileşikleri, Salyrgan,
Novurit, Neptal
E-Indırek Diüretikler, Kardiyotonikler, Dijital cisimler
F-Dokuların su tutma kabiliyetini azaltan Troid Tozu
Görüldüğü gibi
Diüretikler sadece civalı olanlarla sınırlı olmayarak çeşitleri ve
kullanımlarına göre de sınıflara ayrılmaktadır. Nitekim Atatürk’ün karnında
oluşan asidin tarihi hakkındaki endişelerimizi dile getirdiğimiz bölümde, Bitki
ve Baharatlarında diüretik tesirleri olduğunu görmüştük.
Civalı
Diüretiklerin kısa tarihine baktığımız da 16. yüzyılda Paracelsus Kalomeli
Diüretik olarak kullanılmıştır. Bu 1950’li yıllarda diüretik olarak kullanılan
ilaçlar civanın organik bileşikleridir. Bunlar mevcut diüretiklerin en
kuvvetlisidir. Civanın büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana
gelmiştir.
2.8- TEDAVİSİNDE
KULLANILAN İDRAR
SÖKTÜRÜCÜLER
Aşağıda dökümleri
verilen bitki ve baharatlar İstanbul Eczanesinden alınan dökümlerin içinde yer
almaktadır.
04.11.1937 KAKAO
13.01.1937 IHLAMUR 500 ĞR. 100 LİRA
05.11.1937 BADEMYAĞI 50 LİRA
05.11.1937 TARÇIN 25 LİRA
01.12.1937 BADEMYAĞI 50 LİRA
03.01.1938 KETEN TOHUMU 1 KĞ. 75 LİRA
03.01.1938 HARDAL 1 KĞ. 80 LİRA
21.02.1938 KETEN TOHUMU 40 LİRA
21.02.1938 PAPATYA 20 LİRA
13.03.1938 BADEMYAĞI 80 LİRA
24.03.1938 BADEMYAĞI 40 LİRA
19.05.1938 YULAF HASAN 2 KUTU 50 LİRA
Yukarıda alınan
baharat ve Bitkilerin kullanım ve etkilerine bakarsak doğal bir diüretik
olduğunu göreceğiz.
BADEMYAĞI; Badem böbrek… Bol idrar söktürür. İdrar yolları
rahatsızlıkları için kullanılır …
HARDAL; Böbrekleri çalıştırıp idrar söktürür. Vücuttaki
fazla suyu atar… Lapa şeklinde kullanmak için
1 kısım Hardal 4 kısım keten tohumuyla birlikte kullanılır.
IHLAMUR; Böbrekleri çalıştırarak onları temizler. Böbrek ve
mesaneyi temizler.
PAPATYA; Karaciğerde, Karaciğer ve dalak şişmesini giderir.
Safra miktarını artırır.
Yukarıda verilen bu
bitki ve baharatların birbiriyle karışımları ya da kendi başlarına kullanımları
halinde doğal diüretik tesirleri olduğu görülmekte.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM/ ÖLDÜRÜLMESİNDE MASON
PARMAĞI VAR MI?
3.1-ATATÜRK’ÜN
ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletini
kuranların neredeyse tamamının yer aldığı İttihat ve Terakki, Osmanlı Devletinin
artık o saadet yıllarının bittiği ve dönemin aydınlarının belki de iyi niyetle
kurdukları ve tıp dünyası ile birlikte askerlerinde rağbet ettikleri ve ülkenin
geleceğinde bir şey yapabilme gayretinde oldukları son bilgilerle birlikte tek
tek ortaya çıkmakta.
Tabii ki
İttihatçıların hataları vardı. En büyük hataları ise bütün sorunları bir günde
çözme gayretinde olmalarıydı. Bu iyi niyet içerisinde başka hesaplar içine
girenler ya da kesimler yok değildi. Bunların başında Masonlar ve Siyonistlerde
burada yer almaktaydılar. İşin en garip tarafı bugün dahi kendi içlerinde bazen
de dışa vurulan olaylarından da anladığımız kadarıyla, Musevi, Dönme ve
Siyonistlerin bu dönemde ortak bir kanat taşırken bunların karşısında yer alan,
Rum ve Ermenilerle de aynı ortak paralel de hareket ettikleri tarihi bir
olaydır.
İşte bu
unsurların hepsi bu cemiyet içinde içlerinde Türk Çocuklarına hissettirmeden
Osmanlı Planlarını yapmak ve Filistin’de bir Siyonist Devletin kurulması ile
birlikte Büyük Ermenistan’ın kurulması çabaları günümüzde daha bir gün yüzüne
çıkmıştır.
Tabii ki o dönemde günümüzde de olduğu gibi satılık aydınlar yok
değildi. Bunlarında gayreti yanında bu olayların tamamıyla dışında Yıkıma
uğrayan Osmanlıyı bu yıkımdan nasıl kurtaracağını planlayan vatanperver
insanlarda bu cemiyette yer almışlardı.
İşte bu dönem
içinde yer almış olan Atatürk o dönemler içinde, dönmeler ve masonlarla sık sık
karşılaşmış ve bir çok arkadaşları da olmuştur.
3.2-ATATÜRK VE MASON
DERNEKLERİ
Hayatının ilk yıllarında Selanik’te
büyümesinin de getirdiği birikimle Dönmeler ve Masonlar hakkında yeteri kadar
bilgi sahibi olması, daha sonraları bu fikirlerini olgunlaştırdıktan sonra
Devletin gelecekteki yapısına şekil verme aşamasında, müdahaleyi yapmanın
gerekli olduğu bir dönemde ki bu yıl olarak 1935 yıllarına rastlar.
İçerde
yapılanmalarını sürdüren Masonların dış bağlantılarının ve kurulma planı
yapılan Siyonist Devletinin önüne geçme kararı almış olduğu yıllardır.
Öncelikle bu çalışmanın temeli yurt dışında olan mason localarının
kapatılmasıdır.
3. Selim
zamanında, İstanbul’da Yahudi cemaatinin ileri gelenleri tarafından kurulan,
Yahudi olmayanları kabul etmeyen mason locası, (Burası hep tartışmalıdır ve
maalsef böyle kalaçak) 2. Mahmut zamanında Kırım’da “Eterya” ihtilal komitesi
tarafından kurulmuştur.
Zeytinyağı
ticaretiyle büyük servetler yapan Rum zenginleri de İstanbul’da ayrı bir loca
açmışlar, bu locaya “Bizans” adını vermişlerdir. Bu locanın ilk üyeleri
arasında, Yunan ihtilalini hazırlayan ve bu sebepten ötürü asılarak öldürülen
Patrik Gregoryas’da vardı. Bu Yahudi ve
Rum locaları Skoç tarikatına bağlıdır[25].
Böylelikle
Osmanlı topraklarından ilk tohumları Yahudi ve Rumlarca atılan Mason locaları,
yıllarla birlikte gelişimini sürdürmüştür. Masonlar hiçbir zaman Atatürk’ten
vaz geçmemişlerdir.
Nitekim; 1934
yılında Kabul Edilmiş Hür Masonların 25. kuruluş yıldönümünde Mustafa Kemal
Atatürk’e bir telgraf mesajı çekilerek şöyle denilmiştir.
“Reisicumhur Gazi
Mustafa Kemal Hazretlerine;
Türkler için en
saadetli ve en verimli bir devir yaratan ve insanlığın en doğru yolu gösteren
ulu Gazi’ye minnetlerini ve tazimlerini arzetmeğe bugün müesseselerin 25.
yıldönümünü kutlayan ve yüce Halaskârın açtığı nurlu yolda ilerlemeyi yegâne vazife
bilen, Türk Masonlarının müttefiken karar verdiklerini arza tavassuta ömrünün
en şerefli bir telakki ederim[26].” Demekteydiler.
Yukarıdaki
telgrafın, 1 Ağustos 1909 Pazar günü kurulan, Loca’nın kuruluşunun 25. yılı
olan 1 Ağustos 1934 gününde yapılan konuşmada alınan bir kararla çekildiği
anlaşılmaktadır. Bu konuşmada;
“… Türklüğe en
saadetli ve en verimli bir devir yaratan, bütün insanlığa en doğru sulh ve
selamet yollarını gösteren ulu Gazi’ye masonlar tazim ve minnetlerini, Büyük
Millet Meclisi reisi ve başkanvekil paşalar, dahiliye vekili Beyefendiye hürmet
ve şükranlarımızı telgrafla arzetmeyi teklif eden müteaddit imzalı bir takrir
okundu. İttifakla ve büyük bir tehalük ve meserret ile kabul olundu[27].”
Yukarıdaki benzeri
telgraflar, M. Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, İsmet İnönü ve Şükrü Kaya’ya da
çekilmiştir.
Kuruluşunun 25.
yılında yapılan konuşmalardan biri de laiklik üzerine olandır. Bu konuşmada,
“K.K…, Türk ezelden beri laiktir ve laik
olmamış bulunduğu devirlerde bile mutlaka müsamahakâr kalmıştır. Şu halde
Masonluğa yakınlıkta hiçbir ırktan geri kalmaz. Türk’ün bu müsamaha hasletine
tarihte namütenahi misaller ve deliller var… misalimi Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti’nin Tarih kitabından aynen alıyorum; Bidayet’te Hazarların dini sair
Türkler’in dinlerine benzerdi. Sonraları muhtelif siyasi ve iktisadi
münasebetler neticesinde aralarında Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamlık gibi
dinlerde yayıldı. Hakanla, Beyler ve Tahranlar ise Museviliği kabul etmişlerdi…[28]”
Bu sözlerden de
anlaşıldığı gibi ayrıcalıklı olanlar yani yöneticiler Yahudi ve Masondu. Bu
sözlerin ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için kendisi de bir Mason
olan Cihangir Gener’in “Ezoterik-Batıni Doktrinler Tarihi” kitabında I. bölümde
şunları söylemekte;
“İnsanoğlu, zeka pırıltılarını ilk göstermeye
başladığı günden bu yana nereden geldiğini, ne olduğunu ve nereye gideceğini sürekli
düşünmüş, cevabı bulduğunu zannettiği anda, bulduğu bu kutsal cevap için başka
bir kutsal cevapla insanlarla savaşmış, onları öldürmekten çekinmemiştir.
Kitleler bu kutsal cevaplara, diğer bir
değişle dinlere, konulan kurallar çerçevesinde bağnazca bağlanırken, kutsal
cevabın gerçek anlamını kendilerine saklayan ilk Ezoterik öğretinin yaratıcısı
rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri ile bu cevabı anlayamayacaklarını
düşünerek bir sırlar sistemi oluşturmuşlardır.
Ezoterik-Batıni sırların, sadece bu
sırları elde etmeğe hak kazanan belli bir zümreye verilmesi bu doktrinin hem
zayıf yanını hem de, bugüne kadar ulaşıp günümüz uygarlığının oluşmasında büyük
rol oynamış güçlü yanını aynı anda içinde barındırır. Öğretilerin ancak belli
bir eğitim ve bireysel gelişiminden sonra sırlarını ortaya koyması, kitlelerden
kopuk doktrinler olarak kalmasına neden olmuştur. Öte yandan sırların semboller
dili bünyesinde son derece iyi saklanması ve sembollere her çağda gelişen uygarlık
doğrultusunda farklı anlamlar yüklenebilmesi, tüm insanlık tarihi boyunca bu
sırları saklayarak günümüze kadar ulaştıran kardeşlik örgütlerinin varolmasını
mümkün kılmıştır.[29]”
demektedir.
Mason olmak
ayrıcalık olmak anlamına gelen bu sözlerle çok iyi bir şekilde vurgulanmaya
çalışılmakta. “Atatürk’e Mason muydu?” gibi bir soru akla gelebilir, yine bu
soruya cevap vermeden önce bir hatırlatmada bulunmak da gereklidir.
Yukarıda
bahsedildiği gibi bu dönem içinde ülkemizde Mason olmayan Askeri ve Devlet
görevlileri, mason olmadıkları zaman dışlanır, yurt dışında gerekli itibarı
görmezdi.
Masonlar öyle bir
düzen kurmuşlardı ki, hala masonluğun ne olduğunu bilmeden masonluğu kabuletmiş
insanlar mevcuttur.
Kuruluşunun 25.
yılını kutlayan Masonların kendi ileri gelenlerinden biri olan Hulusi Demirelli
şöyle diyor;
“Türklük kadar yüksek olan Gazi’yi gerçi
Türk Masonları sinesine alabilmiş değildir. Fakat o Türk Masonluğu’nun
mefkûrelerini tahakkuk ettirenlerin başındadır[30].
Demekteydi
Atatürk Mason
olmuş olsa bile, bulunduğu dönemde hemen hemen herkesin Mason localarına
kayıtlı kişiler olmasından dolayı yadırganmamalıdır. Bu konu da kendisi de
Mason olan ve ayrılan Kazım Karabekir’in sözleri dönemi çok iyi anlamamıza
yardımcı olmaktadır.
·
[5] -Dr.Eren Akçiçek’in ve birçok
konuyla alaklı yazan ve konuşanların bahsetmediği konsiltasyondur.
·
[9] - FRENGİ;“ Savaşın sona
ermesiyle birlikte harabe haline gelen
şehirler ve köylerde ve İstanbul’da ve Anadolu’da özellikle başta frengi olmak üzere bazı salgın hastalıkların
yeni bir yükseliş sürecine girdikleri gözlenmektedir .1914 öncesi
İstanbul’da belsoğukluğu, frengi, uyuz,
kırk ayak ve benzeri zührevi hastalıklar sonderece sınırlı iken , savaşla birlikte bu hastalıklar birden bire artmıştır. Hatta
Anadolu bile zuhrevi hastalıkların tehdidi altındadır. Zührevi
hastalıkların denetimi amacıyla çıkarılan 1915 tarihli nizamname son derece liberaldir.
·
[10] -Bölüm sonunda İstanbul
Eczanesi’nden alınan ilaçların ve yapılan reçetelerin ilk defa tam metni
verilmiştir.
[11] - Prof. Dr. Turhan Baytop, Laboratuvardan Fabrikaya
“Türkiye’de İlaç Sanayi” 1833, 1954- İst. -1997 sf.23
·
·
[12] - Journal of Hepatology-Millestones Inlıver Dısease-Hepotoloji
Dergisi-Karaciğer Hastalığında Dönüm Noktaları”nda bulunan esere bakmakta fayda
vardır.
[13] - Salygran
(Journal of Hepatology – Milestonesin
Liver Diasease – Hepatoloji dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm
noktaları (2002) 315-320
·
[14] - Martındale –
the Complete Drug (Martindale-Tüm ilaçlar)
·
[15] - Sprague HB… 1931 Diüretik olarak Salygran; 6 vaka
raporu. N. English dergisi
·
·
[16] -Son günlerde bu konuda medyada
çeşitli haberler yer almaktadır. Bu konu ayrıca işleneceginden burada
değinilmemiştir.
[25] - Rita Ecossaid’den N.N.Tepedenlioğlu’nun “İlan-ı Hürriyet
ve 2. Abdülhamid sf. 20
·
[26] - Hasan Cem / Dünyada ve Türkiye’de Masonluk / Özdemir
Basımevi – İstanbul – 1976 / sf. 175
·
[27] - Hasan Cem – Dünyada ve Türkiye’de masonluk / Özdemir
Basımevi – İstanbul 1976 sf. 173
·
[28] - Hasan Cem / Dünya da ve Türkiye de masonluk, sf. 185–186
·
[29] - Cihangir Gener / Ezoterik – Batıni Doktrinler Tarihi –
4. Baskı Odak Ofset – Ankara – 1998, sf. 11
·
3.2.a-ATATÜRK MASON
DERNEKLERİNİ
KAPATMIŞTIR
İşte Masonların 25. yılının kutlandığı
bir sırada M. Kemal Atatürk eski Adliye vekili olan Mahmut Esat Bozkurt’u
çağırtarak, Masonluğun taksimat, teşkilat ve ahvaline ilişkin bilgiler içeren
bir dosyayı vererek,
“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle,
Halk Partisi Grup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve
grupça kapanmasına delalet et, senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır”
diyerek, Mahmut Esat Bozkurt’u yolcu eder. Bu konuda bilgi veren İbrahim Avras
şunları söylemekteydi;
“Mustafa Kemal’in sevmediği iki zümre vardı.
Birincisi dönmeler, ikinci ise masonlardı… Bir gün eski Adliye Vekili Mahmut
Esat Bozkurt’u çağırdı. Kendisine masonların taksimat, teşkilat, ahvalini
bildirir bir kitap verdi. “Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi
grup başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli hücum yap ve grupça kapanmasına
dalalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır” dedi. Grup danışmanı
Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir takrir verdi ve takririnin okunmasını
reisten rica etti.
Hülasası şöyleydi: “Masonluk, kökü
dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir, memleketimizde bunun
ne işi vardır? Bunu da grup kararıyla kapatalım…Ertesi hafta Recep Peker geldi
ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi: “Arkadaşlar yarından itibaren Türkiye’de
masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır…salonda bir kıyamet koptu,
alkışlar, bağırmalar “kahrolsun Yahudi uşakları” sesleri tavanları
çınlatıyordu.
Şükrü Kaya ve arkadaşları sırra kadem
basmışlardı. Grup dağıldıktan sonra Dr. Mim Kemal’i (Atatürk’ün müdavim doktorudur)
öne katarak meclisteki masonlar toplu olarak Reis-i Cumhur’a hitaben:
“Efendimiz biz zaten maiyet-i devletindeyiz fakat, siz Meşrik-i Azam’ımız
olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” demiş Reis-i Cumhur:
“Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz der, sonra… Siz Avrupa’da hangi
locaya bağlısınız ve mektubunuzun ismi nedir? Cevaben; Biz Cenova’ya tabiiyiz
ve Reisimiz Barca Mişon cenaplarıdır. Demiş. Bunun üzerine küplere binen
Mustafa Kemal Paşa, onlara hitaben: ‘Haydi defolun buradan cehennem olun gidin.
Yahudi uşakları benim milletim bana kahraman sıfatı verdi, ben sizin gibi bir
çift yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün locaları
kapatmadığınız taktirde, yarın teşkil edeceğim Divanı’ı Harbi Örfi’ye hepinizi
verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan’ diyerek onları kovdu, onlar da
yıldırım telgraf ve telefonlarla vaziyeti İzmir, İstanbul ve Adana’ya
bildirirler ve sabah olmadan hepsini kapanma kararlarını getirip, henüz sabah
sofrasından kalkmayan Reis-i Cumhur’a verdiler ve derin bir nefes aldılar.
Reis-i Cumhur Mustafa Kemal, bu suretle bütün Mason localarını kapattı.[1]”
Kapatma görevini ise, dönemin Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verdi. Şükrü
Kaya, Atatürk’e uzun süre direnmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Anadolu
Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde gazetelerin merkezlerine şu önemli haberi
geçiyordu:
“Türkiye Mason Cemiyeti, memleketimizin
sosyal tekâmülü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazarı itibare
alarak, faaliyetlerine nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketin sosyal ve
kültürel kalkınmasına çalışan Halkevlerine teberrü muvaffak görülmüştür.[2]”
Bu habere kimse
bir anlam verememişti. Çünkü Türkiye masonluğu tarihinin en rahat dönemini
yaşıyordu. TBMM Başkanı, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı, Ankara Valisi,
İstanbul Valisi üst düzey aktif masondu. Devlet yönetiminin köşe başları masonlar
tarafından tutulmuştu.
Türkiye Masonluğu
ne olmuştu da 25 yıl aradan sonra kendini yok etme kararı almıştı. 4 gün sonra
gerçek ortaya çıkmıştı. Masonlar kendilerini feshetmemiş, Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Atatürk tarafından Mason locaları kapatılmıştı. 14 Ekim 1935 Tarihli
Cumhuriyet Gazetesi’nin “Türkiye’de Mason Locaları Bir Emirle Kapatıldı[3]”
başlıklı haberinde olayın perde arkası şu şekilde aktarılıyordu:
“İçişleri Bakanlığı’ndan verilen bir emir
üzerine Türkiye Mason Localarının faaliyetlerine nihayet verilmiştir. Yüksek
makamın emri ile Türkiye masonluğunun İstanbul, Ankara, İzmir, Edirne, Muğla,
Gaziantep ve Adana’da bulunan müteaddit locaları kapanmış, bunların emlakı
hükümete intikal etmiştir.” Cumhuriyet Gazetesi’nin haberinde sözü edilen
yüksek makam, dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildi.
İşin ilğinç yanı
ise Atatürk’ün Mason Locaları’nı kapatma emrini, Mason İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya’ya vermiş olmasıydı. Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Atatürk’ü bu tarihi
kararından vazgeçirmeye çalışsa da başarılı olamamıştı.
Bunun üzerine,
Şükrü Kaya, Türkiye Yüksek Şurası adına Doktor İsmail Hurşit, Türkiye Büyük
Locası Büyük Üstadı Muhittin Osman Omay ve bir grup masonu, İçişleri
Bakanlığı’na çağırır ve Atatürk’ün kesin kararını bildirir: “Mason Locaları
kapatılıp çalışmalarına son verecekler ve mal varlıklarını Halkevlerine aktaracaklardır.
Mason Locası,
İsmet Paşa’nın Reisi Cumhurluğu döneminde Kanun-u Mahsusla localar faaliyete
geçene kadar aldığı ani bir kararla, 5
Şubat 1948 yılında Türkiye Mason Derneği’nin kurulması ile Atatürk’ün emri ile
kapatılan Mason locaları, İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile tekrar
faaliyete girmiştir. Masonlar açtıkları davalarda, Halkevlerine devredilen tüm
mal varlıklarını tekrar ele geçirdiler. 5 Şubat 1948 tarihinde “Türkiye Mason
Derneği” ismi ile İstanbul Valiliği’ne yapılan başvuru kabul edildi ve
Masonlar, bu tarihten sonra resmen faaliyete başladılar. Locaların 13 yıl
aradan sonra açılması, uyku döneminde olan masonlar tarafından sevinçle
karşılandı.
Masonlar bu arada
geçen dönem de kendisine sıkı sıkı bağlarla bağlı oldukları, Atatürk’e karşı
bir anda cephe oluştururlar. Artık masonlar bir şeyi çok iyi anlamışlardır.
Atatürk’ün varlığı kendilerinin yaşamları için bir tehlike arzetmekte ve bu
sebepten ötürü yok edilmesi gerektir. Kökü dışarıda olan bu locaların
kapatılması ülkemiz dışındaki localardan da tepkiler almasına neden olmuş, Sarı
Lider’in bu yaptığına akıl sır erdirilmemişti.
Yukarıda
yazılan yazılar içerisinde belge olarak konulan aşağıdaki gazete küpürleri 1950
yıllarında Yunanistan basınında yayınlanmış ve ülkemizde General Cevat Rıfat
Atilhan tarafından iktibas edilerek, ülkemizde yayınlanan ve Atatürk’ün bir
suikast sonucu öldürüldüğünü öne süren bir metin olarak, yıllardan beri ülkenin
demokratik ve bağımsız ülke olduğu iddiası içerisinde bulunan, Türkiye Büyük
Millet Meclisi gibi yüce ve kutsal bir kurumun kütüphanesinde mevcut bilgiler
içerisinde yer almasına karşın herhangi bir çalışma yapılmaması yapıldı ise
açıklanmaması gerçekten çok manidardır. Atilhan kitabında şöyle diyor;
3.2.b-YUNAN BASININDA
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ
Hepimizin bildiği ve dikkat ettiği gibi
Yunan basınında Atatürk ile ilgili çok farklı yazılar yayınlanmaktadır.
Bu yazılanların
ve gündemimize gelmemiş olanlarında varolduğuna dikkat ederek şunu rahatlıkla
söylemek mümkündür ki, Yunan Hükümetlerinden çok Devleti Atatürk ile ilgili
haberleri bir Devlet Politikası olarak benimsemiştir.
Çeşitli marjinal
yayınorganları aracılıgıyla ortaya konulan bu bilgi ve belgelerin Devletimizin
yetkili kurumları tarafından çok iyi analiz edilerek önüne geçilmesi öncelikle
bu ülkenin bir vatandaşı olarak şahsımızın beklentisidir.
3.2.b.1--YUNAN
KOMÜNİST HALK CUMHURİYETİ/ LAİKİ FONİ GAZETESİ YUNAN KOMÜNİST HALK CUMHURİYETİ, E.L.D.’nin
Erkânı Harbiye Organı “halkın sesi” –laiki foni gazetesinin 1 Ağustos 1948
tarihli ve 685 sayılı nüshasında Egenin ve Balkanların kıdemli komünist
mübeşşiri Varnalı Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli Farmason Avarma
Benaroyas’ın yazısında;
“Mefkuremizi
imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür! Türkiye’nin
mağrur Sarı diktatörü Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da
Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke’ye hitaben; ‘Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için
kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve
bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz’ demişti.
Muhtelif memleketlerde, sistemli ve metodlu
bir tarzda çalışan, bize her süretle hizmet eden 5. kolumuz masonlardır. Türkiye’deki
masonlar, Kemal Atatürk’e karşı gayet müşfik ve dostane vaziyet aldıkları
halde, mağrur diktatör yersiz vehime kapılarak yukarıda zikredilen tarihte
mason cemiyetini lağvetti.
O zannetti ki; bütün
muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye
tabii tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla!
Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal
Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi
bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden
okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde oradakilere
şaşkınlık içinde “Bu nasıl olur? Neden kapatılırmış! Buna imkân yoktur!
Kapatıldığı da bir gerçek ha! Bu böyle olduğuna göre, o Sarı lider ortadan
suret-i katiyetle kaldırılacaktır” diye haykırdığımı hatırlıyorum… Atatürk’ün
ani bir dönüşle Mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti.
İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü; o,
felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Bu sebeple
kendisinin ortadan kaldırılması son derece elzemdi. Fakat tehlike büyük ve
muvaffak olmak yüzde on ihtimal dâhilinde idi. Nihayet bir gün Kremlin kat’i
kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz
edecekti.
Mason cemiyeti Atatürk tarafından
kapatıldıktan sonra; mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk’le
aralarında hiçbir ihtilaf yokmuş gibi vaziyet aldılar. İmkân buldukça, onun her
hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler
ki; Sarı lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim
etti.
Doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani
oluşunu tehlikeli gördüklerinden; 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım
bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını
za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü,
Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları,
baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeğe
başladı.
Onun pek elim bir vaziyette olduğunu,
beşinci kollarımızın ajanları, gizliden gizliye yaymağa ve hastalığın öldürücü
olduğunu efkârı umumiyeye duyurmak,
milli hislerde zaaf hâsıl etmeğe çalıştılar.
Atatürk’ün hastalığı efkârı umumiyede şuyu bulunca, vazifemizin birinci faslı
muvaffak olmuştu.
1.9.b.2- HALK CEPHESİ
/LAİKO METOPO GAZETESİ
Halk Cephesi / Laiko Metopo gazetesinde
1,2,3,4,5 Eylül 1949 tarihinde Apostolos Grazos Şunları demektedir[4]; “Farmasonların
anti-Kemalist olmalarına sebebiyet veren hadise, 1935’de Kemal Atatürk
tarafından localarının faaliyetten men edilmesidir. Atatürk, bu kararı tatbik
ederken, şahsını ve eserlerini tavsiyeye matuf her türlü mel’anetlerin ve
suikastların farmasonlar tarafından tertip edildiğini anlamış ise de, resmi bir
açıklamaya lüzum görmemiştir. Hakikaten Atatürk’ün tasfiyesi için
tertiplenmiş gizli komplolar, şimdi zahiren Kemalist görünen yoldaşlarımız farmasonlar
tarafından tanzim edilmiş olmasına rağmen, her defasında âdem-i muvaffakiyetle
karşılaşmıştır… Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan
sonra, yapılması elzem olan, ikinci, üçüncü ve dördüncü vazifeler geliyor ve
bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abravaya ve
Fischenger cidden bu işte fedakârane çalıştılar…
Bazı Avrupalı Tıp dâhileri, siroz
mütehassısları, Sarı liderin hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine
bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem
mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı liderin tedavisinde
vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.
Sarı liderin ölümü bir gün mes’elesi
haline gelmişti. Onun ölümünden her suretle istifade etmeli idik. Türkiye’nin
ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, bunun üzerine Kremline
davet edildi. Üstad Moskovaya vardığında yüzü sapsarı sararmış ve korkak, ürkek bir hale bürünmüştü. Sovyet hariciye komiserliği,
Nalçacı biraderimize samimi alaka göstererek kendisini hoşnut etmek için bütün
imkânları seferber etmişti.
Moskova’ya ulaşmasının hemen akabinde,
büyük ve şahane bir yerde ilk toplantı yapıldı. Ben, Laurenti Berya ile yan odada
ses alma cihazıyla içeride cereyan eden muhavere ve müzakereyi takip ediyorum.
Nalçacı, Türkiye’nin Siyasi ve askeri icraatına ve kuvvetine dair etraflı
malumat taşıyan, bir dosyayı tevdi etti. Birkaç gün sonra anladım ki,
Nalçacının tevdi ettiği bu dosyadan Kremlin çok memnun kalmıştı.
Nalçacı; Atatürk’ün Mason doktorlar
tarafından yanlış teşhis ve tedavi neticesinde öldürüldüğü, Türkiye Genel
Kurmayı tarafından öğrenilirse, gayet müşkül vaziyete düşeceklerini ve eğer bu
akıbete maruz kalırlarsa, Kremli’nin Çankaya nezdinde siyasi bir tazyik yaparak
serbest bırakılmalarının temini hususunda ısrar ediyorlardı. Yoldaşlar; her
vesile ile Türkiye’deki mukaddes üçgenimizi müdafaa etmenin kendi menfaatımız
icabı olduğunu izah ettiklerinde; Nalçacı bundan memnun olduğunu anlatmağa
çalışıyordu.
… Nalçacı’nın
Atatürk’ün ölümünü müteakip, Nazım Hikmet’in riyaseti altında bir hükümetin
teşekkülü, gayri ihtiyari bazı dedikoduların ve tereddütlü düşüncelerin
çıkmasına yol açacak, ölümü tabii sebeplerden olmayıp, kasıt olduğu öğrenilirse
mürteci Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı itirazıyla karşılaştı[5]”
denilmekteydi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM/
ÖLÜMÜNDEN SONRA
KONUŞULAN-YAZILANLAR
4.1-ATATÜRK’ÜN
ÖLDÜRÜLMÜŞ OLDUGU İDDİALARI ÜZERİNE YAZILANLAR
Geçmişten günümüze doğru bir tarama
yaptıgımız vakit, Atatürk’ün öldürüldüğü yönünde ki iddiaların genellikle üstü
kapalı bir şekilde dile getirildiğini, ölümünün bir ihmal sonucu olduğu hep
dillendirilmiş fakat kesin bir dil ile ifade edilmemiştir.
Doğal olarak bu
fikre karşı çıkanlar ve taraftar olanlarda bulunmuştur. Ama şu bir gerçek ki
son on yıl boyunca yapmış olduğum özel toplantılarda bugün bu iddia karşısında
olanların hepsinin aslında bunu yani, Atatürk’ün öldürülmüş olduğunu kabul ettiğini
gördüm ve duydum.
Maalesef
bulundukları makamlar ve edindikleri şöhretler sebebiyle bu konuda konuşmamak
yada karşı çıkarak bir kesimin takdirini hatta kendilerini ödüllendirmeleri
bekleyen insanlara şahit oldum.
4.2-METİN TOKER/
TIMARHANELİK TARİH YAZILAR
Atatürk’ün öldürülmüş olabilecegi
yönünde idialar asında yeni değildir.
Bunlardan bir tanesi de, Metin Toker’in ”Not defterinden” isimli
köşesinde yer alan şu ilginç olayı naklediyor, yazının başlığı “Tımarhanelik Tarih
Yazılar [6]”
“1935’te Mareşal Fevzi Çakmak Atatürk’ün
1938’de öleceğini biliyormuş. Niyeti, O’nun yerine İsmet İnönü’yü
oturtmakmış. Daha 1935’te hesap ediyormuş ki, 1938’deki böyle bir girişimine
“İçişleri Bakanı Şükrü Kaya/Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras” ikilisi o vakit
karşı çıkacaklardır. Niçin? Çünkü Şükrü
Kaya ile Tevfik Rüştü “Müdafaa-i
hukuk öğretisi”ne yakın, daha solcu, daha Sovyetler Birliği yandaşı bir hükümet
isteyeceklermiş. Peki, ne yapaçaklarmış? Mareşal onların 1938’de ne
yapacaklarını da 1935’te görüyormuş. ”Sosyalist sol” ile temas arayacaklarmış.
Nasıl? Şevket Süreyya vasıtasıyla Nazım Hikmet ile görüşerek destek ve
işbirliği isteyeceklermiş
…Mareşal 1935’te Nazım Hikmet’i
yakalatmış, mahkemeye vermiş, mahkûm ettirmiş ve hapsettirmiş.
Sene, 1935. Atatürk sapasağlam. Daha iki
yıl önce büyük bir coşku içinde ve milletiyle birlikte Cumhuriyet’in 10. yıldönümünü
kutlamış... 1935’te, 1938’deki “Ölüm ihtimali” üzerine Cumhurbaşkanlığının
devri hesapları yapılır mı?”
Ankara Nerede
Biter[7]?
İsimli kitabımızda bu konuyla alakalı bir belgeyi kamuoyuyla paylaşmıştık. Yeri
geldiği için tekrar burada yervererek konu bütünlüğünü sağlamaya çalışmak
gerekti. Yine günümüze kadar süren bu ikinci Cumhurbaşkanlığına seçimin içinde
sıklıkla karşılaştığımız Şükrü Kaya ile ilgili E. Alb. Ahmet Genç’in bir
yazısını araştırmacıların dikkatine hiçbir yorum katmadan sunmak istiyorum;
4.3-ŞÜKRÜ KAYA VE
CUMHURBAŞKANLIK ARZUSU
Şükrü Kaya ile Atatürk arasında ki
ilişkiler tarih kitaplarını incelediğimizde görüleçektir ki çok yakın
mesafededir. Hatta Atatürk kendi kıyafetlerinden giymesi için Şükrü Kaya’ya elbiselerini
bile vermiştir.
Tabii ki dönemin
kendi içinde getirdiği fırsatlar ve imkanlar devlet yönetiminde bulunanlar
içinde önem arz etmektedir. Bunu eleştirmekten uzak durmak en doğrusu
olaçaktır.
Aşağıda verileçek
konuların muhatapları maalesef yaşamamaktadırlar. Yani bu anlatılanlara cevap
vereçek durumda değiller. Bu sebepten ötürü burada eleştiride bulunmak yerine
elimizde bulunan bilgiler ışığında tarihi konuların aydınlatılıp, Kendini tarihçi ilan eden bir avuç kendini bilmez guruhun sorumluluklarını hatırlatma
ihtiyacı duyulmaktadır. Bugün Atatürk’e ilişkin bir çok bilgi ve belge’nin
sahibi olması gereken devletimiz maalesef bunların çoğunu kaybetmiş sağa sola
dagılmış bir çok belge ve bilgi zaman zaman gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.
Bu bilgilerden bire
de Şükrü kaya’nın Cumhurbaşkanı adaylığına ilişkindir.

“BİR ANI
1947 yılında ben
Trabzon Lisesi’nde girdiğim olgunluk sınavında bir yıl beklemeye kalmıştım. Bu
nedenle, memleketim olan Rize’nin Pazar ilçesinde bulunuyordum. Rahmetli büyük
ağabeyim Mehmet Genç o yıllarda THK sekreterliği görevini yürütüyordu. Bu kurumun bürosu çarşı meydanının batı
kıyısında bulunan Halkevi binasının üst katında idi. Ağabeyim, bir tanıdığın
çocuğuna matematik dersi vermek üzere, bu büronun bir odasında çalışmamıza
müsaade etmişti. Odada kurumun kullanılmayan bazı öteberisi bulunuyordu. Bu
arada öteberi arasında ki üç sandık dikkatimi çekmişti. Sandıkların kapakları
çivi ile çakılı idi. her birinin üstünde de büyük harflerle yazılı “İkinci bir
emre kadar açılmayacaktır” tümcesi vardı. Çok merak ediyordum, acaba bu
sandıklarda ne vardı?
Halkevi hizmet
görevlisi olan kişi yakın tanıdığım idi. Ona: “ Açıp bakalım, bu sandıklarda ne
var?” dedim. Hiç olmazsa birini açar merakımı gideririm diye düşünüyordum.
Belli ki sandıklar birkaç yıl önceden beri böyle biçimde duruyordu.
Halkevi görevlisi
bir keser getirdi. Sandıklardan birinin çivilerini sökerek kapağını kaldırdık.
Sandığın içinde büyük boy fotoğraflar vardı. Fotoğrafların altlarında da,
“İKİNCİ CUMHURBAŞKANIMIZ ŞÜKRÜ KAYA”
Tümcesi yazılı idi.
Hemen açtığımız sandığın kapağını yeniden çiviledik. Bir süre sonra da
ağabeyime sandıklardan birini içindekileri gördüğümü söyledim. Rahmetli bana
kızdı, doğru yapmadığımı söyledi. Ben de
o günden bu yana bu olayı ilk kez açıklıyorum.05.09.2001
Ahmet Genç/Emekli Albay”
4.4- YENİŞAFAK
GAZETESİ VE ORTAYA KOYDUĞU
İDDİASI
Atatürk’ün zehirlenerek öldürüldüğüne
ilişkin haberlere Yenişafak Gazetesi’nin yayınladığı bir haberle farklı bir
boyut kazanmıştır.
Burada dile
getirilen iddiaların büyük bir kesimi geçmişte yayınladığımız kitapların
içerisinde mevcut bilgiler iken bu sefer işin içine isimler girmiş ve dönemin
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve CHP Genel
Sekreteri Kasım Gülek ile buna bağlantılı isimler, zehirlenme olayıyla bağlantı
kurulmaya çalışılmıştır.
Yayınlanan haberin
sahte belgeler içerdiği’nin tartışılmasının yanında farklı açıklamalarında dile getirildiği bu
dosya mahkeme kararıyla yayının durdurulmasıyla sonuçlanmıştır.Oysa ki bu bilgilerin
açıklanmasının ardından “yayın durdurma” yerine sahte ise bu belgeler dava
açılarak yayın kuruluşunun mahkemede yargılanması gerekli değil miydi?
Öncelikle olayı
kısaca hatırlamak için metinlere bir gööz atmak gerekiyor.
4.4.1-İDDİA-1/
ATATÜRK’ÜN ÖLDÜRÜLMESİNİ İSMET İNÖNÜ PLANLADI
“Atatürk'ü böyle
zehirlediler/ Yeni Şafak, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesini aralayan tarihi
kanıtlara ulaştı.
Belgeler 77 yıldır
sadece kulaktan kulağa konuşulan “Atatürk zehirlendi” iddiasının gerçek
olduğunu ve “suikastin” İsmet İnönü tarafından tezgahlandığını ortaya
koyuyor...
57 yaşında
hayatını kaybeden Atatürk'ün doğal yollardan ölmediği, zamanın kudretli
yöneticileri ve doktorları tarafından 'zehirlendiğine' ilişkin iddialar zaman
zaman dillendirilse de bu, sınırlı bir tartışmanın ötesine geçmemişti...
Merkezinde 2.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ile İçişleri
Bakanları Şükrü Kaya ve Hıfzı Oğuz Bekata'nın olduğu yazışmalar Türkiye'yi
derinden sarsacak, ciddi tartışmalara konu olacak.
4.4.1.a- İLK
BELGE/İsmet İnönü-Şükrü Kaya

Atatürk'ün zehirlendiği iddialarını güçlendiren belgenin tam
metni şu şekilde:
“Çok kıymetli büyüğüm İsmet İnönü.
Cumhurreisimizin hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte, çevresinde size karşı bazı
tedbirler aldığını duydukça çok üzülmekteyim.
Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı
ile yaptığı kanısındayım. Cumhurreisimiz, doktorlardan çok şikayet etmiş, “beni
Türk doktorlarına emanet edin" demiştir.
Yabancı doktorları uzaklaştırmak
istemektedir.Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri
Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle
ellerinizden öperim efendim. Dahiliye Vekili / Şükrü Kaya." Denilmektedir.
4.4.1.b- İKİNCİ
İDDİA/ Kasım Gülek- Hıfzı Oğuz

"Hıfzı
Oğuz kardeşim.Seninle dost masalarında konuştuğumuz konuları bir başkaları ile
paylaşman son derece beni üzmüştür. Elimden geldiği oranda sana destek olmaya
çalışıyorum.
Taleplerin zaman zaman çizgiyi aşmış da
olsa sana destek olmak adına sineme çekip taleplerini karşılamaya çalışıyorum.
Bahse konu zehirlenme raporunun bir
örneğini birilerine verdiğini ifade etmişsin. Bu konu seni de beni de aşar,
altından kalkamayız. Sen de altında kalırsın ben de. Birileri de altında kalır.
Geçmişte yapılan hataları telafi etmemizin ihtimali dahi olmadığını iyi
bilmektesin.
Gençtik konuya sonradan vakıf olduk, alet
olduk. Geri dönülmez bir yola girdik. Bunun vicdan azabını her daim
hissettiğimi bilmektesin. Konuştuğumuz gibi meseleyi kendi aramızda halledelim.
Düzenli olarak miktar hesabına yatmaya devam edecek. Birbirimizi üzmeyelim. O
raporun aslını lütfen teslim et. İşin içerisinde kimler olduğunu iyi
biliyorsun. MAH'ta hala çok iyi adamları var. İşini bitirirler. Bunu tehdit
olarak algılamayın. Sevgiler, saygılar sunarım. 26.2.1959. Kasım Gülek. "
4.4.1.c-ÜÇÜNCÜ
İDDİA/Dr. Lebit Yurdoğlu-Hıfzı Oğuz
Bekata
“Sn. Hıfzı Oğuz
Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis
olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tesbit ettim.
Atatürk'ün
ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma
tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm.
Bu kadar Kinin
kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi
gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.
Atatürk'ün tedavi
amaçlı verildiği diğer ilaç 'piremidon'dur. İnsanlar üzerinde toksin 'zehirli'
etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. 'Civalı diuretik' olan 'salyrgan' isimli
ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının
tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam
edilmiştir.
Eppinger,
Bergman, Dr. Fissinger, Dr. Neşet Irdelp hekimlik görevlerini bilinçli bir
şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur. Hürmet ve
muhabbetlerimle. C.H.P. Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili - Dr.
Lebit Yurdoğlu"

4.4.2-TARİHÇİLER
YAYINLANAN BU BİLGİLERE
NE DEDİ?
4.4.2.a- Prof. Dr.İlber Ortaylı

Tarihçi Prof. İlber Ortaylı
"Atatürk zehirlendi" manşetine
ilişkin kendisini arayan Yeni Şafak’ın muhabirine özetle şunları söyledi:
“Belge melge yaramaz. Çocukluğumdan beri
böyle numaralar duyarım. Bunlar kocakarı laflarıdır. Bizim milletimiz tarih
bilmez. Böyle aptal aptal konuşur.
Sizin gazete ne düşünür bilmem ama sen
ismini karıştırma ileride senin için iyi gazetecilik olmaz... 'Yeni Türkiye
böyle geri zekalılar olmadan kurulabilir'...Bunlar sizin anlamayacağınız şeydir.
Bunların hepsi mahalle dedikodusu.
Her şeye bulaşmayın. Bunu gazeteler çok
yapıyor. Kendine göre yeni Türkiye kuruyorlar. B.. kurarsınız. Güldürmesinler
adamı. Yeni Türkiye böyle geri zekalılar olmadan kurulabilir ancak. Nereye
baksan cahil.
Bir tane herif var. (Engin Ardınç) Eski
solcu, alkolik, geri zekalı… O da konuşuyor. Git başka tarih kitabı oku hayvan.
Baban seni Fransız okuluna yollamış. Lisan biliyorum diyorsun git başka dilde
oku. Herif okul kitabıyla tarih yazıyor geri zekalı. Hiçbir memlekette olmaz
böyle bir şey anladın mı? Sizde iyi bir gazeteci olmak istiyorsanız böyle aptal
işlere karışmayın...
Gazetelerde haber yazılır, tarih
yazılmaz...Belgeleri incelemeyeceğim, istemem. Böyle dedikodularla uğraşmam.
Gazeteler mi yazacak tarihi? Siz sadece haber yazın daha iyi edersiniz. Gazetelerde
haber yazılır, tarih yazılmaz. Siz gördünüz mü hiç Avrupa gazetelerinde tarih
yazıldığını? Herkesin kendi işi ve metodu vardır. Gazeteler doğru dürüst haber
yazsın.[8]
”
4.4.2.b-Dr.Ali
Güler
“Bazı araştırmacılar Atatürk’ün zehirlendiği
iddialarını uzun bir süredir gündeme getirmektedirler[9].
Bu iddiaların hemen hemen tamamı gazeteciler tarafından zaman zaman ısıtılarak
kamuoyunun gündemine sokulmaktadır.
Zehirlenme konusunu ciddi olarak ilk
gündeme getiren Sayın Ogün Deli isimli gazeteci arkadaşımızdır. Ogün Deli, bir
kısmı Mason olan doktorları tarafından civalı diüretikler (idrar söktürücüler),
mesela Salygran (Mersalyl Sodium) enjekte edilerek zaman içinde zehirlendiğini
iddia etmiştir.
Ogün
Bey ve diğer iddia sahipleri gerekçe olarak da Atatürk’ün 1935 yılında Mason
Locaları’nı kapatmasını göstermişlerdir.
Evet, Atatürk’e karında biriken sıvıyı
rahat atabilmesi için diüretikler verilmiştir. Hatta bunlar da yeterli
olmayınca zaman zaman “ponksiyon” denilen bir işlemle karında biriken sıvı
cerrahi müdahalelerle boşaltılmıştır.
Evet, kullanılan diüretikler de
“civalı”dır. Fakat bu zehirlenme iddiasını destekleyecek bir husus değildir.
Çünkü, 1920-1950 yılları arasında civalı diüretikler popülerdir. 1950
yılına kadar civasız diüretikler bilinmemektedir. 1950’den sonra toksik
etkileri ve enjeksiyon yerinde irritasyon yaptıklarından dolayı civalı diüretikler
terk edilmiştir.
Eğer Atatürk’ün hastalığı sırasında
civasız diüretikler olsaydı ve bunların yerine özellikle civalı diüretikler
kullanılmış olsaydı bu iddiayı ciddiye almak mümkün olurdu. Fakat o dönemde tıp
aleminde civasız diüretikler henüz icat edilmemişti, bilinmiyordu.
Konuyla ilgili olarak son günlerde bir
gazetede ortaya atılan “Atatürk’ü İsmet Paşa zehirletti” iddiası ise tam bir
uydurmadır. “Belge” diye ortaya konulanların masa başı üretilen belgeler olduğu
her halinden bellidir. Özellikle sözde belgelerin “dili” yani kullanılan
kelimeler bunların bugün masa başında uydurulduğuna hiçbir şüphe
bırakmamaktadır.
Kaldı ki, İsmet İnönü’ye dönemin İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya’nın yardım ettiği şeklindeki kurgu kargaları bile güldürmüştür.
Çünkü Atatürk’ün yakın çevresinde İsmet İnönü ile anlaşamayan insanların
(bunlar arasında Kılıç Ali, Salih Bozok, Nuri Conker, Yusuf Hikmet Bayur vs.
pek çok isim vardır) başında Şükrü Kaya gelmektedir.
Atatürk’ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938 günü
İsmet Paşa Cumhurbaşkanı seçildiğinde hükümeti kurma görevini yine Celal
Bayar’a vermiş ve fakat ondan Şükrü Kaya’yı kabine dışında bırakmasını
istemiştir.
Bu basit tarihi gerçek bile belge
uyduranların ne kadar bilgisiz ve cahilce bu işi yaptıklarını göstermektedir.
Atatürk’ün
hastalığı ve tedavisi ile ilgili olarak her şey kayıt altındadır. Devamlı ve
danışman olan Türk doktorları olduğu gibi yabancı uzman doktorlar vardır.
Bunlar çoğu zaman heyet halinde konsültasyonlar yapmışlardır.
Hem Sağlık Bakanı hem de Sağlık Bakanlığı
Müsteşarı özellikle hastalığın son dönemlerinde Atatürk’ün yanında bizzat
hükümet adına olayları takip etmiştir. Evet, Atatürk’ün hastalığı ile ilgili
konulan teşhisten, tedavi sırasında kullanılan ilaçlara kadar pek çok konu
tartışılmaktadır. Bunların bilimsel bir değeri yoktur. Bu açıdan bakıldığında
bu son iddiaların ise hiçbir ciddiyeti yoktur. Bu iddialara “deli saçması” diyen
Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca iddialara cevap bile vermemiştir. Hoca’nın konuyla
ilgili soruya tepkisi şu şekildedir: “Bu haberi ciddiye almaya değmez, tarih bilinci
olmayanları ciddiye alıp yanıt vermek istemiyorum.”
Sayın
Dr. Ali Güler’in 10 Kasım 2014 tarihli haberlerde Atatürk’ün ölüm sebebine
ilişkin verdiği bilgi de ise; “Ölüm
nedeni “KANLI KARACİĞER İLTİHABI” Atatürk'ün ölüm sebebi siroz
denilen kanlı karaciğer iltihabı. Doktor raporlarına nedeni Alkol kullanması.
Ani bir şekilde ölmediği için otopsiye gerek görülmemiş” demektedir.
4.4.3-YENİŞAFAGIN
İDDİALARI SAHTE DÜZMECE BELGE
“Belgelerin düzmece olduğunu gösteren en
önemli detay, yazım karakterleri. 1962 yılına ait belgede, yazım karakteri
olarak 2009'da piyasaya sürülen Windows 7 Tahoma italic font kullanılması. Yeni
Şafak, belgelere çay dökerek her ne kadar eski bir belge olduğuna insanları
inandırmaya çalışsa da söz konusu belgelerde kullanılan font sosyal medya
kullanıcılarının gözünden kaçmadı...
Belgelerdeki yazım dili ise, 1930'ların
dilinden daha çok günümüzde kullanılan Türkçe'ye benziyor. Mustafa Kemal'in
'Beni Türk hekimlerine emanet ediniz' sözünde doktor kelimesi yerine 'hekim'
kelimesini kullanması dikkatleri çekerken aynı tarihlerde Şükrü Kaya'nın
yazdırdığı belirtilen söz konusu belgelerde ısrarla "doktor"
kelimesinin kullanılması gözlerden kaçmayacak bir detay olarak karşımıza
çıkıyor...
Belgelerde bir diğer dikkat çeken detay
ise şu an 'Cumhurbaşkanı' olarak kullandığımız 1930'larda ise Reisicumhur
olarak kullanılan ifadenin söz konusu düzmece belgelerde 'cumhurreisi' olarak
kullanılması. Dikkat çeken detaylar sadece bunlarla da kalmıyor. Şükrü Kaya
imzalı belgede 'Özel' ibaresi dikkat çekerken o tarihlerde özel yerine 'Hususi'
kelimesi kullanılıyordu.”
4.4.4-YENİŞAFAGIN
HABERİNE MAHKEME KARARI

“09
Nisan 2015 Perşembe, 11:09/ Yeni Şafak'ın, "Atatürk'ü İnönü zehirleyerek
öldürdü" yönündeki haberlerine mahkemeden ihtiyati tedbir kararı verildi.
Mahkeme, gazetenin benzer haberler
yapmasını yasakladı. İsmet İnönü'nün kızı Özden Toker, önceki gün akşam
avukatı Mehmet Ali Köksal aracılığı ile mahkemeye başvurdu.
İhtiyati tedbir talebi ile yapılan
başvuruya Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi bu sabah karara bağladı. Hürriyet'in
haberine göre mahkeme, gazetenin haberlerine ilişkin ihtiyati tedbir kararı
verdi.
CHP Parti Meclisi üyesi ve Ankara
Milletvekili Gülsün Bilgehan, Yeni Şafak'ta yer alan "Atatürk'ü İnönü
zehirledi" iddiasına "deli saçması" demişti[10].”
4.4.5-İDDİALARIN
MUHATABI KASIM GÜLEK VE MAH’CI KİMDİR?
2014 Yılında Atatürk’e ait birçok bilgi
ve belgeyi elinde barındıran bir kolleksiyoncu ile tanıştım. Kendisi’nin ortaya
koyduğu bilgi ve belgelerin yazım dünyasında bir çok tanınmış simanında bilgi
dahilinde olduğunu öğrendim.
Kendisi elinde
bulunan bilgi ve belgeler hakkında aktarımlarda bulunurken çok önemli bir
detaydan da bahsetti. Bu da CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in gizli kasasında
Atatürk’ün öldürülmüş olduğuna dair gizli bir belgenin bulunduğudur.
Bu bilgi’nin
edinilmesinden hemen sonra Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek ve oğlu Mustafa
Gülek ile görüşmelere başladım. Telefon ve mesaj üzerinden yapılan görüşmeler
bir süre sonra birden bire kesildi.
Yukarıda anlatılan
konular içerisinde Tayyibe Gülek ve Mustafa Gülek’ten hiç bahsedilmemektedir.
Bu çok dikkat çekicidir. Ayrıca Mahkeme kararı ile yayının durdurulması yerine
neden konunun muhatapları yayını yapan gazeteyi mahkeme kanalıyla yargılamaya
gitmemişlerdir?
Öncelikle bu
soruların cevaplandırılması gereklidir. Çünkü mahkeme kararıyla durdurulan
haberlerden rahatsız olan bir kesim alınan bu karar karşısında suskun kalmayı
yeğlemiştir. Gözden kaçırılan tabii bir çok konu vardır. Bunlar zamanı
geldiğinde buraya aldığımız notların ışığında zaman diliminde gündeme geleçektir.
Bilgi aktaran
kolleksiyoncu, Kasım Gülek’in Ankara-Bahçelievlerde bulunan hizmetlisi’nin özel
kasayı açarak elindeki bilgileri sattığını ve satılanlar arasında da bu önemli
belgeyi gördüğünü fakat çok pahalı olmasından ötürü alamadığı dile getirmiştir.
Bu bilgilerin
önemli bir kısmını şahsımla da paylaşmıştır. Biz burada bu bilgilerin sadece
ilk defa kamuoyunda yayınlanacak resimler (bir kısmı) ve yukarıda bizim tahmin
ettiğimiz ama kesin bilemiyecegimiz MAH görevlisine ait özel evraklar yer
almıştır.
4.4.5.1-KASIM GÜLEK
KİMDİR?

Kasım Gülek (1905-1996)
1905 Yılında
Adana’da doğdu. İlkokulu Adana Turan okulunda bitirdi. Galatasaray Lisesinde o
gün ki adıyla Mekteb-i Sultaniden Robert Kolejine geçti ve buradan mezun oldu.
1924-28’de Paris’te
Ecole des Sciences Politiques'i bitirdi. Columbia Üniversitesinde iktisat
dalında doktorasını tamamladı. Rockefeller Vakfı bursiyeri olarak daha sonra
Londra Üniversitesinde ve Keynes'in öğrencisi olduğu Cambridge Üniversitesinde
İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenim gördü.
Almanya'da Berlin
ve Hamburg Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalar yaparak hukuk eğitimini
tamamladı.
Atatürk'ün
talimatıyla siyasete giren Gülek, Bilecik'ten Milletvekili seçilerek Meclis'e
girdi. (Gülek'in anlatıldığına göre, 1931'de,
Columbia'da öğrenci iken gösterdiği başarılar üzerine, üniversite rektörü, Atatürk'e mektup yazarak, Gülek'in çok başarılı
ve gelecek için ümit veren bir öğrenci olduğunu ve ilerde, memleketi için çok
yararlı olacağını belirtmiş, yurda dönüşünde, Atatürk, kendisine, uluslararası
politika ve ekonomi konularında sorular sormuş ve Millet Meclisinde çalışmasını
istemiştir.
Ancak o zaman
milletvekilliği için yaşı tutmayan Gülek, İngiltere'ye giderek, Londra ve
Cambridge Üniversiteleri İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenim gördü, daha
sonra Almanya'da Berlin ve Hamburg Üniversitelerinde hukuk eğitimini tamamladı.
) 1934'de Türkiye'ye döndüğü zaman, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça,
Arapça ve Farsça olmak üzere altı yabancı dili çok iyi öğrenmiş durumdaydı.
Ekonomi Bakanlığı
İş Dairesi Müdürlüğü'ne atandı. iki dönem Bilecik Milletvekilliğinden sonra
1946 yılında Adana'dan Milletvekili seçildi.
1936'da yedek
subay olarak orduya katıldı, bir yıl sonra yeniden devlet memurluğuna döndü.
TBMM Ticaret
Komisyonu Başkanlığı yapan Gülek 1947'de Hakan Saka Kabinesinin en genç bakanı
olarak Bayındırlık Bakanlığına, 1948'de de Ulaştırma Bakanlığına getirildi.
1949 yılında
Kore'ye giderek orada yeni göreve başlamış olan Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu'nun
Başkanlığına seçildi. 1950 seçimlerinde büyük yenilgiye uğrayan CHP'nin Genel
Sekreteri seçme yetkisinin Parti Meclisinden alınarak delegelere verildiği ilk
kurultay olan VIII. Kurultay'ında Genel Sekreter seçildi.
1950 seçimlerinin
getirdiği yenilginin şoku içinde toplanan CHP 8. Kurultayında, İnönü'nün adayı
Nihat Erim'e karşı, kendiliğinden adaylığını koyarak Genel Sekreter Seçilen
Gülek, 1959'da Genel Sekreterlikten istifasına kadar, İnönü'ye rağmen bu görevi
sürdürmüştür.
XV'inci Kurultay'a
kadar yapılan tüm Kurultay'larda da Genel Sekreter seçilen Gülek 1950 ile 1959
yılları arası aralıksız olarak CHP Genel Sekreterliği görevini sürdürdü. Gülek,
yoğun memleket gezileri sayesinde siyaseti halkla iç içe yapan ve 'çarıklı
politikacı' lakabı ile anılan siyasetçi olarak tanındı.35'inde milletvekili
oldu.
Kasım Gülek, Kore
Birleşmiş Milletler Komisyonu Başkanlığı (1950-1953),1958 yılında Kuzey
Atlantik Ansamblesi Başkanı (1957-1959), Albay J. J. Fens, Menderes
hükümetinden Türk heyetinin bildirilmesini ister.
CHP'den Nüvit Yetkin seçilir. Harekete geçen CHP
Genel Sekreteri Kasım Gülek,Colonel (Albay) Fens'e mektup yazar ye Nüvit Yetkin
yerine kendisinin çağrılmasını ister. Konu Zafer Gazetesi'nde manşet olur.
Kasım Gülek,İnönü'ye
böyle bir mektup yazmadığını söyler. Bir gün sonra, gazete mektubun kopyasını yayınlayınca, İsmet İnönü,
Kasım Gülek'e güvenemeyeceğini bildirerek, görevden ayrılmasını ister.
İnönü'nün1950'den
1957'ye, dek görevde tuttuğu Kasım Gülek ile çalışmasının nedeni; Gülek'in yeteneklerinin yanı sıra;O'nun
yabancılarla kurduğu sıkı dostluklarından yararlanması olabilir.
Ne de olsa İnönü,
onun Amerikan ilişkilerinden 1948'de
yararlanmayı düşünmüştü, 1959 yılında görevinden istifa eden Gülek, 1961 yılında
Adana Milletvekili seçilip, Adana İli temsilcisi olarak Temsilciler Meclisine
seçildi.
1965 yılında Adana'dan bağımsız Milletvekili
seçilen Gülek, 1968-69 yılında Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığına seçildi.
1969 yılından 1973'e kadar Cumhuriyet senatosu üyeliği yaptı. Uluslar arası
kariyerinde ise, Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik
Asamblesi Başkanlığı, Avrupa Konseyi Kurucu Üyeliği, Avrupa Konseyi Parlamenter
Asamblesi Başkan Yardımcılığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan
Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı, Doğu Akdeniz Kalkınma Enstitüsü
İkinci Başkanı görevlerinde bulundu. Gülek, 1996 yılında 91 yaşındayken vefat
etti. Gülek, iki çocuk babasıydı[11].
4.4.5.1.a- KASIM
GÜLEK’İN KASASINDAN ÇIKAN HÜSEYİN RAHMİ APAK
(MAH-İSTİHBARATCININ) VASİYETNAMESİ

Hüseyin Rahmi Apak(1887-1963)
Babaeski doğumlu
Türk siyaset ve devlet adamıdır. Rahmi Apak 1906 da Harb Okulunu bitirdi.
Balkan Savaşına
Vardar Ordusu ile katıldı. 1914 yılında Kurmay oldu. 1917 yılında İngilizlere
esir düştü ve Malta adasına sürüldü.
1920 yılın ocak
ayında Malta Adasından esaretten dönen Rahmi Apak bir müddet Babaeski'de
dinlenmeyi düşünmüş ancak vapurla İstanbul'a dönüşlerinde rıhtıma yanaşan
vapurdan inmek için acele edenlere bir İngiliz subayı ile birlikte İngiliz
elbisesi giyen genç bir Ermeni esir arkadaşlarından birine şamar atması, Babaeski'de
bir süre dinlenmesi fikrinin sakat olduğunu anlamış ve derhal Anadolu'ya geçip
silaha sarılma kararını vermiştir[12].
Kurtuluş savaşında
albay ve tugay komutanlığı yaptı. Yorgun Savaşçı-Yüzbaşı Selahattin' in
komutanıydı.
Moskova’da Ateşi
miniter oldu. 1939 da askerlikten ayrıldı.
1935-1946 yılları
arasında Tekirdağ milletvekilliği yaptı.1949 yılında Bağdat Büyükelçisi oldu.
1952' de emekli
oldu.1963 yılında Ankara'da öldü. Babaeski'de gömüldü. 3 oğlu 1 kızı vardır.
Birçok kitabı vardır. Bunlardan "Garb Cephesi Nasıl Kuruldu" ile
"Portekiz ve Salazar" adlı kitapları oğlu Doç Dr. Dumrul Apak.
tarafından Babaeski belediyesi kütüphanesine hediye edilerek Babaeskililerin
hizmetine sunulmuştur.
1988 yılında
belediye meclisi İstasyon Caddesinin Fatih Caddesinin devamı, Fatih Caddesi ile
Hürriyet Caddesi arasında kalan Çakmak Sokağa, Fatih Caddesi köşesindeki
evinden olayı eski 'Büyükelçi Rahmi Apak' adını verdi.
MAH ve MEH’in ilk
kurucularından olan Hüseyin Rahmi Apak kendi el yazısı ile yazdıgı bir
vasiyetnamesi Kasım Gülek’in kasasından çıkmıştır[13].
4.4.5.1.b-KASIM
GÜLEK’İN GİZLİ KASASINDAN ÇIKAN MAH – MEH’İN KURUCULARINDAN HÜSEYİN RAHMİ
APAK’IN EL YAZISI İLE GİZLİ CELSELER

El
yazısının Türkçe çevirisi;
“Ben bugün kendimi çok fena hissediyorum.
Eğilirken ve öksürürken bütün kulaklarım tıkanıyor. Şimdiye kadar böyle tezahür
olmamıştı. Nabzımda yüzden yukarı bütün gün böyle gitti. Eğer ölürsem, Hepinize Allaha ısmarladık.
Benim cesedimi Babaeski’ye götürünüz ve orada bana bir mezar yaptırınız. Anamın
kemiklerini de benim mezarıma taşıyınız. Bu kadarcık param vardı. Bu mektubu,
ölümden hiç korkmayarak soğukkanlılıkla yazıyorum. Çünkü hastalık gelmeyen
ölümden daha zor. Babaeski’de ki evi satarsınız bütün parasını Gül’e
veriniz.
Rahmi Apak
14.11.1959”
Elimizde mevcut
olan gizli celseler ( Rahmi Apak’ın kendi el yazısıyla almış olduğu notlar)
konunun dışında bulunduğundan dolayı yayınlanma gereği duyulmamıştır.
4.5.5.1.c-KASADAN
ÇIKAN RESİMLER




SONUÇ
Atatürk’ün Siyasi Suikast sonucu
öldürüldüğüne ait kitapların en sonuncusu olan Kutbu Mızrap Atatürk’te dahil
olmak üzere yazılma sebepleri bir suçlu arayıp yargılamak değildir. Bu zaten
kitabın yazılış ruhuna çok aykırı olmaktadır.
Burada asıl olan ve sorgulanan yaşanan bu
vakıa’nın tüm gerçekleriyle ortaya çıkarılarak öncelikle Ulu Önder Atatürk’ün
vefatının tüm safhalarıyla açıklanarak , hiç bir soru işareti bırakmadan
kamuoyuna doğru bir şekilde aktarımının sağlanmış olması, bunun devamında geçmişten günümüze kadar
süren ve sürmeye de devam eden kuşkulu vefatların üzerindeki sis perdesini
aralamak için bir adım olarak görmekteyim.
Bugün hepsi vefat etmiş olan bu tarihi
şahsiyetlerin üzerinden prim sağlamak isteyen siyasi partiler, politikacılar ve
yayıncılar bulunabilir/ bulunmaktadır. Kendisine bir geleçek arayan ve bunu
cesetler üzerinde sağlamaya çalışan bu alçakların elvette ki tarih sahnesinde
sonlarında tüm hayatlarını yaşadıkları gibi olacaktır. Biz bu görüşün çok
uzağındayız.
Atatürk’e ait her konuda bilgi ve
belgenin zaman içerisinde kaybedildiğini
bizden önce ki araştırmacıların dile getirdiği gibi bizde tekrarlama geregi
duymaktayız.
Bu
kaybedilişin altında önemli sebepler aramak lazım. Bunlardan ilki bu belgelerin
gerçekten kaybolduğumu yoksa birilerinin elinde bulunduğumu yolunda olaçaktır.
Bunla alakalı olarak, kitap çalışması esnasında
Dr.Bedi Şehsuvaroğlunun Sağlık
Bakanlığına yazdıgı belge ve karşılığında aldığı cevap ilginçtir. “Tüm aramalara karşın , bulunamamıştır.”
Bulunamayan Atatürk’ün sağlık hayatına ilişkin bilgi ve belgelerdir.

Yine
bunlara ilave olarak ; “Son hastalığı ve genellikle sağlık durumu
hakkında yakınları ve hekimleri
çeşitli hatıralar ve notlar yayınlamışlarsa da bunlar
da pek açık ve etraflı değildir. Mesela
1923’den son dakikasına
kadar kendisine özel hekimlik eden
Ord.Prof .Dr.Neş’et Ömer
İrdelp’in yazılı hiçbir hatıra bırakmaması büyük bir kayıptır... Hatta Prof. Dr.N.Ö.İrdelp, sınıf arkadaşı ve Ata’ının
son demlerinde konsültan
hekimlerinden olan Dr.Mehmet Kamil
Berk’in tutuğu hatıraları dahi elinden almıştır ve sonra bu defder de yok olmuştur. Neş’et Ömer
bey’in hemşiresinin oğlu Doç.Dr.
Nurettin Kamil İrdelp de, telefonla
yaptığımız bir konuşmada , bu hususları
kanıtlamıştır.. Dr. Neş’et Ömer
Bey’in diğer bir yakını , Dr.N.K.İrdelp’in Güzin hemşiresi Fuat İrdelp Hanım dahi
22.10.1976 günlü konuşmamızda bu
konuda aynen şunları demiştir;
‘Atatürk’ün ölmünden sonra
dayım Dr. Neş’et Ömer Bey biraz dinlenmek arzusuyla yurt dışına çıkarken devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den nezaketen müsaade almaya ve veda etmeye gitmiş. Tam ayağa kalkıp ayrılacagı zaman ,
İnönü kendisine; Güle güle git! Fakat senden
bir ricam var , katiyyen
hatıratını yazma , demiş . dayım da: Hiç niyetim yok , diye cevap vermiş
.’ Genç Güzin Fuat İrdelp Hanımefendi’nin
söylediğine göre 1949-1950
senelerinde olaya bir hırsızlık süsü
verilerek evleri aranmış ve böyle bir hatırat olup olmadığı araştırılmıştır.[14]” Bu konunun devamında ise; “Bunun dışında Dr. Asım Arar, Prof.Dr. Nihat Reşat Belger gibi hekimlerin
konu ile ilgili hatıraları
yayınlanmış ise de ne yazık ki asıl sorumlusu olan Ord.Prf.Dr.Neşet Ömer irdelp, birşeyler
yazmadığı gibi , Dr. Kamil berk gibi bazı arkadaşlarının tutuğu notları da almıştır. Ve bu notlar onun ölümünden
sonra ortaya çıkmışlardır.. Ançak Dr. Mehmet kamil berk’in sonradan kürüsmüzde
yaptığı konuşmalar fişe edildiği
gibi , bizzat eliyle yazdığı birkaç yapraklık bir hatırada arşivimizdedir...Kimin emriyle tutulduğunu
kesinlikle tesbit edemediğimiz
iki nöbet defderinin akıbetide 1960’dan
beri mechuldür[15]
.
Diğer tartışılan ve yok edildiği ya da
bulunamayan Atatürk’e ait Müşahide kağıtları hakkındadır; “....Dr. Mehmet Kamil Bey’in dediğine göre
o günlerde Atatürk için müşahide tutulmamış. Fakat herkes
, şahsen ufak ufak notlar alırlarmış. Kendisi de 15 Ekimden itibaren bir defdere yazmış . Dr. Neşet Ömer bey bu defderleri
sonra okumak üzere , istemişse de ölümünden sonra evrakı arasında bulunamamıştır.[16]
”
Doktorlar arasında yaşanan sorunlar ve
tartışmalar zaman zaman kitabın içerisinde yer almakla birlikte dikkatle
incelendiğinde aslında yazılmış tüm eserlerde görmek mümkündür. Bununla
birlikte Atatürk’ün yakınında bulunanlarında bir şekilde bu yaşanan olumsuz
olaylardan etkilenmiş olaçak ki Asım Arar’ın sarayda kalması nı özellikle rica
edeceklerdir. Nitekim olay şöyle
anlatılmaktadır;
“....30
Temmuz 1938 günü , Atatürk’ün sağlık durumunu
incelemek amacıyla hükümet
tarafından görevlendirilen SSYBakanı Hulusi Alataş ile Bakanlık Müşaviri Dr. Asım Arar
Ankara’dan yola çıktılar[17].
Dolmabahçe Sarayına geldiklerinde
görüştükleri kimselerin her biri
ayrı ayrı şeyden şikayet ediyordu. Bunlar, Atatürk’ün
yakınları ile daire amirlerinden Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak , Özel kalem Müdürü Vedit Uzgören, Başyaver Celal Öner’di ve hepsinin
şikayetleri Atatürk’e gerekli bakımım yapılmadığı
noktasında toplanıyordu.
Özellikle Başyaver Celal Öner, Dr. Hulusi Alataş ile
Dr. A.Arar’dan Atatürk’ün
hastalığı ile ilgili olarak
ne yapılması gerekiyorsa sağlanmasını istedi....Odacılardan biri Asım Arar’ın eline bir zarf uzattı. İçinde imzası ile Ali Kılıç’tan
geldiği anlaşılan şu satırlar
vardı.‘Asım Bey , Sizi kumandanın odasında bekliyorum, mühim bir mes’ele
hakkında konuşacagım.’ Bunun üzerine Dr.
Asım Arar , hemen kalkıp Ali Kılıç’ın
yanına gitti ve kendisini çok
üzüntülü buldu. O da
Atatürk’e yapılan bakımın noksanlarından bahsederek ısrarla
bu işi üzerlerine almasını söyledi. Ali Kılıç’ da , biraz önce Başyaver
Celal Öner’in dediği gibi , Dr.
Asım Arar’dan sarayda kalmasını ve işe
el atmasını istedi. Sağlık
bakanlığı Müsteşarı göreve hazır olduğunu , fakat bunun için kendisini hükümet tarafından talimat verilmesi gerektiğini belirtti. Biraz sonra da sarayda bulunan Başbakan Celal bayar , Dr. Asım Arar’a Atatürk’ün
tedavi işlerine bakmasının uygun olacagını ve kendisini bu iş için görevlendirdiğini bildirdi...Dr. Adsım Arar bu görevi 31 temmuz
1938 tarihinde başlayıp, Eylül 1938’e kadar sürdürdü[18].
Atatürk’ün
vefatında etkili olan konulardan biride ponksiyondur. “Karında toplanan su bu hastalığın
sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir.. Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu verdiği gibi
vücuttan alınması halinde sağlıga gerekli proteinlerin
kaybına da yol acacagı için
ayrıca tehlikelidir.[19]”denilmektedir.
Son olarak 2004 yılından başlayan
Atatürk’ün öldürülmesi ile alakalı idialarımı belgelediğim bu eser Yüce Türk
Milleti’nin bağrına yaslanmış ve adaleti beklemektedir.
[1] -
İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, s. 71–72
[2] -
Anadolu Ajansı (A.A) 10 Ekim 1935
[3] -
Cumhuriyet Gazetesi,14 Ekim 1935
[4] - Apostolos Grazos, Halk Cephesi / Laiko Metopo
gazetesinde 1,2,3,4,5 Eylül 1949
[5] - General Cevat Rifat Atilhan, Menemen Hadisesinin İç
Yüzü, B.M.M. kitaplığı, Es. No: 1970,20, Remiz S.A. 1376
[6] - 22 Ocak 2002-Milliyet Gazetesi
[7] -Ogün Deli, Ankara Nerede Biter?
[9] - Dr. Ali Güler: Atatürk Zehirlendi mi? Divan Gazetesi (Karaman), Yıl:
1, Sayı: 1, 13 Nisan 2015
[10] -
http://www.on4haber.com/haber/mahkemeden-yeni-safak-a-ataturk-zehirlendi-yasagi/55981/
[11] - Sibel Nart’ın
Kasım Gülek için hazırladığı Biyoğrafide ise: “Türk Tarihinde 1945-1960 Yılları
ve Kasım Gülek”,Kasım 1984 -19 Ocak
1996 da tedavi gördüğü Amerika’da vefat eden Gülek’in cenaze namazını
vasiyeti Üzerine Fethullah Gülen
kıldırdı. Birleştirme Kilisesi Türkiye'ye giriyor. -PWPA’nın Türkiye’deki ilk
başkanı ünlü siyasetçi Kasım Gülek'dir. ABD'de öğrenciyken Chase Manhattan
Bank'da çalıştı. Harvard Üniveristesi'nde işletmede "master"
yaptı.-NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı ve Kontenjan
Senatörlüğü yaptı. Kasım Gülek'in yaşamında en ilginç teklif General McArthur'dan
geldi.MacArthur, Gülek'ten ABD'de
kalarak senatör olmasını istemişti. 1980'liyıllarda Sung Myung Moon'un Türkiye
ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, Unification Church'ü güçlendirmek için büyük
çaba gösterdi. Örgütü, ABD Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'a "empoze"
etmeye çalıştı. Kasım Gülek burada Fetullah Gülen'le dostluğu ilerletti ve onu
ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştırdı. Kasım Gülek, yaşlılık
yıllarında yeniden CHP ile ilişki kurdu.
ABD'lilerle1920'li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, moon
tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982'de İstanbul'da
yapmıştı. Bu toplantılarda Moon'un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta
olmak üzere Moon'un örgütlerinden ve yerlilerden birçok yönetici katılmıştı.
Toplantıların konuları da ilginç; 21 Yüzyıl Eğitimi veTürk Yunan İlişkileri. Bu
toplantılara katılan Türk büyükleri de ilginç kişilerdendi. Emre Gönensay, Sabahattin Zaim, Erkek
Akurgal, İlahiyat Fakültelerinin dekanları, sanatçılar, ünlü Belediye Başkanlarından
Gülay Atığ, Semra Özal, Diğer uluslar arası toplantılara katılanlar arasında,
Deniz Baykal, Hayri Erdoğan Alkin, Handan Kepir gibi tanınmışlar da vardı.
Moon'un PWPA toplantılarında en sık görülen İlahiyatçıların başında Salih Tuğ
gibi İlahiyat Fakültesi dekanları geliyor. İlim Yayma Cemiyeti üyelerinden ve
Aydınlar Ocağı eski başkanlarından Salih Tuğ 1997'deKanal 7 televizyonunda
Fehmi Koru ile programa çıkıyor ve Moon'un Church hareketini öve öve
bitiremiyordu. Bu toplantılara katılmış olanYaşar Nuri Öztürk Moon'un
İlahiyatçılara 45 gün süren Amerika gezisi ayarladığını söylüyordu. Moon'un
Türkiye ve Türkiyeli tarikatlarla ilişkileri.Şimdilik, Unification Church'ün
yayınlarına göre toplantıları kısa
birlistede toparlamak yararlı olabilir: -1982 Roma: Kasım Gülek, -1982 İstanbul
Hazırlık Toplantısı: Bu toplantıyı Moon'un sağ kolu Chung HwanKwak
vönetivor ve Kasım-Nilüfer Gülek
Türkiye düzenlemesini yapıyorlar.-1984
Roma: Hayri Erdoğan ilkin (Konferans Başkanı olarak),Prof. Sabahattin Zaim
-1986 İstanbul Hilton "21. Yüzyılda Eğitim" Kasım Gülek, Sabahattin
Zaim. PWPA' nın ABD başkanı Nicholas Kitrie ve Yunanistan'dan Evanghelos
Moutsopoulos da katılıyor. -1986
İstanbul Hilton: "Türk-Yunan
İlişkileri" Sabahattin Zaim, Ekrem Akurgal, Emre Gönensay (Sonra başbakan
Danışmanı, T.C Dışişleri Bakanı,
Nilüfer Gülek'in kardeşi Aylin Radomisli'nin Amerika'dan yakın dostu),Kasım
Gülek. -1987 Chicago: Kasım Gülek-1988 Londra: Prof. Handan Kepir Sinangil (Robert kolej /Bosphorus. Un) -1991 İstanbul
President Oteli. -1994 İstanbul the Marmara Oteli. -1996 İstanbul (1-14
Haziran). Öteki katılımcılar: Deniz
Baykal, Işılay Saygın, Mehmet Aydın (9 Eylül Üniv.İlahiyat Fak. Dekanı, Abant
toplantıları yöneticisi, (18 Kasım 2002 AKP) Abdullah Gül Hükümeti Devlet
Bakanı), Sabri Orman, Ali Şafak E.Ruhi Fığlalı, Gülay Atığ (Aslıtürk), Semra
Özal, Nilüfer Narlı, Nevzat Yalçıntaş, Lütfü Doğan, Osman Zümrüt, Şerafettin
Gölcük, Salih Tuğ, Fehmi Koru, Barış
Manço, Ayseli Gürsoy. ABD'den İstanbul toplantılarına katılanlar arasında
Moon'un has adamları Richard Rubinstein, Nicholas Kittrie'nin yanı sıra
Yunanistan'dan,Ürdün'den, Mısır'dan, Kore'den gelenler var. Kasım Gülek'in, ölümü üzerine, PWPA'nın
Türkiye başkanlığını Dr. Hayri Erdoğan Alkin üstlendi. Hayri Erdoğan Alkin,
eski adıyla Robert Kolej devamıyla Bosphorus University'de profesörlüğünün yanı
sıra Türk Ekonomi Bankası (TEB) yönetim kurulu üyeliği yapmaktaydı. İlkin, aynı
zamanda NED'den büyük parasal destek alan ve Türk Dışişleri politikasını
yönlendirmeye çalışan TESEV'in de danışmanıdır.
Yazar Haluk Uygur, Kasım Gülek’in
kızı ve Dsp Milletvekilligi ve Bakanlığı yapmış olan Tayyibe Gülekle yaptığı mülakatta ailelerine ilişkin bilgiler
aktarmaktadır;Adananın İlk Türk EczanesiAdana’da ilk Türk Eczanesini açan
Mustafa Rıfat’ı torunu Tayyibe Gülek ile konuştukTaşköprü tarafından Abidinpaşa
Caddesi’ne girdiğinizde, Mustafa Rıfat Gülek Eczanesi Mustafa Rıfat Gülek
Kimdir? İlk Türk Eczanesi, Altınşehir Adana: Dedeniz kentimizin ilk Türk
eczanesini açmış, doğru mu? Tayyibe Gülek: Evet... 19. yüzyılın sonları... O
sırada Adana’da üç eczane var... Üçü de gayrimüslimlere ait. Adana’nın ileri
gelenleri toplanmış ve kendi aralarından bir Türk’ün eczacılık tahsili yapması
gerektiğini düşünmüşler. Ve dedem İstanbul’a eczacılık okumaya gönderilmiş. O
yıllarda eczacılık tıp fakültelerinde okutuluyor. Böylelikle dedem İstanbul’a
üniversiteye giden ilk Adanalı oluyor.AA: İlk eczaneyi ne zaman açmış? TG: 1902
de... O zamanın, hatta günümüzün en önemli caddelerinden biri olan Abidinpaşa’da,
şimdiki eczanenin yerinde açmış. AA: Bu eczane niye önemli? TG: Bir kere ilk
Türk eczanesi… O yıllarda doktorlar eczanelere bağlı bir odada hasta bakarlarmış.
Tabii, eczaneler yabancıların elinde olunca sağlık sektörü de yabancıların
elinde oluyor. Mustafa Rıfat Eczanesi’nin açılmasıyla Türk doktor ve diş
hekimleri hasta bakma olanağı bulmuşlar.Çanakkale Savaşının Pamuğu Mustafa
Rıfat’dan AA: Bir de dedenizin Çanakkale Savaşı olayı var? TG: Tabii, bu da çok
önemli. Savaşta Türk birlikleri için hidrofil pamuk ve sargı bezi bulunamıyor o
zamanlar. Pamuk ise Adana’da yeterince var. Ama hidrofilize edilip pansumanda
kullanılabilir hale getirilmesi lazım. Mustafa Rıfat hemen bu işi öğreniyor ve
Çanakkale’ye bedelsiz olarak, düzenli
pamuk, sargı bezi ve antiseptik ilaçlar gönderiyor. AA: Mustafa Rıfat’ın böyle
üretim faaliyetleri de mi var? Kan Yapıcı İlaç... Öksürük Şurubu... TG: Tabii
ki... Dedemin imal ettiği ilaçlar arasında, adını taşıyan kan kuvveti şurubu,
öksürük şurupları, ağrı kesiciler gibi bir çok yeni ilaç var. Size şişe
etiketlerinden göstereyim. AA: Çanakkale’ye pamuk gönderdiğine göre siyasi
bağlantıları da olmalı! TG:Tabii ki... İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Çukurova
Bölge Sorumlusu. Bizzat Talat Paşa tarafından davet edilmiş. Kurtuluş Savaşı
öncesi, işgale karşı toplantılar da dedemin evinde, eczanenin üzerinde
yapılırmış. Mondros Mütarekesi imzalandığında, İstanbul gazetelerinde işgale
ilk karşı çıkan bildiri içinde dedemin de bulunduğu Adanalı gençler tarafından
yayınlandı, biliyorsunuz. Ayrıca Mustafa Rıfat Bey ilki 1939 yılında olmak
üzere Adana Belediye Meclis üyeliğine de bir kaç defa seçilerek hizmetine devam
etti. İlk Kadın Eczacı AA: Öğrendiklerini başkalarıyla paylaştı mı? TG: Tabii
ki... Örneğin önemli diplomat Oktay Aksoy’un babası Doktor Sırrı Bey veya
Adana’nın ilk kadın eczacısı Mahmure Talay Butur yetiştirdiği kişilerdendir. O
yıllarda birinin eczacı olması için, okuldan sonra yetkin bir eczacının yanında
çalışması gerekirmiş. Dedem bir çok genci yanında yetiştiriyor. Açılıştan 101
Sene Sonra Dedelere Saygıyla...AA: Konuya ilklerle başladık, yeniden bir ilke
döndük. İlk eczanenin açıldığı bina, kentimizin ilk restore edilen
konaklarından biri aynı zamanda...TG: İlk eczanenin açılışından tam 101 sene
sonra, 2003 yılında binayı restore ettirip yeniden açabildik. Biz binayı aslına
uygun restore etmek şartıyla Türk Eczacılar Birliği’ne bağışladık. Kurtuluş
toplantılarının yapıldığı üst kat şimdi Mustafa Rıfat Gülek Kütüphanesi... Alt
katta da eczane var. Bina çok ilgi görüyor. Yani dedem hala Adana’ya hizmet
etmeye devam ediyor. Adana da bu binayı yaşatmakla vefakârlığını gösteriyor.
Dilberler Sekisi’nde bahçe katında bulunan evlerinden Seyhan Nehri’nin
oluşturduğu güzelliklere bakarak, Gülek Ailesi’nin Soy Ağacı Mustafa Rıfat’ın
babası Hacı Mehmet Efendi... Aile 13. yüzyılda Orta Asya’dan Behl kentinden
gelmiş. Oğuzların Üçok Boyu’ndanlar. Yani Ramazanoğulları ile akraba bir
aile... Yörük olan sülale önce Toroslar’a, bugünkü Gülek Yaylası’nın bulunduğu
yere yerleşiyor ve hayvancılık yapıyorlar. Daha sonraları Çukurova’ya inip
(Muhtemelen 19. yy.da çıkan Zorunlu İskân Kanunu ile) tarımcılığa başlıyorlar.
Hacı Mehmet Efendi Ulu cami civarında (bugün ki Kızılay Caddesi’nde) eski bir
Adana evinde oturuyor. Ayrıca bugün Gülek Plaza’nın olduğu yerde, Tepebağ’da
bir bağ evi de var. Mustafa Rıfat’ın Tayyibe hanımdan 3 çocuğu oluyor.
1-Mehmet, Hüseyin ve Kasım... Mehmet, hukuk fakültesinde okurken zatürreden
ölüyor. 2-Hüseyin ise işadamı, uzun yıllar Almanya dâhil birçok ülke ile ticaret
yapıyor, abisinden 2 yıl evvel vefat ediyor. Hüseyin’in bir kızı var. 3-Kasım
ise çok önemli. Türkiye Siyasi Tarihi’ne işaret koyan ünlü Kasım Gülek... 8 dil
bilen, 30000 kitaplık kütüphanesi ile tanınan, İsmet İnönü’nün sağ kolu bir
siyasetçi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin efsanevi ve karizmatik Genel Sekreteri.
Siyaseti halkla buluşarak ve ülkeyi karış karış gezerek yapan ve bu yüzden adı
‘Çarıklı Siyasetçi’ye çıkmış ünlü devlet adamı. Güzelliği dillere destan
sadrazam Giritli Mustafa Naili Paşa’nın torunlarından Nilüfer Hanım’la evlenen
Kasım Gülek’in bir kızı ve bir oğlu oluyor. Oğlu Mehmet Mustafa Gülek, bugün
İngiltere Fahri Konsolosu. Bu röportajı yaptığımız Tayyibe Gülek ise Kasım
Gülek’in kızı, Mustafa Rıfat’ın torunu... Tayyibe Gülek, Adana Milletvekilliği
ve Ecevit’in Devlet Bakanlığı’nı yaptı. İşgale İlk Tepki: Feryadname Düşman
güçlerinin ülkeyi işgaline karşı yurttan ilk tepki Adanalı gençlerden
gelmiştir. Tevfik Kadri Ramazanoğlu’nun önderliğinde, içlerinde Mustafa
Rifat’ın da bulunduğu Adanalı gençler “Feryadname” ismiyle bir mektup
hazırlayarak bunları çeşitli İstanbul gazetelerinde yayınlattılar. 11 Aralık
1918 tarihinde, yani Mondros Mütarekesinden sadece 12 gün sonra kaleme alınan
bu bildiri, 13 Aralık 1918’de birçok gazetede yayınlanarak, Mondros
Mütarekesi’ne, dolayısıyla işgale yurttan gelen ilk tepki olarak tarihe
geçmiştir.
[12] - Hasan Pulur: 14 şubat 1993
tarihli makalesi
[13] - Hamza Grubu’ndan MAH ve MİT’e
…Osmanlı
İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca, İttihat ve Terakki
Cemiyeti (İTC) ve onun ünlü ve etkili uzantısı Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarını,
İtilaf Devletleri tarafından yargılanma telaşı sarmıştı. Bu yüzden, İttihatçı
önderlerin ülkeden kaçtığı günlerde İTC’nin adı Karakol Cemiyeti, Teşkilat-ı
Mahsusa’nın adı da Umum Âlem-i İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştirildi.
Değiştirildi ama Mustafa Kemal’in İttihatçı kadrolarla arasına mesafe koyma
politikası yüzünden her iki değişiklik de kâğıt üzerinde kaldı.
Ankara’nın ilk istihbarat örgütü 23 Eylül
1920’de kurulan Hamza Grubu’ydu. TBMM hükümeti ile Hamza Grubu arasındaki
haberleşmede kullanılan şifre anahtarı İngilizlerin eline geçince grup 15
Aralık 1920’de ad değiştirdi. Sırasıyla Mücahid Grubu, Muharib Grubu, Felah
Grubu diye adlandırıldı ama istihbarat faaliyeti esas olarak, Teşkilat-ı
Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk ve Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından
kurulan Müdafaa-i Milliye adlı askerî teşkilatça yürütüldü.
3 Mayıs 1921 tarihinde TBMM tarafından
tanınan ve adının baş harflerinin Osmanlıca okunuşundan dolayı “Mim Mim” diye
adlandırılan teşkilat, İstanbul’da Topkapı, Beyazıt ve Eminönü’nde kurulan üç
şubede faaliyet gösteriyordu. Resmî tarihe göre Muavenet-i Bahriye, Yavuz,
İmalat-ı Harbiye, Berzenci, Namık gibi başka küçük gruplarla da işbirliği yapan
M.M. grubu Anadolu’ya silah, mühimmat ve subay kaçırdı, düşman karargâhlarından
elde ettiği bilgi ve belgeleri Ankara’ya aktardı.
Bu dönemde İngiliz casusu Hintli Mustafa
Sagir’in Mustafa Kemal’i öldürmeye çalıştığının ortaya çıkarılması istihbaratçıların
itibarını arttırdığı gibi sarstı da, çünkü Mustafa Sagir’in Anadolu’ya
geçmesini sağlayan seyahat belgesinin üzerinde, Yavuz grubundan Yarbay Muğlalı
Mustafa’nın vurduğu Karakol mührü vardı. “Karıştırıcı bir teşkilat”: P
Aynı dönemde kurulan bir başka istihbarat
örgütü, merkezi Eskişehir’de bulunan Garp (Batı) Cephesi bünyesindeki Askerî
Polis Teşkilatı (APT) idi. Resmî yazışmalarda kısaca “P” olarak geçen
teşkilatın önemli işlerinden biri Bakü’den Ankara’ya gelmeye çalışan TKP’li
Mustafa Suphi ve arkadaşlarını izlemekti. Bilindiği gibi devletin sıkı takibi
altındaki bu grup, 28/29 Ocak 1921 gecesi Trabzon açıklarında yine devletin
hizmetindeki katiller tarafından boğulmuştu.
Ordunun sıkı denetimine rağmen, “P” kısa
sürede yozlaştı. Örneğin 1921 başında TBMM’de bir konuşma yapan Kastamonu
Milletvekili Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey’e göre “P” elemanları “karıştırıcı
idiler”, “üretici değil tüketici idiler”, “para alıp yiyorlardı”. Resmî
makamlara yapılan şikâyetlerde “halka korku saldıkları”, “karı oynattıkları”,
“gürültü yaptıkları” yazılıydı. Cenup (Güney) Cephesi Kumandanı Refet (Bele)
Paşa’nın raporuna göre ise, gizli olması gereken “P” elemanları, üzerlerinde
levha bulunan evlerde oturuyorlar, koltuklarının altında çantalarıyla kahvehanelere
gidiyorlar, tavla oynarken teşkilatın mührü ile caka yapıyorlardı. Dahası bazı
“P” elemanları gece ev basıyor, adam soyuyor, tehditle para sızdırıyor,
dolandırıyor, hatta cinayet bile işliyordu. Refet Paşa’ya göre “P” teşkilatı
“memleketin uzun müddet lanetle hatırlayacağı” bir oluşumdu.
Sonunda Ankara şikâyetleri ciddiye aldı ve
“P”, kuruluşundan yaklaşık sekiz ay sonra, “yetki aşımı, gizliliğe riayetsizlik
(uymama), keyfî uygulamalar, lakaytlık (ilgisizlik), yolsuzluk” gerekçesiyle
kapatıldı.
Kısa ömürlü THA’lar ve GT
“P”nin
yerine 1 Nisan 1921’de Tedkik Heyeti Amirlikleri (THA) kuruldu, ancak taşradaki
“P” elemanları uzun süre yetkilerinden vazgeçmek istemediler. Bunun üzerine
THA’lar Genelkurmay bünyesine alındı. Ancak THA’ların ömrü de çok kısa oldu.
Batı Cephesi Komutanlığı’nın 2. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği 22 Haziran 1922
tarihli yazıda “...yüksek bütçelerine rağmen bu teşkilatların memleketin
ihtiyacına tekabül edememesine binaen bilcümle Tedkik Heyetleri’nin lağvı,
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’den emir buyrulmuştur...” deniyordu.
Resmî tarihe göre 1922 Mudanya Mütarekesi
ile 1923 Lozan Antlaşması arasındaki dönemde istihbarat faaliyeti Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından, I. Ordu Komutanlığına bağlı olarak
kurulan “Geçit Teşkilatı” (G.T.) tarafından yürütüldü, ancak bu teşkilatın
marifetlerini öğrenmek mümkün olmadı.
Mr. Templeton’ın işleri
1923-1926 arasında istihbarat
faaliyetlerini Emniyet Müdürlüğü üstlendi. Bu dönemin önemli işlerinden biri,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü elemanlarından Nizamettin Bey’in, 1924-1925
yıllarında kendisine “İngiltere Hariciye Nezareti görevlisi Mr. Templeton” süsü
vererek Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdülkadir’in yakın dostu Palulu
Kör Said’le defalarca görüşmesiydi. Ancak Palulu Kör Said, ya tuzağı fark
ettiğinden ya da isyan niyeti olmadığından, “Mr. Templeton kılığındaki
Nizamettin Bey”in kendisine vermeye çalıştığı 80 bin lirayı kabul etmedi ve
plan suya düştü.
20’ye
yakın amatör örgütün yarattığı uzun anarşi döneminden sonra Mustafa Kemal,
Cumhuriyet Dönemi’nin ilk modern istihbarat teşkilatını kurma işini has adamı
Fevzi Paşa’ya verdi. Mareşal 6 Ocak 1926 tarihli yazı ile yeni teşkilatın
kuruluşunu valiliklere şöyle müjdelemişti: “Genel merkezi Ankara’da, şubeleri
şimdilik İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Kars’ta olmak üzere bir (Milli
Emniyet Hizmeti) kurulmuştur. Bu şubeler doğrudan doğruya genel merkeze
bağlanmıştır. Şimdiye kadar Ordu Müfettişlikleri’nce yürütülen istihbarat
hizmetleri bundan böyle bu teşkilat tarafından yürütülecektir.”
MEH
ve Walther Nicolai
Bu
yazının hemen ardından kısa adıyla MEH’i kurmak ve personelini eğitmek için
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Alman Genelkurmay İstihbarat Servisi
başkanlığını yapan, daha sonra da Hitler’in istihbarat teşkilatını örgütleyen
Polonya asıllı Albay Walther Nicolai gizlice Türkiye’ye getirildi. İlişki bir
süre Türkiye’nin Nikolai’ye söz verdiği parayı ödememesi yüzünden bozulduysa da
sonunda ödeme yapıldı ve Nicolai aralarında Kurmay Yarbay Şükrü Âli (Ögel),
Kurmay Subay Hüseyin Rahmi (Apak), Sosyo-etnolog Hasan Reşit (Tankut), Kemal
(Güçsav) beylerin de bulunduğu küçük biri grubu 16 Haziran-10 Temmuz 1926
arasında Almanya ve Avusturya’ya götürdü. Münih’te açılan Savaş Propagandası
Sergisi’ni de gezen Heyet Türkiye’ye döndükten sonra Ankara Hacıbayram’da Şehit
Keskin Sokak’ta 14 numaralı binaya yerleşti. Ardından Nicolai ile ilişkiye son
verildi.
Kuruluşu sadece yazılı bir emre dayanan
MEH, 19 Aralık 1926 tarih ve 4507 sayılı Gizli Kararname ile resmiyet kazandı.
(Kararname gizli olduğu için Resmî Gazete’de yayımlanmamıştı.) Bu sefer merkez
Işıklar Caddesi’nde Kemal Gedeleç Apartmanı idi. Ardından İstanbul, İzmir,
Adana, Diyarbakır ve Kars’ta MEH şubeleri kuruldu. İlk MEH Başkanı Albay Ali
Şükrü (Ögel) Bey oldu.
MEH dört şubeden oluşmuştu.
A Şubesi İstihbarattan (Espiyonaj):
B Şubesi Müdafaadan (Kontr Espiyonaj):
C Şubesi Propagandadan;
D Şubesi Teknik Destekten sorumluydu.
MEH kanunla kurulmadığından, giderleri yıllarca
örtülü ödenekten karşılandı. Resmî bir kadrosu olmadığından, A Şubesi’nin
personeli Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı subaylardan, B Şubesi’nin personeli
Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı personelinden, C
Şubesi’nin personeli Dışişleri Bakanlığı personelinden, D Şubesi’nin personeli
ise asker ve sivil kişilerden temin edildi.
MEH’ten MAH’a
İçişleri Bakanlığı bir yazıyla MEH’in
kuruluş tarihini 6 Ocak 1927 olarak açıkladı. Zaman içinde muhtemelen “Milli
Emniyet Hizmeti”nin kısaltması olan MEH kulağa hoş gelmediği için, teşkilatın
adı “Milli Amele Hizmet”e (“Milli uygulamalara hizmet”) dönüştürüldü ve kulağa
daha hoş gelen MAH kısaltması kullanılmaya başlandı. Bazen de MEHMAH dendi.
1932-1937
yılları arasında iç istihbarat alanında Emniyet (Polis) Teşkilatı ile görev ve
yetki paylaşımına gidildi. 1937’den sonra iç istihbarat genel olarak Emniyet’e
devredilirken, MAH dış istihbarat konusuna ağırlık verdi.
MİT resmî tarihçilerine göre bu dönemin en
büyük başarısı 1937’de Fransız Mandası olan İskenderun Sancağı (daha sonra
Hatay) ile ilgili olarak Suriye yönetimine Fransa’dan yazılmış bir belgenin ele
geçirilmesiydi. Belgede Fransız Dışişleri Bakanlığı “Sancak için dökülecek tek
damla Fransız kanı yoktur. Durumun idaresini sizin eşsiz politik dehanıza
bırakıyoruz” yazıyordu. İddialara göre bu bilgi Mustafa Kemal’i, Hatay’ın
ilhakı konusunda cesaretlendirmiş, onun ölümünden sonra da Ankara kartlarını
doğru oynayarak 29 Haziran 1939’da Hatay anavatana katılmıştı.
Çiçero MAH ajanı mıydı?
İkinci
Dünya Savaşı yıllarında MAH Genelkurmay’ın kontrolüne girdi. Almanya ile
imzalanan dostluk ve işbirliği anlaşması uyarınca Nazilerle dirsek teması
halinde çalışan MAH, Zeplin Harekâtı ile Alman ajanlarının Sovyetler Birliği’ne
sızdırılmasına yardım etti. Ancak Sovyetler Birliği durumu fark etti ve
Türkiye’ye nota verdi. MAH bundan sonra bu tür operasyonlara hevesli olmadı.
İddialara
göre İkinci Dünya Savaşı yıllarının ünlü casusu Çiçero takma adlı Elyasa
(İlyas) Bazna’nın MAH’la ilişkisi vardı. İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir
Hughessen’in oda hizmetçisi olan Bazna, elçilikten edindiği bilgi ve belgeleri
Almanlara aktarmış, belgelerin fotoğraflarının çekiminde kendisine MAH yardımcı
olmuştu. Ancak Hitler Normandiya Çıkartması’nın (Operation Overlord) gizli
planlarının da aralarında olduğu bu belgelerin gerçek olduğuna inanmadığından
Almanlar Bazna’ya borçlarını sahte para ile ödemişlerdi. Böylece tarihin bu en
büyük casusluk olayından hem Almanlar hem de Bazna faydalanamamıştı. Bu olaydaki
katkısı güme giden MAH ise, 24 Şubat 1942 günü, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi
Von Papen’e yapılan bombalı intihar saldırısının faillerini birkaç gün içinde
bularak, Almanya’nın takdirlerini kazanmayı başarmıştı.
Hakkındaki
gizlilik kararı 1943 yılında kaldırılan teşkilat, savaş sonrasında CHP
tarafından muhalifleri ve özellikle komünistleri sindirmekte kullanıldı. 1947
Marshall Yardımı Programı’ndan sonra MAH-CIA ilişkisi, İsrail’in 6 Mart 1950’de
resmen tanımasının hemen ardından MAH-MOSSAD ilişkisi başladı.
1950’de başlayan Demokrat Parti döneminde
ise MAH, dışta bu ilişkilere devam ederken, içeride CHP’lilerin ve (yine)
komünistlerin peşine düştü. 1956’da ABD’nin MAH’a yılda 100 bin lira yardımda
bulunduğu ifşa olunca hem MAH hem hükümet zor durumda kaldı. Yıllardır süren bu
durumdan güya Menderes’in haberi yoktu. ABD’liler gücendirilmeden yardım
programına son verildi ama, Menderes’in MAH’ın başına getirdiği Hüseyin Avni
Göktürk’ün gazeteci Nimet Arzık’a yaptığı uygunsuz teklifle MAH bir kez daha itibar
kaybetti.
Kıbrıs’ta TMT’nin kuruluşu
Dış
operasyonlar ise bu dönemde Seferberlik Tetkik Dairesi (1965’te adı Özel Harp
Dairesi oldu) tarafından yürütülüyordu. Bu kapsamda, 9 Kasım 1957’de, Rauf
Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kenan Tanrısevdi tarafından Lefkoşa’nın
varoşlarındaki bir evde temelleri atılan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ileriki
yıllarda Türkiye’nin Kıbrıs politikasının şekillenmesinde hayati rol
oynayacaktı. İran’ın SAVAK’ıyla ilişki de bu dönemde kuruldu.
Önemli
kadroları askerlerden oluştuğu için MAH 27 Mayıs 1960 darbesinin gelişini
hükümete rapor etmedi veya hükümet anlatılanlara inanmadı. Darbeden sonra
MAH’ın odalarını subaylar doldurdu, geriye kalan az sayıda sivil istihbaratçı
bu subayların getir-götür elemanına dönüştü.
MİT
Ajanı Mahir Kaynak
1961
Anayasası’nın ürünü olan Milli Güvenlik Kurulu’na bağlanan MAH, 6 Temmuz 1965
tarih ve 644 Sayılı Kanun’la Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adını aldı. Ad
değişimi sırasında elemanların maaşı eksildiği için (yine de askerlerden fazla
alıyorlardı) tadı biraz daha kaçan MİT’in 1970’li yıllardaki faaliyetleri esas
olarak sol hareketlere yönelikti. Örneğin 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde,
başını Cemal Madanoğlu, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal’ın çektiği
ordu içindeki “sol cuntacıların” arasına günümüzün ünlü “istihbarat uzmanı”
Mahir Kaynak’ı sokan MİT’in tek yapmadığı, Başbakan Süleyman Demirel’i bu
oluşumdan haberdar etmekti.
MİT
Muhtıra sonrasında, adeta “gizli polis teşkilatı” gibi davranarak pek çok
operasyona katıldı ve pek çok elemanı deşifre oldu. 1973’te dönemin Genelkurmay
Başkanı Semih Sancar, MİT’e çekidüzen verilmesini emretti. MİT Müsteşarı
Orgeneral Nurettin Ersin kıta görevine gönderilirken, yerine Amiral Bahattin
Özülker atandı. Yine de 1974 Kıbrıs Harekâtı öncesinde ve sırasında, istihbarat
MİT’ten değil Özel Harp Dairesi’nden alındı. Bu kurumun istihbarat konusundaki
zafiyeti de, Kocatepe Muhribi’nin, Türk uçaklarınca batırılmasından anlaşıldı.
Kesire Öcalan MİT’çi miydi
1974
yılında Kesire Yıldırım, Haki Karer, Cemil Bayık ve Kemal Pir’le ilk örgütünü
kuran Abdullah Öcalan, daha sonra karısı olan Kesire Yıldırım için “Son derece
iyi eğitilmiş ve çekiciydi. Büyük ihtimalle objektif olarak da sübjektif olarak
da kanıtlayamadığım MİT ajanıydı” demişti. Öcalan’ın bu ifadesi ve Kesire
Yıldırım’ın babası Abdullah Yıldırım’ın 1937-1938’de Dersim Valisi General
Abdullah Alpdoğan için istihbarat ve milis toplayan biri olması, sonra da MAH
ve MİT’e çalıştığı iddialarının inkâr edilmemesi, yıllarca PKK’yi, Barzani
çizgisindeki gizli Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kontrol etmek
için MİT’in kurdurduğu iddiasına dayanak yapıldı. Ancak bugüne kadar bu iddiayı
destekleyen somut bir kanıt ortaya çıkmadı.
MİT’in yeniden yapılanması 1976’da oldu.
Ankara Kavaklıdere’deki bir evin çatı katında birlikte oturmaya başlayan Hiram
Abbas ve Mehmet Eymür’ün ilk başarısı, 1977 yılında MİT’in İstihbarat Daire
Başkan Yardımcılığını yürüten Albay Sabahattin Savaşman’ın ABD (CIA) lehine
casusluk yaptığını ortaya çıkarmak oldu. 17 yıl hapse mahkûm olan ve 1985’e
kadar askerî cezaevinde yatan Savaşman ileriki yıllarda, casusluk yapmadığını,
çünkü söz konusu bilgilerin hepsinin zaten CIA’da olduğunu söyleyecekti.
12 Eylül’de MİT’in suskunluğu
MİT, 1979’da Bülent Ecevit Hükümeti’ni
düşürmek için CIA’in yağ ve akaryakıt krizi çıkarmasına yardımcı oldu. Süleyman
Demirel’in deyimiyle “Afrika’daki kabilelerin iç işleri hakkında bile bilgi
veren, sadece darbeler hakkında bilgi vermeyen” MİT, 12 Eylül darbesine
meşruiyet kazandırmak için işlenen siyasi cinayetleri ortaya çıkarmadığı gibi
Sivas, Çorum ve Maraş olayları gibi büyük katliamların örgütlenmesinde de rol
aldı. Elbette, “Bizim çocukların” yaptığı 12 Eylül darbesini de sivil iktidara
haber vermedi.
1983’te
“CIA casusluğu” ile suçlanan MİT elemanı Kurmay Albay Turhan Çağlar kendini
şöyle savunacaktı: “Nasıl olsa bütün hükümetler ve Genelkurmay başkanları
Amerika hesabına çalışıyor. Ben yapınca mı suçlu oluyor?” 27 Mayıs’ın
albaylarından biri olan Turhan Çağlar’ın 15 yıldır casusluk yaptığını
açıklaması ve cezaevindeki şüpheli ölümü (intiharı?) MİT’in güvenilirliğinin
bir kez daha sorgulanmasına neden oldu.
1990’larda (Çiller döneminde) Abdullah
Çatlı gibi kiralık katilleri istihdam eden, Erol Evcil ve Alaaddin Çakıcı gibi
mafya babalarıyla ilişki kuran, komşu ülkelerde hükümet devirme işlerine
karışan MİT’in hamurunu ve imajını düzeltmek için AKP hükümetinin epey
uğraşması gerekiyor. İşe, Uludere’de MİT’in (ve elbette diğer devlet
kurumlarının) rolünün ne olduğunu açıklamakla başlaması iyi olur.
Özet
Kaynakça: Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK
Yayınları, 1988; Hamit Pehlivanlı, Kurtuluş Savaşı İstihbaratında Tedkik Heyeti
Amirlikleri, Genel Kurmay Yayınları, 1993; Emin Demirel, Teşkilat-ı Mahsusa’dan
Günümüze Gizli Servisler, IQ Yayınları, 2005; Kaya Karan, Türk İstihbarat
Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT’e, Truva
Yayınları, 2008; Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT,Kumsaati
Yayınları, 2004. Ayşe Hür/Taraf
[14] - Şehsuvaroğlu,a.g.e.,sf. 5-6
[15] - şehsuvaroğlu,a.g.e.,sf.17-18
[16] - Şehsuvaroğlu,a.g.e,sf.75
[17] - Dr. Asım Arar (1890-1955)
devrin ünlü din adamlarından Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin oğludur. İlk ve ortaöğretimini İstanbulda
tamamladıktan sonra Tıbbiye’ye
girerek 1911’de hekim çıkmıştır. 1925
yılında Umum Sıtma Mücadele Başkanlığı ile Hıfzısıhha Umum Müdürlüğü’ne atanarak Ankaraya gelmiştir. 1937 yılına kadar bu
görevde kalmıştır. 16.6.1955 de ölmüştür.
[18] - Şehsuvaroglu,a.g.e.sf.,78-79
[19] - Şehsuvaroglu,a.g.e.,69
KAYNAKLAR
-Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Cumhuriyet Dönemine ait 100
belge) 1923–1938, 2. cilt, Kült. Bak. Yay. Ankara 1981
-Atatürk’ün evleri, Ank. Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü
Demirbaş no; 841, Tasnif no; 708–74
-Atatürk, Mustafa Kemal
(Gazi), İnönü-Türk Ansiklopedisi,
C.4,Sf.88-124,Ank.1950
-Ord.Prof.Dr. Akil Muhtar Özden , Atatürk’ün Son
Hastalığı (Yazma) 1938
-Prof.Dr. Afet İnan,Atatürk’ten hatıralar ve
belgeler,Ank.1959
-Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk,İst.1961
-Avni Altıner-Hurrem Atayer , Atatürk (Hayatı, Savaşları, Ölümü, İnkılapları)
İst.1960
-Ali Kılıç, Atatürk’ün Son Günleri,İst.1955
-Ali Kılıç, Atatürk’ün Hususiyetleri,İst.1955
-Ali Güler, Sonsuza Yolculuk,Truva yayınları,2010
-Asım Us, 1930-1950 Hatıra notları,İst. 1966
-Aslan Tufan Yazman, Atatürkle Beraber,Ank.1969
-Gen.Asım Gündüz, Hatıralar,İst.1976
-Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi (Hayatı ve Eserleri) AKDTYK. Atatürk
Araştırma Merkezi, Ank: 2002, sf. 470–473
-Prof. Dr. Asım İsmail Arar, Atatürk’ün Son Günleri,
İstanbul 1958
-Prof.Dr.Bedi N.
Şehsuvaroğlu, Dr. Akil Muhtar Özden Bibliyoğrafyası,İst.1951
-Prof.Dr.Bedi N.
Şehsuvaroğlu, Prof.Dr. Nihat Reşat Belger (1881-1961) Hidroklimatoloji
Yıllığı,2,1962
-Prof.Dr.Behçet Sabit
Erduran, Sözlü ve yazılı
hatıralar, (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı,
Hürriyet yay. İstanbul 1981
-Burhan Göksel, Atatürk’ün Soy kütüğü üzerine bir çalışma,
Kültür ve Turz. Bak. Yay; 849, Kültür Sanat Eserleri Dizisi; 102
-Prof.Dr. Cahit Özen, Yazılı Hatıralar, İst. 1976 (Prof.Dr.
Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-General Cevat Rifat Atilhan, Menemen Hadisesinin İç Yüzü,
B.M.M. kitaplığı, Es. No: 1970,20, Remiz S.A. 1376
-Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, İst. 1955
-Cemal Kutay, Atatürkün son günleri, İklim yayınları,
İstanbul–2005
-Cemal Kutay, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadelesi
Tarihi, C.20,İst.1962
-Cihangir Gener, Ezoterik-Batıni Doktrinler Tarihi, 4.
Baskı, Odak Ofset. Ankara, 1998
-Emin Demirel, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Günümüze Gizli Servisler,
IQ Yayınları, 2005
-Dr. Eren Akçiçek’in,“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü”,
Güven kitabevi, İzmir,2005
-Erol Mütercimler, Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa
Kemal,Alfa yayınları,2008
-Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT,Kumsaati Yayınları,
2004. Ayşe Hür/Taraf
-E.Behnan Şapolyo,
Küçük Mustafa Kemal (Atatürk’ün çocukluk
hayatı), İst.1954
-Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve sonrası , İst.1970
-Falih Rıfkı Atay, Bir Köşk, Dünya Gazetesi 26.2.1967
-Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar,
TTK Yayınları, 1988
-Dr. Fethi Erden,
Türk Hekimleri Biyoğrafisi, İst. 1948
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1959
-Hasene Ilgaz, Atatürk (Doğumundan ölümüne kadar), İst. 1962
-Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten hatıralar, C.2,İst.1973
-Haluk Y. Şehsuvaroğlu, Atatürk, İst.1963
-Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, 4. Baskı,
Ankara emel Matbaacılık, 1974
-Hasan Cem, Dünya ve Türkiye’de Masonluk, Özdemir bas. İstanbul,
1976
-Hamit Pehlivanlı, Kurtuluş Savaşı İstihbaratında Tedkik
Heyeti Amirlikleri, Genel Kurmay Yayınları, 1993
-İsmail Arar, Son Günlerinde Atatürk, Dr. Asım Arar’ın hatıraları, İst.1958
-İlhami Bekir, Atatürk, (Hayatı ve ölümü) (1881-1938), İst.
1943
-Prof.Dr.İlhami Nasuhioğlu, Atatürk’ten Babamın Anlattıkları, 2. Bölüm (Basılmamış) Kasım 1973 (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu
Arşivinden)
-Dr. İsmet Dökmeci, Farmakoloji (Kısaltılmış Temel Bilgiler)
Nobel Tıp Kitabevi, 1993
-Prof. İhsan Sungu, TTK. Yay. Belleten 3. cilt. Sf. 289–348
(Ali -Rıza Efendi hakkında bulunabilecek en kapsamlı çalışmalardan biri)
-Kaya Karan, Türk İstihbarat Tarihi Yıldız İstihbarat
Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT’e, Truva Yayınları, 2008
-Kılıç Ali, Atatürk’ün son günleri, İstanbul, 1955
-Lord Kinross, Atatürk (Çev:Ayhan Tezel) C.2, İst.1967
-Mazhar Leventoğlu/Atatürk Yürür – Otururken,AjansTürk tarih
Yayınları Serisi:3,1971
-Mazhar Leventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti,İst.1968
-Mehmet Özel, Ankara
Resim ve Heykel Müzesi, Kült. Bak. Yay. Demirbaş no; 1509
-Mustafa Aydın, Atatürk’ün
Çocukluk ve Tahsil hayatı, cumhuriyet Öncesi, harp öncesi hatıralarına
ait tarihi vesikalar, İzmir,1961
-Dr. M.Kamil Berk, Sözlü ve yazılı hatıralardan , 1954-56 (Prof.Dr. Bedi N.
Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Muzaffer Gökman,
Atatürk ve devrimleri Tarihi Bibliyoğrafyası, İst.,1968,C.1-2
-Muzaffer Gökman,
1923-1973 %0 yılın Tutanağı,
İst.1973
-Münir Hayri Egeli,
Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, İst.1952
-Mim Kemal Öke’nin Aziz hatırasına , İst. 1955 (Türk mason
Derneği Yayınlarından)
-Emk. Gen. Nazmi Çağan ,
Hatıralarım, (Prof.Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Arşivinden)
-Nail Güreli, Atatürk’ten sonra Atatürk, Gür
yay.sf.211-214,1981-İstanbul
-Ogün Deli, Ankara Nerede Biter?
-Ogün deli, Agoni,
-Osman Aksoy, Etnografya Müzesi Müdürlüğü, Döler Matbaası,
İst. 1980, Demirbaş no; 383, Tasnif no; 708 AKS
-Özel Şahingiray, Son Nöbet Defderi, Ank. 1955 ( BU defderin
aslı 1960 ‘dan evvel Celal Bayar’ın özel arşivindeydi)
Paraşkev Paruşev, Atatürk Demokrat Diktatör (Çev: Naime Yılmaer) İst.1973
-Refet Zaimler, Atatürk, Hayatı, Hatıralar, Hastalığı ve ölümü,İst.,1950
-Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün Hastalığı, Prof. Dr. Nihat
Reşad Belger’le mülakat, TTK. Basımevi, Ankara 1959, seri no: 1
-RİTA ECOSSAİD’den N.N.Tepedenlioğlu’nun “İlan-ı Hürriyet ve 2. Abdülhamid sf. 20
-Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, İst. 1970
-Sait Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle
Atatürk, İst.1963
-Selahattin Güngör, Yakınlarının Ağzından Atatürk,İst.1944
-Süleyman Yeşilyurt, Ermeni Yahudi, Rum asıllı
Milletvekilleri, Zirve Ofset, Ank. sf. 71–72
-Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam , Mustafa kemal (1919-1922),
İst.1971
-Şemsi Belli, Agabeyim
Mustafa Kemal, Ank. 1959
-Prof. Dr. Turhan Baytop, Laboratuvardan Fabrikaya
“Türkiye’de İlaç Sanayi” 1833, 1954- İst. -1997
-Prof. Dr. Turhan Baytop, Türk Eczacılık Tarihi, Görsel
sanatlar Matbaacılık İstanbul 1997
-Turhan Gürkan, Atatürk’ün
Uşağının Gizli Defderi, İst.1971
-Prof. Dr. Utkan Koçatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü,
genişletilmiş son baskısı, 1999
-Ziya Oranlı, Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış
Anıları, Ank.1967
GAZETE/DERGİLER/BROŞÜRLER
-Cumhuriyet Gazetesi,14 Ekim 1935
-Cumhuriyet Gazetesi,16 Kasım 1938
-Naşit hakkı Uluğ,Atatürk’ün Hastalıkları,
Cumhuriyet,10-13.11.1967
-Doç.Dr.Sırrı Akıncı,Ata’nın Post-mortem incelemesi,Cumhuriyet
Gazetesi,9.12.1972
-Doç.Dr.Sırrı Akıncı, Atatürk’ün Hastalıkları, Cumhuriyet
Gazetesi 11.11.1975
-Emk. Gen. Nazmi Çağan , Muvakkat Kabirde
Aziz Atatürk ‘ün Nöbetini beklerdim, Milliyet , 10.111954
-Refik Necdet Aktaş, Havza kaymakamı’nın Notları, Milliyet Gazetesi,
20.5.1964
-Dr.A.İhsan Özkaya, Atatürk’ün Son Hastalığı ve Ölümü,
Milliyet Gazetesi, 10-24.11.1976
-Milliyet Gazetesi, 22 Ocak 2002
-Dr. Asım Arar, Atatürk’ün Hastalıkları ve ölümü , Dünya Gazetesi ; 10.11.5’den
12.1956
-Prof.Dr.Bedi N.
Şehsuvaroğlu, Atattürk’ün Son Hastalığı,
Dünya Gazetesi,10.11.1962
-Prof.Dr.İlhami Nasuhioğlu, Atatürk’ten Babamın Anlattıkları, Son Havadis, 10.11.1973
-Prof.Dr. Kamile şevki Mutlu, Atatürk’ün Anıt-Kabir’e
Naklinden -Bir hatıra, Ank.Tıp.Fak. 14
Mart Tıp Dergisi1964’ten ayrı basım (ilave)
-Prof.Dr. Kamile şevki Mutlu, Atatürk’ün anıt-Kabir’e
Götürülüşünden Bir Anı, Ank.Tıp.Fak. 14
Mart Tıp Dergisi1973’ten ayrı basım (ilave)
-Dr. Süreyya Kadri
Gür,Prof. Mim Kemal Öke, Poliklinik Dergisi, Haziran 1941
-Journal of Hepatology-Milestones ın lıver Disease
(Hepotoloji Dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm Noktaları) yıl; 2002
-Toksikoloji Dergisi, Ocak–2004, cilt, 2 sayı; 1
-Mardindale-Th complete Drug. 32. Baskı, sf. 902–903
Emekli Subaylar Dergisi (TESUD) Birlik Dergisi, Ocak–1999,
sayı; 119
-Dr. Oğuz Canay, Tıbbi Farmakoloji, İlaç tanımı-ilaç
indeksi, 1982–1983, Gözlem matbaacılık. İstanbul sf. 196–197
-Farmakolog, cilt; 12, no; 5.6.7, Yıl; 1942, İstanbul sf.
51–74 (Refik Saydam özel sayısı)
-İç hastalıkları Semptomatoloji ve Tedavi, cilt; 2,3. Baskı
Ankara, 1974, sf. 966–987
-Farmakoloji ve Tedavi, İst. Ünv. A. T.F. Kitaplığı, Tarih;
14–2–1956, No; 9047, İstanbul, Akgün Matbaası, 1955, sf. 353–370
-Büyük Doğu, sayı;8,2 Aralık 1949
-Büyük Doğu,5.yıl, sayı; 3,28 Ekim 1949
-Büyük Doğu-Sayı;4, Kasım 1949
-Anadolu Ajansı (A.A) 10 Ekim 1935
-Apostolos Grazos, Halk Cephesi / Laiko Metopo gazetesinde
1,2,3,4,5 Eylül 1949
-Salygran ( Journal of Hepatology – Milestonesın Lıver
Dısease – -Hepatoloji dergisi, Karaciğer Hastalığında Dönüm noktaları (2002)
315-320
-Sprague HB… 1931 Diüretik olarak Salygran; 6 vaka raporu.
N. English dergisi
-Dr. Ali Güler, Atatürk Zehirlendi mi? Divan Gazetesi (Karaman),
Yıl: 1, Sayı: 1, 13 Nisan 2015
WEB SAYFALARI
-http://www.on4haber.com/haber/mahkemeden-yeni-safak-a-ataturk-zehirlendi-yasagi/55981/
-http://t24.com.tr/haber/ilber-ortaylidan-yeni-safak-muhabirine-bunlar-sizin-anlamayacaginiz-seydir,292892
(08 Nisan 2015 00:12)
-Sibel Nart’ın Kasım Gülek için hazırladığı Biyoğrafide ise:
“Türk Tarihinde 1945-1960 Yılları ve Kasım Gülek”,Kasım 1984
SON SÖZ
Ölümünün
üzerinden bunca yıl geçen Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü
hakkında yazılan ve çizilenlerin ve buna yeni ilave edilenlerin ortaya koydugu
bilgiler ibret vericidir. Düne kadar bu konu da bir bilgi bulmak zorken bugün
bu bilgilerin tek tek ortaya çıkması bu kitabın başarılarından birisidir.Buna
karşın bu durum bize şunu da göstermiştir ki bu konuda elinde bilgi ve
belgeleri tutanlar mevcut ve geleçekte yayınlanaçaklardır.
Diğer bir konu da yıllardan beri Atatürk’ün
ölüm nedeni olarak ve gerçeklerle uyuşmayan alkole bağlı siroz “Hepatite
Sclerocongestive Ethlygue” gösterilmektedir. Fakat bunun gerçekle hiçbir
ilgisi bulunmamaktadır. İstanbul Eczanesinden 1937 yılında Atatürk için alınan
43 kutu kinin, bu iddiayı tek başına yalanlamaktadır. Tanının bu şekilde yanlış
konulmasının nedeni yeterli araştırmanın yapılmaması olduğu kadar, yabancı
doktorların Atatürk’ün manevi kişiliğinin zedelenmesi amacıyla bu tanıyı koydukları
düşüncesinin, gerçeklik payı olduğu söylenebilir.
Aslında Atatürk’ün
alkolü, köşkte sofrada bulundurmasının nedeni davetlilerin daha rahat
edebilmeleri ve konuşmalarını daha rahat yapmalarını sağlamak amacına
yöneliktir. Atatürk’ün genellikle aşırı içki içmediği, karşısındakilere
içirdiği söylenmektedir.
Atatürk’ün
tedavisinde Salygran (civalı diüretikler) da kullanılmıştır. Bu ilacın tedavi
amacıyla kullanıldığı zamanlarda; kronik zehirlenmelere neden olabileceği,
kitabın içinde yer alan bilgi ve belgelerle ortaya konulmuştur. Bu şekilde
günümüzde de diş dolgu maddesi olarak kullanılmakta olan, Amalgamlarda da
olduğu gibi Salygran da Atatürk’ün tedavisinde kronik zehirlenmeye yol açtığı
ve bu tedavi ajanının Atatürk’ün ölümünde hızlandırıcı bir etki gösterdiği görülmüş ve Atatürkümüzün bu ilaç ile
zehirlendirilerek öldüğü kanatı artmıştır.
Yine burada ilk defa dile getirdiğimiz ve
gut hastalıgında kullanılmasına karşın
kullanan hastalarda Siroz hastalığına neden oldugu anlaşılan Colchisin ilacını
tekrar araştırmacıların önüne koymakta fayda var
Cevat Rifat
Atilhan’ın “MENEMEN HADİSESİNİN İÇ YÜZÜ” adlı eserindeki iddialar da Atatürk’ün
ölümünde karanlık bir nokta kalmaması amacıyla tartışılmak ve araştırılmak
üzere kitabımıza alınmıştır. Artık Atatürk’ün ölümündeki karanlıklar ve
gerçekler, Türk milletinin bilgisine sunulmalıdır.
Bu sunumu yapaçak olan Türkiyedeki yayın
organları bu kitabın ilk yayınlanmış
olduğu 2004 yılından beri görmemezlikten gelirken, bir taraftanda Atatürkçü bir görüş içerisinde alakasız konuları
gündeme getirmeye devam etmektedirler. Bunun parelelinde tüm Atatürkçü fikiri paylaştıgını söyleyen dernek ve
kuruluşlarında samimiyetini sorgulamak gerekiyor. Şunu da gördüm ki;
GERÇEK ATATÜRKÇÜLER BU MİLLETİN BAĞRINDA
HİÇ BİR ÇIKAR VE MENFAT BESLEMEDEN ATATÜRKE OLAN BAĞLILIKLARINI SÜRDÜRMEKTE VE
GÜN GEÇTİKÇE KUVVETLENMEKTELER, BU DA YÜCE TÜRK MİLLETİDİR. ÖNLERİNDE SAYGI İLE
EĞİLİYORUM.
Bu eseri hazırladıgım günden bu güne kadar
beni üzen en büyük sebeblerden biriside insanımızın kendisini üç kuruşa satıyor
oldugunu görmüş olmaktır. Yani her insanın bir fiyatı vardır düşüncesine her
zaman karşı çıkan bir insan olmama karşın buna şahitlik yapmış olmak gerçekten
üzücüdür. Bunun nedenlerini siz değerli okuyucularımla ömrüm yeterse birgün
paylaşacagımı bildirmek isterim
Milletimizin Atatürk için her şeyi bilmek
hakkı olduğu düşüncesiyle bu kitabı
Aziz Yüce Türk Milletinin Evlatlarına armağan ediyorum.
VE ÖNLERİNDE SAYĞIYLA EĞİLİYORUM…
CUMHURİYET SAVCILIĞI’NA
ANKARA
ŞİKAYETÇİ
: Ogün Deli
(Hak
Sahibi)
FAİLLER
:1-
Yazar; Alev Çukurkavaklı
2-Yayınevi: Akasya Kitap ;Tuna
Cad.Bulvar Pasajı 3/10
Kızılay-Ankara Tel; (0312) 431 51 42
KONU :
Tarafımdan yazılan kitaplardan kaynaklanan
Maddi ve Manevi haklarıma Fikir ve Sanat Eserleri
yasasına aykırı bir biçimde tecavüzle Alev Çukurkavaklı adlı
şahıs tarafından “Seçkin Sınıf Yalanları” isimli
kitaba izinsiz yapılan alıntılar hakkında suç duyurusu.
İzinsiz yapılan alıntıların bir kısmı liste halinde suç
duyurumuza ek yapılmıştır. (Ek:1)
( sayfalık liste)
SUÇ
TARİHİ
:2007 (kitabın yayım
tarihidir)
OLAY :Suç
duyurusunda bulunduğumuz failler;
1.Alev
Çukurkavaklı ; “Seçkin
Sınıf Yalanları” adlı kitabın yazarıdır.
2. Akasya Yayınları; yukarıda zikredilen kitabın
yayımcısıdır.
Anılan failler tarafından
yazılan ve yayımlanarak dağıtılan“Seçkin Sınıf
Yalanları” isimli kitap (Ek:2)
; suç duyurumuza eklediğimiz, tarafımızdan yazılan, “AGONİ-ATATÜRK’ÜN
ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ-YAZILAMAYAN TARİH”, adlı eserlerimizden;
1- İzinsiz alıntıları
gösterir liste ( 4 sayfa )
2-“Seçkin Sınıf Yalanları”
isimli kitap
3- “AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi-
Yazılamayan Tarih ”
5-Anayurt Gazetesi, 10 ,11
Kasım 2004 Tarihli nüshaların konuyla ilgili kısımları (EK;1,2,3)
6-Anayurt Gazetesi 10 Kasım
2005 tarihli HAMDİ YILMAZ’ın Köşe yazısı
(EK;4)
“Seçkin
Sınıf Yalanları” adlı kitap; Fikir ve Sanat Eserleri yasasına
aykırı olarak, kasten, kaynak
göstermeden yapılan alıntılardan oluşturulmuştur. Kitap, aynı zamanda yanlış ve aldatıcı kaynak göstermektedir. Yapılan
alıntılar ve alıntıların çokluğu dikkate alındığında eserlerimin izinsiz ve aynen kullanılmak suretiyle işlendiği, Alev
Çukurkavaklı tarafından yazılan(!) ve Akasya yayınları tarafından basım, yayım
ve dağıtımı yapılan kitap ile tarafımdan yazılan “AGONİ” Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi Yazılamayan Tarih, arasında bir bağlantı olduğu, ekli
listede gösterdiğim alıntılardan kuşku
olmayan, çok sayıda benzer ifadelerin var olduğu görülecektir. Alev Çukurkavaklı tarafından yazılan ve Akasya Yayınları
tarafından basılarak, dağıtımı yapılan“Seçkin Sınıf Yalanları” adlı
kitabın daha ilk sayfalarında; fikir hırsızlığı hiçbir inceleme ve yoruma gerek
bırakmaksızın kendini göstermektedir.
Nitekim;
Araştırmacı-Gazeteci unvanını kullanan yazar (?) Alev Çukurkavaklı isimli
şahıs, “Seçkin Sınıf Yalanları”, tarafımdan yazılan AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi”
Yazılamayan Tarih adlı kitabımın
muhtelif sayfalarından izinsiz ve dipnot vermeden kaynak göstermeksizin alarak;
kendi fikir ve ifadeleriymiş gibi kullanmıştır.
Kitap bir bütün olarak
değerlendirildiğinde; yazarın, kitabı eserlerimden istifade suretiyle vücuda
getirdiği, sözde yazarın müstakil bile sayılamayacak, paranoya dolu
ve gerçek bilgiden yoksun, yorum ve düşüncelerine, eserlerimin kullanılmak ve
eserlerimde yer alan konular ve hatta konu sıralarını dahi kendine aitmiş
gibi göstermek suretiyle sözde farklı bir eser ortaya çıkarılmaya çalışıldığı
görülecektir.
Alev
Çukurkavaklı, bana ait eserlerde mevcut olan fikir ve düşüncelerimi aynen
alarak, ancak sonucunda benim katılmadığım yorumlar çıkarmak suretiyle
eserimden çalıntılar yapıp aynı zamanda tahrip etmiştir.
Bununla birlikte, yazar olarak kendini tanımlayan Alev Çukurkavaklı’nın,
sadece benim kitaplarımla ilgili olmayıp, bazı yazarların eserlerinde de aynen
bende olduğu gibi uygulamalarda bulunduğu, adli
dosyalarda yer aldığı gibi yazım dünyasında da bilinmektedir.
“Seçkin Sınıf Yalanları” adlı kitabın 1. Bölümü “Mustafa Kemal Nasıl Öldürüldü? Sayfa 11’den
22’ye kadar olan kısmıdır. Burada Alev Çukurkavaklı 10 Kasım 2004 tarihinde ANAYURT GAZETESİ’nde
manşetten verilen “ATATÜRK’ Masonlar zehirleyerek ÖLDÜRDÜ”(EK;1), haberin
detaylarını gazetenin yine 10 kasım 2004, sayfa 4’de vermiştir.(EK;2)
Verilen haberin kaynağı yazmış olduğum “AGONİ,
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ-YAZILAMAYAN” tarih kitabıdır.
Alev Çukurkavaklı kitabının 12. sayfa 9.
paragrafında bu yazıyı yazan ekip olarak şunları söylüyor;
“Şimdi; ANAYURT’un İmtiyaz Sahibi Naci Alan,Yönetim
Kurulu Başkanvekili Hamdi Yılmaz, Koordinatörler Dursun Erkılıç ve Şakir Nazlım
ile Genel Yayın Yönetmeni olarak benim denetimimde ANAYURT Gazetesi’nin
editörleri tarafından hazırlanan ve o günlerde “tiraj” sorunu, “ az
tanınmışlık” nedeniyle az kişinin okuyabildiği yazıyı sunuyorum:” diyerek EK ; 2 DE İŞARETLENMİŞ OLAN BÖLÜMLERİ SAYFA
13’TEN 22. SAYFAYA KADAR OLDUGU GİBİ ANAYURT GAZETESİNİN 10 KASIM 2004 , SAYFA
4’Ü NEREDEYSE OLDUGU GİBİ İKTİBAS ETMİŞTİR.
Yazının son bulduğu 22. sayfada Alev
Çukurkavaklı “sözün özü:” alt
başlığı ile şunları yazmakta;
“ Başta da söylediğim gibi, ben bu yazıyı 10 Kasım
2004 tarihinde Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığım Ankara ANAYURT Gazetesi’nde
yayınladım. Yazı ilgi gördü ama tanıtım eksikliği nedeniyle gazetenin
satışı azdı…Aynı günlerde Ogün Deli adlı kişi çıkıp gazeteye geldi. Son
derece yoğundum, birinci sayfayı yapıyordum ve en fazla yarım saatim vardı
baskı saatine yetişmek için…Yönetim Kurulu Başkan vekili Hamdi Yılmaz; Ogün
Deli ile görüştü.
Deli,
bilgilerin kendinden alındığını iddia edip bizi mahkemeye vereceğini söylemiş…
Haberi çeşitli kaynaklardan derlediğimiz için
yüreğimiz rahattı.
Ve düşündüğümüz gibi de oldu; Deli bizi mahkemeye
falan veremedi…
(veremedi ama onun bu konudaki kitabı AGONİ’yi de asla
yabana atmamak,unutmamak gerek…) diyor
Çukurkavaklı.
Yukarıdaki yazıdan da anlaşılacağı üzerine,
Alev Çukurkavaklı, bahsi gecen 10 Kasım 2004 tarihli haberin ANAYURT gazetesi
ekibi ve kendisi tarafından yapıldığı, “AGONİ” den hazırlanmış bir haber
olmadığını en başta iddia ediyor.
Çukurkavaklı’nın bir iddiası da benim
gazeteye gelip Hamdi Yılmazla konuşarak , gazetenin kaynak göstermeden bu
haberi yapmış olmasından dolayı mahkemeye vereceğim dile getiriliyor. Bunun
hemen devamında da “Ve düşündüğümüz
gibi de oldu; Deli bizi mahkemeye falan veremedi…” diyerek kendi
asılsız ve mesnetsiz, iddiasını güçlendirmeye çalışmaktadır.
Öncelikle bugün Türkiye’de ve Dünyanın farklı
noktalarında bulunan okuyucularıyla AGONİ, VE ONUN YAZARI OLAN Ogün Deli her
kesim tarafından bilinmekte ve tanınmaktadır.
Böyle bir iddianın tersini söylemek aklı
başında olmayan ançak ahmakların işi olabilir.
Böyle bir saçma ifadeye cevap
vermem bu iddianın sahibi ve sahiplerini ciddiye aldığım değil okuyucularıma
olan saygım ve adaletin yerini bulmasına yöneliktir. Agoni yi okuyan her hangi
bir sıradan vatandaşın bile Çukurkavaklı’nın
“ben yazdım” diye çıktığı haberin kaynağının AGONİ olduğunu bilir. Bunun
için sayfa sayfa dokümana bile gerek yoktur.
İşin özü şudur;
Anayurt Gazete’nin 23 Ekim 2004 tarihinde , özel haber
başlığıyla manşetinden verdiği, “En iyi Kur’an okuyan Türk ATATÜRK” haberi bu
tarihlerde yayınlamış olduğum Agoni’den de kaynaklanan sebeple bir okuyucumun
beni varlığından bile haberim olmayan
ANAYURT GAZETESİNE getirmiştir. Bende bu
haberin doğruluğu ve kaynaklarını öğrenmek için
gazeteye giderek bu sayıdan bir nüsha almak istedim. Yanımda da Türkiye
Gazetesi Haber Müdürü Akif Bülbül’e verilmek üzere bir adet kitabım
vardı.EK;4’te yer alan Hamdi Yılmaz’ın 10 Kasım 2005 tarihli yazısının girişi
bu olayı anlatır.Kendisine Atatürk’ün öldürülmesi ile ilgili konuyu anlatınca
ilgi gösterdi ve kitabı aldı. Kendisiyle o günden sonra bir daha hiç
karşılaşmadım ve konuşmadım. Çünkü bahsi gecen 10 Kasım 2004 Anayurt
gazetesinin manşetten verdiği haber kitabımdan alınan alıntılarla doluyken
kaynak gösterilmemesine tepki vermek için gazeteye gitmiş ve gazete’nin İmtiyaz
Sahibi, Naci Alan’a tepkimi
bildirmiştim. Yani Alev Çukurkavaklı’nın dediği gibi Hamdi Yılmaz ile değil
Naci Alan ile görüştüm. Naci alan bunun üzerine ilk olarak gazetenin Internet
üzerinden yayın yapan yayınına uyarı koyacağını söylemiş ve bir gün sonrada
yayınlanacak olan Anayurt gazetesinde yayınlanmak üzere (EK;3) , hiçbir ücret
ödenmeden “AGONİ”nin reklamı 4. sayfadan artı ek bilgiler vererek
yayınlanmıştır.(EK;3)
Naci Alan Şahsımızdan yaşanan olay karşısında
üzüntüsünü dile getirmiştir. Ben Anayurt Gazetesi’nin bu olumlu tavrından
sonra 2005 tarihinin 10 Kasımında hiçbir
ücret talebinde bulunmaksızın ATATÜRK’ÜN ÖLDÜRÜLMESİ” konusunu taşıyan yaklaşık
2 haftalık yazı dizisi hazırlayarak sundum.
Hamdi Yılmaz’ın 10 Kasım 2005 tarihli köşe
yazısında da dile getirdiği gibi gazete bu haberle tarihinde tiraj rekoru
kırmıştır. Yani Alev Çukurkavaklı bu olayların içinde olup biten her şeyi bilen bir şahıs olmasına karşın, üstelik
nasıl ki 10 kasım 2004 sayısını hazırlayan(EK;1ve EK;2) o iken yine 11 Kasım
2004 tarihli haberi (EK;3) yayına
hazırlayan yine odur.
Alev Çukurkavaklı bu şekilde bilgileri
çarpıtırken, şahsımı rencide etmeye yönelik cümleler kurmakta devam etmiştir.
Aşağıda “Agoni” den yapılan çalıntıların
dökümanı bulunmaktadır.
Düşüncelerine asla katılmadığım bir kişi
tarafından, eserlerimin izinsiz bir şekilde ve Fikir ve Sanat Eserleri yasasına
aykırı bir biçimde kullanılması, işlenmesi, şahsım açısından büyük bir manevi
elem kaynağı olmuştur. Duyduğum elemi arttıran bir diğer unsurda; yalan, yanlış
sansasyonel açıklamaların yer aldığı ve hiçbir incelemeye araştırmaya
dayanmayan üstelik bilmediği konularda fikir yürütmeye çalışan bunu da
beceremeyen biri tarafından eserlerimin kullanılmış olmasıdır.
Bu nedenlerle anılan şahıslar, Fikir ve sanat Eserleri
yasasını çiğneyerek, manevi ve mali haklarıma saldırıda bulunmuşlardır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Fikir Ve Sanat Eserleri
yasasına ve ilgili mevzuata aykırı hareket eden, yazar; Alev Çukurkavaklı,Akasya
Yayınları ve ilgili şahısların anılan
yasa gereğince cezalandırılmasını ve halen yayını ve dağıtımı yapılan kitabın
toplatılmasını diğer yasal haklarım saklı kalmak üzere arz ve talep ederim .
Ogün
Deli
EKLER
1- İzinsiz
alıntıları gösterir liste (4 Sayfa)
2- “Seçkin
Sınıf Yalanları” isimli
kitap
3- “AGONİ” Atatürk’ün
Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih ” adlı kitabım
4-Anayurt
Gazetesi, 10 ,11 Kasım 2004 Tarihli
nüshaların konuyla ilgili kısımları (EK;1,2,3)
5- Anayurt
Gazetesi 10 Kasım 2005 tarihli HAMDİ
YILMAZ’ın Köşe yazısı (EK;4)
SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDUĞUMUZ “SEÇKİN SINIF YALANLARI” ADLI KİTAP’TA YER ALAN YAZARI
VE MÜELLİFİ OLDUĞUMUZ KİTAPLAR VE MAKALELERDEN; İZİNSİZ, DİPNOT VERMEDEN,
KAYNAK GÖSTERMEDEN YAPILAN ÇALINTILAR
A-ATATÜRK’Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ
Bahsi geçen Abrevaya, Prof. Dr. Samuel Abrevaya
Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür.
Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır.(Agoni, sf-
ATATÜRK’ÜN DOKTORLARI” Başlıklı yazının,Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı
42-43.sayfalar, a.g.e.sf.15
B- SARI LİDER’İ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR
“O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle
kaldırılacaktır. (Agoni sf-165,a.g.e. sf.14)
Mefkuremize imha
edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” (Agoni
sf-164,a.g.e. sf-14)
Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager
Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya
korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi
baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya
garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. (Agoni,sf-167-168,a.g.e.sf-4)
Kremlin’den
aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün
öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını
istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı”
itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. (Agoni,sf.168,a.g.e.sf-14-15)
…Varnalı Bulgar
Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri
Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan
konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti
Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. (Agoni,sf
168,a.g.e.sf-15)
Bu konuda Avram
Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük.
Ancak, (Agoni sf.165,a.g.e.sf-16)
doktorlarımız
Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden,(Agoni
sf,166,a.g.e.sf-16)
Kremlin’in
istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına
uyduk.(Agoni sf-166,a.g.e.sf-16)
Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan
sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun
etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu
çemberin içine girip hayatını bize teslim etti.
(Agoni,sf-166,a.g.e.sf-233,26.paragraftan,30.paragrafa kadar olan kısım)1937
yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak
Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi.
Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı.
Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki
arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” (Agoni sf-166,a.g.e.sf-16)
“Filistin Siyon
kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık.Bundan
sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik
etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane
çalıştılar.Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in
hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de;
Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve salahiyetlerini
cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” (
Agoni sf-167, a.g.e.sf-16-17)
C-ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS VE
UYGULANAN TEDAVİ
Prof. Dr. Nihat
Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir”
diyerek koydu. ( Agoni sf-82,a.g.e.sf-17)
“Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama
kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. (Agoni
sf-86,a.g.e.sf-17)
Hatta böyle
karıncalardan bulunduğu tespit edildi. (Agoni sf-87,a.g.e.sf-17)
Atatürk’ün
İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü
Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek
“Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.
(Agoni sf-86-87,a.g.e.sf-17-18)
Doktor ve diğer
sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr.
Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye
açıklamıştı.İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya
geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. (Agoni sf87,a.g.e.sf-18)
Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr.
Belger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu
duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. (Agoni sf-83,a.g.e.sf-18)
Atatürk’ü yavaş
yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili
farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni
rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora
imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati
olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına
yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi
günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken,
4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu.
Dr. Asım Arar
ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak
“karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap
eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut
olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini
söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın
söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın
kendisi için güç olduğunu söylüyordu. (Agoni sf-67-68,a.g.e.sf,17-18)
Atatürk’e
çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, (Agoni sf-97,a.g.e.
sf-19)
…ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr.
Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. (Agoni sf-97,a.g.e.sf-19)
D-ZEHİRLENDİĞİNİ ANLAMIŞTI
Atatürk, Afet
İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence
doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir..
Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”
(Agoni.sf-85,a.g.e.sf-19, 2.paragraf )
F-MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIGI
…20 yaşında
geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel
soğukluğu hastalığı takip etti. (Agoni-sf-59,a.g.e.sf-20)
Anafartalar
Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek
yatağa düştü… Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad
Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre
kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı
Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza
Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı… 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı.
(Agoni-sf-60,a.g.e.20)
1921 yılı
Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası
kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp
rahatsızlıkları geçirdi. (Agoni-sf-61,a.g.e.sf-20
1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları
çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik
direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet
tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936
yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936
yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu
olmadı. (Agoni,sf-62-63,a.g.e.sf-20-21)
G-TEDAVİ EDEN DOKTORLAR
Prof. Dr. Neşet
Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi
(sürekli) doktorlardı. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet
Sertel, Prof. Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da
geçmektedir), Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof.
Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları
danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi.
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten
Prof. Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof. Dr. Von Bergman, Viyana’dan
Prof. Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev
almışlardır. (Agoni sf-35,a.g.e.sf-21)
I-ÖLÜM SEBEBİ
ALKOL
birinci raporda
ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci
raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilirken,
ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak
gösterilmiştir. (Agoni sf,117,a.g.e.21)
…Atatürk’e biopsi
de otopsi de yapılmamıştır. (Agoni sf-117.a.g.e.sf-21)
Alkole bağlı
siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması
gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği,
daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği
söylenmektedir. (Agoni sf-125,a.g.e.sf-21)
Salyrgan (civalı
ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı,
aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya
çıkmıştır.
Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma
geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi
ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır.(Agoni
sf-125,a.g.e.sf-237-238,237. sayfanın 33-34. satırları,238.sayfanın da
1-2.satırları)
Sadece 1937
yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış
olması buna iyi bir örnektir. (Agoni sf-122,a.g.e.sf-22)



