türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2020 Perşembe

ANKARA NEREDE BİTER?


















  ANKARA NEREDE BİTER?
          CUMHURBAŞKANLARIMIZ

                                OGÜN DELİ
                                  (ORPARS)












İÇİNDEKİLER
Önsöz .....................................................................................
Giriş .......................................................................................
Teşkilat-ı Esasiye Öncesi ......................................................
Islahat Hareketleri .................................................................
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü .......................................
8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal .......................................
Türbanlı Köşk Olur mu? .......................................................
4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ..........................................
Sunay Formülü ......................................................................
Yeni Bir Aday .......................................................................
7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ...........................................
TBMM’de Erken Seçim Tartışması ......................................
Kenan Evren’in Darbe Gerekçesi .........................................
Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi ..........................
Ahmet Necdet Sezer .............................................................
Cumhurbaşkanı Adayları Kimler? ........................................
Sonuç.....................................................................................
Ek’ler....................................................................................
EK-1/Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
EK-2/Teşkilat-ı Esasiye  Kanunu’nun Cumhurbaşkanlarına İlişkin Maddeleri Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu
EK-3/ Sadi Somuncuoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin 3. Asliye Ceza Mahkemesi’ne/ Ankara













SUNUŞ
     Türkiye Cumhuriyeti Devletinde demokrasinin işleyişi ne kadar tartışılıyor veya olumsuz gözüküyor olmasına rağmen demokrasinin  beşiği olarak bilinen ülkelerden ileride olduğumuz iletişim araçlarının yoğun şekilde ortaya koyduğu bilgilerden rahatlıkla anlaşılmakta.
      Sürekli olarak ülkemizde olumsuzlukları dile getiren çevrelerin  amaçladıkları hedefleri bugün geri tepmiştir. 
    Geçmiş yıllarda siyasi partiler bir futbol takımını tutar gibi bakan  görüş bugün yerini ülkeye hizmet eden ülkenin çıkarlarını kollayan partisi ya da görüşü ne olursa olsun destek olmuştur. 
      11. Cumhurbaşkanını seçmeye hazırlandığımız şu günlerde Cumhurbaşkanımızın kim olacağından çok bölgemizde ve dünyada yaşanan olaylarda göz önüne alınarak belirlenmesi gelecek yıllarda  alınacak siyasi ve askeri kararlarımızda etkili olacaktır diye  düşünmekteyim.
      Bunun dışında stratejik önemi bugün bütün dünyada kabul edilen ülkemizde Türk Silahlı Kuvvetlerinde üzerindeki ağırlık yoğunlaşmıştır. 
       Gerek içerde gerekse dışarıda harekete her daim hazır tutulan  ordumuz Türk halkının bağrından çıkardığı ve güvenliğimizin teminatı olma özelliğini bugün daha da arttırmıştır. Bu Türk Silahlı  Kuvvetlerimizin hangi dönem ve şart ne olursa olsun kendi içinde yaşanarak usulsüzlüklerde, ülke çıkarlarını da gözeterek iradesini  ortaya koyması Türk halkının en büyük beklentisidir.
     Zaman dilimleri içerisinde siyasi partilerimizin isimleri ve liderleri değişebilmektedir. Kitap içinde bahsi geçen parti ve liderlerimizi  eleştirmek ya da sorgulamaktan çok, ortaya konulan siyasi iradenin tartışılması ve bundan sonraki yaşanacak benzer olaylarda bu hataların yapılmasına fırsat vermemek  temennisiyle... (1.Baskı 2007)

                                                      Ogün Deli





































ÖNSÖZ

    Dünya’nın Demokrasi adı geçen her ülkesinde seçim dönemleri her zaman sancılı geçmiştir. Seçimlerin hepsinde de söylentiler öncesinde ve sonrasında ortalıklarda boy boy gösteren belgelerle süslenmektedir.
    Ülkemizde de bu tabii ki doğal olarak kendini göstermektedir. Demokrasi olarak gösterilen ve halkın idaresi için görev başına gelen seçilmişlerin mevcut seçim kanunları ve uygulanan hile ve yolsuzluk şekilleri aslında ülkemizde ki seçimlerin sağlıklı olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
    Bunun yanında halkın oyu ile gelenlerin görevleri seçilmiş oldukları görevleri icra ederken, kendilerini seçen halka hizmet sunmaktır.
     Fakat görülmektedir ki son on yıldır, Devleti idare eden hükümetin başından başlayıp, devletin yetkili kurumlarına kadar uzanan nezaketten uzak ifadeler ve tavırlar artık gündelik olayların içinde yerini almış, hatta doğallaşmıştır.
    İşte bu devlet idaresinde çok önemli bir yer alan Halk ile Devlet arasında ki o gizli fakat güçlü bağın kopmasa da zayıflamasına neden olmaktadır.
    Son iki seçimde sürekli ismi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sıklıkla geçen Recep Tayyip Erdoğan’ın bu Cumhurbaşkanlığı seçiminde de gündeme geliyor olması tesadüfü değildir.
    Hükümeti icra eden Başbakan bu sefer Cumhurbaşkanlığını o kadar çok istemekte ve hedeflemektedir ki Devletin sinir uclarına dokanarak ve orayla oynamaktan da asla çekinmektedir.
    Hırsı aklının önüne geçmiştir. Nitekim hukuken Cumhurbaşkanlığına aday olmasına engel olan önemli bir konu vardır? Bu konuda Üniversite mezunu olması konusunda yaşanan şaibedir. Bizim başından itibaren aslında dile getirdiğimiz bu konudur.
    Cumhuriyet tarihimizin yeni yeni emeklemekten çıkıp yürümeye başladığı şu günlerde ülkemizde en önemli konuların başında gelen adalet’ten bahsetmek artık mümkün değildir.
   Adaleti simgeleyen semboller ve uygulayıcılarının önlerinde duran kanunları uygulamada geçikmeleri ve taraf olmaları daha da vahim olanı kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda karar vermiş olmaları Adalete duyulan saygıyı ve inancı artık yok etmiştir.
   Üzülerek söylemek gerekirse bugün bu adalet duygusundan uzaklaşanların geçmişte de bu adalet kavramıyla yaşadıkları sorunları bugün intikam duygularıyla daha da bozarak çıkmaza doğru sürüklemiş olmaları geleçekte ki tehlikelerin önünü açmaktadır.
   Devleti idare etmek için görev başına gelen iktidarların ve Devletin kurumlarının sorumlu kişilerinin bu olumsuz tavır ve davranışlarının topluma yansıması ve toplumun çeşitli katmanlarında karşılaşılan diyaloglarda birbirine zıt kesimlerce tartışmalara sebep olması toplumsal iç huzurumuzu da bir taraftan bozmaya başlamış hatta, iç çatışmalarında ötesine giderek toplum kesin çizgileriyle birbirinin arasında geçilmez ve düzeltilmez duvarlar örmeye başlamıştır.
   Bunu tabi gören Hükümet ve Devlet’in kurumları önlem ve tedbir almak yerine bu çizgileri derinleştirmeye daha da makasın azgını açmaya gayret gösteren tavırlar sergilemeye başlamışlardır.
   Yapılan ve uygulanan bu sistemde Hükümet çıkan kargaşa ve huzursuzluktan siyasi bir geleçek ve menfaat temin ederken, kişisel çıkar ve menfaatlerinde dışına çıkarak, ülkenin geleçekte karşılaşacagı çok önemli ve dönülmez yollara girmesine vesile olmaktadır.
    Ülkemiz son on yıl (10) içerisinde tartışmalarının merkezine Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Fetullah Gülen ve Terörist Abdullah Öcalan  olarak gündem oluşturmuştur.
    Bu isimlerin altında Türkiye Cumhuriyeti iki ana konu üzerinde sıkışıp kalmıştır. Bunlar;
1-İslam Dini
2-Türkçülük/Kürtçülük
    Kendilerini muhafazakâr ve dindar olarak tanıtan Akparti Hükümeti’nin siyasi tavrının arkasında kendine zırh olarak İslam dini ve onun sembollerini alarak hareket etmektedir.
    Bunun yanında Fetullah Gülen’in ve diğer ülke içerisinde bulunan birçok tarikatın ve cemaatin (Hepsi değil) de destegiyle İslam dini sembolleri ve uygulamaları söylev ve demeçlere de bir şekilde yansıtılarak sanki Türkiye Şeriatle yönetileçekmiş ve İslam Devleti olaçakmış havası estirilmektedir.
    Oysaki Akparti iktidarında olayın başından itibaren YOLSUZLUK, RÜŞVET, ADAM KAYIRMA, YARGILAMALARDA USULSÜZLÜK… gibi bir çok konuda zamanın neredeyse rekorunu kıran bu hükümet nasıl oluyorda İslam’ın tam tamamına zıt olduğu bir anlayışı kendine kılıf olarak hala üzerinde tutuyor ve insanlarda buna kanıyor inanılır bir şey değildir.
   Yine hükümetin tam destekcisi ve iktidarının neredeyse teminatı olan Fetullah Gülen Cemaati ise “hizmet” adı altında Amerika Birleşik Devletlerinin en yetkili kurumlarından biri olan Pentagon’un Türkiye ayagı olarak bizlere İslamdan bahsetmektedir.
   İslam Dini Ülkemizde artık hedef tahtasına oturtulmuştur. Ve son olarak bu konuda şunu da söylemek gerekir ki hergün bu ülkede tartışılan İslam dini’nin yerini almaya gayret gösteren Misyoner çalışmalarda son derece artış olup artık toplumumuz İslam dini değer ve yargılarının dahi uzağına götürülmeye başlanmıştır. Bırakın artık inanmayı.
    İkinci konuda ise Kürtler gelmektedir. Ülkede yıllardır iç içe yaşayan bu iki toplumu sürekli birbirine düşmanmış gibi gösterek çatışmalara neden olan Hükümet ve Yöneticileri Abdullah Gül’ün görev süresinin bitmesine yakın bir zamanda manevralar yaparak, halkın seçeçegi Cumhurbaşkanı için Kürtlerden oy alma peşine girmiştir.
   Hükümetin ve yetkili kişlerin bu tavrından da anlamaktayız ki hala bir şeyin farkında değillerdir.
   Kürtler ve Türkler asla ve asla birbirlerine sırt çevirmemiş aksine birbirlerini kollamış ve korumuşlardır. Kürt vatandaşlarımız son dönemde yaşanan olayları dikkatle inceleyerek ve takip ederek iyiden iyiye bilinçlenmiştir.
    PKK terör örgütü asla Kürtleri ve onların hakları denilen konuların sözcülüğünü ve savunuculugunu yapacak bir örgüt değildir.
    PKK Terör Örgütünün artık bir Ermeni örgütü olduğu ve Ermenistan’ın çıkar ve menfaatleri için Kürtleri kullandıklarını artık açık seçik bir şekilde dile getirip gündeme bu şekilde vermeliyiz.
    Gerçek Kürt aydınalarının artık ortaya çıkarak yaşanan bu olumsuz tavrı net şekilde ortaya koyarak bu çatışmaya sokulan konuların aydınlatılması için caba gösterecekleri günleri yaşamaktayız.
     Bu durumun aksi halinde bugün köşesine çekilip susmayı ve izlemeyi yeğleyen Aydınların içine daldıkları karanlık odalar içinde boğulaçakları gün çok yakındır.
   
                                                
                                                                        OGÜN DELİ
                                                                            (ORPARS)
 










GİRİŞ                                           
   Yüce Türk Milleti’nin Anadolu topraklarıyla kucaklaştığı, Ne kadar da Malazgirt savaşıyla başladığı söylense de Anadolu macerası, günümüze kadar sürmüş, bundan sonra da sürmeye devam edecektir.
   Yoğun günlerin yaşandığı bölgemizde neredeyse her gün acaba hangi ülkede darbe olacak, iç çatışmalar başlayacak ya da savaş çıkacak endişesi ve psikolojisiyle yaşamak zorunda bırakılan bölge insanları, yay gibi gerilmiş sinirleri ile zaten kendi içinde savaşa başlamış durumdadır.
    Bu psikolojik baskı altında belki de tarihinde ve zamanında yaşayamayacağı kadar ihanetle karşı karşıya da bırakılmıştır. Bölge İnsanının içinden çıkıp, ülkesini ve milletini hiç uğruna satan sözde aydınlar da gelecek aydınlık kuşağımızın her daim incelemesinde ve laneti üzerinde olarak anılacaklardır. Yüce Türk Milleti’nin devleti ve milleti güçlüdür.
    Bütün dünyanın insan varlığının hissedilmesinden hemen sonra içinde yaşadığımız bu bölgenin stratejik önemini kavrayan milletler, istikballerinin bu topraklar üzerinde olacağını anlamışlardır.
     Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu öncesinde yaşamış olan kavim ve topluluklara bakın, kim bu topraklara, huzur, güven ve barış getirdiyse bu topraklar onu bağrına basmış, bunun aksinin başladığı zamanlarda yok oluşuna tarih şahitlik yapmıştır.
   İşte bu topraklar, kendisine barış ve huzur getiren herkese yücelik ve kutsiyet bağışlarken, bunların dışına çıkanlar için bir bataklık olmuştur.
   Buna örnek verecek olursak; hemen burnumuzun dibinde yaşanan olaylara ve İsrail’in tutumuna göz atalım. Bu iki millet (illet) in bu bölgede barınması, bu şiddet ve terör içinde mümkün olmayacaktır ve olamaz.
    Bir milleti hırsızlık yaparak, yalan söyleyerek belki bir süre yönetebilirsiniz, ama zulümle asla yönetmeniz mümkün değildir.
      Nitekim bölgede ve özellikle devletimizi sınırlayan topraklarda, birçok kavim ve ırk bu topraklar üzerinde kurulan devletlerin hâkimiyetinde yaşamış, birbirleriyle akrabalık bağları kurmuş, bölgenin getirdiği ağır hayat şartlarının zorluklarına karşı mücadele etmiş, yani farkında olmadan iç içe girmiş olan milletlerin bileşkesi olan Anadolu toprakları bizleri üzerinde barındırmaya devam ettiği bu özelliğiyle aklı başında olan bilim adamları için özel bir çalışma ve inceleme gereğini ortaya çıkarmıştır.
   Çeşitli ayak oyunlarıyla milleti bölme ve parçalamaya yönelen iç ve dış mihraklar bugün maalesef tarihlerinde yazılması nadir olacak acı bir maceranın içine girmiş durumdadırlar.
   Yüce Türk Milleti’nin tokadıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bu sözlerin ardından günümüzde yaklaşmakta olan 11. Cumhurbaşkanlığı seçiminin[1], seçim süresine yıllar, aylar varken birden bire nasıl ve ne amaçla çıkartıldığı anlaşılamadan, Türk Milletinin gündemine sokulmasının anlamı neydi?
      Ve ülkemizin başkenti olan Ankara’da Köşk’e giden yolda yaşanan tarihi olayları bir bir gözden geçirerek buranın bizler için ne kadar önemli olduğunu tekrar anlamamız gereklidir.
   Öncelikle anayasal bir kurum olan Cumhurbaşkanlık makamının hukuksal boyutuna ve mazisine bakmak gerekiyor.













TEŞKİLAT-I ESASİYE ÖNCESİ

   Anadolu Selçuklu Devleti’nin 18. yüzyıl sonunda parçalanmasının akabinde bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği, bu dağılmış olan beylikleri bir araya getirerek, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştu.
   Osmanlı İmparatorluğu, yapılanma ve yönetim olarak “Teokratik ve Monarşik” idi. Özellikle teokrasinin monarşi üzerindeki etkileri çok belirgin idi.
     Toplumda sosyal bağlılık çeşitli kriterlerle beraber din birliğine dayanıyordu.
   Başka bir deyişle, bu siyasal kuruluş bir İslam-Türk Devleti olup İslamiyet’in esas kurallarına uygun bir tarzda hükümet, din ve devlet işlerini yürütmüş, dolayısıyla devletin siyasi ve hukuki bünyesi de dini prensiplere dayandırılmıştı.
   Ancak bu dini esaslar, Osmanlı Devleti’nin adalet ve demokrasi prensiplerinin az çok uygulanmasını zorunlu kılan bir bünyeye sahip olmasını da mümkün kılmıştır.[2]   
     Kurulduğu günden itibaren sürekli gelişen ve daha ziyade askeri esaslara dayanan Osmanlı Devleti, özellikle I. Orhan’ın saltanatı zamanında artan ihtiyaçlar karşısında çeşitli yönlerden örgütlenmiş ve bu sayede altı yüz yıla yakın bir süre bünyesini muhafaza etmiştir. [3]  
   Osmanlı Devleti’nin beşeri unsurunun başlangıçtaki özelliği, yani milli karakteri, imparatorluğun gelişmesini ve ülkesinin genişlemesi sonucunda zamanla önemini kaybetmişti.
   Ancak Rönesans ve Reform hareketlerini takiben 17 ve 18. yüzyıllarda batının felsefe ve siyaset alanında kaydettiği gelişmeler sonucunda beşeri unsurun bileşim tarzı hakkındaki anlayıştaki vaki değişiklikler de Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı üzerinde olumsuz etkilerini göstermekte gecikmemiş, mütecanis olmayan kitlelerin ayrılma teşebbüsleri bağımsız siyasal kuruluşları doğurmuştur[4].  
    Buna ilave olarak devleti idare etme noktasında başa gelen yada getirilenlerin yetersizliği devletin idaresinde bozulmalara neden olmaya başlamış, bunlar da yetmezmiş gibi yetersiz, bilgisiz ve ne olduğu sonradan ortaya çıkacak olan din adamları da bunları tetikleyici olarak karşımıza çıkmakta, “Eğer İslam hukuku son yıllarda dürüst, karakterli ve bilgili din adamlarının elinde bulunsa idi, Osmanlı Devleti’nin meşru monarşiye kavuşacağına asla şüphemiz olmazdı [5]  
   Zaten bu din adamlarının Osmanlı’nın son dönemlerinde yaptıkları ihanet ve delaletlerin, Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyetin kurulma ve devamında da bu tavırları dikkat çekicidir.
   Günümüzde de böyle basiretsiz din adamlarının ekranlarda faaliyetlerine sıklıkla karşılaşıyor olmamız Hala bu sürecin devam ettiği’nin işaretlerini  bizlere vermektedir.











ISLAHAT HAREKETLERİ

   Osmanlı idaresinde hemen her dönemde padişahın kendisi için seçtiği yardımcılar dışında, saraya mensup olanların teşkil ettiği ve “Enderun” adı ile anılan saray halkı, devletin idaresinde daima önemli rollerde bulunmuşlardır.
   İltimas, rüşvet, irtikap ve vatana hıyanet mikropları bu ortamda gelişme imkanları bulmuşlardır.
   Nitekim Enderunla müthiş bir mücadeleye giren ıslahat hareketlerinin önderi 3. Selim (1789–1808) in katli, ıslahat hareketlerinin bir süre ara verilmesine sebep olmuştur.
   Bunun devamında Sadaret makamını eline geçiren Alemdar Mustafa Paşa, Rumeli Ayan ve beylerini toplantıya davet ederek aralarında hazırladıkları 7 maddeden ibaret bulunan bir vesikayı devrin padişahı 2. Mahmut’a imzalatmaya muvaffak oldu.
   Beylerin yetkilerini bir esasa bağlamak amacını güden ve “Sened-i İttifak” adı verilen bu senet, aslında hükümdarın iktidar ve yetkilerini de sınırlandırmakta idi.
    Bu nedenle Sened-i İttifak birçok hukukçularımız tarafından hukuk devleti yönünde atılmış ilk adım olarak kabul edilmektedir[6].    
    Sened-i İttifak’ın üzerinden yaklaşık olarak yarım asır geçecektir  ki, bunun devamında, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın 3 Kasım 1839’da Gülhane de okuyacağı Tanzimat Fermanı’yla tarihimizde de sıkça duyduğumuz Tanzimat devri başlayacaktır.
   Bunun da 1908 yılına kadar sürdüğünü söylemek mümkündür. 18 Şubat 1856’da Abdülmecit, Sadrazama hitaben bir ferman isdar eyler.
   2. Abdulhamid, Ziya, Mithat Paşaların ve Namık Kemal’in de baskılarıyla çıktığı tahta, vaadde bulunduğu Kanuni Esasiye’yi yürürlüğe koymak istediğinde tarih 23 Aralık 1876’dır.   Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk anayasa olma özelliğini taşımaktaydı.
     Kanuni Esasiye yine 2. Abdülhamit tarafından 13 Şubat 1878’de belirsiz bir süre için fes edilecektir. Fakat Osmanlı-Rus Savaşındaki başarısızlık nedeniyle artan tepkiler sonucunda 2. Abdülhamit ilk Anayasada bazı değişiklikler yaparak 1909 yılında tekrar yürürlüğe koyacaktır.
   Bu tarihten sonraki devreye de 2. Meşrutiyet Devri adı verilecektir. Kanuni Esasiye, Vahdettin’in emriyle 21 Aralık 1918’de fes edilince Meşrutiyet Devri de sona ermiş olacaktır.
    1924 yılında Cumhuriyetin kurulmasıyla oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar olan dönemi kısaca özetledikten sonra 1. Cumhuriyet Dönemi olarak da bilinen 29 Ekim 1923’te başlayıp 27 Mayıs 1960’a kadar olan döneme girilmiş olunmakta.











        27 MAYIS 1960 DARBESİ




    1. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde toplantılarına başladı. Dokuz ay Meclis Atatürk’ün ilk tahririnde belirttiği prensiplere göre faaliyetlerde bulundu. Atatürk tarafından hazırlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20 Ocak 1921 tarihli olup[7]  daha sonra Cumhuriyetin ilanıyla 29 Ekim 1924’te Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasası olmuştur[8].
    Teşkilat-ı Esasiye’ye kadar gelen dönemde özet olarak vermeye çalıştığımız ıslahat ve anayasa çalışmalarının neredeyse tamamında yatan ana unsur, bütün yetkilerin toplandığı makam olarak sadece padişahlarken, bu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’yla yönetim, “EGEMENLİK KAYITSIZ VE ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” ifadesiyle halka ve onların seçtiklerinin oluşturduğu meclise bırakılmıştır.
   29 Ekim 1923 tarihinde bizzat Atatürk’ün ilan ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti yine onun 15 yıl süresince bu koltuğu şereflendirdiğine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm üyelerinin ortak iradesiyle Cumhurbaşkanlık görevini yürütmesine tarih bir daha eşi benzeri görünmeyecek, asker olduğu kadar ne kadar iyi bir devlet adamı olduğuna hepimiz bugün de şahitlik etmekteyiz.
   Mustafa Kemal Atatürk’ün dile getirdiğimiz “Siyasi Bir Suikast Sonucu öldürülmesine” kadar ülkenin ne kadar iyi idare edildiği alenen ortada olmasına karşın, vefatından hemen sonra başlayan ve ülkenin 15 yıl süren asrı saadetine son verilmesine baktığımızda karşımıza günümüzde dahi tartışması devam eden ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla başlamakta fayda vardır.


        T.C. 2. Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İnönü







2. CUMHURBAŞKANIMIZ İSMET İNÖNÜ

   Türkiye’yi 1933 yılında ziyaret eden Mc Arthur’a İkinci Dünya Savaşı hakkında bilgiler aktaran Atatürk’ün bu sözlerinin üzerinden henüz beş yıl geçmişti ki, Mustafa Kemal’in bu savaşta olmasını istemeyen devletlerce özellikle İngiltere başta olmak üzere ölümüne sebep olan devletlerce öldürülen Atatürk, yerine kimin seçileceği tartışmasını da beraberinde getirmişti.
   Zaten uzunca bir süreye yakındır bu konu tartışılmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanı olarak seçilecek ikinci isim hakkında tarihçiler ağırlıklı olarak iki isim üzerinde durmaktalar.
    Bunlardan ilki, Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tır.
    Atatürk’ün özel bir değer verdiği, Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanı olmasını arzuladığını her konunun açıldığında dile getirdiği bilinmektedir.
   Fakat kendisinin Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa edip milletvekili olması gerekliydi. Buna karşın Fevzi Çakmak’ın, cumhurbaşkanı olmak gibi bir idealinin olmadığı ortaya çıkmaktadır.   
   Nitekim, “Ben ömrümün sonuna kadar ordunun başında kalmak istiyorum” diyecektir.
   Diğer bir Cumhurbaşkanı adayı ise, İsmet İnönü’dür. Cumhurbaşkanlığı adayları arasında ismi geçen İnönü’den rahatsızlık duymayanlar da yok değildir.
   Hatta İnönü’nün cumhurbaşkanı olmaması için özel gayrette bulunanlar arasında İçişleri Bakanı ve Parti Genel Sekreteri olan Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras başı çekmektedirler. 
   Bir taraftan İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasına giden yolları kapatmaya çalışırken diğer taraftan da Fevzi Çakmak’ı Genelkurmay’dan indirerek cumhurbaşkanı olması için kulisleri yoğunlaştıran bu iki isim, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin kesin tavrını koymasından hemen sonra, Fethi Okyar, Celal Bayar ve Meclis Başkanı olan Dr. Abdülhalik Renda üzerinde yoğunlaşmışlardır.
   İkinci cumhurbaşkanının kim olacağını aslında dönemin şartları da ortaya koymaya başlamıştı. Her an başlaması beklenen İkinci Dünya Savaşı’nın şartları içinde başa gelecek kişinin yine askeri bilgi ve tecrübeye sahip olması ve siyasetten anlamasını zorunlu kılmaktaydı.


GENERKURMAY BAŞKANI M.FEVZİ ÇAKMAK

   Bu dönemin hassasiyetini çok iyi kavrayan ordu; “Ya Fevzi Çakmak ya İnönü” diyerek görüşlerini özetlemişlerdi.
   Böylelikle 18 Ekim 1938 tarihinde Şükrü Kaya’nın düzenlediği basın toplantısında Fevzi Çakmak Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmayacağı netlik kazanacaktır.
   Bu toplantıda gazeteciler tarafından yeni cumhurbaşkanının kim olacağı ve Atatürk’ün bu konuda bir vasiyetinin olup olmadığının sorulması üzerine Kaya;
     “Atatürk’ün vasiyeti yoktur… Büyük Millet Meclisi kimi seçerse o cumhurbaşkanı olacaktır. Atatürk, ülkeye bir anayasa yapmıştır. Buna karşın öneride bulunulamaz. Bulunursa anayasayı kendi eliyle bozmuş olur.”  Diyecektir.
   Bu cevabın arkasından bir gazetecinin yeni Cumhurbaşkanı ismi için; “ Fevzi Çakmak mı?” sorusuna karşılık. “Mareşal Çakmak milletvekili değildir” diyerek, Mareşal’in de zaten bu konudaki fikri kamuoyunda bilindiğinden adaylar arasından doğal olarak çıkmaktaydı.
    Teşkilat-ı Esasiye’ye göre cumhurbaşkanı seçilecek olanın milletvekili olması gerekliydi.
     Kaya ve Aras, Genelkurmay Başkanı’nın aday olmayacağının netleşmesinin ardından, İnönü’nün karşısına, Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Fethi Okyar’ı çıkaracaklardır. 
   Fakat, Atatürk, Fethi Okyar’ın cumhurbaşkanlığı adaylığına sıcak bakmamaktaydı.
    Nitekim bu görüşmelerin sürdüğü sıralarda Dolmabahçe Sarayında sürekli olarak gözükmeye başlayan Okyar için Atatürk, Celal Bayar’la yaptığı bir görüşmesinde;
“ Fethi, ne arıyor buralarda. Milletvekili olmak istiyormuş, öyle mi?” dedikten sonra, Celal Bayar’ın “ Bilmiyorum” demesinin ardından, “Benim haberim var. Milletvekili olmak ister. Daha çok şey olmak ister” der. Bu konuşmadan büyük bir ihtimalle haberdar olan Fethi Okyar da adaylıktan çekilir.
     İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasına engel olma çabalarından vazgeçmeyen Kaya-Aras ikilisi bu sefer de, Meclis Başkanı olan Dr. Abdülhalik Renda’yı gündeme getireceklerdir.
   Aslında Anayasanın 33. maddesine göre de Meclis Başkanı’nın Cumhurbaşkanına vekalet edebileceği açık bir dille ortaya konulurken, bunun nasıl olacağına dair tanımlar da uymasına karşın, Dr. Renda bunu kesinlikle kabul etmeyecektir.
   Bu siyasi arayışlar içinde çaresiz kalan Kaya ve Aras, Atatürk’ün vefatından sonra da siyasi hayatımızda artık yokturlar.
   Atatürk’ün vefatından hemen sonra 11 Kasım 1938’de partiyi sabah erkenden toplayan Celal Bayar, milletvekillerinin hiçbir baskı altında kalmadan yeni cumhurbaşkanını seçmelerini isteyecektir. 
   İnönü 323 milletvekilinin 322 oyu ile cumhurbaşkanı adayı olacaktır. İnönü’nün karşısına ikinci bir aday için tek bir oy çıkacaktır. Bu oyun sahibi de Hikmet Bayur’dur.
   Bayur’un adayı, Mahmut Celal Bayar’dır. Bu durum Cumhuriyet tarihimizde ilginç bir olayın gerçekleşmesine de neden olacaktır. Çünkü; 1923 yılında cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Atatürk, kendi Cumhurbaşkanı adayı olarak İsmet İnönü’yü göstermişti.
    Atatürk’ün bu isteği 15 yıl sonra gerçekleşirken, İnönü’nün karşısına çıkarılan Celal Bayar da 12 yıl sonraCumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacaktır.
   Meclisin öğle oturumunda bağımsızların da katılımıyla 348 oy ile Türkiye Cumhuriyetinin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü seçilecektir.

   Yine günümüze kadar süren bu ikinci Cumhurbaşkanlığına seçimin içinde sıklıkla karşılaştığımız Şükrü Kaya ile ilgili E. Alb. Ahmet Genç’in bir yazısını araştırmacıların dikkatine hiçbir yorum katmadan sunmak istiyorum;



BİR ANI
   1947 yılında ben Trabzon Lisesi’nde girdiğim olgunluk sınavında bir yıl beklemeye kalmıştım. Bu nedenle, memleketim olan Rize’nin Pazar ilçesinde bulunuyordum. Rahmetli büyük ağabeyim Mehmet Genç o yıllarda THK sekreterliği görevini yürütüyordu.  Bu kurumun bürosu çarşı meydanının batı kıyısında bulunan Halkevi binasının üst katında idi. Ağabeyim, bir tanıdığın çocuğuna matematik dersi vermek üzere, bu büronun bir odasında çalışmamıza müsaade etmişti. Odada kurumun kullanılmayan bazı öteberisi bulunuyordu. Bu arada öteberi arasında ki üç sandık dikkatimi çekmişti. Sandıkların kapakları çivi ile çakılı idi. her birinin üstünde de büyük harflerle yazılı “İkinci bir emre kadar açılmayacaktır” tümcesi vardı. Çok merak ediyordum, acaba bu sandıklarda ne vardı?
   Halkevi hizmet görevlisi olan kişi yakın tanıdığım idi. Ona: “ Açıp bakalım, bu sandıklarda ne var?” dedim. Hiç olmazsa birini açar merakımı gideririm diye düşünüyordum. Belli ki sandıklar birkaç yıl önceden beri böyle biçimde duruyordu.
   Halkevi görevlisi bir keser getirdi. Sandıklardan birinin çivilerini sökerek kapağını kaldırdık. Sandığın içinde büyük boy fotoğraflar vardı. Fotoğrafların altlarında da,
       “İKİNCİ CUMHURBAŞKANIMIZ ŞÜKRÜ KAYA”
   Tümcesi yazılı idi. Hemen açtığımız sandığın kapağını yeniden çiviledik. Bir süre sonra da ağabeyime sandıklardan birini içindekileri gördüğümü söyledim. Rahmetli bana kızdı, doğru yapmadığımı söyledi.
    Ben de o günden bu yana bu olayı ilk kez açıklıyorum.05.09.2001
                                          Ahmet Genç/Emekli Albay





  
     3. Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal Bayar gerek Milli mücadele yıllarında gerekse de Cumhuriyetin ilanında ve yönetimi esnasında aldığı görevlerle ülkemizde birçok görevlerde bulunduğu aşikârdır.
    Celal Bayar’ın CHP’den istifa ettikten sonra 5 Kasım 1945 tarihinde, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ile birlikte, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardır.
    Kurulan Parti’nin Genel Başkanlığına seçilen Bayar, 21 Temmuz 1946’da yenilenen milletvekili seçimlerinde İstanbul’dan Demokrat Parti adayı olarak milletvekili seçilmiş ve 65 Demokrat milletvekiliyle Meclis’te yer almıştır.
   14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde Celal Bayar’ın genel başkanı bulunduğu Demokrat Parti, aldığı oylarla iktidara geçmeyi başarmıştır.

         T.C. 3.Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal BAYAR

   21 Mayıs 1950 tarihinde toplanan Demokrat Parti Meclis Grubu tarafından Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmiş, 22 Mayıs 1950 tarihinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı olmuştur.
    1960’ın 27 Mayıs’ında Silahlı Kuvvetler’in yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Demokrat Parti milletvekilleriyle birlikte anayasayı ihlal etmek suçundan Yassıada’ya gitmek zorunda bırakılmıştır.
    Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı huzurunda, çeşitli suçların yanında anayasanın ihlal edilmesi fiilinin baş sorumlusu olarak yargılanmış, Yüksek Adalet Divanı’nın 15 Eylül 1961 günü açıkladığı karara göre bu suçlardan idama mahkum edilmiştir.

























   




27 MAYIS 1960 DARBESİNİ GERÇEKLEŞTİREN
CEMAL GÜRSEL

  T.C. Devleti’nin 3. Cumhurbaşkanı olan  Celal Bayar  Milli Birlik Komitesi tarafından, bu idam kararının, müebbet hapse çevrilmesi üzerine, Kayseri hapishanesine gönderilmiştir.
    Bu hapishanede cezasını çekerken, hastalığının ilerlemiş olduğu görülerek, Adli Tabiplikçe, Mart 1963’te cezasının 6 aylık bir süre için tehir edilmesine karar verilmiş ve hapishaneden çıkarılmıştır.
   Bir süre sonra tekrar tutuklu olarak tedavisinin yapılmasına karar verilmiştir.
    Yassıada’da yapılan malum yargılamalar sonunda 30 Eylül 1960 tarihinde Parti, mahkeme kararı ile kapatılmıştır.
   Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, katkıları tartışılmaz üç devlet başkanının sonuncusu olan Mahmut Celal Bayar’ın 27 Mayıs 1960 tarihinde Silahlı Kuvvetler’in yaptığı bir darbe sonucu koltuğundan indirilmesinden sonra Cumhuriyet tarihimizde yeni bir sürecin başladığının da ilk işaretlerini vermekteydi.















27 MAYIS DARBESİ SONRASI ASILAN BAŞBAKANIMIZ ADNAN MENDERES

  
27 MAYIS DARBESİ SONRASI ASILAN
BAŞBAKANIMIZ ADNAN MENDERES

      Cumhuriyet tarihimizde 27 Mayıs darbesiyle birlikte ortaya çıkan şartların  ilki, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak olan devlet başkanı konusunda, laik, anti-laik tartışmaları, Meclis’teki koltuk sayısına göre gelen başkanlar bununla birlikte sivil cumhurbaşkanı konusu ve Özalla birlikte  başkanlık sistemi sürekli olarak siyasi hayatımızın gündem maddesi haline getirilmiştir.
   Bunlara ek olarak sürekli “ülkenin cumhurbaşkanını halk seçsin” propagandaları dillendirilirken, Cumhuriyet tarihimizde bunu başaran tek kişi yaptığı 12 Eylül Darbesiyle yönetimi ele geçiren Kenan Evren’dir.
    Daha sonra Recep Tayyip Erdoğan halkın seçtiği cumhurbaşkanı olarak anılaçaktır.
   İşte günlerdir dillerden düşürülmeyen ve 2007 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanlık görevini bir aksilik çıkmazsa teslim edecek olan A. Necdet Sezer’in yerine kimin seçileceği konusu aylar Öncesinden başlatılmıştır.
   Aslında bunun bu şekilde gündeme getiriliyor olmasına da şaşmamak gerekir. Aşağıda okuyacaklarımıza baktığımızda, genelde cumhurbaşkanlarımızın kim olacağı konusunda ortaya atılan hiçbir isim cumhurbaşkanı olmazken, son dakikada ortaya çıkan cumhurbaşkanlarımızla meşhur bir siyasi yapılanmamız olduğu da ortaya çıkmaktadır.
   Nitekim bugüne kadar ortaya atılan isimler arasında sıklıkla gündemde tutulan Başbakan Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan hakkında yazılıp çizilen senaryolara baktığımızda, geçmiş siyasi olaylar da göz önüne alındığında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olamayacağı ortaya çıkmaktadır.
      Bu tarihlerde Tayyip Erdoğan’ın aslında Cumhurbaşkanı olamayacağını zaten dile getirmiştim.
     Yenişafak Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi  o tarihlerde hükümete ve Tayyip Erdoğan’a da yakınlığıyla bilinen Gazeteci Fehmi Koru Bey’le bu konuyu görüşmüş ve Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmayacağını dile getirmiştim.
    Oysaki Fehmi Bey o tarihlerde tüm basında da dile getirildiği gibi Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olacağından emindi.
    Peki, ne oldu da Tayyip Erdoğan ‘ın Cumhurbaşkanlığı geçiktirildi? İşte asıl soru burada başlamaktadır.
    CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, Hükümete bu konuda ortak aday üzerinde anlaşalım demesinin altında yatan isim aslında Nevzat Yalçıntaş’tan başka kimse değildir. Tabii ki Nevzat Yalçıntaş üzerinde durulmasının özel sebepleri vardır. Ve sonuçta 2007 yılında, koalisyonların oluşturduğu bir hükümet ve Cumhurbaşkanı Nevzat Yalçıntaş olma ihtimali yüksek görülmektedir.
   Neden mi?
   Oldukça basit, bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde de aday olan Yalçıntaş’ın yapılacak Cumhurbaşkanlık seçiminde ismi gündeme getirilmemekle birlikte Meclis’te bulunan tüm siyasi parti liderleri ve milletvekillerince kabul göreceği bilinmekte...
     Bununla birlikte Amerika ve İsrail’inde ılıman İslamcı olarak gözüken Yalçıntaş’a sıcak bakacağı aşikârdır.
   Sebebi ise basit; Amerika ve İsrail’in bölge üzerindeki baskıcı tutumu bölge insanının uyanmasına ve direncinin atmasına neden olmuştur.
     Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanması için de böylesine güzel bir fırsat oluşmuştur.
   Bunun dışında seçilecek olan Cumhurbaşkanı Yalçıntaş olmasa bile ılıman İslam yanlısı bir kimliği ön plana çıkması mümkün gözükmektedir.
   Nitekim bu yazıları yazdığımız ve yayınladıgımız tarihte Abdullah Gül’ü neredeyse tarif eden cümleleri kullanmış olmamız ilginçti.




8. CUMHURBAŞKANI  TURGUT  ÖZAL

   7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in görev süresinin bitimine az bir vakit kala CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “ Özal Cumhurbaşkanı olmakta inat ederse, oradan onursuzca indiririz.” diyerek bu konudaki olumsuz tutumunu ortaya koymuştu ki, Turgut Özal da ANAP’ ın tüm il başkanlarını toplayarak, kendisinin cumhurbaşkanı olması konusunda fikirlerini almaya başlayacaktı.
     Bu görüşmelerden sonra tüm il başkanları tek bir ağızdan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı adayı olmasını desteklediklerini açıklayacaklardır.
   Bu da kendi partisi içinde muhalefet yapan ve cumhurbaşkanlığı adaylığından memnun olmayanlara karşı Turgut Özal’ın daha da rahat etmesini sağlamış, sevindirmişti.
   Sonuçta 17 Ekim 1989 tarihinde ANAP Grubu’nun toplantısında cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayan Özal, ANAP Grubu’nun yoğun alkış, tezahürat ve gözyaşları içerisinde cumhurbaşkanlığına giden yolda bir adım daha ilerlemiş olacaktır.
     Grup toplantısında yaptığı konuşmanın sonlarında;
“Son sözümü de söyleyeyim ...Tabii ki seçim tamamlanıncaya kadar aranızdayım. Beni en çok üzen şey aranıza bir daha gelemeyeceğimdir. Aslında ayrılmıyorum. Kalbim sizlerle beraberdir. Aranızda hiç kimseye kızgınlığım ve küskünlüğüm yoktur. Bundan sonra ben size emanetim[9] diyecektir.
   Bu sözlerinin ardından ANAP Grubu’nda son kez 01.11.1989’da konuşacaktır.
   Özal’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamasının ardından Parti içinden istifa haberleri yayılmaya başladı.
    Bunlar; Kastamonu Milletvekili Nurhan Tekinel, Samsun Milletvekili İlyas Aktaş, Muş Milletvekili Erkan Kemaloğlu ve Zonguldak Milletvekili Tınaz Titiz’dir.
   20 Ekim 1989’da Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığında tüm muhalefet partileri Meclis’e girmeyerek Özal’ı protesto ettiler.
   Özal’ın karşısına, Cumhurbaşkanı adayı olarak, Fethi Çelikbaş, aday olmuştu.
   ANAP’tan oylamaya 285 milletvekili katıldı. Bağımsız Milletvekili adayı Zeki Çeliker ve SHP’den gözlemci olarak Meclis oturumunda bulunan H.Fehmi Güneş katıldılar.
    Meclis localarında ise ne komutanlar, ne de yargı organlarını temsil eden kimse vardı.
   Bu tablo içinde başlayan seçimlerde; İlk tur oylamada, Özal 247 oy, Çelikbaş, 18 oy ve 17 oy da boş çıkmıştı.
    Yapılan ikinci tur oylama da ise; Özal 256 oya ulaşmıştı. Yapılan üçüncü tur oylama sonucunda da 263 oy alarak resmen Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı olma özelliğini kazanırken diğer taraftan da bugüne kadar gelen asker kökenli cumhurbaşkanlarının yerine seçilen ilk sivil cumhurbaşkanı olma özelliğini de taşıyacaktır.
    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı olduktan sonra kendisinin ilk defa Cumhurbaşkanı sıfatı ile Ankara Kocatepe Camisinde Cuma namazına gitmesiyle de, laik ve anti-laik cumhurbaşkanı tartışmalarının öncülüğünü de yapmıştır.
   Renkli bir kişiliğe sahip olan Özal, basında çıkan karikatür ve haberlerden de anlaşılacağı üzerine yine en hoş görülü Cumhurbaşkanı olma özelliğini taşımaktadır.
   Ölümüne ilişkin çıkan haberlerde ise, Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddiası eşi Semra Hanım tarafından gündemde tutulmaktadır.























TÜRBANLI KÖŞK OLUR MU?

   Türkiye Cumhuriyetinin 9. Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in görev süresinin 2000 yılında dolması üzerine yeni Cumhurbaşkanı seçimine gidilmeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin 57. Koalisyon Hükümetinin Başbakanı olan Bülent Ecevit’in teklifiyle diğer hükümet üyelerinin de (MHP, ANAP) onayıyla kamuoyunda 5+5 olarak bilinen ve Süleyman Demirel’in görev süresini uzatma kararı TBMM’de reddedilmiştir.
   Süleyman Demirel nasıl Cumhurbaşkanı olmuştu?  
   8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 11 gün sürecek olan Türk Cumhuriyetleri ziyareti hakkında bilgi aktarmak için Köşk’e çıkan Süleyman Demirel’le görüşmesinden hemen bir gün sonra aniden vefat etmesi üzerine, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir Cumhurbaşkanı seçimine yönelmiştir.
    DYP milletvekilleri zaman geçirmeden Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olması yolunda imza toplamaya başlamışlardı bile.
    MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olması halinde destekleyeceği açıklamasını yaparken diğer taraftan da buna karşı olanlar ortaya tek tek çıkmaktaydılar.
   Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkanların başında, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz gelmekteydi. “226 oy ile Çankaya’ya çıkmak hukuken yeterli, ama siyaseten yetersizdir. O zaman Koalisyon Cumhurbaşkanı olur” diyecektir.
    Bu sözleriyle de yetinmeyen Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı TBMM’deki çalışma odasında ziyaret edecektir.
      Bu görüşmeye ilişkin de Deniz Baykal; “Türkiye’de birçok demokratik kurumda olduğu gibi cumhurbaşkanlığı seçiminde de rejim kökleştirilemedi” diyecektir.
   Turlarına devam eden Yılmaz, bu sefer DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’le görüşecek; bu görüşmelerin sonunda da, liderlere üç ayrı öneri götürdüğünü açıklayacaktır. Bunlar; “Ortak bir aday belirleyelim, eğer kendisi isterse Cindoruk’u destekleyelim, aday göstermesek de ortak tavır belirleyelim” demekteydi.
    Yılmaz, görüşmelerin arkasından yaptığı açıklamada, Ecevit, Demirel’in “tehditle” Cumhurbaşkanı olmak isteğini belirterek, Demirel’in ulusal birliği temsil eden değil, yüzde 27 oy almış  DYP’nin cumhurbaşkanı olmak isteğini öne sürecek ve “ Kendisinin bu durumda diğer partilerden oy isteme hakkı yoktur” diyecektir.
   Bu olumsuz tavıra karşı ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz bir kapı açarak, Demirel’e Cumhurbaşkanlığı adaylığına destek için erken seçim şartını ortaya koyacaktır.
   RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise, Bursa İl Kongresinde yapacağı açıklamada, Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka gidilmesi gerektiğini öne sürerek, “Başbakan Süleyman Demirel, % 15 oyla kendini Cumhurbaşkanı seçtirmek istiyor” diyecektir.
   Yılmaz’ın erken seçim isterim, teklifine MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş karşı çıkacak, Merkez Yürütme Kurulu’nda yapacağı konuşmasında; “Demokrasinin tam işlemesi her şeyden önce eşitlik ve adalet ilkelerine dayalı bir seçim sisteminin oluşturulmasına bağlıdır. Onun içindir ki, en kısa zamanda seçim sisteminin değiştirilmesi  ve her görüşün ve fikrin TBMM’de temsil edilmesinin sağlanması gerekir” demekteydi.
   Cumhurbaşkanlığı seçiminde ismi sıklıkla gündeme gelen TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk 27 Nisan’da Hürriyet gazetesine şu açıklamaları yapacaktır;
     “Demirel’in aday olduğu süreçte ben aday olmam. Sayın Demirel çekilir de DYP’den biri aday olursa ben o zaman aday olurum.
    Bunun iki sebebi var. Birincisi; Demirel’le özel geçmişimiz var. İkincisi; siyasi parti ahlakı, artık Türkiye’de gerçekleşsin” diyecektir.
     Sonunda TBMM’nin 101. bileşiminde Cumhurbaşkanlığı seçimi başlamıştır.
      Birinci tur oylamaya 422 üye katılmıştır. Buna göre; Süleyman Demirel 234, Kamuran İnan 95, Lütfü Doğan 46, İsmail Cem 25, Boş 19, Geçersiz 3 oy çıkmış; buna göre de Anayasanın 102. maddesine göre üçte ikilik oy çoğunluğu sağlanamadığından ikinci tur oylama 12 Mayıs’ta yapılmıştır.
    Bu turda da Süleyman Demirel 235, Kamuran İnan 95, Lütfü Doğan 49, İsmail Cem 25,Boş 24, Geçersiz 1 dir.
   Bu turda da üçte ikilik çoğunluk sağlanamadığından seçimler üçüncü kez 16 Mayıs’ta tekrar yapılmış, bu seçimde Süleyman Demirel aldığı 244 oy ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Cumhurbaşkanı olmuştur.
   Yine kaldığımız yerden devam edecek olduğumuzda, temelde “kişiye özel Anayasa değişikliği” anlamına gelen bu uygulamanın en büyük savunucusu ve destekçisi olan ise dönemin Başbakanı Bülent Ecevit idi.
     Yıllarca Türk siyasi hayatında yer almış bu iki isim birbirlerine karşı çetin mücadeleler içine girmelerine, muhalefet ve iktidarı paylaşmalarına rağmen kol kanat germemişler midir?
   Bunu anlamamız için biraz gerilere gittiğimizde karşımıza Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığına ilişkin olayları hatırlamak konuyu kavramamızda bize yardımcı olacaktır.
   Cumhuriyetin beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yedi yıllık görev süresi 28 Mart 1973’te sona ereceğinden Anayasa hükmünce yeni Cumhurbaşkanı seçimi Meclis’te 13 Mart Salı günü yapılmış, ancak ne o gün, ne de müteakip toplantılardaki seçim henüz bir netice vermemişti, turlar devam ediyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, bu makama Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelmişti.
   27 Mayıs 1960 sonrasında Devlet Reisi olan Cemal Gürsel’in hastalanıp tedavi kastıyla Amerika’ya götürülmesi ve durumunun orada daha da vahim bir hal alması üzerine Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılıp 1966 yılının 14 Mart günü kontenjan senatörlüğü ile senatoya giren Cevdet Sunay, Gürsel’in Ankara’ya getirilerek Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’ne yatırılmasından ve vazife yapamayacak derecede ağır hasta olup komada bulunduğuna dair 26 Mart 1966 günü otuz yedi doktor tarafından bir rapor verilmesinden hemen iki gün sonra Cumhurbaşkanı seçilmişti.
























4. CUMHURBAŞKANI CEMAL GÜRSEL

   4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarihimizde “İkinci Cumhuriyetçi” ve 27 Mayıs’ın acı sonuçlarıyla anılacaktır. Başbakan Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatih Rüştü Zorlu’nun idamları ve 1962 Anayasası ile Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hükmünün kalktığı döneme imza atacaktır.
   İkinci Cumhuriyet Anayasasını hazırlamakla görevlendirilen Kurucu Meclis, anayasayı hazırlayarak 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına sunmuşlardır.
    Sonuçlar ise; 12.735.009 seçmenin oy kullanması mümkünken, bunlardan geçerli oy kullananların sayısı 10.282.561 olup, Anayasa tasarısı; 6.348.191 oyla kabul edilmiştir.
   Buna karşın da 3.934.370 menfi oy kullanıldığı görülmüştür. 27 Mayıs sabahı 3’te idareyi ele geçiren Türk Silahlı Kuvvetleri yaptıkları ilk açıklamalarındaki metin ile 12 Eylül sabahı yapılan açıklamayla paralellik taşıdığı dikkat çekicidir.
   Bununla birlikte dikkat çeken diğer bir husus ise; İstanbul halkı için yapılan tebliğde, halkın ihtiyacını karşılamak için Migros önerilmekteydi.
   Metinde “Muhterem İstanbul Halkına: Vatandaşlarımızın her türlü ihtiyaçları askeri otorite ve Migros tarafından temin edilecektir…” denilmekteydi.
   Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 28 Mart 1966 günkü içtimaında oylamaya katılan 532 üyeden 461’inin oyu ile ilk turda Devlet Reisi seçilen Cevdet Sunay, anayasa hükmünce 28 Mart günü Çankaya’dan ayrılacaktır.
   Cumhurbaşkanlığı adaylığı için ise adı geçen kişi yine Genelkurmay Başkanlığı’ndan kendi arzusuyla emekliye ayrılan Org. Faruk Gürler’di.
   27 Mayıs sonrasında Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) içinde mühim mevkilerde bulunan, sonraları 12 Mart muhtırasına Kara Kuvvetleri Komutanı olarak imza koyan Orgeneral Faruk Gürler o devrin ünlü Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la halef-selef olmuş ve Tağmaç Paşa’nın 1972 Ağustosunda Emekliye ayrılması sonrasında Genelkurmay Başkanlığına getirilmiştir.
   1973 yılının 5 Mart pazartesi günü Senato’da yemin etmiştir. Faruk Gürler’in Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılması, bilahare kontenjan senatörü olarak Cumhuriyet Senatosu’na girmesi, yeni cumhurbaşkanı seçiminden hemen bir hafta evveldir.
   Ve Gürler Paşa’nın bu durumu Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığı makamına gelmesine benzemektedir.
    Faruk Gürler, senatörlüğünün ilk günlerinde gazetecilerin cumhurbaşkanlığı adaylığı mevzuundaki suallerine her ne kadar kat’i bir cevap vermemişse de, kendisinin, Devlet Başkanlığı adaylığı için Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrıldığı her tarafta konuşulur olmuştu.
   Hatta o günlerde Meclis’in meşhur siması Osman Bölükbaşı, Gürler’in durumunu; “Cumhurbaşkanı olmak için Harp Okulu mezunu olmak gerekir” esprisiyle ortaya koyuvermişti.
                             
            OSMAN BÖLÜKBAŞI

   Bununla birlikte dikkat çeken diğer bir husus da seçilen cumhur başkanlarımızın mason olması gibi bir durum da ortaya çıkmaktadır. Yine geçmişe dönüp bu konuya ilişkin
yazılara baktığımızda ve en son Cumhurbaşkanımızın da Mason olduğu bu tespiti doğrular yöndedir.
   Türk Haberler Ajansı (THA)’nın 2 Mart tarihli bir haberine göre, parti liderleriyle görüşen Cevdet Sunay, yeni Cumhurbaşkanı mevzusunda; “Cumhurbaşkanının bütün partilerin, bütün milletin hiçbir tereddüde yer kalmadan kabul edeceği bir şahsiyet olması, bu şahsiyetin partiler üstü ve 27 Mayıs’a karşı durmamış olması gerektiğini” söylemiş ve o günlerde henüz Genelkurmay başında olan Orgeneral Faruk Gürler’den bahisle, “Dışarıdan Parlemontoya kontenjan senatörü olarak alacağım Cumhurbaşkanı adayının mutlaka seçileceğine inanmak isterim. Aksi takdirde bu hareketin bir manası kalmaz” demiştir.
   Faruk Gürler, bu ve daha sonraki günlerde yapılan görüşmeler sonunda Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa ile Cumhurbaşkanı tarafından Kontenjan Senatörlüğüne getirildiğine göre Cevdet Sunay’ın ilgililerin tamamından veya ekserisinden Gürler için müspet cevap aldığı akla gelirse de, parti liderlerinden hiçbiri Faruk Gürler’in adaylığını tasvip etmemişler ve bunu açıkça söylemeyip bir “oyalama” yoluna girmişlerdir.
   Cumhuriyetin altıncı Cumhurbaşkanını seçecek olan Türkiye  Büyük Millet Meclisi’nde; AP: 317, CHP: 115, CGP: 65, DP: 48 ile senatör ve milletvekiliyle temsil edilmekteydi.
    Bu dört partiden CGP ve DP liderleri; “Bizim Parti Cumhurbaşkanı seçmeye müsait değildir” diyerek işin içinden sıyrılmasını bilmişlerdi.
   Ama,Süleyman Demirel’le Bülent Ecevit hakkında bazı iddialar vardı ve daha sonraki olaylar bu iddiaları teyit edecektir.
   Faruk Gürler’in, Süleyman Demirel’i iktidardan uzaklaştıran “12 Mart Muhtırası”nı imzalamış olması AP içinde konuşulmakta ve Gürler’in adaylığına, Ankara Milletvekili Aydın Yalçın’la emsali dışında ekseriyetle itibar  edilmemekte, AP Cumhurbaşkanı adayının seçim gününden evvel açıklanacağı ısrarla söylenmekte idi. Ortaya atılan yeni bir iddiaya göre ise, Demirel ve Ecevit, Cumhurbaşkanı Sunay’la daha evvelden anlaşmışlardı.
   Bu anlaşmaya göre, Anayasada yapılacak bir değişiklikle Cevdet Sunay’ın görev süresi uzatılacak ve böylece Sunay bir dönem veya hiç olmazsa  iki yıl daha Cumhurbaşkanlığını sürdürecekti. AP, Gürler’in karşısına Senato Başkanı Tekin Arıburun Paşa’yı çıkarmış, fakat parti, günlerce süren seçimden hiçbir gün Arıburun Paşa’ya tam kadro ile oy vermemiştir.
   Tekin Arıburun’un adaylıktan feragatinden sonra AP, CHP ile birlikte hareket etmiş, Sunay’ın görev süresinin uzatılmasıyla ilgili kanun teklifi komisyondan AP ve CHP oylarıyla çıkmış, daha sonra ise Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ın adı yine bu iki parti tarafından ortaya atılmıştır.
   CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Partisine mensup senatör ve milletvekillerinin cumhurbaşkanlığı seçimine katılmamaları yolunda bir grup kararı almak istemiş ve Ecevit bu arzusuna gruptaki üçüncü oylamadan sonra ancak iki oy farkı ile kavuşabilmiştir.
   Alınan bu grup kararına rağmen, başta o devrin ünlü CHP Genel Sekreteri Kamil Kırıklıoğlu olmak üzere otuz üç parlamenter cumhurbaşkanlığı seçimine katılmış ve bu durum CHP Teşkilatının Ecevit’ten yana olan kanadınca protesto edilmiştir ki, bu protesto telgraflarına o günlerin gazetelerinde sık sık rastlamak mümkündür.
   Genel Sekreter Kırıklıoğlu’nun bu tutumu onun partiden tasfiyesini kolaylaştırmıştır. Faruk Gürler’in adaylığının kesinleştiği günlerde grupta üç oylama ile seçimlere katılmama kararı alan, Gürler’in adaylıktan feragatinden sonra ise; “Sunay Formülü” ile ortaya atılan Ecevit’in bu tutumu Cevdet Sunay’la anlaşma hakkındaki iddiayı doğrulamaktadır.
   Faruk Gürler’in açısından oluşan bu olumsuz tablo sadece siyasi çevrelerce sınırlı olmayıp askeri kanatla da rahatsızlığını açık seçik şekilde ortaya koymaktan çekinmemekte olduğu da izlenmekteydi.  
   Buna en güzel örneklerden biri olan Hv.Kuv.Kom. Org. Muhsin Batur’dur.
   Muhsin Batur, “Ben baştan itibaren onu uyardım (Faruk Gürler), ama dinlemedi.” sözlerini sarf ederken, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan da, Gürler’in adaylığından yana olmadığını dile getirmekteydi.
   Faruk Gürler’in bu faaliyeti basında çeşitli yayınlara sebep olur ve bu yayınları dolayısıyla Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 10 Mart günü bir bildiri yayınlar; “Türkiye Cumhuriyeti anayasasının serbestçe yapılmasını emrettiği cumhurbaşkanlığı seçiminin selametle sonuçlanmasına mani olacak ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni rencide edecek ve Meclis’in iradesini baskı altında tutacak her türlü beyan, davranış, yazı, haber ve emsali hareketler yasak edilmiştir.” denilmekteydi.
    Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 13 Mart günkü toplantısı büyük alaka toplar. O gün başta Genelkurmay Başkanı Semih Sancar olmak üzere, Kuvvet Komutanları, Askeri Şura azaları ve yüksek rütbeli pek çok subay Meclis’tedir.
     Ancak bu askeri erkan arasında Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur yoktur.
   Muhsin Batur daha sonra yayınlayacağı anılarında bu güne ilişkin şunları aktarmaktadır;
   “İlk günkü oylamada bütün ısrarlara rağmen, oylama sırasında Meclis Şeref Locasına gidip gövde gösterisine katılmayı kabul etmedim, hiçbir Hava Generalini de göndermedim, çünkü olumlu sonuç alınamayacağı aşikardı.
    Çeşitli rica ve baskılar üzerine sonraki günlerde bir defa Meclis’e gidip bir seçim turunu izledim.”[10]
     TBMM’nin bileşik toplantısına Meclis Başkanı Sabit Osman Avcı Başkanlık eder. Ve Faruk Gürler, Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden (CGP) Sivas Milletvekili Kemal Palaoğlu ile Kontenjan Senatörü Sabahaddin Özbek tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilir.
   Gürler’in iki de rakibi bulunmaktadır. Bunlar, Senato Başkanı Tekin Arıburun ve Adalet Partisi’nden Konya Milletvekili Yılmaz Öztuna ile İstanbul Senatörü Gümüşoğlu tarafından aday gösterilirken Demokrat Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli de Partisinin Sakarya ve Denizli Milletvekili Vedat Önsal ile Hasan Korkmazcan tarafından Cumhurbaşkanlığına aday gösterilirler.
   CHP’lilerin mühim bir kısmı, daha doğrusu Ecevit ve etrafı Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmaz.
    Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda Tekin Arıburun 282, Faruk Gürler 176, Ferruh Bozbeyli 47 oy almış 10 oy geçersiz sayılmış, bir zarf da boş çıkmıştır.
    Gece saat 00.37’ye kadar dört oylama yapılmış ve üçüncü oylamada, Arıburun: 235, Gürler: 186, Bozbeyli: 47 oy alırken askeri erkanın Meclis salonunu terk ettiği görülmüş, Gürler’in oylarının iki yüze vardığı dördüncü turdan sonra ise, Cumhurbaşkanlığı seçimi ertesi güne saat on beşe bırakılmıştır.
    13 Mart 1973 Salı günü başlayan Cumhurbaşkanlığı seçimi
turları, netice alınamadan 20 Mart’a kadar devam etmiş ve o gün Faruk Gürler’le Tekin Arıburun’un adaylıktan feragati üzerine Cumhuriyetin altıncı Cumhurbaşkanı seçimi yeni bir safhaya girmiştir.
   Yeni Cumhurbaşkanı seçiminde AP ve CHP’nin o günlerdeki tutumu her iki parti tarafından mükemmelen kullanılmış ve çeşitli neşriyatta bir zafer, bir kahramanlık olarak anlaşılmıştır.













SUNAY FORMÜLÜ

   Altıncı Cumhurbaşkanı seçiminde adaylar yeterli oyu alamaz ve turlar uzayıp giderken, Devlet Başkanı Cevdet Sunay’ın adından bahisle ortaya atılan “Sunay Formülü”dür.
   AP ve CHP tarafından öne sürülen bu formülle ilgili olarak seçimin başlamasından hemen iki gün sonra 15 Mart 1973 Cuma günü AP Meclis Grup Başkan Vekili Orhan Dengiz’in beyanatıyla “Sunay Formülü” aydınlığa kavuşmuştur.
   Beyanatta; “Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu ‘kilitlenmiş’ bir durumda bulunuyor. Bu kilidi açabilmek için TBMM’ne intikal ettirilmiş alternatifler üzerinde durulması gerekmiştir.
    Şimdi bütün zihinler bu yeni alternatiflerle meşguldür. Bu alternatiflerden biri olarak da kafalarda Sunay’ın görev süresinin uzatılması vardır.
    Bunun dışında Sunay konusunda alınmış bir karar, verilmiş bir hüküm mevcut değildir. Hiç şüphesiz ki, bu seçimi en demokratik şekilde sonuçlandırabilmek için çeşitli alternatifler öngörülecek, bunlardan herhangi biri üzerinde bir mutabakat sağlanarak sonuca varılacaktır.” denilmekte.
   Bu beyanatın verildiği günlerde Cevdet Sunay’ın Meclis Başkanı, Başbakan, Parti liderleri ve daha sonra Genelkurmay Başkanı ile Çankaya’da yaptığı görüşmeler gözden kaçmamış ve kendisine görev süresinin iki yıl uzatılması teklif edilen Sunay’ın; “Şimdi iki yıl için kimse evini bile kiraya vermiyor. Teklifiniz bir dönem için olursa kabul” dediği her tarafta söylenir olmuştur.
   Demokratik Parti ile Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin karşı çıktığı Sunay formülü mevzunda AP ve CHP anlaşmış, Cevdet Sunay’ın görev süresinin iki yıl uzatılması ilgili teklifi AP ve CHP parlamenterleri imzalamış ve bu teklif Meclis’e geldiği gün cumhurbaşkanı adaylarından Faruk Gürler ile Tekin Arıburun seçimden çekilmişlerdir.
   “Sunay Formülü”, Anayasa’ya bir geçici madde eklenmesini gerektirmektedir ve AP ile CHP arasındaki mutabakatla hazırlanan bu geçici maddede “Cumhurbaşkanlığı seçiminin 13 Mart 1975 tarihine ertelendiği” zikredilmektedir.
   Millet Meclisi Anayasa Komisyonu, Anayasaya ilave edilecek maddenin müzakeresine 21 Mart Çarşamba günü başlamış ve AP ile DP arasındaki parti kavgası bu meselede de görülmüş, iki parti mensupları komisyonda tekme tokat birbirlerine girmişlerdir.
   DP’li milletvekillerinin; “Buradan ölümüz çıkar, bu kanun çıkmaz” diye bağırdıkları o günkü komisyon toplantısında kavga had safhaya varmış ve bu kavga dolayısıyla Meclis tarihinde ilk kez Komisyon toplantısına polis çağrılmıştır.
   Anayasa Komisyonu’ndan böyle kavga gürültü ile çıkan geçici madde teklifi hemen ertesi gün Meclis’te “öncelik”le ele alınmıştır.   
   “Sunay Teklifi” bir oy farkı ile reddedilmiş ve neticede DP Grubunca yayınlanan bir bildiri ile Meclis’in zaferi olarak ilan
olurken, Meclis’te kabul edilmeyen bir teklifin Senato’ya götürülüp götürülmeyeceği o günlerin başka bir mühim meselesi haline gelmişti.
   Bu arada yalnız Ferruh Bozbeyli’nin aday olduğu cumhurbaşkanlık seçimi de devam etmiş, Bozbeyli partisine bağlı milletvekillerinin oylarını daima almış, diğer oylar ise aday olmayan kimselere verilmiştir.
    AP ve CHP mührünü taşıyan “Sunay Formülü”nü Meclis’in bir oy farkı ile reddetmesi, o günlerin beklenmeyen vukuatlarındandı.
“Sunay Formülü” Senato’nun 25 Mart günkü toplantısında görüşülüp ret olunmuştur.





YENİ BİR ADAY

   Seçim bu şekilde yeni bir çıkmaza girdiğinde, Cevdet Sunay’ın görev süresinin bitimine iki gün kalmıştır. Sunay 28 Mart’ta Çankaya’dan ayrılacak ve kendisine Senato Başkanı Tekin Arıburun vekalet edecektir.
   Demirel’le, Ecevit’in sık sık bir araya geldikleri o günlerde, bir ara, “Buhrandan çıkışın tek yolu olarak erken seçime gidilmesinden söz edilmiş” ve 26 Mart günü geç vakit yeni bir aday adı duyulmuştur.
    Bu yeni aday Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhiddin Taylan’dır.
    Ecevit’in öne sürdüğü bu isim üzerinde Demirel’le Feyzioğlu da birleşmişler ve Devlet Başkanı Sunay’a  müracaatla Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın cumhurbaşkanı adayı gösterilmek üzere “Kontenjan Senatörlüğü”ne getirilmesini istemişlerse de, Cevdet Sunay bu teklifi reddetmiştir.
    Bu arada ara aday olarak Naim Talu’dan da bahsedilmiş, ancak Naim Talu Cumhurbaşkanı değil, Altıncı Cumhurbaşkanı’nın iş başına getirdiği ilk Başbakan olmuştur.
     Bu arada AP, CHP ve CGP’nin ortak bir aday üzerinde mutabık oldukları ortaya çıkmakta ki, bu kişi Fahri Korutürk’tür.
      1973’de Senato’da Kontenjan Grubu Başkanı olan Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin ilk defa Sadi Kocaş tarafından ismi öne sürülmüş, bu tartışmanın yoğun olduğu dönemde dikkat çekmemişti.
    Altıncı Cumhurbaşkanlığı seçimi için 13 Mart’tan 4 Nisan Çarşamba gününe kadar TBMM’deki neticesiz turlar on dördü bulmuş ve Fahri Korutürk, 6 Nisan Cuma günkü on beşinci turda, AP, CHP ve CGP’nin ortak olarak aldıkları oylarla (365) Türkiye Cumhuriyeti’nin Altıncı Cumhurbaşkanı olmuştur. [11]


7. CUMHURBAŞKANI KENAN EVREN

   1980 yılının 6 Nisan’ında görev süresi biten Fahri Korutürk’ün yerine seçilecek Cumhurbaşkanı seçimi yine sorunlu bir hal almıştı.
   Anayasa gereğince Mart ayında başlayan seçim turları işin içinden çıkılmaz bir hale gelmişti.
   Zaman içinde Sadettin Bilgiç, Muhsin Batur, Faik Türün aday gösterilmiş, ançak hiçbiri seçilmek için gerekli 317 rakamına ulaşamamışlardı.
   Yalnız Muhsin Batur 303 oy sağlayabilmiş kendi adayları olduğu halde, ancak seçilmesini istememiş olacaklar ki, 20 CHP’li oylamaya katılmamışlardı.
   Bu sonucun alındığı 5 Haziran’dan bir gün sonra da Muhsin
Batur’un adaylığı artık söz konusu olmamıştı.
    Bunun üzerine AP, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tıkanma üzerine, Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören bir Anayasa değişikliği önermiş, fakat bundan da sonuç alınamamıştır.
   Cumhurbaşkanlığı seçimi artık bir kilitlenmeye doğru gitmekteydi.
     Günümüzde de olduğu gibi dönemin Genelkurmay Başkanının ismi gündeme getirilmekte bu konudaki söylentiler gittikçe artmaktaydı.
    Gerek basında gerekse de Meclis kulislerinde ve kapılar arkasında Cumhurbaşkanı olması yolunda söylentilerin oluştuğu sıralardır.
     Evren Cumhurbaşkanlığı seçimi için şunları söyleyecektir; “Artık bu işe bir hal çaresi bulmak lazım. Partilerin sağdaki, soldaki, ortadaki partilerin müşterek bir adayda birleşmeleri zamanının geldiği, hatta geçtiği inancındayım. Şu anda belirtmek mecburiyetini hissettim…[12]demekteydi. 
   Aslında böylesine gergin günlerin yaşandığı bir zamanda Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve isminin zikredilmesi, oluşan bu tavırda gayet normaldi. Çünkü kendisinden önce Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan altı Cumhurbaşkanı da asker kökenliydi.
   Zaten dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel de 12 Eylül hareketinden sonra şunları söyleyecektir;
     “Madem ki, Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Bunu açık açık söyleseydi. Cumhurbaşkanı olmak için ille darbe mi yapmak lazımdı? [13]
   Turgut Yılmaz Güven’in bahsi geçen olayların ve 12 Eylül Hareketi’nin dönemine ilişkin verdiği belgelerin tarihimizin aydınlatılması açısından önemli vesikalar içerdiğini düşünmekteyim.
   Yine Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olması için yanına gidip gelen parlamenterlere ilişkin şu ibret verici olayı nakletmektedir;   
   “AP’den olsun, CHP’den olsun, çok geniş bir çevreye sahip bulunan Evren Paşa’ya son zamanlarda gelip gidenler artmıştı. Bu parlamenterlerin ‘Kenan Paşa artık ortaya çıkmalı, adaylığını açıklamalı’ dediklerine tanık olmuştum.”
    Bu sözleri üst görevlerde bulunan bir generalimizin yaveri Turgut Bey’e anlatmıştır.
     12 Eylül darbesini siyasi hayatımıza vurulan bir darbe olarak gören ve bunu basın önünde kamuoyuna duyuranların bu tarihlerde böyle tavırlara girmesinin ne anlama geldiğinin iyi araştırılması gereklidir.
    Yine aynı yaverin, 12 Eylül Hareketinin gerçekleşmesinin nedenlerinden biri olarak gösterilen “Konya Mitingi” ve bu mitingin düzenleyicisi olarak, MSP Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a ilişkin ise şunları söylemektedir;
     “ Evren Paşa’nın siyasi çevresi genişti, ama siyasi kanaatını hiç belli etmezdi. Yalnız, MSP’ye, daha doğrusu Erbakan’a karşı alerjisi vardı.
   Nitekim bunu da 12 Eylül’den 13 gün önce açığa vurdu. Evren Paşa, Genelkurmay Başkanlığı’nda 30 Ağustos nedeniyle tebrikleri kabul ediyordu.
     Başbakan Demirel, Ecevit, Türkeş, Feyzioğlu ve diğer siyasiler tebrik töreninde bulunuyorlardı. Bir tek Necmettin Erbakan gelmemişti.
     Erbakan Anıtkabir’deki törende de yoktu…Paşa tören bittikten sonra gazetecileri yanına çağırdı ve gayet asabi bir tavırla şunları söyledi;
     ‘Genelkurmay başkanı olarak soruyorum. Necmettin Erbakan 30 Ağustos’a karşı mı, değil mi? Bunu soruyorum?’ Gazetecilerden bu sözlerinin kamuoyuna duyurulmasını istemişti. Bu meydan okumanın hemen ardından Necmettin Erbakan’dan cevap hemen gelmişti.
      ‘Biz 30 Ağustos’un yanında veya karşısında değil, tam içindeyiz. 30 Ağustos bizim imanımızın şahlanışıdır….’ diyecektir. Ve Erbakan Of’ta ölen bir din adamının cenazesine yetişmek için uçak araştırdıkları ve 30 Ağustos törenlerine katılmadıklarını...’ belirtmiştir.
      Böyle bir mazeret ne kadar vicdanları rahatlatmıştır o da ayrıca tartışma gerektiriyor.” Denmektedir.






12 EYLÜL DARBESİ BİLİNİYOR MUYDU?

   Siyasi tarihimize 12 Eylül Hareketi olarak geçen ve yapıldığında da sürpriz olmayan bu hareket, yukarıda kısaca özetlendiği gibi zaten bilinmekteydi.
   Daha da vahim olanı ise bu darbeyi teşvik eden parlamenterlerin olmasıdır.
   Fakat Süleyman Demirel’in böyle bir hareketin durdurulması için öngördüğü erken seçim fikri Meclis’te  tartışmalara başlayınca Genelkurmay Başkanlığı seçim ve seçim sonuçlarını beklemeye başlamışlardı.
   Nitekim 11 Temmuz’a endekslenen darbe, oluşan seçim atmosferiyle ileri bir tarihe bırakılmıştır.
      AP Genel Sekreteri Nahit Menteşe, askeri bir hareket olacağını bildiklerini hatta Süleyman Demirel’le bu konuyu konuştuklarını şöyle anlatacaktır;
    “Esasında daha önceden hareketin olacağını biliyordum. Sayın Demirel de biliyordu. Ama Bakanlar Kurulu üyelerine de duyurmamıştı. Biz zaman zaman Botanik Bahçesi’nde yürürdük, ihtilal fikrini askerden bir türlü silemediğini hep ifade ederdi. Ve de seçime gitmek suretiyle belki ihtilali önleyebileceğimizi beyan ederdi[14].
    Evet, 12 Eylül Darbesi’nin yapıldığı gün evinde bulunmayan Alpaslan Türkeş ve kısa bir süre önce yurt dışına çıktıktan sonra bir şeyler olmayacağını düşünerek tekrar yurda dönen Erbakan da olması beklenen bu darbeden haberdardı.
     Yani 12 Eylül Darbesi Türk siyasi tarihinde sürpriz bir darbe olmamıştır.








TBMM’DE ERKEN SEÇİM TARTIŞMALARI

   Dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel yukarıda da bahsedildiği gibi gelmesi ve planları bitirilmiş bir darbenin önünü kesmenin en kestirme yolu olarak seçimi görmüştü.  
    Kendisini bu konuda destekleyen MSP’ye karşı karşısında CHP ve MHP’nin engellemesiyle de karşılaşmıştı.
   Bu tablo ile gündeme gelen, AP Temsilciler Meclisi 31 Mayıs- 1 Haziran tarihleri arasında toplanarak, Ekim ayı içinde erken seçim yapılması için tavsiye kararı alıyorlardı.
    MSP de aslında seçim istemiyordu, fakat kulislerde konuşulanlara göre AP’nin seçim kararını engellemek için böyle bir taktik uygulamıştı.
    Böylece MSP, arkasından da AP erken seçim önergelerini TBMM Başkanlığına verdiler. AP 19 Ekim, MSP ise 26 Ekim’i erken seçim olarak öneriyorlardı.
   İki önerge Anayasa Komisyonu’nda birleştirildi. Komisyon Başkanı ise MSP’li Şener Battal’dı. Nahit Menteşe bu komisyonun çalışmasına ilişkin olarak;
     “Anayasa Komisyonunda MSP’li başkan ve CHP’li üyelerin uyguladıkları engelleme, meşru ve hukuki ve hatta ahlaki olmaktan çıkmış, kendilerini, partilerini ve parlemontoyu gülünç bir duruma düşürecek hale gelmişti” diyecekti.
     Bu olumsuz tabloya karşın, Anayasa Komisyonu’nda erken seçim teklifi görüşülüyordu. Anayasa Komisyonu’na CHP’li Muammer Aksoy tarafından 700 sayfalık bir önerge verilmiştir.
    Bu  önergede, erken seçimin Anayasaya aykırı olduğu iddia ediliyordu.
     Bu önergenin arkasından 600 sayfalık ikinci bir önerge geldi. O da CHP’li Prof. Dr. Turan Güneş tarafından verilmişti. Bu önergede de erken seçimin Anayasaya aykırı olduğu iddiası vardı.  
    Görüldüğü gibi 12 Eylül ve Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına gidecek bu yolda kilitlenen Cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken seçimin yapılmaması zemini tamamlanmıştır.



































KENAN EVREN’İN DARBE GEREKÇESİ

   Gün yok ki, gerek 27 Mayıs gerekse 12 Eylül hakkında yeni bir şey ortaya çıkmasın. Bu durum henüz siyasetin ara koridorlarında mahrem tutulan ve açıklanmasından hoşlanmayanların mevcudiyetini ortaya koyarken, diğer taraftan ise bu konuların araştırılma safhalarında takınılan tavırlarda taraflı olunması, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de belirleyici olacak hususların göz ardı edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doruk noktasında sorunların her daim var olmasına neden olmaya devam edecektir.   
   Hiçbir şekilde darbe yapan ve yaptıranların haklılıklarını savunamayacakları bu durumlara karşı, 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren şu şekilde bir savunma içine girmiştir;
    “Siyasiler yıllarca oy hesabı ve iktidar olma hırsı uğruna Atatürk ilkelerinden verdikleri tavizler sonucu yaratılan ortamdan istifa eden şeriat düzeni savunucuları, 6 Eylül 1980’de yeni bir irtica hareketine giriştiler.
    Parlemontoya kadar girmiş, girebilmiş bu akımın temsilcileri Sakarya ve Bursa’dan sonra Laik Devlet düzenimize karşı bir güç gösterisini Konya’da sahneye koydular…[15]demekteydi.
   Evren Paşa’nın 12 Eylül Hareketinin yapılmasına gerekçe olarak Konya mitingini ve bunun sorumlusu olarak da Necmettin Erbakan’ı göstermesine rağmen Necmettin Erbakan beraat edecek,  daha sonradan teslim olan Alpaslan Türkeş cezalandırılacaktır.
    Yine MSP’nin kimler tarafından kurulup Meclis içinde bulunulduğuna baktığımızda, Evren Paşa’nın gerekçelerinde hiçbir samimiyet ve doğruluk payı olmadığı ortaya çıkmaktadır.
    Ama yaptığı açıklamasında gerçek ve ülkemizin bugün en büyük kaybı ve yüzünü kızartacak olan ise yine kendi sözleriyle şu şekilde ortaya konulmakta;
     “Son iki yıllık süre içinde terör 5.241 can almış, 14.152 kişinin yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal Harbinde, Sakarya’daki şehit miktarı 5.173, yaralı miktarımız 14.480’dir.
    Bu mukayese dahi Türkiye’de hiçbir insanlık duygusuna değer vermeyen bir örtülü harbin uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır[16].  Diyordu.
    Yukarıda verilen bu rakamları ciddiye almalıyız. Kaybettiğimiz yetişkin insanlarımızın bugün ülke yönetimindeki katkılarının neler olabileceğini iyi hesaplamalıyız.




















KENAN EVREN’in CUMHURBAŞKANI SEÇİLMESİ

   12 Eylül hareketinin mimarı olan Kenan Evren bütün yetkileri üzerinde topladıktan sonra yeni anayasanın da tanıtımını ve halka anlatım görevini üzerine alarak 1983 yılında sivil idareye geçişi sağlamıştır.
   İşin garibi halkın oyuna sunulan yeni anayasayla birlikte, Kenan Evren’in de Cumhurbaşkanlığı görevini kabul anlamına gelmekteydi.
    Yani Kenan Evren tarihimize “Halk oyu ile gelen tek Cumhurbaşkanımız olacaktır.” Kenan Evren’in son olarak halkın karşısına çıkarak Anayasayı anlattığı tarih 5 kasım 1982’de; “24 Ekim akşamı sizlere ilk hitabımda söyledigim gibi ben, bu  anayasaya kefil oluyorum. Bunu tasvip etmenizi, devlet ve memleketimizin geleceği ve evlatlarımızın, Türk Milleti’nin istikbali için sizlerden istiyorum..” demekteydi.
    Bu son konuşmanın ardından 2 gün sonra 7 Kasım 1982’de yeni anayasamız halk oyuna sunulur.
   8 Kasım 1982’de ise % 92 gibi yüksek bir oranla yeni anayasa kabul edilirken, 7. Cumhurbaşkanımız da Kenan Evren olmuştur.
     Son Cumhurbaşkanlığı seçimiyle örtüşen yanlarına baktığımızda gerçekten tarih tekerrür etmiyor diyebilir miyiz?
     Yazının ilerleyen bölümlerinden de takip olunacak kişilerden biri ve 57. Koalisyon Hükümetinin Devlet Bakanlığı görevini üstlenmiş, 2000 yılında olaylı bir şekilde Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi istenen Somuncuoğlu’nun daha sonra mahkemeye yansıyan dava dilekçesinde[17] konuya ilişkin olarak şunları söylemekteydi;
   “Dönemin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’in teklifi ile koalisyon hükümetinin ortakları DSP, MHP ve ANAP, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması için Anayasa değişikliği kararı almışlar ve kamuoyunda 5+5 olarak adlandırılan girişimi başlatmışlardı.
    Bu girişime, “kişi için Anayasa değişikliği ve Başbakanın Cumhurbaşkanı ataması” anlamına geleceğinden ilk andan itibaren karşı çıkmıştım. Koalisyon partileri genel başkanlarının hazırladığı ve bu partilere mensup milletvekillerinin tamamınca imzalanması istenen teklife bakan olarak imza koymayarak, tavrımı belli etmiştim.
     Bu olay parti yöneticilerinin şahsıma yönelik husumetini daha da arttırmış, bugün sanık sıfatında olan milletvekilleri o zaman da, “Genel Başkan’ın talimatını dinlemeyerek, törelere aykırı davrandığımı” iddia etmişler, Anayasa değişikliği oylamasında MHP’nin verdiği firelerden şahsımı sorumlu tutmuşlardı.
   Oysa bütün partilerde bu değişikliğe karşı bir tavır sergilenmiş ve sonuçta da Anayasa değişikliği teklifi kabul edilmemiş, sayın Demirel’in görev süresi uzatılamamıştı.[18] demekteydi.
    10. Cumhurbaşkanı’nın seçimiyle ilgili anayasal süreç 11 Nisan 2000 tarihinde işlemeye başladı.
     Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 57. Koalisyon Hükümetini kuran, DSP, MHP ve ANAP’ın ortak oldukları hükümet’in Başbakanlık görevini üstlenen Bülent Ecevit 10 Nisan 2000 tarihinde yaptığı basın açıklamasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, dönemin siyasi yapısı hakkında şunları söylemekteydi;
   “Bölücü teröre karşı yıllardır verilen mücadele başarıyla sona ermek üzeredir.
    Ancak bölücü akımın dış siyasal platformlardaki etkinliği belirgin biçimde artmaktadır.
   Buna karşı içeride ve dışarıda yeni önlemler alınması gereklidir.
     Laiklik karşıtı akımlara karşı mücadele kararlılıkla sürdürülmelidir.
     Ekonomik ve sosyal alandaki reformcu atılımlar ülke gündeminde ağırlıklı yerini korumaktadır.
    Bu konudaki kararlılığın sürmesi Avrupa Birliği’yle ilişkilerimiz açısından da önem taşımaktadır.
     Dış ilişkilerimiz tarihte görülmemiş  ölçüde yaygınlaşıp ivme kazanmıştır. Bu açılımı kesintisiz sürdürmek gerekir. Bu ve benzeri sorunların ve görevlerin üstesinden gelebilmek için, 57’nci Hükümet döneminde sağlanan uzlaşı ortamı kesintisiz devam etmelidir.
      Uzlaşı ortamına ve ülkemizle ilgili tüm gelişmelere Cumhurbaşkanı olarak Sayın Süleyman Demirel’in değerli katkıları olmuştur.
    O nedenle Sayın Demirel’e yeni bir görev dönemi tanınmasında yarar gördük fakat sonuç alamadık” sözleriyle ülkenin içinde bulunduğu durumu özetlemeye çalışmıştır.
     Başbakan Ecevit’in sözleri arasında dikkat çeken önemli husus sorun haline gelen Cumhurbaşkanlığı seçiminin koalisyonu oluşturan partiler ve 9. Cumhurbaşkanının da uyum içinde olduğunu yani “uzlaşı” halinde olduklarını vurgulamıştır.
     Oysaki bırakın koalisyon hükümetinin üyeleri arasındaki uyumu parti içinde bile bir uyum ve uzlaşı yakalayamadıkları apaçık ortadaydı.
    Bunlara bir örnek verecek olursak; Cumhurbaşkanlığı seçiminin adayları arasında ismi geçen Anavatan Partisi’nden (ANAP) iki isim dikkat çekicidir. Bunlardan biri Agah Oktay Güneri, diğeri ise Yıldırım Akbulut’tur.
    Kendi parti liderlerinin Cumhurbaşkanı olmaması için adeta mücadele verdikleri alenen ortadadır.
    Diğer koalisyon partisinin üyesi olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’ndeyse muhalefet ve iktidar parti milletvekillerinin de cumhurbaşkanlığı adaylığı desteğini almasına karşın bizzat Parti Lideri Devlet Bahçeli tarafından dışlanan Somuncuoğlu örneği de bu uzlaşının parti ve hükümet arasında bulunmadığını belgelemektedir.
    Başbakanın sözlerinin devamında, “Cumhurbaşkanı adaylığı için bir milletvekili üzerinde birleşmeleri ideal çözümdür.
     Fakat ideal çözüm her zaman kolay sağlanamaz. Ona rağmen denenmelidir. Eğer bu denemeden sonuç alınamazsa, koalisyon ortakları parti ayırımı gözetmeksizin, tek bir milletvekilinin adaylığı üzerinde birleşmeye çalışmalıdırlar. (Bu sözün doğru olmadığı açık bir şekilde ortadadır.) Bundan da sonuç alınamayacağı anlaşılırsa, Meclis dışından, partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde anlaşma olanağı aranabilir.
    Bu seçeneklerden hiçbiri gerçekleşmezse, Cumhurbaşkanı seçimi partiler arasında ve partilerin içinde ciddi sorunlara ve sürtüşmelere yol açabileceği gibi, Cumhurbaşkanlığı seçimi de tesadüfe kalmış olur.
   Devletin en yüksek görevinin tesadüfe kalması ise çok sakıncalıdır. O yüzden Türkiye yeniden bir kararsızlık ve belirsizlik ortamına sürüklenebilir. Bu kaygımı aylardır belirtmeye çalışıyordum.
     Kaygımın gerçekleşmeyeceğini umarım…” sözleriyle aslında hükümet içinde ve muhalefette bir uzlaşmanın var olmadığı, bu durumun devam etmesi halinde ise “Devletin en yüksek görevinin tesadüfe kalması ise çok sakıncalıdır. O yüzden Türkiye yeniden bir kararsızlık ve belirsizlik ortamına” girebileceği vurgusu yapılmıştır.
     Üstü kapalı bir şekilde hükümetin diğer ortakları olan, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli ve Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la birlikte muhalefet de uyarılmaktaydı.
   Bununla birlikte ülkede gün geçtikçe artan ekonomik sıkıntılar ve siyasi erkin halk üzerinde azalan etkisi daha açık bir ifadeyle “siyasilerin güvensizliği” toplum üzerinde yeni seçilmesi beklenen Cumhurbaşkanının profilini de çizmeye başlamıştı.
    Neredeyse her gün bir yenisinin eklendiği yolsuzluk olayları bu tepkinin en önemli maddesini oluşturmaktaydı.
     Öyle ki göz nurumuz ordumuz içinde bile gerçekleşen yolsuzluk olayları milletimiz tarafından hiçbir vakit hoş gözükmeyecek nahoş ortamlar hazırlarken, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin sürekli olarak bahçesini temiz tutması gerektiğinin ortaya çıktığını tekrar belirtmekte fayda görülmektedir.
   Başbakanın sözleri arasında dikkat çekici olan diğer bir konu da seçilmesi gereken Cumhurbaşkanının kim olması gerektiği hususunda verilen işaretti.
  Başbakan Ecevit, “Meclis dışından, partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde anlaşma olanağı aranabilir.” sözleriyle acaba Cumhurbaşkanlığı görevi için “Hikmet Çetin’i mi düşünüyor”, sorusunu akıllara getiriyordu.
     Bu cümle üzerinde fikir alışverişinde bulunduğum siyasilere öncelikle Cumhurbaşkanı adayları arasında Hikmet Çetin’in isminin geçip geçmediğini sorduğumda hepsi ilk etapta “Hayır”cevabını vermiş, bunun üzerine Başbakanın bu, “Meclis dışından partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi bulunan bir  ortak aday” cümlesini hatırlattığımda yine hepsi biraz şaşkın “bu Hikmet Çetin olabilir” cümlesine şahitlik etmiş durumdayım.
     Öncelikle 10 Nisan 2000 tarihinde yapılan bu açıklamanın ardından Sayın Başbakanın koalisyonu oluşturan partiler arasında “uzlaşma”nın var olup olmadığı konusundaki ilk sinyali ANAP’ta buz gibi bir havanın esmesine neden olurken, aslında böyle bir uzlaşının olmadığının da sinyallerini veriyordu.
   Çünkü; Cumhurbaşkanlığı koltuğu için neredeyse tüm hazırlıklarını tamamlamış olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın “Bu görüşlerini zirvede dile getirebilirdi.
    Daha önce kamuoyuna açıklama yapması şık olmadı” sözleriyle hükümet için bir kriz olabileceği yönünde ilk sinyalleri vermişti.  ANAP’ın, Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK)’nda  Başbakan tarafından yapılan bu açıklama sonrasında bir açıklama yapılmazken partinin ileri gelen sözcüleri “Bu açıklama Yılmaz’ın adaylığını kesmeye yöneliktir” sözleriyle tepkilerini ortaya koymuşlardı.
      Koalisyon hükümetinin diğer ortağı olan MHP ise, MHP Başkanlık Divanı bu açıklamanın ardından aynı gün toplanmış ve Genel Başkan Yardımcısı olan Şevket Bülent Yahnici, “DYP ve FP’nin de dahil olduğu bir uzlaşma zemininde, geniş bir konsensüs ile Cumhurbaşkanı seçiminin, en iyi hal ve şart olduğunu” söylüyordu.
    Bu sözlerin devamında diğer hükümet üyelerinin de ortak kanatını  ortaya koyan sözlerinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile hükümet meselelerinin ayrı ayrı ele alınması ve bu durumun hükümeti hiçbir şekilde etkilememesine özen gösterilmesi gerektiği özellikle vurgulanıyordu.
    Sözlerinin devamında şunları söylemekteydi; “Partimiz tarafından, geniş bir uzlaşma zemininde Cumhurbaşkanlığı seçimini gerçekleştirecek ilkeler üzerinde durulmaktadır.
     Bu ne demektir: Hiçbir partinin tek başına Cumhurbaşkanı seçme imkânı yoktur.
    O zaman öncelikle en iyi şart olarak gördüğümüz hadise, koalisyonu oluşturan üç partinin değil, bütün partilerin anlaşabileceği, önceliklerinde, ilkelerinde anlaşabileceği, bir aday üzerinde parlamentonun uzlaşma zemini arayışını sağlamaktır.
     DYP ve FP’nin de dahil olduğu bir uzlaşma zemininde geniş bir konsensüs ile Cumhurbaşkanı seçimi. En iyi halin ve şartın bu olduğu inancındayız.
       Bu temin edilemediği takdirde, elbette ki diğer arayışlar, mesela koalisyonu oluşturan partilerin üçlü arayışı veya diğer arayışlar gündeme gelebilir.”[19]   Demekteydi.
     Başbakanın bu açıklamasının ardından MHP’de çıkan karar Cumhurbaşkanlığı seçiminin, 5 partinin bir aday üzerinde uzlaşması, bunun sağlanamaması durumunda iktidar ortaklarıyla uzlaşmaya gidilerek sonuçlandırılması görüşü benimsendi. Hükümet üyelerinin liderler bazında yapılması planlanan görüşmesi, Başbakanın Hindistan gezisi sonrası geçirdiği gribal enfeksiyon nedeniyle ileri ki bir tarihe ertelenmişti.
    Başbakanın açıklamalarının ardından çıkan diğer bir sonuç da, açıklama yaptığı konular üzerinde hükümetin diğer üyeleri olan parti ve liderlerden habersiz yaptığıdır.
     Bu sebepten dolayı koalisyon hükümetinin, MHP ve ANAP kanaatını sakinleştirmek amacıyla ara  boşlukta hükümet üyeleriyle görüşmek üzere, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve MHP Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ile görüştü.
    Özkan’ın, bu ziyaretleri kamuoyunda, Başbakanın yaptığı açıklama sonrasında oluşan gerginliği ortadan kaldırmaya yönelik olduğu fikrini doğurmuştu.
     Bu arada Cumhurbaşkanının seçimi için yasal süreçte başlamıştı.
    TBMM Başkan Vekili Vecdi Gönül, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yasal sürecinin başladığını şu sözlerle dile getirmişti;  “Sayın milletvekilleri, tarihi bir duyuruyu dikkatlerinize sunmak istiyorum. Anayasamızın 102’nci maddesine göre, Cumhurbaşkanı adaylarının, 16 Nisan 2000 Pazar gününden başlamak üzere 25 Nisan 2000 Salı günü saat 24.00’e kadar, Meclis Başkanlık Divanına bildirilmesi gerekmektedir.
     Bu başlangıcın hayırlı bir sonuç getirmesini temenni ediyorum. Genel Kurul’un bilgilerine sunarım.”    
    Sözüyle Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk startı veriyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimi için ilk tur oylama 27 Nisan Perşembe günü yapılacaktı.
    l1 Nisan 2000 tarihinde başlayan seçim takvimi TBMM Başkanlığı 11 Nisan’da, Cumhurbaşkanı adaylarının 16 Nisan
Pazar gününden, 25 Nisan Salı günü saat 24.00’e kadar Meclis Başkanlık Divanı’na bildirilmesi gerektiğine ilişkin duyuruyu yaptı.
   TBMM Başkanlığı’nca belirlenen program uyarınca,
Anayasa gereğince 15 Mayıs’a kadar tamamlanması gerekmekteydi. Bu tur da hiçbir adayın üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu olan 367 oyu sağlayamaması durumunda, 1 Mayıs Pazartesi günü ikinci tur oylamaya gidilecek.
     Bu turda da hiçbir aday 367 oya ulaşamazsa 5 Mayıs Cuma günü yapılacak üçüncü tur oylamada, seçilebilmek için salt 90 günlük olan 276 oy aranacak.
     Bu turdan da sonuç alınamazsa 9 Mayıs Salı günü, üçüncü oylamada en çok oyu alan iki adayın katıldığı son tur oylama yapılacak.
     Bu turda 276 oyu alan aday, Cumhurbaşkanı seçilecek. 4. turda da Cumhurbaşkanı seçilemezse TBMM seçimleri derhal yenilenecekti.
   Anayasa’nın 101. maddesine göre, Cumhurbaşkanı, TBMM tarafından 40 yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış kendi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından 7 yıllık bir süre için seçilecek.
     Cumhurbaşkanlığı’na TBMM üyeleri dışından aday gösterilebilmesi, ancak üye tam sayısının beşte biri olan 110 milletvekilinin yazılı önerisi ile mümkün olabilecekti.
       Cumhurbaşkanının seçimi için başlayan yasal sürecin ardından, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşmada, Meclis’e verilen ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresini uzatmaya dönük Anayasadaki değişikliğin sağlanamadığını vurguladıktan sonra sözlerine şu şekilde devam ediyordu;
      “Cumhurbaşkanının görev süresinin uzatılmasına ilişkin anayasa değişikliği konusunda altı aydan bu yana yapılan tartışmalar artık sona ermiş bulunmaktadır.
      Bugün Türkiye’nin önünde, mevcut Anayasa kuralları dairesinde Cumhurbaşkanlığı seçimini tamamlama konusu vardır.
     Yüce Meclis’in Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini en iyi şekilde tamamlayacağına, makulü bulacağına, konuyu sorun haline getirmeden aşacağına inanıyorum.
    Meclis, kendi iradesi konusunda hassasiyetini muhafaza ettiği sürece, Cumhurbaşkanlığı konusunun bir soruna dönüşmesi ihtimali yoktur.
     Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle bir krizin ortaya çıkması da mümkün değildir.
     Sonuç olarak, bu meclis Cumhurbaşkanını seçecektir. Kimsenin bu konuda en küçük bir şüphesi olmasın. Cumhurbaşkanlığı seçimi de, hükümetin temelini oluşturan uzlaşma
ve istikrar tercihinin önüne geçmeyecektir. Cumhurbaşkanlığı konusu hükümetin ne protokolünde, ne de programında bir koalisyon kaidesi olarak herhangi bir şekilde yer almamıştır. Binaenaleyh, Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir hükümet konusu, koalisyonun mevcudiyeti ve geleceği bakımından bağlayıcı bir husus değildir.
      Bununla beraber, hükümeti oluşturan partiler, siyasi hadiselere müşterek yaklaşma eğilimlerinin bir gereği olarak, konuyu uzlaşma zemininde neticelendirme arayışı içindedirler...
     Bu vesileyle, bir hatırlatma ve uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye akşam Cumhurbaşkanı seçimiyle yatıp, sabah Cumhurbaşkanı seçimiyle kalkar bir hale düşmemelidir. Türk demokrasisi, bu konuda, merhum Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri, yaşanan birtakım sıkıntılara rağmen, gelişmiş, erginleşmiş bir demokrasidir.
     Türk demokrasisi, Anayasasından yasalarına, gelenek ve teamüllerine uzanan geniş bir çerçeveye ve oturmuş bir yapıya sahiptir.
      Türk demokrasisi, her demokraside, bulunması gereken temel ilke, kural ve kurumlar yanında, olası sorunlara karşı yeterli tedbirlere, sağlıklı refleksler gösterebilme yeteneğine de sahiptir.
    Cumhurbaşkanlığı seçimi, demokrasimizin geniş ve müdebbir çerçevesi dahilinde neticeye bağlanacaktır. Şu mu olacak, bu mu olacak gibi yoğunlaşan spekülasyonlar kafa karışıklığına ve sinirlerin gerilmesine sebep olmamalıdır. Türkiye’nin önünde, millet tarafından çözümü beklenen büyük sorunlar vardır. Türkiye’nin önünde hayatın akışı vardır... Ülkenin gündemi, milletin hayatından kopmamalıdır. Sorunlarımız Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının gölgesi altında görünmez hale düşmemelidir.[20]demektedir.   
     Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzerine Başbakan Yardımcısı olan Hüsamettin Özkan’ın liderlere yaptığı ziyaret olumlu sonuçların doğmasına neden olmuştu.
    Hükümetin diğer üyesi olan MHP’de hemen hemen ANAP gibi aynı paydalarda buluşmakla birlikte konuya farklı bir boyutta ekliyordu.
    MHP Genel Başkanı Devlet Bahçelinin TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşmasında;
   “Bugün gelinen noktada Anayasamızın  çizdiği prosedür içerisinde yeni Cumhurbaşkanı Yüce Meclis tarafından seçilecektir.
    Bu konuda herhangi bir endişeye gerek bulunmaktadır. Burada bizim önerimiz yeni Cumhurbaşkanının kim olması ve hangi partiden olmasından daha öncelikli ve daha önemli hususlarla ilgidir.
    Bunları kısaca şu şekilde ifade etmek istiyorum.
1-Yeni Cumhurbaşkanı seçilmesi meselesi, sadece koalisyonu oluşturan partileri ilgilendiren bir konu değildir. Bu bakımdan Cumhurbaşkanının seçilmesi meselesini doğrudan hükümetle irtibatlandıran
bir yaklaşım içerisinde bulunmamak gereği vardır. Kısaca Cumhurbaşkanlığı seçiminin hükümet meselesinden ayrı olarak ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
2-Yeni Cumhurbaşkanı Meclis’te bulunan bütün partilerle yapılacak diyalogla, mümkün olan en geniş uzlaşma zemininde ortaya çıkacak bir anlayış ve işbirliği sonucunda seçilmelidir.
3-Siyasi partiler ile meclisimiz, Cumhurbaşkanı seçimine, küçük ve kişisel hesapların değil, siyasetin prestij kazanma ve güven tazelemesinin bir aracı olarak yaklaşmalıdır.
4-Yeni Cumhurbaşkanının kim olmasından çok, nasıl bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmesi gerektiği önemlidir.
   Bunun için uzlaşma arayışlarında, Cumhurbaşkanı olacak şahsın vasıfları belirleyici olmalıdır.
5- Yeni Cumhurbaşkanı olacak şahsın, her şeyden önce Türkiye’nin bütünlüğü ve Türk devletinin milli ve üniter yapısı konusunda temsil edici, Cumhuriyetin temel değerlerini sahiplenecek bir kimliğe sahip olması önemlidir.
6- Yeni Cumhurbaşkanı olacak şahsın kamuoyumuzda bugüne kadar, dürüst şaibesiz ve milletimizin manevi değerlerine saygılı hüviyeti ile tebarüz etmiş demokrasinin ilkeleri konusunda duyarlı bir şahsiyet olmalıdır.
    Bu çerçevede uzlaşma arayışları sonucu tespit edilebilecek şahsiyetin Büyük Milletimizi en iyi bir biçimde temsil edebilecek olduğuna inanıyoruz.”
        DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in yaptığı açıklamada ise, (11 Nisan 2000) ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal konular üzerine açıklamalar yaptıktan sonra gazetecilerin Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin sorularını cevaplandırırken Başbakanın 10 Nisan tarihinde yaptığı yazılı açıklamaya “İçeriden de olabilir, dışarıdan da olabilir” sözlerine ne gibi bir cevap vereceği sorulduğunda;
     Çiller: “Şimdi, tabii aslında Cumhurbaşkanlığı makamı oldu  bittiye getirilmeyecek kadar da önemli bir makamdır. Burada dikkatle
üzerinde durulması gerekli olan şey, uzlaşmacı bir parlamenter yaklaşımını benimseyebilmektir.
    Ne demek bu? Uzlaşma içersinde parlamentodan birisini çıkarmak, demokratik süreç açısından en doğrusu olacaktır. Burada herkesin kendi çıkar hesaplarını aşarak milletin gönlünde olanı, yani ‘işte bu benim Cumhurbaşkanımdır.’ diyebileceği, ülkenin meselelerini ve dengelerini dış dünyada da iyi
koruyup, temsil edebilen bir kişiyi çıkarabilmesidir.
     Parlamento dışından olabilir mi? Bugün milli egemenliği temsil eden en üst kurum parlamentodur. Demokratik süreç içerisinde, uzlaşma ortamında bir parlamenteri belirlemek bu demokratik sürecin doğal bir uzantısıdır.
    Dolayısıyla ilk önce bakılması gerekli olacak şey budur. Biz DYP olarak, parlamenterleri dışlayan, onları buna layık görmeyen bir tutumu benimsememiz mümkün değil.
     Çünkü, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyen biziz. Halkın seçtiği milletvekillerini dolayısıyla saf dışı gören bir yaklaşımın demokrasi ile bağdaştığını kolayca söylemek ve bunu milletvekillerinin de içine sindirdiğini ifade etmek kolay olmayacaktır.
    Bu çerçevede DYP, uzlaşmacı tutumunu elbette sürdürecektir. Bunun demokratik teamüller çerçevesinde oluşmasına özen gösterecektir.
     Ve bu bilinç içerisinde, mesuliyetimizin bilinci içerisinde milletin gönlünde olan, ülkeyi bu hassas coğrafyada iyi temsil edebilecek, “bu benim Cumhurbaşkanımdır” denebilecek bir adaya ulaşılmasında, uzlaşmacı tavrını, yapıcı tavrını, demokratik tavrını sürdürecektir.”
     Gazetecilerin sordukları diğer soru ise; “ANAP’lılar, Cumhurbaşkanı hem başbakanlık yapmış hem dışişleri bakanlığı yapmış biri olmalı diyor. Bu tarife siz de uyuyorsunuz. Siz aday olacak mısınız?” şeklindeydi. “Biz DYP olarak kişilere girmiş değiliz; erkendir de böyle bir şeyin içine girmek, DYP olarak tekrar ediyorum, kişisel çıkarların üzerinde, meseleyi bir ülke sorumluluğu içerisinde kavrayan ve tıkayıcı olmayan uzlaşmacı tutumumuzu sürdüreceğiz ve gerçekçilik platformundan da ayrılmayacağız”
    Görüldüğü gibi muhalefet de seçilecek Cumhurbaşkanı konusunda hükümet yanlısı bir tavır sergilemekteydi.
     Temel noktada seçilmesi planlanan Cumhurbaşkanının kim olduğundan çok üzerinde taşıyacağı ve toplumun vicdanını rahatlatıcı bir şahıs olması konusunda ortak kanaat belirten siyasilerle birlikte, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’ndan da bu şekilde destek gelmekteydi.
    Hürriyet Gazetesi, 12 Nisan 2000 tarihli nüshasında, Eski Milletvekili Tevfik Diker başkanlığındaki Yolsuzlukla Mücadele Derneği’nin yöneticilerini kabul eden Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin sözlerini, diğer gazetelerde de olduğu gibi aynen veriyordu.
    Kıvrıkoğlu; “Yeni Cumhurbaşkanının dürüst, şaibesiz, ciddi biri olması gerektiği” ni açık bir dille vurguluyordu.
     Bununla birlikte ordunun içinden emekli veya sivil her hangi bir kişinin ordunun adayıymış gibi gösterilmesine karşı da çıkmaktaydı.
    14 Nisan 2000 tarihli bir gazetenin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfen “Biz bu işte yokuz” başlıklı özel bir haber yer vermesinin ardından Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği bir basın açıklaması yapmak zorunda kalmıştı.
     Bu açıklamaya göre; “14 Nisan 2000 tarihinde yayımlanan bir gazetede Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfen ‘Biz bu işte yokuz’ başlıklı özel bir haber yer almıştır.
     Haber, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakana konuyla ilgili bir mesaj ilettiği, Silahlı Kuvvetler’in ülke sorunlarının tamamen dışında olduğu gibi, kamuoyunu yanlış bilgilendirici ve yönlendirici bir içerik taşımaktadır.
    Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan Anayasa değişiklikleri çalışmaları sırasında, çeşitli ortamlarda Cumhurbaşkanlığı seçimi için bazı kişiler tarafından ‘Asker bizi destekliyor, askerler arkamızda’ şeklinde doğru olmayan beyanlarda bulunulduğu görülmüştür.
     Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı tarafından ‘Çok önemli bu makama ülkemize en iyi hizmeti kim verecekse o kişinin getirilmesinin yararlı olacağı’ hususu dile getirilmiştir.
    Silahlı Kuvvetler, Anayasa ve kanunlarımız çerçevesinde, ülkenin yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren konularla yakından ilgilenmekte, gelişmeleri değerlendirmekte; görüş ve önerilerini, yasal zeminlerde ve doğrudan ilgili kişi ve makamlara ifade etmektedir.
       Bu kapsamda gündemde bulunan Cumhurbaşkanı seçimleri ile ilgili olarak, Silahlı Kuvvetler’in bu konuda hiçbir fikrinin veya değerlendirmesinin olmaması düşünülemez.
     Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de, örneğin Cumhurbaşkanı olacak zat hakkında, ilkeler ve arzu edilen nitelikler bazında değerlendirmeleri mevcuttur. Bu değerlendirmeler, gerektiğinde ilgili zeminlerde dile getirilmektedir.”
    14 Nisan 2000 tarihinde, Başbakan Bülent Ecevit’in başkanlığında toplanan liderler, (Liderler Zirvesi) toplantı sonrası, Bülent Ecevit’in toplantıya ilişkin yaptığı açıklamada; “Koalisyon partilerinin genel başkanları olarak Sayın Devlet Bahçeli ve Sayın Mesut Yılmaz ile Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda nasıl bir yöntem izlenebileceği, nasıl bir ilke uygulanabileceği konusunda görüş alışverişinde bulunduk.
      Tam mutabakat halinde ve görüş birliği içindeyiz.
     Benim de geçen gün önermiş olduğum gibi; öncelikle Meclis’te temsil edilen muhalefet partilerinin genel başkanlarıyla görüşerek onların görüşlerini, önerilerini almamın çok yararlı olacağı üzerinde görüş birliğine vardık.
   Yarın için bu görüşmeleri gerçekleştirmeye çalışacağım. Henüz takvim kesin olarak belli olmadı, belli olunca sizlere açıklayacağım.”
     Gazetecilerin toplantının içeriğine ilişkin sorularda; “Soru: Efendim Cumhurbaşkanı adayı Meclis içinden mi, dışından mı olacak? Başbakan Bülent Ecevit; “O konulara hiç değinmedik. Dolaylı olarak bile, ima yoluyla bile kişiler üzerinde kesinlikle durulmadı.
    Zaten daha önce muhalefet partilerinin genel başkanlarıyla görüşmemiz gerekirdi. Ondan önce bizim daha somut konulara girmemiz doğru olmazdı.”
    ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, zirveden ayrılırken, koalisyon ortakları olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlenecek yöntemle ilgili tam mutabakat içinde olduklarını belirtti.
    Yılmaz, aday olup olmayacağına ilişkin bir soruya, “Bu konuda çok daha önce kendimle ilgili görüşlerimi kamuoyuna açıkladım. Onda herhangi bir değişiklik söz konusu değil” yanıtını verdi.
    Yılmaz, uzlaşmanın bu kadar kısa sürede nasıl sağlandığına ilişkin soruyu ise şöyle yanıtladı: “Tam bir uyum içerisindeyiz. Türkiye’de şu anda istikrarı sağlamada en önemli unsurun da hükümetin uyumu olduğuna inanıyoruz. Bu uyumu sürdürmeye kararlıyız.” Bu görüşmenin ardından, Başbakan Ecevit Muhalefet liderleriyle de 15 Nisan 2000 tarihinde Fazilet Partisi (FP) Genel Başkanı Recai Kutan ve Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Tansu Çiller ile yaptığı görüşme sonrasında bir açıklama yaptı.
    Bu açıklamasında dikkat çeken ilk husus muhalefet ve iktidar arasında da bir uyum olduğu “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halkın gözünde saygınlığı artıyor.” sözleriyle, halkın nazarında etkisini kaybetmekte olan siyasilerin millet karşısındaki pozisyonunu yumuşatmaya, gün geçtikçe büyüyen bu sorunu yok saymaya çalışıyordu.
     Diğer bir konu da Türkiye‘nin Dünya üzerinde ki saygınlığına yönelik oluyordu, “Türkiye‘nin dünya gözünde saygınlığı artıyor.” sözleri de gerçekle hiçbir şekilde bağdaşmıyordu.
    Dönemin gazetelerini dikkatle baktığımızda yukarıda bulunan bu iki unsurun devlet üzerindeki olumsuz yansımalarını görmemek mümkün değildir.
     10. Cumhurbaşkanlığı seçiminin daha iyi anlaşılabilmesi için Koalisyonu oluşturan partilerin ve meclis dağılımının ne olduğuna bir bakmak gereklidir.
    18 Nisan 1999 seçimlerinin, 26 Nisan 1999 tarihinde Yüksek Seçim Kurulu ( YSK) tarafından açıklanan sonuçlarında tablo şu şekilde oluşmaktaydı;
1-Milletvekili Genel seçiminde, 37 milyon 429 bin 120 seçmenden, 32 milyon 589 bin 973’ünün oy kullandığı, 31 milyon 119 bin 242 oyun geçerli olduğu ve katılma oranını % 87.07 olduğu bu seçimde;
2 – DSP: 6 milyon 900 bin oy ve %22.17 ile birinci parti olurken,  MHP: 5 milyon 594 bin 375 oy ile %17.98 ile ikinci parti oluyordu. Bunların ardından, FP: 4 milyon 790 bin 430 oy ve % 15.39 ile üçüncü, ANAP: 4 milyon 114 bin 705 ve %13.22 ile dördüncü, DYP: 3 milyon 742 bin 317 ve % 12.03’le beşinci parti oldu.
    Oluşan bu tablodan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 57. Hükümeti ve Bülent Ecevit’in de 5. kez Başbakan oluşuydu.
     57. Hükümet Demokratik Sol Parti’nin Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından 28 Mayıs 1999’da 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kurulmuş oluyordu.
     Başbakan Bülent Ecevit’in sıklıkla dile getirdiği sözlerinde
“Uzlaşma” kavramını kullanması hükümet içerisindeki sıkıntıların bir şekilde dışa vurumuydu.
    Bununla birlikte, gerek parti programında gerekse koalisyon üyeleri arasında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin hükümetin çalışmasını ve içerisinde bir problem doğurmaması da sıklıkla dillendirmeleri ve bu şekilde hareket etmeleri ileride ortaya çıkacak ve kendini hissettirmeye başlayan ekonomik ve siyasi krizin kendilerini olumsuz etkileyeceği ortadaydı ki, bu da oldu.
      Koalisyonu oluşturan partiler ve liderleri ve muhalefetteki parti ve liderleri 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan
Genel Seçimden sonra Meclis’e giremedikleri gibi, gitmez dediğimiz siyasi kişiliklerin siyasi hayatlarının da sonu olmuştur.
    Aslında bu bir şekilde hükümet tarafından algılanmış 15 Nisan 2000 tarihli açıklamasında “Cumhurbaşkanlığı seçimi son derecede önemli bir unsur.
     Anayasaya göre ve geleneklerimize göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır.
      Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder.
       Devlet organlarının özenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bunların dışında da yürürlükteki Anayasamız, Cumhurbaşkanlarına pek çok önemli görevler, işlevler vermişti.
    O bakımdan gerek iktidar partilerinin, gerek muhalefet partilerinin bunun bilinci içinde davranıyor olmaları, bu kararlılığı göstermiş olmaları son derecede sevindiricidir.”
    Bu sözler muhalefetin hem de hükümetin beklentisiydi. İktidar ve muhalefet tek kanaat ve fikir beyan etmeye başlamışlardı.
   Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı bir açıklamada, “Anayasa ve kanunlar çerçevesinde ülkenin yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren konular...” başlığında bir açıklama yapıyordu.
   Bu sırada nasıl bir Cumhurbaşkanının seçilmesi mümkün olmalıydı ki ülkenin “yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren konular” zedelenmemeliydi.
     Genelkurmay ve Org. General Kıvrıkoğlu’nun rahatsız olduğu konular vardı.
   Genelkurmay zaten bu konu üzerine konuşmak üzere Başbakandan randevu talebinde bulunduğu, yine başbakana sorulan sorunun cevabında gizliydi.
    Başbakan, “Sayın Genelkurmay Başkanı da benimle görüşmek istiyor. Ben de bunun çok yararlı olacağına inanıyorum. Çünkü belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanı seçimiyle Türk Silahlı Kuvvetleri arasında çok önemli bir ilişki vardır. O bakımdan Cumhurbaşkanı seçimiyle yakından ilgilenmeleri son derecede doğaldır. Benimle de Sayın Genelkurmay Başkanı, Türk Silahlı Kuvvetleri adına istediği zaman her konuda görüşmede bulunur.” Cumhurbaşkanının öncelikle meclis içinde, olmazsa meclis dışından seçileceğini dile getiren Başbakan, Muhalefetin de bu şekilde düşündüğünü söylüyordu.    
     Fakat iş seçimlere geldiğinde söylenen bu sözlerin doğru olmadığı tek tek ortaya çıkacaktı.
    Bunlara en güzel örnek, Sadi Somuncuoğlu’nun, 8 Mayıs 2000 tarihinde Devlet Bakan’ıyken, parti kararına karşın cumhurbaşkanlığına aday olması ve bu nedenden dolayı Bakanlık görevinden azledilmesidir.
   Bunun dışında 15 Nisan 2000 tarihinde yapılan bu toplantı sonunda FP Genel Başkanı Recai Kutan da 16 Nisan 2000 tarihinde, Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak şu açıklamaları yapacaktı;
     “Dürüst, demokrat ve şaibesiz. Önceliğimiz Meclis, ancak olmazsa uzlaşma ile dışarıdan da olabilir... Biz şu anda Türkiye’nin içinde bulunduğu özel şartlar itibariyle Cumhurbaşkanının çok kısa bir sürede seçilmesi ve seçilecek Cumhurbaşkanının da herhangi bir münakaşaya, krize, herhangi bir dedikoduya sebebiyet vermeden, yıpranmadan Çankaya’ya çıkmasını istediğimizi ifade ettik”
    Kutan’ın da dile getirdiği gibi “özel şartlar”ın ne olduğu çok iyi bilinmeliydi.
     17 Nisan 2000 tarihine gelindiğinde basında çıkan bazı isimler üzerine Başbakan Bülent Ecevit şunları söylemek zorunda kalmıştır;
      “...bazı gazetelerde birtakım iddialar ortaya çıktı. Güya ben bazı isimler önermişim. Bu isimler iyi karşılanmamış. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi yok.
      Şu ana kadar herhangi bir isim söylemedim ve kendim de bir karara varmadım. Kendi başıma verebileceğim bir karar da değil tabii. O haberler tamamen gerçek dışı” Başbakan bu sözlerin böyle olmadığını yine kendi ağzından çıkan sözlerle dile getiriyordu. 18 Nisan 2000 tarihli gazetelerde, Başbakan tarafından evinde kabul edilen bir grup gazeteciye “Cumhurbaşkanlığı adaylığı için, Aklımda en az iki isim var” diyordu.
       Bu isimlerin kimler olduğunu da açıklamıyordu. Yine de bu isimler hakkında verdiği ipuçları da mevcuttu. O günkü siyasi yapıya baktığımızda bunu anlamamak da mümkün değil.
     10 Nisan 2000 tarihinde yaptığı ilk açıklamayla zaten bu isimin kim olduğu şu sözlerde gizliydi. “Meclis dışından, partisiz fakat siyasal deneyimi ve dış ilişkiler alanında birikimi bulunan bir ortak aday üzerinde anlaşma olanağı aranabilir.” İşte bu sözlerle aklından geçen ismin Kürtçülüğüyle meşhur Hikmet Çetin olduğu açıkça ortadaydı.
     Fakat koalisyonu oluşturan partiler, muhalefet ve askeri
kanadın bu isim üzerinde tepkilerini koymaları üzerine Hikmet Çetin Cumhurbaşkanlığı aday listesinden çıkarılacaktı.
     Çünkü; Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun yaptığı açıklamada “ülkenin yüksek menfaatlerini ve geleceğini ilgilendiren konular” ile muhalefet partisi olan FP‘nin lideri Recai Kutan’ın açıklaması aynı paraleldeydi. Recai Kutan, “Biz şu anda, Türkiye‘nin içinde bulunduğu özel şartlar itibariyle Cumhurbaşkanının çok kısa bir sürede seçilmesi ve seçilecek Cumhurbaşkanının da herhangi bir münakaşaya, krize, herhangi bir dedikoduya sebebiyet vermeden” sözleriyle endişesini dile getirmekteydi.
   Bununla beraber Cumhurbaşkanlığı seçimi için Başbakanın yaptığı bu tanımlamaya tam olarak uymasa da, adaylar arasında ismi geçen ve dış ilişkiler konusunda aktif rol alan, İsmail Cem ve Mesut Yılmaz, bilindiği gibi hükümetin içinde yer almaktaydılar.
    Çünkü Başbakan “Meclis dışında, partisiz” diyordu.   Ayrıca Başbakan, Meclis’te bulunan mevcut partiler içerisinden de bir adayın çıkmasını istemiyordu.






AHMET NEÇDET SEZER

   24 Nisan 2000 tarihine geldiğimizde, 8.5 saat süren liderler zirvesinde, Cumhurbaşkanlığı için ortak aday belirlenmiş oluyordu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in isminin belirlenmesinin ardından Muhalefete de aday bildirilmiş ve onların da bu karar karşısında vereceği cevap beklenmeye başlanmıştı.
   Muhalefette Ahmet Necdet Sezer’e onay verdiğini bir süre sonra açıklamıştı.
   Ahmet Necdet Sezer’in ismi, bizzat Başbakan tarafından liderler zirvesinde aday olarak açıklanmıştı.
   Bu açıklamanın ardından  gazetecilerin sorularını cevaplandıran, Ecevit, neden Ahmet Necdet Sezer isminin ortaya atıldığını sorduklarında,
    “Tabii pek çok değerli hukukçumuz var, ama Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın böyle bir seçimde bütün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen partilerin ortak adayı olarak öne sürülmesi çok büyük önem taşır.
     Genellikle bazı ülkelerde de Anayasa Mahkemesi başkanlarına böyle görevler düşer.” Diyordu.
   25 Nisan 2000 tarihine geldiğimizde DSP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, MHP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, FP Genel Başkanı Recai Kutan ile DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Cumhurbaşkanlığına Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i aday gösteren öneriyi imzaladılar.
     Sezer’i aday gösteren öneri, 131 milletvekilinin imzasıyla TBMM Başkanlığı’na verildi.
    Başbakan Ecevit’in odasında toplanan liderler içinde bir açıklama yapan Başbakan şunları söylüyordu;
     “Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili başvuruyu birlikte imzalayacağız.
     Böyle bir olay şimdiye kadar çok partili demokratik yaşamımızda görülmemiştir.
       Bu demokrasi kültürünün önemli bir unsuru olan uzlaşı yolunda ne kadar büyük mesafe aldığımızı gösteriyor” dedi.
    Sezer’in adaylık önerisi, 131 imza ile Meclis Başkanlığı’na verildi.
      DSP’den Aydın Tümen, MHP’den İsmail Köse, FP’den
Bülent Arınç, ANAP’tan Beyhan Aslan ve DYP’den Nevzat Ercan, Sezer’in Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesine ilişkin öneriyi, saat 18.00’de TBMM Genel Evrak ve Arşiv Müdürlüğü’ne verdiler.
    Anayasanın 101. maddesine göre, en az 110 milletvekilinin önerisiyle Cumhurbaşkanlığına TBMM dışından aday gösterilebiliyordu.
    Cumhurbaşkanlığı adaylığı için imza atıldıktan sonra ekranların karşısına çıkan Başbakan[21], haber spikeri Ali Kırca’nın, Cumhurbaşkanı adayı Ahmet Necdet Sezer’in ortak bir karar olarak verilmesinde kendisinin bu ismi vermesinin nedenini anlatıyordu;
     “Size soruldu Ahmet Necdet Sezer ismini kim ortaya attı diye, siz de Bülent Ecevit olarak‚ ‘biz’ cevabını verdiniz.
    DSP ve Bülent Ecevit olarak algılandınız ama, siz altını çizerek dediniz ki; ‘üçümüz tarafından’. Ben biraz daha açmak istiyorum tabii, bu isim aynı anda herhalde 1-2-3 deyip telaffuz edilmedi.
      Birisi bu ismi ilk söylemiş olmalı, ilk söyleyen siz misiniz, yani Bülent Ecevit mi?”
   Başbakan bu soruya çok ilginç bir şekilde karşılık vermişti, “Sayın Ali Kırca, akşam saat 17:00’ye doğru bir hayli karamsar bir tablo içine girmiştik.
      Bir çıkış yolu, bir çözüm yolu bulunamayacakmış gibi bir durum vardı. Onun üzerine bir ara koalisyon ortakları arasındaki toplantımıza ara verdik ve o sırada arkadaşlarımla görüşürken bu konu üzerinde duruldu.
       Yani Cumhurbaşkanlığına Sayın Ahmet Necdet Sezer‘in aday gösterilmesi düşüncesi aramızda görüşüldü. Kendisine telefon ettik ...” Sorusuna tam karşılık alamayan Kırca, tekrar, “Ama ismini ilk telaffuz eden siz mi oldunuz?” Cevap olarak da,
   “İnanın ki, yani bunu o kadar kişiselleştirmek önemli değil, aslında kolektif bir arayış süreci içinde akla gelen bir isimdi.” Ali Kırca sorusunun devamında, “Bunu şunun için soruyorum Sayın Başbakan; daha önce de çok yıllar önce bir kriz yaşanırken yine Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siz Bülent Ecevit olarak o dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan’ın adını telaffuz etmiştiniz.
     Acaba aynı çözüm arayışı içerisinde sizin aklınızamı geldi yine.”  
   Başbakan, “O örneğin de aklımda olduğunu belirtmeliyim. Ama dediğim gibi, arkadaşlar arasında görüşürken aklımıza gelen bir isim oldu ve önce Sayın Sezer’i telefonla arayıp onayını alma gereğini duyduk.
     Çünkü kazanamamak da vardı, bunu rahatlıkla göze aldı Sayın Sezer ve ondan sonra liderlerle görüşmemizde konuyu gündeme getirdik ve çok kısa sürede bir anlayış birliğine vardık.
     Tabii gazeteciler kendi açılarından haklı olarak dün gece uzun saatler süren bir toplantımız olduğunu, tartışmalar yaşandığını düşünüyorlar, oysa gerçek öyle değil.
      Saat 17:00 sularında Ahmet Necdet Sezer’in adı akla gelip Sayın Bahçeli ve Sayın Yılmaz’a sunulunca[22], onlar hiç sıkıntı çekmeden, vakit geçirmeden bunu benimseyebileceklerini söylediler.
     Biz bunu bir genel uzlaşı ortamı içinde gerçekleştirmeyi istediğimiz için muhalefet partilerinin Fazilet Partisi’nin ve Doğru Yol Partisi’nin sayın genel başkanlarına da sunmayı düşündük.
     Tabii ilk kez karşılaştıkları bir düşünceydi, hemen bir karara varmaları beklenemezdi, kendi yetkili organlarını toplantıya çağırdılar, ‘Biz size haber veririz, bilgi veririz’ dediler.  
     Biz gece saat 23.00’e kadar muhalefetten gelecek yanıtı bekledik.
   Ertesi sabah için yeniden randevulaştık. Ertesi sabah da çok daha anlayışlı ve olumlu bir şekilde değerlendirdiklerini gördük. Olay böyle gelişti.
    Dediğiniz de doğrudur; 12 Mart döneminden çıkış sürecinde ben bir başka Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın adını gündeme getirmiştim.
    Öteden beri siyasette uzlaşıya çok büyük özen gösteririm. Son yıllarda bu konuda Türkiye bir hayli olumlu adım
attı, bu da beni çok sevindiriyor.” Bu konuyla bağlantılı olarak diğer bir soruysa Cumhurbaşkanı isminin meclis içinden olmayıp da dışından olmasına yönelikti.
   Başbakan bu soruya karşılık olarak da, “Bu süreç başlarken daha Meclis’te temsil edilen bütün partiler şu görüşü açıkça belirttiler; öncelik Meclis içinden bir aday bulunması olmalıdır, bunun için bütün olanaklar denenmelidir, ancak bir sonuç alınamayacağı veya sonuç ararken büyük zorluklarla karşılaşılacağı görülürse, o zaman Anayasanın sağladığı bir başka olanak da değerlendirilebilir ve dışarıdan bir milletvekili adayı bulunabilir, bunu yadırgamamak gerekir. Dediğim gibi önce uzunca bir süre Meclis içinden bir aday üzerinde araştırmalar yapıldı.
       Çok değerli insanlar var Meclis’te, devlet kuruluşlarını, Anayasayı, Cumhurbaşkanlığı’nı çok iyi değerlendirebilecek yetişmiş milletvekilleri var, fakat bunlar partilerde üye oldukları için partiler arasındaki çekişmelerden, yarışmalardan, engellemelerden, partilerin kendi içindeki zorluklardan etkilenebiliyorlar.
     O yüzden engellerle karşılaşabiliyorlar. Bunlar bütün demokratik ülkelerin siyasal yaşamlarında karşılaşabilecek olaylar, hatta biliyorsunuz bazı demokratik batı ülkelerinde böyle zorluklarla karşılaşıldığı vakit yüksek mahkemelerin başkanlarından bir Devlet Başkanı, bir Cumhurbaşkanı çıkarıldığı çok görülmüştür, bunu yadırgamamak gerekir.” demektedir.




























CUMHURBAŞKANI ADAYLARI KİMLER

   Cumhurbaşkanı adaylığı için başvuru süresi 25 Nisan Salı gecesi saat 24.00’te doldu.
   Cumhurbaşkanlığı seçimi için 13 kişi aday oldu. Ancak, Vecdi Gönül, Turhan İmamoğlu ve Gönül Saray Alphan adaylıktan çekildiler.
   Böylece, ilk tur oylamaya 10 aday katılmıştı. Adaylar: Mehmet Mail Büyükerman (Bağımsız Eskişehir Milletvekili), Agah Oktay Güner (ANAP Balıkesir Milletvekili), Oğuz Aygün (DSP Ankara Milletvekili), Nevzat Yalçıntaş (FP İstanbul Milletvekili), Doğan Güreş (DYP Kilis Milletvekili), Yıldırım Akbulut (ANAP Ankara Milletvekili - TBMM Başkanı), Ahmet Necdet Sezer (Anayasa Mahkemesi Başkanı), Rasim Zaimoğlu (DYP Giresun Milletvekili), Ahmet İyimaya (DYP Amasya Milletvekili), Sadi Somuncuoğlu (MHP Aksaray Milletvekili - Devlet Bakanı) Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, 131 milletvekilinin imzasıyla aday gösterildi.
   MHP Aksaray Milletvekili, Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu’nun adaylık başvurusu, bir grup MHP’li milletvekilince engellenmek istendi.
    Somuncuoğlu, saat 23:10’da, adaylık başvurusunu yapmak üzere makam otomobiliyle TBMM’ye geldi.
   Genel Evrak ve Arşiv Müdürlüğü önünde bekleyen bazı milletvekilleri Somuncuoğlu’nun gelmesi üzerine otomobilin etrafında toplandılar.
     MHP’li Şevkat Çetin ile Orhan Bıçakçıoğlu, Somuncuoğlu’nun otomobiline binerek, bir süre kendisiyle konuştular.
   Bu sırada, MHP’li bazı milletvekilleri de Somuncuoğlu’na tepki gösterdiler.
    Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt’un, “Al arabanı git, partiden istifa et, adaylığını öyle açıkla” diye bağırdığı görüldü.
    Bakanın koruma polislerinin kendisine müdahale etmeye kalkışması üzerine, Enginyurt, polislere tokat attı.
 Çıkan kargaşa sırasında bazı basın mensuplarının da fotoğraf makineleri ve kameraları hasar gördü.
     Somuncuoğlu, bir süre sonra makam otomobilinden indi ve başvuru dilekçesini vermek istedi.
    Otomobilin etrafını saran MHP’li milletvekilleri Somuncuoğlu’na tepki gösterdiler. Sadi Somuncuoğlu, tepkilere rağmen başvurusunu yaptı.
    FP’li 5 milletvekili tarafından 25 Nisan’ da aday gösterilen FP Kocaeli Milletvekili ve TBMM Başkan Vekili Vecdi Gönül, 26 Nisan’da TBMM Başkanlığına başvurarak, adaylıktan çekildi.
   DSP Kocaeli Milletvekili Muhammet Turhan İmamoğlu başvurusundan bir gün sonra 26 Nisan’da adaylıktan çekildi. l6 Nisan’da aday olan DSP Eskişehir Milletvekili Mail Büyükerman, 26 Nisan’da partisinden istifa etti.
     25 Nisan’da başvuran DSP Amasya Milletvekili Gönül Saray Alphan, 27 Nisan’da ilk tur oylama öncesi adaylıktan çekildi.
    Bu durum sonucunda oylama sonuçları; Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanını seçmek üzere TBMM’de yapılan ilk 2. tur oylamada (27.4.2000 – 1.5.2000) hiçbir aday Anayasanın öngördüğü 367 rakamına ulaşamadı.
    3. tur oylama 5 Mayıs Cuma günü gerçekleştirilecek. Bu oylamada salt çoğunluk (267) aranacak. 1. Tur oylamaya 530 milletvekili katıldı. Oylardan 8’i geçersiz sayıldı. 2 oy boş çıktı. 2. tur oylamaya 532 milletvekili katıldı. Oylardan
2’si geçersiz sayıldı. 3 oy boş çıktı.
     1 Mayıs Pazartesi günü yapılan 2. tur oylama öncesi DSP Ankara Milletvekili Oğuz Aygün, ANAP Balıkesir Milletvekili Agah Oktay Güner ve DYP AmasyaMilletvekili Ahmet İyimaya adaylıktan çekildiler.
       Koalisyon hükümetinde MHP kanadından Devlet Bakanlığı görevini yürüten Sadi Somuncuoğlu, parti kararına karşın cumhurbaşkanı adayı olması nedeniyle bakanlıktan azledildi.
    Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda partisiyle ters düşen, bu nedenle MHP’li bazı milletvekillerinin saldırısına da uğrayan Devlet Bakanı Somuncuoğlu, partisinden gelen ısrarlara rağmen MHP’den ve hükümetten istifa etmemekte direndi.
    Bunun üzerine MHP Genel  Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, Başbakan Ecevit’ten Somuncuoğlu’nun azledilmesini istedi.
      Ecevit de Bahçelinin istemini kabul ederek Somuncuoğlu’nun azline ilişkin kararnameyi 8 Mayıs Pazartesi günü Cumhurbaşkanı’nın onayına sundu.
    Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, aynı gün kararnameyi imzaladı.
     Kararnamede, “Devlet Bakanı Aksaray Milletvekili Sadi Somuncuoğlu’nun Başbakan’ın önerisi üzerine bakanlık görevinden alınması, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 109. Maddesi gereğince uygun görülmüştür” denildi.
     Bunlara karşılık olarak da, Devlet Bakanlığı görevinden azledilen Sadi Somuncuoğlu, azil kararını “ellerinde yetki olduğu için böyle bir işlemi yapabilirler ama asla haklı olamazlar. Haklı olan benim” şeklinde değerlendirdi.
    Somuncuoğlu, “Çünkü demokratik, hukuki ve ahlaki değerleri kararlılıkla savundum.” dedi.
    TBMM’de 5 Mayıs Cuma günü yapılan 3. tur oylamada, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, 330 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
      Türkiye Cumhuriyeti’nin 10.Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
görev süresinin dolacağı 16 Mayıs 2000 tarihinde resmi olarak göreve başladı.








SONUÇ
    Yukarıda takip ettiğimiz gibi ülkemizde Cumhurbaşkanı seçimleri gerçekten ilginç siyasal olayların gerçekleşmesine neden olurken, seçilen Cumhurbaşkanlarımızı ülkemizin  bölgemizdeki oluşan siyasi ve stratejik özellikleri belirleyin kimliklerden oluştuğunu görmekteyiz.
    Bunların içinde yakın tarihimiz olarak bir çoğumuzunda şahitlik  ettiği 12 Eylül darbesinde yazılan ve çizilenlerin oldukça çok olmasına karşın asıl gerçeklerden uzak olduğu ya da bu gerçeklerin Türk halkından gizlemeye çalışıldığını izlemekte mümkün.
      Örnek mi? 12 Eylül darbesinin yapılmasında acaba “Rusya’nın Fatsa üzerinden ülkemizi işgal etmek gibi bir niyetinin olup olmadığı” bu güne kadar hiç tartışıldı mı? Evet. 12 Eylül darbesi ve içeriği hakkında kalemi satılmış, boynunda altıntasmalarıyla ortalıkta dolaşan bir gafil söz de aydın, güruh neden bunların yazmaktan, Yüce Türk Milletini bilgilendirmekten kaçıyorlar.
     11. Cumhurbaşkanı seçiminde de görüldüğü gibi değişik senaryoları halkın önüne atarak gerçekten seçilmesi beklene Cumhurbaşkanını gündeme getirmiyorlar.
   Son olarak bu makam yüce Türk milletine, Ulu Önder Atatürk’ümüzün bir emaneti olarak önümüzde durmaktadır. Vicdan sahibi ve yüreğinde vatan aşkı olan siyasilerimiz ve yüce Türk ulusu bu makamı sımsıkı korumalı ve kollamalıdır.








EKLER





EK-1
TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU
1921-3. Tertip Düstur, Cilt: 1, s. 196 Ceridei Resmiye, 1-7 Şubat 1337 Kanun No:85

Madde 1- Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.

Madde 2- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.

Madde 3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır.

Madde 4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir.

Madde 5- Büyük Millet Meclisinin intihabı iki senede bir kere icra olunur. İntihap olunan azanın azalık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Sabık Heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder. Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi azasının herbiri kendini intihap eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir.
Madde 6- Büyük Millet Meclisinin heyeti umumiyesi teşrinisani iptidasında davetsiz içtima eder.

Madde 7- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili,feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelatı nasa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkamı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilinin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tayin edilir.

Madde 8- Büyük Millet Meclisi, hükûmetinin inkısam eylediği devairi kanunu mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icrai hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler.

Madde 9- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile  mukarreatını tasdika salahiyettardır. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi vekiller heyetinin de reisi tabiisidir.

İdare
Madde 10- Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder.



Vilâyat
Madde 11- Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii
birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir.

Madde 12- Vilâyet Şûraları vilâyetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Vilâyet Şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.

Madde 13- Vilâyet Şûrası, azası meyanında icra amiri olacak bir reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihab eder, İcra salahiyeti daimi olan bu heyete aittir.

Madde 14- Vilâyette Büyük Milet Meclisinin vekili ve mümessili olmak üzere vali bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi hükûmeti tarafından tayin olunup vazifesi devletin umumi ve müşterek vazaifini rüyet etmektir. Vali yalnız devletin umumi vazaifile mahalli vazaif arasında tearuz vukuunda müdahale eder.

Kaza
Madde 15- Kaza yalnız idari ve inzibati cüzü olup manevi şahsiyeti haiz değildir. İdaresi Büyük Millet Meclisi hûkümeti tarafından mansup ve valinin emri altında bir kaymakama mevdudur.



Nahiye
Madde 16- Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir.

Madde 17- Nahiyenin bir şûrası, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır.
Madde 18- Nahiye şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap azadan terekküp eder.

Madde 19- İdare heyeti ve nahiye müdürü, nahiye şûrası tarafından intihap olunur.

Madde 20- Nahiye şûrası ve idare heyeti kazai, iktisadi ve mali salahiyeti haiz olup bunların derecatı kavanini mahsusa ile tayin olunur.

Madde 21- Nahiye bir veya birkaç köyden mürekkep olduğu gibi bir kasaba da bir nahiyedir.

Umumi Müfettişlik
Madde 22- Vilâyetler iktisadi ve içtimaî münasebetleri itibariyle birleştirilerek umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir.

Madde 23- Umumi müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum devair muamelatının teftişi, umumi müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi Umumi müfettişlere mevdudur. Umumi müfettişler Devletin umumi vazaifile mahalli idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimi surette murakebe ederler.

Maddei Münferide
İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit Büyük Millet Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun birinci maddesinde gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar müstemirren müçtemi bulunacağı cihetle işbu Teşkilatı Esasiye Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler gayenin husulüne elyevm mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı  ekseriyetle karar verildiği takdirde ancak yeni intihabdan itibaren meriyül icra olacaktır.
































EK-2
TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KANÛNU’NUN CUMHURBAŞKANLARINA İLİŞKİN MADDELERİ TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KANÛNU
Kabul Tarihi: 20 Nisan 1340 (1924) Kanun No: 491 Resmî Gazete, 24.04.1924
Düstur No: Tertip 3, Cilt 5, s.576 Üçüncü Fasıl

VAZİFE-İ İCRÂİYYE

MADDE 31.- Türkiye Reiscumhûru Büyük Millet Meclisi Hey’et-i Umûmîyesi tarafından ve kendi âzâsı meyanından bir intihap devresi için intihap olunur. Vazifei Riyâset yeni Reisicumhûrun intihabına kadar devâm eder. Tekrar intihap olunmak câizdir.

MADDE 32.- Reisicumhûr Devletin Reisidir. Bu sıfatla merâsim-i mahsûsada Meclise ve lüzûm gördükçe İcrâ Vekilleri Hey’etine riyâset eder. Reisicumhûr, Riyâseticumhûr makamında bulundukça
Meclis münâkaşât ve müzâkerâtına iştirâk edemez ve rey veremez.

MADDE 33.- Reisicumhûr hastalık ve memleket haricinde seyahat gibi bir sebeple vezâifini ifâ edemezse veya vefât, istifâ vesair sebep dolayısiyle Cumhûriyet Riyâseti inhilâl ederse Büyük Millet Meclisi Reisi Vekaleten Reisicumhûr vazifesini ifâ eder.
MADDE 34.- Cumhûr Riyâsetinin inhilâlinde Meclis müçtemî ise yeni Reisicumhûru derhâl intihap eder. Meclis müçtemî değilse Reis tarafından hemen içtimâa dâvet edilerek Reisicumhûr intihap edilir. Meclisin intihap devresi hitâm bulmuş veya intihâbâtın tecdidine karar verilmiş olursa Reisicumhûru  gelecek Meclis intihap eder.

MADDE 35.- Reisicumhûr Meclis tarafından kabûl olunan kanûnları on gün zarfında ilân eder.
Teşkîlât-ı Esâsiye Kanûnu ile bütçe kanûnları müstesnâ olmak üzere ilânını muvâfık görmediği kanûnları bir daha müzâkere edilmek üzere esbâb-ı mûcîbesiyle birlikte kezâ on gün zarfında Meclise iade eder.Meclis mezkûr kanûnu bu defa da kabûl ederse, onun ilânı Reisicumhûr için mecbûrîdir.

MADDE 36.- Reisicumhûr, her sene Teşrîn-i-sânîde Hükumetin geçen seneki faaliyetine ve o sene ittihaz edilmesi münasip görülen tedbirlere dair bir nutuk iradeder veyahut Başvekile kıraat ettirir.

MADDE 37.- Reisicumhûr ecnebî devletlerin nezdinde Türk Cumhûriyetinin siyâsî mümessillerini tâyin ve ecnebî devletlerin siyâsî mümessillerini kabûl eder.

MADDE 38.- Reisicumhûr intihabı akabinde ve Meclis huzurunda şu sûretle yemin eder: (Reisicumhûr sıfatiyle Cumhûriyet’in kanûnlarına ve hâkimiyet-i millîyye esâslarına riâyet ve bunların müdâfaa, Türk milletinin saâdetine sâdıkâne ve bütün kuvvetimle sarf-ı mesâû, Türk Devleti’ne teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle men, Türkiye’nin şân ve şerefini vikâye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazîfenin icâbâtına hasr-ı nefs etmekten ayrılmayacağıma “Vallahi”) 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

MADDE 38.- Reisicumhûr, intihabı akabinde ve Meclis huzûrunda şu sûretle yemin eder: “Reisicumhûr sıfatiyle Cumhûriyet’in kanûnlarına ve hâkimiyet- i millîyye esâslarına riâyet ve bunların müdâfaa, Türk milletinin saâdetine sâdıkâne ve bütün kuvvetimle sarf-ı mesâû, Türk
Devleti’ne teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl-i şiddetle men, Türkiye’nin şân ve şerefini vikâye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazîfenin icâbâtına hasr-ı nefs etmekten ayrılmayacağıma nâmûsum üzerine söz veririm.”

MADDE 39.- Reisicumhûrun isdâr edeceği bilcümle mukarrerat Başvekil ile Vekil-i aidi tarafından imzâ olunur.

MADDE 40.- Başkumandanlık Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsîyet-i manevîyesinde mündemiç olup Reisicumhûr tarafından temsil olunur. Kuvâ-yi Harbiyenin emir ve kumandası hâzârda kanûnu mahsûsuna tevfikan Erkan-ı Harbiye-i Umûmîye Riyâsetine ve seferde İcrâ Vekilleri Hey’etinin inhası üzerine Reisicumhûr tarafından nasbedilecek zâta tevdî olunur.

MADDE 41.- Reisicumhûr, hıyâneti vataniye hâlinde Büyük Millet Meclisine karşı mes’ûldür. Reisicumhûrun isdâr edeceği bilcümle mukarrerattan mütevellid mes’ûliyet otuz dokuzuncu madde mûcibince mezkûr mukarreratı imzâ eden Başvekil ile Vekili aidine râcîdir. Reisicumhûrun hususat-ı şahsîyesinden dolayı mes’ûliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilat-ı Esasiyye Kanûnunun masuniyet-i teşrîiyeye taalluk eden on yedinci maddesi mûcibince hareket edilir.

MADDE 42.- Reisicumhûr, Hükumetin inhası üzerine dâimî malûliyet veya şeyhûhet gibi şahsî sebeplerden dolayı muayyen efradın cezalarını iskât veya tahfif edebilir. Reisicumhûr, Büyük Millet
Meclisi tarafından itham edilerek mahkum olan Vekiller hakkında bu salâhiyeti istimal edemez.

MADDE 43.- Reisicumhûrun tahsisatı kanûnu mahsûs ile tâyin olunur.

MADDE 44.- Başvekil, Reisicumhûr canibinden ve Meclis âzâsı meyanından tâyin olunur. Sair Vekiller Başvekil tarafından, Meclis âzâsı arasından intihap olunarak Hey’et-i umûmîyesi Reisicumhûrun tasdikile Meclise arzolunur. Meclis müçtemî değilse arz keyfiyeti Meclisin içtimâına tâlik olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i nâzârını âzâmi bir hafta zarfında Meclise bildirir ve itimâd talep eder. 10 Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

MADDE 44.- Başvekil, Reisicumhûr cânibinden ve Meclis âzâzı meyânından tâyin olunur.
Sâir vekiller Başvekil tarafından Meclis âzâsı arasından intihab olunarak Hey’et-i umûmîyesi Reisicumhûr’un tasdîkile Meslis’e arz olunur. Meclis, müçtemi değilse arz keyfiyeti Meclis’in içtimâına tâlûk olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i nâzârını âzâmî bir hafta zarfında Meclis’e bildirir ve itimât talep eder. Siyâsî Müsteşarları, Başvekil, Meclis âzâsı arasından seçerek Reisicumhûr’un tasdîkine arzeder 29 Teşrîn-i Sânî 1937 tarih ve 3272 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

MADDE 44.- Başvekil, Reisicumhûr cânibinden ve Meclis âzâsı meyânından tâyî olunur.
Sâir vekiller Başvekil tarafından Meclis âzâsı arasından intihâb olunarak Hey’et-i umûmîyesi Reisicumhûr’un tasdîkile Meclise arzolunur. Meclis müçtemi değilse arz keyfiyeti Meclis’in içtimâına tâlîk olunur. Hükûmet hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i nâzârını âzâmî bir hafta zarfında Meclis’e bildirir ve itimât talep eder. 29 Teşrîn-i Sânî 1937 tarih ve 3272 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

MADDE 49.- Mezûn ve herhangi bir sebeble mâzûr olan bir vekile İcrâ Vekilleri Hey’eti âzâsından bir diğeri muvakketen niyâbet eder. Ancak bir vekil, bir vekâletten fazlasına niyâbet edemez.

MADDE 52.- İcrâ Vekilleri Hey’eti, kanûnların sûver-i tatbikiyesini irâe veyahut kanûnun emrettiği hususatı tesbit için ahkâm-ı cedideyi muhtevî olmamak ve Şura-yı Devletin nâzârı tetkikinden geçirilmek şartiyle nizamnameler tedvin eder. Nizamnameler Reisicumhûrun imzâ ve ilâniyle mâmûlünbih olur. Nizamnamelerin kavânine mugâyereti iddia olundukta bunun mercii hâlli Türkiye Büyük Millet Meclisidir.





























EK-3
3. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE / ANKARA
Esas No: 2003/00436
     Mahkemenizce görülen 2003/00436 esas no’lu dava ile ilgili ifadem aşağıdaki gibidir.
      57. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde Devlet Bakanı idim. 2000 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı.
     Seçime 1.5-2 ay varken bu konuda çeşitli temaslar ve görüş alışverişi başlamıştı. Dönemin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’in teklifi ile koalisyon hükümetinin ortakları DSP, MHP ve ANAP, dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması için Anayasa değişikliği kararı almışlar ve kamuoyunda 5+5 olarak adlandırılan girişimi başlatmışlardı.
     Bu girişime, “kişi için Anayasa değişikliği ve Başbakanın Cumhurbaşkanı ataması” anlamına geleceğinden ilk andan itibaren karşı çıkmıştım.
    Koalisyon partileri genel başkanlarının hazırladığı ve bu partilere mensup milletvekillerinin tamamınca imzalanması istenen teklife bakan olarak imza koymayarak, tavrımı belli etmiştim.
     Bu olay parti yöneticilerinin şahsıma yönelik husümetini daha da arttırmış, bugün sanık sıfatında olan milletvekilleri o zaman da, “Genel Başkan’ın talimatını dinlemeyerek, törelere aykırı davrandığımı” iddia etmişler, Anayasa değişikliği oylamasında MHP’nin verdiği firelerden şahsımı sorumlu tutmuşlardı.
      Oysa bütün partilerde bu değişikliğe karşı bir tavır sergilenmiş ve sonuçta da Anayasa değişikliği teklifi kabul edilmemiş, Sayın Demirel’in görev süresi uzatılamamıştı. Bu süreçte TBMM’deki partilerin mutabakat sağlanabilecek isim olarak gündeme getirdiği isimlerden birisi olmuştum.
    Söz konusu teveccuh tarafıma da iletilmiş ancak ben bunları konuşmak ve değerlendirmek için henüz erken olduğunu söylemiştim.
    Buna rağmen kendi aralarında mutabakat sağlayan milletvekilleri gruplar halinde MHP ile temasa geçmiş ve aday gösterilmem halinde desteğe hazır olduklarını partiye de bildirmişlerdi.
    İşte ne olduysa bundan sonra olmuş, adeta en büyük muhalefet kendi partimden gelmiş ve bu girişimler kaba bir biçimde geri çevrilmişti.
     MHP, şahsıma yönelik bu olumlu havayı dağıtmak için adeta büyük bir mücadeleye girişirken, şahsımla ilgili bu gelişmeler partim kadar DSP Genel Başkanı Sayın Ecevit’i de oldukça rahatsız etmişti.
     Bütün bunlardan sonra Başbakan ve DSP Genel Başkanı Sayın Ecevit, yeni bir strateji geliştirmişti. Çünkü o günkü tabloda TBMM’de 4 sağ, bir de sol parti vardı.
     Bu tablo içerisinde DSP’den bir kişinin seçilemeyeceği kesin gibiydi. Sayın Ecevit’in, kendi görüşüne yakın bir ismin Cumhurbaşkanı olabilmesi için siyasi tecrübesine de dayanarak geliştirdiği bu stratejinin birinci safhası, koalisyon
partilerinin liderlerinin bir araya gelip, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda birlikte hareket edilmesini sağlamaktı.
    Bunun için yapılan toplantıda Sayın Ecevit, ortaklarını ikna etmede zorluk çekmedi. ANAP Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz, bu teklife olumlu yaklaşırken, DSP’nin göstereceği sol eğilimli bir adaya TBMM’deki 4 sağ partinin ılımlı bakmayacağı bunun da kendi adaylığı için uygun bir ortam yaratacağı hesabıyla Sayın Ecevit’i destekledi.
      MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli ise, bu iki liderin işbirliği karşısında her zaman olduğu gibi “Dur bakalım ne olacak?...” anlayışı ile uyumlu hareket etti. Stratejinin ikinci safhasında isim tespiti vardı. Sayın Ecevit, bu konuyu ustalıkla zamana yayarak, müracaatların son gününden bir gün öncesi akşama kadar ortaklarının bekletmeyi başardı. 24 Nisan 2000 akşamı bile hâlâ ortaya mutabık kalınacak bir isim konamamıştı.
      Sayın Ecevit, birden bire, “Aklıma bir isim geldi. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer için ne dersiniz?” diye sordu.
     Sayın Mesut Yılmaz’ın “uygun” görüşünü, Sayın Bahçeli de destekledi ve bu safha da böylece kolaylıkla geçilmiş oldu. Son safhada ise muhalefetin de teklife katılması gerekiyordu. Bu konuda da 24 saat süren temasların ardından neticeye
ulaşıldı.
     Kısaca strateji başarıya ulaşmış ve Sayın Demirel’i ikinci kez seçtirmeyen Sayın Ecevit, kendi görüşüne yakın bir ismi bütün partilerin adayı haline getirmeyi başarmıştı.
     Ben bu stratejiye göre yapılan çalışmaları, milletvekillerinin iradesi üzerine bir ipotek koyma olarak gördüğüm için yanlış buluyordum, pek çok milletvekili de bu eğilimdeydi.  
     Bu hatırlatmaları yapmamın sebebi; bugün dava konusu olan olayların gelişimine işaret etmek suretiyle saldırıya maruz kalmama yol açan Cumhurbaşkanlığına adaylığımın şahsi bir beklentinin sonucu değil tamamen milletime karşı sorumluluğumun gereği olarak demokratik sürecin ülke yararı için sağlıklı işlemesine katkıda bulunmak, partimin hak ve itibarını korumak amacına yönelik olduğuna dikkat çekmek içindir.
     Bilindiği gibi, Cumhurbaşkanlığı adaylığı için 40 yaşını aşmış ve üniversite mezunu her milletvekilinin başvuruda bulunabilmesi  anayasal bir haktır.
     TBMM’de temsil edilen siyasi partilerin herhangi bir adayın lehinde veya aleyhinde görüşme açması ve karar alması mümkün değildir.
     Bunun için de Anayasa, milletvekillerinin iradesinin tam anlamıyla yansıyabilmesi amacıyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gizli oyla yapılmasını öngörmüştür.
     25 Nisan 2000 tarihi adaylık için son başvuru günüydü. O gün öğleden önce toplanan partimizin grubunda da Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili herhangi bir görüşme açılmamıştı.
      Grupta sadece Genel Başkan kısa bir konuşma yaparak, 24 Nisan gecesi koalisyonu oluşturan 3 partinin genel başkanının Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in aday gösterilmesinde mutabık kaldıklarının, ancak TBMM’de bulunan iki muhalefet partisi genel başkanının da bu teklife katılması halinde Sayın Sezer’in adaygösterilebileceğini anlattı.
     Grup toplantısında bu konuda müzakere açılmayacağı, görüş beyan etmek isteyen milletvekili arkadaşınız varsa bunların, öğleden sonra Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli ile şahsen görüşebilecekleri, toplantıyı idare eden Grup Başkan Vekili Sayın İsmail Köse tarafından duyuruldu ve grup toplantısı sona erdirildi.
     Bunun üzerine milletvekilleri Sayın Sezer’in ortak aday gösterilip gösterilmeyeceğini merakla beklemeye başladı.
     Nihayet saat 17.00’de TBMM’de temsil edilen 5 siyasi partinin genel başkanınca düzenlenen basın toplantısında Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in ortak aday gösterildiği açıklandı.
     Gerek bu durum, gerekse de Meclis’teki partilerin hepsinden Cumhurbaşkanlığı adaylığı için birden fazla müracaat olmasına rağmen, sadece TBMM’nin ikinci büyük partisi MHP’den hiçbir adayın çıkmamış olması, çok dikkat çektiği gibi, MHP’li milletvekillerinde ciddi bir rahatsızlık meydana getirdi.
     Nitekim Meclis kulisinde oturduğum sırada, etrafımda büyük bölümü MHP’den olmak üzere toplanan çok sayıdaki milletvekili, “Aday olmamın bir mecburiyet ve tarihi görev olduğunu” telkin etmeye çalıştılar.
     Durumdan rahatsız olanlardan biri de bugün sanık konumunda bulunan Ordu Milletvekili Sayın Cemal Enginyurt’tur.
       Milletvekilleriyle görüştüğüm sırada yanıma gelerek, kendi üslubuna uygun şekilde ve bütün kulis salonunda duyulacak bir ses tonuyla, “Şimdi Genel Başkanla görüşmeden geliyorum. Her partidenaday olacakmış ama MHP’den olmayacakmış. Kafam bozuldu. Aday ol ağabey desteklemezsem şerefsizim.” dedi ve oradan ayrıldı.
    Ben milletvekilleriyle görüşmeye devam ederken, bu defa yanıma İzmir Milletvekili Sayın Yusuf Kırk pınar hışımla geldi..
     Yüksek sesle; “Genel Başkanla görüştüm. Her parti istediği kadar aday çıkarabilir, ama MHP’den hiçbir aday çıkmayacak dedi. Bu nasıl iş, kafam almadı. Aday ol ağabey, oy vermezsem anam-avradım ölsün.” Sözleriyle tepkisini gösterdi.
     Bütün arkadaşların görüşlerini dinledikten sonra düşünmek ve bir karara varmak üzere izin alıp Meclisten ayrıldım.
    Bakanlığa dönerek, çalışmalarımı sürdürdüm. Bu arada aday olmaya karar vermiştim. Saat 20.00 dolaylarında o dönemde TBMM İdare Amiri olan İstanbul Milletvekili Sayın Ahmet Çakar, yine İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Sayın Mustafa Verkaya ile Samsun Milletvekili Sayın Ahmet Aydın birlikte gelerek, beni adaylıktan vazgeçirmeye çalıştılar.
     Bir saatlik bu görüşmeden sonra Sayın Çakar, “Biz sizi vazgeçirmek için iknaya geldik, ama siz bizi ikna ettiniz” diyerek, milletvekili arkadaşlarla birlikte ayrılırken, ben de kararımı Genel Başkana bildirmek üzere Parti Genel Merkezine hareket ettim.
     Genel Başkanla 1,5 saatlik görüşmede adaylık gerekçelerimi izah ettim. Kendileri adaylığımda bir fayda olmadığını söyledi.
    Ben de özetle, her partiden hem de birden fazla aday çıktığını Sayın Sezer’in herhangi bir sebeple adaylıktan çekilmesi halinde, 5.5 milyon insandan oy alan, TBMM’nin ikinci büyük partisinden aday bulunmaması gibi tuhaf bir tablonun ortaya çıkacağını; seçilmekten önce, partinin bu duruma düşürülmemesi gerektiğini, bunun için müracaatta bulunacağımı anlattım.
     Ayrıca edinebildiğimiz bilgilere göre, Sayın Sezer’in devlet yönetimi ve siyaset hakkında hiçbir bilgi ve birikiminin bulunmadığını, parti felsefesi açısından bakıldığında da, bazı özellikleri dolayısıyla uygun görülemeyeceğini ayrıntılı bir şekilde anlattım.
    Sayın Bahçeli, görüşmenin bu bölümünde adaylığıma karşı herhangi bir görüş beyan etmekten dikkatle kaçındı.
    Görüşme sırasında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yanında, Türkiye’nin ve Partinin genel durumunu da ele aldık.
    Ben, gidişin iyi olmadığını anlattım, Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bir araya gelip, bir gün ayırarak, ülke ve partinin durumunu enine- boyuna, ciddi şekilde görüşmemizin şart olduğunu söyledim.
    Görüşme bu çerçevede sona erdi. Daha sonra Genel Merkez’den ayrılarak, dilekçeyi vermek üzere doğrudan TBMM’ye gittim.
    Saat 23.15 civarıydı. TBMM Şeref Kapısının önüne geldiğimizde bir anda makam aracım 10 civarında milletvekili tarafından durduruldu.
     Bu arada çok sayıda medya mensubu kameraları ile bekliyordu. Makam aracı adeta kuşatılmıştı. Şaşırmıştım. Çünkü ben ne olduğunu anlamak için arabadan dahi inemeden, Genel Başkan Yardımcıları Şefkat Çetin ve Mustafa  Verkaya ile TBMM İdare Amiri Ahmet Çakar sırayla makam aracıma inip, biniyor; adaylıktan vazgeçmemi istiyorlardı.
     Ben vazgeçmeyeceğimi söyleyince de ancak bakanlıktan ve MHP’den istifa ettiğim takdirde dilekçemi verebileceğimi öne sürüyorlardı.
    Özellikle de Sayın Çetin öfkeli bir şekilde üzerimde baskı kurmaya çalışıyordu.
      Hepsine de, demokratik bir hakkın kullanılmasını engellemeye yetkilerinin bulunmadığını, adaylık konusunun şahsıma ait bir husus, bakanlıktan veya partiden istifamın da aynı şekilde kişisel tasarrufumda olduğunu, dolayısıyla görüş bildirmenin ötesine geçerek, tehdit ve şiddet yoluna başvurmanın ciddi bir hata olduğunu anlattım.
     Bu dönüşümlü iniş-binişler sırasında Sayın Şefkat Çetin’in cep telefonuyla bir yerlerle görüşme yapıp, yeniden arabaya gelmesi dikkatimi çekmişti.
     Ben arabanın içerisinde bu arkadaşlarla konuşurken, dışarıda ise Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt ve Yozgat Milletvekili Ahmet Erol Ersoy başta olmak üzere bazı milletvekillerinin korumalarıma ve danışmanlarıma fiziki engellemede bulunduğunu özellikle de Sayın Enginyurt’un adeta naralar atarak, makam aracını yumrukladığını ve tekmelediğini gördüm. İşin silah çekmek üzere ellerin bele atılmasına kadar vardığını ise milyonlarca insan gibi ben de televizyonlardaki görüntülerden öğrendim.
     Makam aracındaki tartışmalardan fırsat bulunca arabadan inerek, dilekçemi vermek üzere binaya yöneldim, ancak milletvekillerince önümde bir duvar örülmüştü.
      Geçme imkanım olmadığı gibi, Sayın Enginyurt ve nereden geldiğini anlayamadığım sesler şahsıma yönelik hakaretlerde bulunuyorlardı.
    Sayın Enginyurt’un, “İstifa et... hain...yoksa pişman olursun...buradan bizi çiğnemeden geçemezsin...vururum, kimseyi geçirmem...” gibi sözleri tüm kayıtlara geçmiştir.
    Bunun üzerine Enginyurt’a hitaben, “Gündüz Meclis kulisinde (Aday ol ağabey. Oy vermezsem şerefsizim) diyen sen değil misin? Şimdi ne oldu?” sorusunu yönelttim.
     Sayın Enginyurt cevaben, “istifa et, öyle müracaat et” sözlerini tekrarladı.
      Kameraların önündeki bu görüntü ülkemiz ve yılların partisi MHP için gerçekten utanç vericiydi.
     Bunun üzerine ve milletvekillerinin barikatını da aşamayacağımı görünce yeniden makam arabama dönerek, Meclis Dikmen kapısından çıktım.
    Atatürk Bulvar’ından dolaşarak, Güvenlik Caddesi’ndeki arka kapısından TBMM’ye döndüm. Ancak adı geçen milletvekillerinin Meclis içerisinde beklediği, oraya gitmemiz halinde olayların daha da büyüyeceği haberi gelince, TBMM Genel Sekreteri ile bağlantı kurarak, dilekçemi bir milletvekili arkadaşımla ona ulaştırdım ve Güvenlik kapısında beklemeye devam ettim.
   Bu arada olayların cereyan ettiği yerde Sayın Şefkat Çetin’le birlikte olan Danışmanım Latif Cemal Can, cep telefonundan beni arayarak, Sayın Çetin’in benimle görüşmek istediğini söyledi.
    Olumlu cevap vermem üzerine telefonu alan Sayın Çetin, bana hitaben, “Bakanlıktan ve partiden istifa et. Ancak o zaman müracaat edebilirsin” sözlerini tekrarladı.
     Sayın Çetin’in, benimle görüşmeden önce Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli ile bir telefon görüşmesi yaptığını daha sonra Danışmanım Latif Cemal Can’dan öğrendim.
     Daha sonra dilekçeyi götüren Milletvekili arkadaşımın telefonla beni arayarak, dilekçenin teslim edildiğini, bir nüshasının alındığını, benim eve dönmemi, kendisinin bu nüshayı getireceğini söylemesi üzerine TBMM’den ayrılarak, evime döndüm.
     Dilekçemin nüshasında tarih, alındığı saat ve alan iki memurun imzası vardı.
     Buna göre dilekçe 25 Nisan 2000 tarihinde, saat 23.37 itibariyle TBMM’ye teslim edilmişti.
     Olaya ilişkin gelişmelerin tümüne ancak eve döndükten sonra TV yayınlarından vakıf oldum.
    Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin’in, Meclis Şeref kapısı önünde meydana gelen saldırı olayından sonra basın mensuplarına, “Somuncuoğlu Bakanlıktan ve MHP’den istifa etsin. Ancak o zaman başvuruda bulunabilir. 35 yıllık davayı kimsenin keyfine bırakmayız. Başkanlık Divanı kararımız var. Başvuruda bulunacak olan istifa edecek. İstifa etmezse törelerimiz çalışır.” dediğini de TV yayınlarından izledim.
     Cumhurbaşkanlığı adaylığı müracaatı süresi bittiğinden ertesi gün TBMM Başkanlık Divanı, dilekçelerin geçerli olup olmadığını karara bağlamak için toplandı.
    MHP’li üyelerin, “Sadi Somuncuoğlu’nun dilekçesini görmek istiyoruz” demeleri üzerine, dilekçenin yırtıldığı, buna ilişkin tutanak tanzim edildiği anlatılmasına rağmen, MHP’li üyelerin bu müracaatın geçersiz olduğunu iddia etmeleri karşısında TBMM Genel Sekreteri Sayın Vahit Erdem, beni telefonla arayarak, elimdeki nüshayı faksla göndermemi istedi.  
     Ben de evden faks çektim. Ancak bundan sonra Başkanlık Divanı, adaylığımın geçerli olduğuna karar vermiştir.
     Gerek olayları takip eden bürokratların anlattıkları gerekse de ertesi gün gazetelerde yer alan haberlerle, MHP milletvekillerinin hem evrak bürosunu, hem de TBMM Başkanın makam odasını bastığı, resmi evrak niteliği kazanan dilekçemi yırttığı, buna engel olmak isteyen bürokratları tartakladığı, bunun üzerine Meclis bürokratlarının milletvekilleri ayrıldıktan sonra tutanak tanzim edebildikleri ve Meclis içerisinde yaşananları kayda geçirebildiği ortaya çıktı.
     Anayasa’ya, TBMM İç Tüzüğü’ne, MHP Tüzüğü’ne, özetle ifade etmek gerekirse şahsımdan daha önemli ve öncelikli demokratik rejime, şiddete dayalı bir saldırının yapıldığı açıktır.
    Bu saldırı ile TBMM’nin görevini yapması engellenmiş, siyasi tarihimizde bir benzeri daha görülmeyen bu dehşet tablosu ile oy kullanacak milletvekillerinin iradesi üzerinde peşinen ciddi bir baskı oluşturulmuştur.
      Öte yandan Meclis’in içinde ve dışında meydana gelen olaylarla ilgili tutanaklar, yüzeysel düzenlenerek saldırı ve sindirmenin derecesi tam olarak yansıtılamamıştır.
      Bunun sebebini ise gerek olayların içinde yer alan, gerekse de TBMM Başkanlık Divanı’nda görevli olan ve isimleri tutanaklarda bulunan MHP temsilcilerinin tutumlarında aramak gerekmektedir.
      Ağır bir mağduriyete uğramama rağmen olayla ilgili herhangi bir açıklama ve değerlendirme yapmamaya özen gösterdim.
    Çünkü ciddi bir müessese olan parti zan altında ve zor durumda idi.
     Olayın ertesi günü 26 Nisan sabahı Genel Merkez’de Parti Başkanlık Divanı konuyu görüşmek üzere toplandı. MHP’yi, TBMM’yi ve demokratik rejimimizi lekeleyen bu saldırıyı kınayan ve sorumluları hakkında disiplin soruşturması açılacağını duyuran bir karar beklenirken, tam tersi oldu.
     Saldırı kınanmadığı gibi, saldırganlar korundu ve devletin bir Bakanı olarak maruz kaldığım bu şiddet olayını sanki ben düzenlemişim gibi ağır bir dille kınanıp, suçlandım.
     Genel Başkan Yardımcılarının ortaklaşa düzenlediği basın toplantısında, olay sırasında “Töre konuşur” açıklamasını yapan Genel Başkan Yardımcısı Şefkat Çetin, benzer sözleri burada da tekrarlamış, partiden ihraç edileceğimi açıklamıştır.
    Bunun üzerine Bakanlık Basın Müşavirliğim aracılığıyla yazılı bir açıklama yaparak, parti yönetimini sağduyulu davranmaya, kamu vicdanı ve hukuk önünde partiyi zor duruma düşürebilecek beyanlardan kaçınmaya davet edip, tansiyonu düşürmeye çalıştım.
     Ancak parti yöneticileri günlerce televizyon televizyon dolaşarak, milyonların gözleri önünde cereyan eden hadiseyi asılsız iddia ve iftiralarla savunmaya devam ettiler.
    Bunun üzerine bir açıklama daha yaparak, sorumlular cezalandırılana kadar parti çalışmalarına katılmayacağımı beyan ettim. Kamuoyu ve medyanın ısrarlı takipleri üzerine daha sonra bir basın toplantısı düzenleyen Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli, olayla ilgili olarak inceleme başlattığını, bunun sonucuna göre gerek saldırıyı düzenleyenlerin, gerekse de mağdur olan tarafım hakkında disiplin işlemi yapılacağını açıkladı.
     Ancak ne böyle bir inceleme, ne de disiplin işlemi yapıldı. Aksine saldırıyı düzenleyenler her platformda adeta partinin sözcülüğüne terfi ettirilerek, ödüllendirildiler. Ben ise olaydan kısa bir süre sonra 8 Mayıs 2000 tarihinde Cumhuriyet tarihinde eşi ender görülen bir şekilde Genel Başkan Sayın Bahçelinin isteği üzerine Bakanlık görevimden azledildim.
     Oysa olaydan sonra koruma polislerim Zeki Hıdır ve Ali Arslan tarafından açılan davada, polisleri darp ettikleri sabit görülen sanıklar tazminata mahkum edilmişlerdir.
    Bütün bunlar da olayın ve sözlerin tesadüf, bireysel, spontane değil, adeta organize olduğunu göstermektedir.
    Nitekim 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimleri öncesinde MHP’nin aday listesinde istediği sırada yer alamayan sanıklar Sayın Cemal Enginyurt ve Sayın Ahmet Erol Ersoy’un, basına yaptıkları açıklamalar delil niteliğindedir.
     Bu açıklamalarında Sayın Ersoy, “Somuncuoğlu’nun önüne talimatla çıktık. Zamanı gelince bunları konuşacağız.” derken, Sayın Enginyurt da, “Beni Somuncuoğlu’na silah çektirenler harcadı.” itirafında bulunmuşlardır.
     Bu itiraflara dair Hürriyet Gazetesi ile Haber Türk ve Haber Vitrini Internet sitelerinde 14 Eylül 2002 tarihinde yer alan haber metinleri ektedir.
    Bütün bu sebeplerle, gerçeklerin ve gerçek sorumluların ortaya çıkarılması için öncelikle sanık Sayın Şefkat Çetin’e; - Meclis önündeki engellemeyi Genel Başkanın talimatıyla yapıp, yapmadığının, - Makam aracımdaki konuşmaların arasında cep telefonu ile Genel Başkanla görüşüp, talimat alıp almadığının, - Genel Başkanın, kendisine, “Önce istifasını alın, sonra dilekçeyi verebilir.” Talimatını verip vermediğinin sorulmasını; aynı soruların Genel Başkan Sayın Devlet Bahçeli’ye de yöneltilmesini arz ve talep ederim.






Sadi SOMUNCUOĞLU

Not: Dava konusu olayla ilgili olarak yazılı ve görsel medyaya oldukça geniş ve ayrıntılı haber ve görüntüler yer almış olup, bunlar dosyada mevcuttur. Ayrıca koruma polislerimce açılan ve tazminat cezasına hükmedilerek, kesinleşen Ankara Asliye 30.Hukuk Hakimliği’ndeki 2000/303-2001/100 esas no’lu dosyada da olaya ilişkin bilgi ve belgeler yer almaktadır.
















[1] Birinci baskı 2007 tarihi itibariyle.
[2] — Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan “Amme Hukukumuzun Anahatları”, İst.1957, sf.16

[3] — Prof. Dr. Orhan Melih Kürkçüer, “Esas Teşkilat Hukuku”,Ank. İkt. Ve Tic. İlimler Akademisi yayınları,5.basım,2.fasikül, (Anayasa), Ank. 1971, sf.178             
[4] — Melih Kürkçüer, a.g.e.sf.178
[5] — Melih Kürkçüer, a.g.e. sf.179
[6] — Sened-i İttifak’ın Metni, Tarihi Cevdet, c.9. sf.280-283’te olup, bilgi için bknz. Ord. Prof. Dr. R.G. Okan’dan, a.g.e.sf.57, Ord. Prof.S. S.Onar, a.g.e. sf.140, Prof.Dr. İlhan Arsel,  Türk Anayasa Hukukunun Umumi Esasları, Ank.1964. sf.16
[7] —EK:1- Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
[8] —EK:2- TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KÂNUNU’NUN CUMHURBAŞKANLARINA İLİŞKİN MADDELERİ TEŞKİLÂT-I ESÂSİYYE KÂNUNU

[9] — Mehmet Akyol, Beni çok ararsınız, Akçağ yay. 2.Baskı 2000,sf.162        
[10] — Muhsin Batur-Anılar ve Görüşler “Üç Dönemin Perde Arkası”, İst. 1985
[11] — Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, cilt,7, sf.237–261

[12] — Turgut Yılmaz Güven, Demirelli Yıllar, Hamzaköyden Demokrasi Mahzenine 12 Eylül 1980–24 Eylül 1987 Ank. sf.2, Başak Mat.
[13] — Turgut Yılmaz Güven a.g.e.sf.7

[14] — T.Y.Güven, a.g.e. sf.30
[15] — T.Y.Güven. a.g.e.sf.8
[16] — T.Y.Güven, a.g.e. sf.19–20
[17] —3.Asliye Ceza Mahkemesi, Esas no: 2003/00436
[18] —EK:3-Sadi Somuncuoğlunun savunması
[19] — TRT Internet sitesi, 11.4.2000
[20] — ANAP Internet sitesi, 11.4.2000
[21] — ATV Ana Haber Bülteni, 25.04.2000
[22] -Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki, A.Necdet Sezer ismini ortaya atan bu iki lider değildir. Öyleyse geriye sadece Başbakan Bülent Ecevit kalmıyor mu? Başbakanımızın da bu ismi kendisinin söylediğini  açıklaması neden güç olmakta ve saçma bir cümleyle ‘unuttum’ diye bilmektedir.