
ATATÜRK NASIL
ÖLDÜRÜLDÜ?
Ogün Deli
(Orpars)
İÇİNDEKİLER
1- Önsöz
2- Giriş
3-İleriyi
gören bir liderdi
4-Türkiyede
tıbbın gelişim özeti
5-İlaç
sektörü
6-Atatürk
Alkolik miydi?
7- Necip
Fazıl ve ve Atatürk
8-Yamzu
Kralice olmak istiyor ( 8.Fasıl)
9-Kahramanlar
Gecesi (10.Fasıl)
10-Atatürk’ün
hastalıgına genel bir bakış
11-Atatürke
dış basından saldırı
12-Yüzündeki tülbenti kaldırıp baktım
13-Atatürk neden öldürüldü?
14-Siyonist İsrail ve Türkiye
15-Sultan
2.Abdülhamit ve Yahudiler
16-Yahudilerin
Cumhuriyet döneminde lobicilik Faaliyetleri
17-Atatürk sabataist miydi?
18-Türk-Yunan mübadelesi ve tarihi gerçekler
19-Karataş Rüştü olayı
20-Neden mübadeleye gerek duyuldu
21-Göçlerde Hilal-i Ahmerin rolü
22-Atatürk gerçek bir dindardı?
23-Atatürk’ün Türkçe din fikri
24-Kimse onun gibi güzel Allah diyemez
25-Sonuç
26-Hazan aile şeceresi
27-Ek’ler
28-Kaynakça
29-Dizin
ÖNSÖZ
Dünya
üzerinde yaşayan tüm canlılar bir gün ölecektir. Bundan kaçış yok. Hayatın bize
sunduğu seçenekler ise oldukça sınırlıdır. Bu sınırlı seçenekler arasında
insanlar kendilerine bir yol çizmek zorundadırlar. İşte dünya hayatımız son
bulduğunda çizdiğimiz bu yolda bıraktığımız izler bizim hakkımızda gelecek
nesillere ipucu verecektir. Onlarda gelecek hayatlarını bu izlere bakarak daha
iyiye ve güzele yönelteceklerdir.
İnsanlık tarihi varlığı süresince, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere
bıraktığı bu kıymetli izleri takip ederek ve Yüce şahsını anmakla geçirecektir.
Bu şans hiçbir siyasi lidere tarih boyunca nasip olmamıştır.
Her
karış toprağı şehitlerimizin kanı ve canı kokan Kutsal Yurt topraklarımız,
Atatürk gibi bir liderle buluşarak daha bir anlam kazanmıştır.
Bu sözler
bazı çevrelerce abartılı ve hoş karşılanmayabilir. Bu oldukça da normaldir. Asırlardır Türk Milletine düşmanlık besleyen bu kesimler şunu hiç bir zaman akıllarından çıkarmamalıdır.
Kutsal Yurt
Topraklarının bağrından çıkan Ulu Önder Atatürk, Kutsal Yurt Toprakları üzerine
seksen küsur yıl önce attığı fikir tohumları bugün daha da olgunlaşmış ve
gerektiğinde bu Yurt için seve seve canını hediye edecek analar, canlar
oluşturmuştur.
İşte bir avuç gaflet ve delalet içinde
bulunan kesimler ve onların destekçileri bu sözlerimi akıllarından hiç çıkarmamalıdır.
Bizlere, savaşmaktan öte, ölmeyi emreden
bir komutanın askerleriyiz. Bize güçünüz yetmez. Biz düştüğümüz toprağın
üstünden milyonlar olup tekrar dirilip savaşacağız.
Bununla birlikte bu kitabın hazırlanmasında
bana gösterdikleri ilgi ve alaka için teşekkür etmem gereken o kadar çok insan
var ki onların buraya isimlerini yazmaya kalksam her halde ayrı bir kitap daha
oluşacak. Ben Yüce Türk Milletinin bana göstermiş olduğu ilgi ve alaka için
onlara her zaman minnettarolduğumu söylemeyi bir borç bilmekteyim.
Biz ne
aşiret, ne kavim, ne ırk, ne de ümmetiz,
Biz kendisini Türk Kabul eden, henüz sınırları ve ruhu çizilememiş YÜCE TÜRK MİLLETİYİZ.
GİRİŞ
Her sabah gözlerimizi açtığımız vakit, camilerin minaresinden çıkıp kulağımıza
okunan sela ilişiverir. Biraz sonra sela’yı okuyan tarafından ölen meftanın
“İsmi kimdir?” diye merakla dinlemeye geçeriz.
İsmini duyduğumuz şahsın arkasından “Allah
Rahmet eylesin” demekten başka, içimizde burkulma ister istemez hisseder,
sıranın bize ne zaman geleceğini düşünürüz.
Kesin mukadderat bir gün bizim de kapımızın
eşiğinde gerektiği şekilde yerini alacaktır. O yüzden ölümden korkmamak
gerekdir. Zaten bunu çok güzel şekilde dile getiren Atatürk;
“Ölümden
korkmak ancak ahmakların işidir” diyerek insanlığın bu son evresini net bir
şekilde dile getirmişdir.
Sınırları zorlayanlar ya da işi bilenler,
bilirler ki, ölüm ya da bedenin şekil değiştirip başka bir evreye geçişi
sürekli olarak devr-i daim eden bir gerçektir.
O zaman yok oluş yoksa insanları bu kadar
üzen şey nedir? Her halde bu dünya sınırları içinde bir daha, sevdiğiniz insanı
görememek, ellerini tutmamak, “Günaydın” ya da “İyi akşamlar” diyememek olsa
gerek.
Bunların dışında bütün milletlerin
hafızasından bir türlü atamadığı ve kendisine karşı güzel duygular beslediği
liderleri olmuştur. Bu insanların bedenlerinin yok olup gittiğine hiç
inanamayız. Onların da bizim gibi sıradan bir vatandaş ya da insan olduğunu
algılamakta güçlük çekeriz. Bu liderler ne yer, ne içer? Onları hatasız ve kusursuz insanlarmış gibi
algılar ve öyle görürüz.
Maalesef öyle olmuyor. Kimi vakti zamanı
geldiğinde (Dünyaya gelmiş olan tüm ilahi kaynaklı insanlar ve gerçek
liderlerin yaş ortalamalarına bakarsak orta yaşlarda öldükleri ya da
öldürüldüklerine şahitlik ederiz. Kendilerine verilmiş olan misyonu
tamamladıktan sonra bu insanların hayatının son bulduğu, tarihi gerçektir )
kimi de kendi dışında gerçekleşen insan kılıfına bürünmüş canilerce
öldürülmekle karşı karşıya kalmaktadırlar. İlahi takdir bu konuda ne der? Ya da
nasıl bir karar bu insanların ölümüne göz yumar? Bunu anlamakta bazen güçlük
çekiyorum.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk de maalesef ve
yıllardır bir sır gibi saklanan siyasi suikast sonucu öldürülmüştür.
Elinizdeki
kitap bir serinin ikinci kitabıdır[2]” İlk kitabın içindeki bilgi ve belgeler,
yorumu, Yüce Türk Milleti’nin kendisine bırakılmak üzere yayınlanmıştır.
Tarihimizi bize anlatan ya da yazanlar
maalesef bize bir çok konu da olduğu gibi bir konuyu daha atlamışlardır o da
Atatürk’ün yakın hizmetinde bulunanlardır.
Büyük Önder
Atatürk’ün vefatında yanında bulunan
hizmetlileri’nin kim oldukları ve nasıl insanlar olduğu ve bunların
akıbetininde ne olduğu maalesef pek bilinmemekte.
Bunların tamamı elbetteki aşagıdaki isimlerle
sınırlı değildir.Biz Grandanın Atatürkün
yakınlardan birisi olduğunu düşünerek onun eserinden faydalanarak bu
isim listesini oluşturduk. Bunların ise kimler olduklarına öncelikle bir
bakalım;
YAKIN HİZMETİNDE BULUNANLAR
Atatürk’ün yakın hizmetinde bulunan Cemal Granda, “ATATÜRK’ÜN UŞAĞI İDİM” adlı
eserinde, sf.40-41 de Atatürk’ün mahiyetinde olanların isim listesi olarak
şunları veriyor;
BAŞYAVERLER; Rüsuhu savaşcı, ikinci yaver, Sami Bey,
Üçüncü yaver, Celal Üner, yine ikinci yaverlerden Naşit, Şükrü, Cevdet Bey’ler
UMUMİ
KATİP; Tevfik Bıyıklıoğlu, Hasan Rıza
Soyak
ÖZEL
KALEM MÜDÜRÜ; Sabit Bey, Özel Kalem
Müdür Yardımcısı ve Kütüphane Memuru, Nuri
BAŞSOFRACI; İbrahim Ergüven, Cemal Granda, Hüseyin, Ali,
Necami, Ali Bebek, Ahmet, Nuri
ODACILAR; Ekrem, Suat, İki Tahsinler, Hüseyin, Mustafa
ŞÖFÖRLER;
Abdullah, Sait, Remzi Birol, Abdullah öldükten sonra Remzi Efendi Başşöför
oldu. Ayrıca Rauf Kızılkaya, Niyazi adlı iki şöför daha vardı. Atatürk’ün
emrinde 8 (sekiz) şöför görev yapıyordu.
DOKTORLAR;
Kemal,Celal Tahsin Necmi, Baki Reis
BERBERLER;
Mehmet ve Rıdvan
POLİSLER;
Komser Kemal Bey, Yalova Güney Köylü Halit Bey, Balıkcı Hikmet, Faik İmdat ve
Ragıp
KADIN
HİZMETCİLER; Ülfet Hanım, Ülkü’nün annesi Selanikli Vasfiye Hanım, Yugoslav
göçmeni Sarışın Fatma Hanım
DİĞER
HİZMETKARLAR; Bekir Çavuş, Arap Nesip Efendi (kapıcıbaşı), Sofracı
Recep’in oğlu Küçük Recep olarak verilmektedir[3].
ö Bu insanların Atatürk’e karşı yaptıkları hizmet ve
gösterdikleri sadakatın tartışma götürmeyecegi kesindir. Atatürk’ün hizmetinde bulunmuş olan, Cemal Granda yani Atatürk’ün verdiği
ismiyle “Çelebi” nin kitabında konuya
ilişkin bizlere bazı ipuçları vermektedir.
İLERİ’Yİ GÖREN BİR LİDERDİ
“SİZİN İÇİN
BİLMEM AMA, BİZİM İÇİN DAHA İKİ YIL YAŞAMASI
GEREK.”
Yukarıdaki sözler, Romanya Kralı Karol’un,
19 Haziran tarihinde saat 14.00’te Atatürk’ü, Savarona Yatında ziyaret ettikten
ve görüşmeler bittikten sonra Yat’ın merdivenlerinden inerken sarf ettiği
sözlerdir[4]”
Gerçekten de Atatürk, dünya üzerindeki
siyasal ve sosyal eğilimleri ve ülkeleri çok iyi tanıdığı gibi; sadece Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ile sınırlı kalmayıp bizim dışımızdaki ülkelerin yönünü de
tesbit edebiliyordu. Buna delil gösterebileceğimiz binlerce örnek vardır.
Bunların içinde ise bugün üzerinde yaşadığımız toprakların nasıl bir irade ve
ileri görüşle kazanıldığı, en güzellerinden biridir diye düşünmemiz gerek ama
zamanında ve günümüzde Atatürk’ü tam olarak kavrayamamış olan idareciler,
Atatürk’ü yeteri kadar anlamış olsalardı bugün düştüğümüz bu durumlara gelir
miydik? Ama bizim dışımızda Atatürk’ü gerekli şekilde değerlendirmiş
milletlerin var olması da ayrı bir soru işaretidir. İkinci Dünya Savaşı’nın
neredeyse bütün unsurlarıyla ortaya
koyduğu Amerika Birleşik Devletleri Genelkurmayı Başkanı Mc Arthur ile yaptıgı
konuşma metinleri gerçekten ilginçtir.
Bu belgeler maalesef bizde değil Amerika
Birleşik Devletleri Genelkurmayı tarafından muhafaza edilmektedir. Olay nasıl
gelişmiştir?
1932 yılında, ABD Genelkurmay Başkanı Mc
Arthur çıktığı dünya turunda, Türkiye’yi de ziyaret eder (1933). İstanbul’da
Atatürk ile başbaşa görüşmeler yaptıktan sonra, görüşmelerin sonunda
Amerikalılar tarafından bu görüşme metinlerin tamamını ülkelerine götürür. Kore
Harbi bittikten sonra yani 1951 yılında Amerika’da yayınlanan bir dergide (The
Caucasus) bir kısım belgeler önce
Amerikan kamuoyuna sunulduktan sonra bizim ülkemizde de yayınlanmıştır. ABD
Genelkurmayı İkinci Dünya Savaşı
hakkında bilgiler içeren (Biz bu bilgilerin sadece bize gösterilenine vakıf’ız
bunun dışında neler olduğunu bilmiyoruz.) Bu metinlerin zannedersem bir
kısmını yayınlamıştır. Benim anladığım
kadarıyla ileri ki tarihlerde Atatürk’ümüzün
bu konuşma metinleri içinde henüz
yayınlanmamış olanları da çıktığında Atatürk’e
karşı olan hayranlığımız bir kat daha
artaçaktır.
Bu serinin ilk kitabı olan “Agoni” de Ulu
Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tedavisinde uygulanan yöntemler ve verilen
ilaçların yan tesirleri ortaya bir bir konulduğunda Atatürk’ün vefatında ciddi
sorunlar ve sorumlular olduğu ortaya çıkmaktadır. Belgelere dayalı olarak
yayınladığımız bu kitap, Yüce Türk Milleti’nin dikkatini çekmiş buna karşın
yetkili kurumlar ve şahısların ağızlarını bıçak açmamıştır. Bu ülkenin koltuk
ve makam sahibi yetkilileri, ortaya konulan bu belge ve bilgiler karşısında
susmayı yeğlerken, kendini “Atatürkçü”, ”Ulusalcı”, “Vatanperver” kabul eden
basın ve yazarlarda böyle bir kitabın varlığından haberleri yokmuş gibi davranarak
olayın kapanmasını yeğlemişlerdir.
Zaman
zaman bu konuyla ilişkili olarak yazılan ve çizilenler olmuş ve değişik
iddialar da ortaya atılmıştır. Bunlardan bir tanesi de, Metin Toker’in ”Not
defterinden” isimli köşesinde yer alan şu ilginç olayı naklediyor, yazının
başlığı “Tımarhanelik tarih yazılar[5].”
“1935’te Mareşal
Fevzi Çakmak Atatürk’ün 1938’de öleceğini biliyormuş. Niyeti, O’nun yerine
İsmet İnönü’yü oturtmakmış. Daha 1935’te hesap ediyormuş ki, 1938’deki böyle
bir girişimine “İçişleri Bakanı Şükrü Kaya/Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras”
ikilisi o vakit karşı çıkacaklardır. Niçin? Çünkü Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü
“Müdafaa-i hukuk öğretisi”ne yakın, daha solcu, daha Sovyetler Birliği yandaşı
bir hükümet isteyeceklermiş. Peki, ne yapaçaklarmış? Mareşal onların 1938’de ne
yapacaklarını da 1935’te görüyormuş. ”Sosyalist sol” ile temas arayacaklarmış.
Nasıl? Şevket Süreyya vasıtasıyla Nazım Hikmet ile görüşerek destek ve işbirliği
isteyeceklermiş
…Mareşal 1935’te Nazım Hikmet’i
yakalatmış, mahkemeye vermiş, mahkûm ettirmiş ve hapsettirmiş.
Sene, 1935. Atatürk sapasağlam. Daha iki
yıl önce büyük bir coşku içinde ve milletiyle birlikte Cumhuriyet’in 10.
yıldönümünü kutlamış... 1935’te, 1938’deki “Ölüm ihtimali” üzerine
Cumhurbaşkanlığının devri hesapları yapılır mı?”
Metin Toker, Allah’ın Rahmetine
erdi. Yaşasaydı eğer ortaya konulan bilgi ve belgeler karşısında ne derdi?
Aslında bu olması muhtemel olmayanların gerçek olduğu düşünüldüğünde
şaşılmaması mümkün değildir.
Birçok kereler suikastlara uğramış olan
Atatürk’ün öldürülmesinde, tarihi çok eskilere dayanan ve birçok liderin,
Sultanın ölüm nedeni sayılabilecek tıbbi yollarla yok etme planını devreye
sokulmuştur. Bunlarla birlikte Atatürk, “Bu çevresinde olup bitenlerden
habersiz ve tedbirsiz miydi?” gibi bir soru da akla gelebilir. Hayır, Atatürk
her şeyden haberdar ve tetikte bekliyordu. Granda bu konuya açıklık getiriyor.
“Atatürk, mahiyetindekilere fazla güven gösterir gibi olmasına rağmen
her zaman tetikte ve uyanık kalmasını bilmiştir. Ankara ve İstanbul içindeki
gezilerinde olsun, yurt içi gezilerinde olsun kendini korumak için alınan
tedbirlere güvenmeyip, her zaman dikkatli davranmıştır.”
Bir gün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
Aras’la görüşürken şöyle dediğini hatırlıyorum;
“Ben kendimi kendim korurum. İçişleri
Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Vali, daha ne kadar varsa, ilgili kişiler benim
korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bunlar onların görevidir. Bu işlere
hiç karışmam. Kanuni görevlerini yapmalarına da karşı gelmem. Fakat kendi
koruma işimi kendim yaparım ve yapmaktayım. Gelip geçtiğim yerlerde neler olup
bittiğine dikkat ederim. Gezi saatlerini, günlerini gerektikçe kendim
değiştiririm. Benim dikkatimden hiçbir şey kaçmaz.’
“Atatürk’ün gezilerinde arkasında her
zaman yaverleri olduğunu bildiği halde, tabancasını eksik etmediği ve üzerine
almadan dışarı adım atmadığını çok iyi hatırlarım[6].”
Bu
oldukça doğal bir durumdur. Bilinen ve bilinmeyen kereler silahlı ve bombalı
saldırılara uğramış ya da önceden engellenmiş, cephelerde savaşmış bir insanın
kendini koruma konusunda bilgisiz ve tedbirsiz olması düşünülemez.
Fakat gerek çevresindeki Dalkavuklar
gerekse de siyasi hasımları tarafından ortaya atılan dedikodular, zaman zaman
halkın beyninde şüpheler uyandırmıştır.
Bunların içinde Atatürk’ün hasta olduğu,
felç geçirdiği, gözlerinin görmediği gibi çoğaltabileceğimiz vakıalar, Atatürk’ün hayatında sıklıkla karşılaştığı
konular olmuştur.
Tabii ki atılan iftira ve dedikodularda,
diğerlerinde olduğu gibi hizmet ettiği insanlar ve kurumlar mevcuttur.
10 Ağustos 1929 tarihinde yat’la Milletvekili Tahsin
Uzer’in Büyükdere’deki yalısına giden Atatürk, kendisinin geldiğini haber alan
halk tarafından balkona çıkıp selamlaması esnasında, kendisi hakkında çıkan bu
asılsız dedikodulara bir bir cevap verdikten sonra konuşmasının sonunu şu
sözlerle bağlar;
“…Siz bu akşam karşımda milletin timsali, gölgesisiniz. Size
seslenirken, bütün Millete sesimi işittireceğimi biliyorum. İşittiniz, SİZİN
İÇİN ÇALIŞAÇAK, SİZİN İÇİN YAŞAYACAGIM. BENİM KUVVETİM SİZE OLAN MUHABBETİM VE
SİZİN BANA OLAN MUHABBETİNİZDİR. BU MİLLET, BU MEMLEKET, DÜNYA’NIN EN MAKBUL BİR VARLIĞI OLACAKTIR. BU
MİLLETİ, ÖBÜR MİLLETLERİN ÜSTÜNDE GÖRMEDEN ÖLMEYECEGİM”
Coşkulu ve heyecan dolu bu akşamın
devamında o çok merak edilen ve ölüm sebebi olarak da gösterilmeye çalışılan
alkol miktarının ne kadar olduğunu anlamamız için bize ipucu veren şu bilgiye
dikkat etmeliyiz.
“Atatürk o gece çok
neşeliydi. Hayatında en çok içkiyi de o gece içmişti. O gece sabaha dek içildi.
Hepsini hesaplamıştım, üç şişe bira ve yarım şişe Dimitrokopulo (Üç kadehte
fazlası vardı.) İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu
kadardı[7].”
Yani karşımızda alkolik ve içki düşkünü bir
insan olmadığını artık kabul etmeliyiz. Ayrıca Tekel idaresinin özelleşmesinin
hemen ardından Atatürk’ü ima eden isimler altında piyasaya sürülen içki
isimleri de ayrıca manidar ve düşündürücüdür.
Yukarıda da kısaca bahsettiğimiz gibi
Atatürk’ü öldürmek oldukça güç ve problemliydi, O’nun öldürülmesi işi
uluslararası, organize olmuş bir hareket tarafından sistemli ve gizemli
olmalıydı. Bu da ancak ilaç yoluyla zehirleyerek gerçekleşebilirdi. 1936
yılının başından başlayarak vefatına kadar sürdürülen bu sinsi
operasyonun, dönemin yetkililerinin
gözünden kaçıp kaçmadığı, ilerleyen dönemlerde daha da açıklık kazanacak ve bu
müthiş gerçek, ortaya bir bir çıkacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve
Önderi olan Atatürk’ün bu belgelerle ortaya konulmaya çalışılan vefat sebebine
sessiz kalmak, yapılacak en büyük hatadır. Çünkü bu vakıa yarın bir başka
liderimizin de başına gelebilir. Bugün devlet adamına sahip çıkamayan bir
millet, yarın topraklarımıza karşı yapılabilecek bir saldırı karşısında
ülkesini ve topraklarını nasıl koruyacaktır? Vefatının ardından otopsi
yapılmamış olması bu kanaatimizin ne kadar doğru olduğunun işaretlerini bize vermektedir.
Burada bir konuya açıklık getirmek
gerekiyor. Bir gün bu söylediklerimi, Yüce Türk Milleti’ne açıklama gereği
duyacak olanların, bu katiller ve olaylar hakkında geniş bilgiler sunacağı
kanaatini taşımaktayım. Bugün ben burada “Şu katildir.” ya da “Şu örgüt Atatürk’ü öldürmüştür.” deme
hakkına sahip değilim. Buna Yüce Türk Milletinin vicdanı ve Yüce Türk Milletine
karşı sorumlu olan Türk Adaleti karar verecektir.
Atatürk’ün nasıl öldürüldüğünü bu işi nasıl
başardıklarını daha iyi anlamak için biraz geçmişe dönerek tıp geçmişimiz iyice
araştırılmalıdır.
TÜRKİYE’DE TIBBIN GELİŞİM ÖZETİ
Madde
1 - Memleketin sıhhi şartlarını ıslah ve
milletin sıhhatine zarar veren bütün
hastalıklar veya sair muzır amillerle mücadele etmek ve müstakbel neslin
sıhhatli olarak yetişmesini temin ve halkı tıbbi ve içtimai muavenete mazhar
eylemek umumi Devlet hizmetlerindendir.
Atatürk’ten sonra gelen Cumhuriyet
Hükümetlerinin çözmekte sorun yaşadığı ve henüz tam olarak da çözmeyi
başaramadığı birçok konudan biri de insanlarımızın sağlık problemleridir.
Her hükümet programında yer alması bu
sorunların çözümü anlamına gelmiyor. İnsanlarımızın sağlığını bozmak isteyen
insanların ya da onların uzantılarının kontrollü ve programlı şekilde bu
konunun çözümlenmemesinde gösterdikleri gayreti eğer çözüm için kullansaydılar,
bugün bu yazılar yayınlanmamış olacaktı. Öncelikle geçmişe kısa bir yolculuk
yapalım.
Türk tıbbı Orta Asya ve Arap
tıbbından etkilenerek bir gelişim göstermiş, 1217'de Sivas'ta, 1308'de
Amasya'da kurulan hastanelerde hekim yetişmeye başlamış, Amasya Hastanesi daha
sonra bir tıp eğitim merkezi olmuştur. 1388'de Bursa'da açılan Dar-üt-tıb,
Fatih Döneminde de (1500) Edirne'de açılan hastanede hekim yetiştirilmeye
başlanmıştır. Bu ve izleyen dönemlerde hekim sayısı az ve hekimler üzerindeki
baskı da yoğun olmuştur. Örnek verecek olursak; IV. Murat'ın hekimbaşısı Emir
Çelebi dönemin hekimlik uygulamaları ve felsefesi hakkında çok değerli eserler
yazmıştır, ancak IV. Murat bir satranç oyunu sırasında, onun üstünde ele
geçirdiği afyon haplarının hepsini yutturarak öldürmüştür. 18. yüzyılda Padişah
III. Mustafa, Türk hekimlerini, baktıkları meşhur bir şahsiyet kurtarılamazsa,
sürmek veya memuriyetinden atmak yolunu tutturduğundan bu topraklarda yabancı
hekimler rağbet görmeye başlamış, yerli hekimler sindirilmiştir. Bu da sonuç
olarak Yahudi ve Rum doktorların gündeme gelmesini sağlamıştır.
1827 tarihi tıp eğitimi dolayısıyla
çağdaş hekimlik için önemli bir tarihtir. O yıl İstanbul'da "Avrupa
usullerinde" hekim yetiştirmek üzere bir tıp okulu açılmıştır. 1838’de Cerrahhane
açılmış, aynı yıllarda 2. Mahmut çiçek aşısını zorunlu kılmıştır.
Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan
2000'den az sayıda hastane yatağı 1000'in biraz üzerinde hekim devralınmıştır. Türkiye'de 1923 yılında 950 yataklı üç
devlet hastanesi vardır. 1924 yılında Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Sivas Numune
Hastaneleri açılmıştır. Sağlık altyapısı bozuk, teknolojik destek yok,
hasta ise çoktur.
1920–25 arası hekim sayısındaki azlık
nedeniyle milletvekili hekimlerin bile fiilen hastanelerde hasta hizmeti
verdikleri biliniyor. Savaş sürerken de hekimler hizmetten bilimsel
çalışmalardan geri kalmamışlardır. Örneğin; 17 Ekim 1921 tarihinde Abdülkadir
Noyan, Tevfik İsmail gibi hekimler Ankara'da Öğretmen Okulu Hastanesin de bir
toplantı yapıp "Gülhane Müsamereleri"ni başlatmışlar, Vekil Rafet Paşa
toplantıyı açmış ve Gülhane müsamereleri yıllarca düzenli olarak
sürmüştür.
Yukarıda da kısaca özetlendiği gibi
ülkemizdeki doktorlar ve bilgileri yetersiz görmek çok yanlış olacaktır.
Üstelik daha da ileri giderek şunu rahatlıkla söylemek mümkündür bugün de
olduğu gibi dönem içinde de Dünya çapında meşhur doktorlarımız ve
Farmakoloklarımız vardır.
Çünkü bu tarihlerde uygulanan tedavi
yöntemleri iyi anlaşılacak olursa günümüzde yaşadığımız sağlık problemlerimizi
daha iyi kavramış olacağız. Bunun paralelinde ise bu gün dünya üzerinde
faaliyet gösteren ve ülkelerin ekonomisini direk etkileyen ilaç sektörünün
(Maalesef bir sektör olmuştur.) ülkemizdeki gelişimine ve dönemin şartlarına da
bakmalıyız.
İlaç sektörümüz için yapılan ve kendi
ilacını üretme çabasına girmeye çalışan ülkemiz maalesef bir çok konuda olduğu
gibi bu konuda da büyük yaralar almıştır. Bunlara en basit olanında bakacak
olursak, Diş macunu belkide konunun en basiti ve en ciddi sonuçları ortaya
koymaya adaydır diye düşünmekteyim. Ülkemizde üretimi yapılan ve her bir ev de
en az bir adet bulunan diş macunu ve yan ürünlerini piyasa da yöneten,
üretimini yapan firmalar ve sahipleri kimlerdir? Bunları tespit edersek bu
ülkenin sağlık problemi ve ilaç sektörünün ne halde olduğunu anlamakta güçlük
çekmeyeceğiz.
İLAÇ SEKTÖRÜ
Atatürk’e verilen ilaçların bir kısmı bir
önce ki kitabımızda da anlatıldığı gibi yurt dışından temin edilmişti. Bunun
yanında ülkemizde bu yıllarda faaliyet gösteren eczaneler aracılığıyla da bu
ilaçların temini yoluna gidilmiştir. Bunlardan birisi de “İstanbul Eczanesi”
dir. İlk kitabımızda bu ilaçların eczahanede hangi tarihte ve hangileri
olduğuna varıncaya kadar detaylı bir şekilde (Tam liste) verilmek suretiyle
Türk kamuoyunu bu belgelerden faydalanmaya çağırmıştım. Bununla birlikte
Cumhuriyetin kurulmasından günümüze kadar süre gelen sağlık ve ilaç problemi
devletimizin en önemli gündem maddelerinden birini oluşturmaya devam
etmektedir. Aşağıda da anlatılacağı üzerine bu problemlerin günümüzde değil
geçmiş yıllarda da yaşanmış olması ve bunların günümüze kadar çözümlenememiş
olması manidardır. Konuya ilişkin güzel bir kitap hazırlayan Prof. Dr. Turhan
Baytop, Türkiye’deki ilaç yapımına ilişkin şunları söylüyor;
“Türkiye’de ilaç yapımının hangi tarihte
yapıldığı bilinmiyorsa da Noel Canzuch tarafından 1833 yılında Beyoğlu semtinde
açılmış olan İngiliz Eczanesi (Pharmacia
Britannigue) bu konu da öncülük yapmıştır.
1890’lı yıllarda ise; Andre Lefaki
(1842–1894), Artin Merhamedjian, Louis Mananti, Nicolas Apery (1802-1884) Photius Selavo ve Sophocle
Castoriades eczanelerinde müstahzar ilaç halk sağlığına sunulmuştur.
Yukarıda verilen isimlerden de
anlaşılacağı üzerine Türkiye’de müstahzar ilaç yapımı Türk olmayanların
elindeydi.
Buna karşılık Türk eczacılarının hazır
ilaç yapımı, Ecz.Hamdi Bey tarafından Zeyrek semtinde 1880 yılında açılan
“ECZANANE-İ HAMDİ” tarafından üretilen; kola Hamdi, Elixir digestif Hamdi,
Kefir, Ligueur de goudron, Dermoghile, Sirop iodotannigue phosphate üretimiyle
başlamıştır. Bunu daha sonra; Ecz.Ethem Pertev’in; Pertev Şurubu, Ecz.Beşir
Kemal’in; Beşir Kemal Sübyesi, Ecz.Ali Süreyya’nın; İksir-i Süreyya vb.
izlemiştir.
Hazırlanan ilk ilaçlar genelde
üreticisinin ismi ile anılırken, şurup, şarap, iksir, hap ve merhem gibi yapımı
özel bir bilgi ve teknik istemeyen basit preparatlardan oluşmaktaydı.
İlk enjeksiyon ampulleri Hasan Rauf
tarafından 1900 yılında açılan “İstikamet Eczanesi”nin laboratuarında üretilmeye
başlanmıştı. Buna Şark İspençiyari (1903); Alfa Ampulleri ve Mustafa Nevzat
Ampulleri izlemiştir.
İstanbul’da Komprime imalatı “Eczahane-i
Hamdi”de başlamıştır. Hamdi Bey, eczanesinde toz ilaçları komprim getirdiğini
Tercuman-ı Hakikat gazetesine bir ilan vererek duyurmuştu.
Türk eczacılığı ve ilaç sanayinin
gelişmesi, 1927 yılında 694 sayılı ”Eczacılar ve eczahaneler hakkındaki kanun”
ve 1928 yılında da “İspençiyari ve Tıbbi
Müstahzarlar Kanunu” ile mümkün olmuştur. Bu kanunların çıkması için mücadele
veren Dr.Refik Saydam dönemin Sağlık Bakanı iken Dr.İ. Asım Arar’da Sağlık
Bakanlığı Müstaşarlığı’nda bulunmaktadır.
İlk ilaç üretimi laboratuvarları, genelde
tümü iş hanlarının içinde yer almaktaydı. Bunların içinde ilk özel ilaç
laboratuvarı kurmayı başaran, Ecz.Kadıoğlu Mehmet Enver (Batur) tarafından
kurulmuş olan “KADIOĞLU MEHMET ENVER (BATUR) MÜSTAHZARAT LABORATUVARI”dır.
1930’lu yıllara gelindiğinde, yerli ilaç üreticileri, yabancı, ilaçların
Türkiye’ye sokulmasını istememekte ve mevcut olan ilaçların kendileri
tarafından üretilebileceklerini iddia etmeye başlarlar bu konu da Şark Merkez
Ecza Deposu’nun sahiplerinden biri olan Hasan Derman 1931 yılında yayınlanan
“Dertlerimiz ve sebepleri” isimli yazısında bu konuya ilişkin şunları
söylemekte;
“Bugün
eczacılığın havanı durmak üzeredir. Dünkü, infüsion, decoetion, emulsion,
electuer, pommade, cachets ve pilules yerine hem de % 60’tan fazla bir
nispette, elimizi kirletmeyen, kollarımızı yormayan ve fakat bize ekmek
yedirmemeye azmetmiş olan rengârenk etiketli, şatafatlı garp müstahzaratı kaim
olmuştur.
Bu istila
on sene evveline kadar bu nispette değildi. Yirmi sene evvel hemen her şey (çok
az) idi. Bugün %10–15 kazançla iktifa eden eczacı, on beş sene evvel halktan
daha az para alarak % 50 hatta %100 temin ediyordu.
İşte
eczacıyı “Arpacı Kumrusu”gibi düşündüren, atisini tehdit eden mühim amillerden
biri ve belki başlıcası…”
demektedir.
Bu dönemin genel bir fotoğrafını çeken
Derman’ın haklılık payı yok değildir.
23 Şubat 1930 tarihinde “Etibba Muhadenet
Cemiyeti”nin yerli ilaç yapımını incelemek için bir rapor hazırlanmasına neden
olan bu olaylar bu yıllarda cerayan etmiştir.
Bunun sebebi de yerli ve yabancı ilaç
rekabeti önceleri ”Majistral ilaç” ile “Müstahzar ilaç” arasında başlamış ve
zaman içerisinde, yerli müstahzar ile yabancı müstahzar rekabetine dönüşmüştür.
Yerli müstahzarlar ucuz olmalarına karşın
halk ve hekimlerin gerektiği kadar beğenisini kazanamamış, yabancı müstahzarlar
daima yerli müstahzarlardan daha çok tutunmuş… 1930 yıllarında bu rekabet en
yüksek seviyeye çıkmıştır.
Bu rekabeti daha iyi anlaya bilmek için,
1938 yılında Ankara da düzenlenen “Yerli tıbbi İspençiyarı müstahazarlar”
sergisinde aşağıda verilen şemadan da anlaşılacağı üzerine Yerli
müstahazaratların ne derece haklı olduklarını ortaya koymaya yeter.
İLAÇ
ADEDİ
|
|||||||
YIL
|
YERLİ
LABARATUVAR[8]
ADEDİ
|
YERLİ
|
YABANCI
|
||||
1923
|
14
|
0
|
0
|
||||
1927
|
20
|
0
|
0
|
||||
1929
|
0
|
30
|
515
|
||||
1930
|
0
|
62
|
596
|
||||
1931
|
25
|
186
|
719
|
||||
1934
|
0
|
433
|
934
|
||||
1935
|
40
|
468
|
1032
|
||||
1936
|
0
|
549
|
1100
|
||||
1937
|
0
|
628
|
1176
|
||||
1938
|
56
|
690
|
1376
|
||||
Bu olumsuz tabloyu ortadan kaldıra bilmek
için 23 Şubat 1930 da “Etibba Muhadenet Cemiyeti” toplanarak aşağıdaki
kararları, cemiyet başkanı olan Dr.Tevfik Salim Paşa bir rapor halinde
sunacaktır. Buna göre;
1-Tentürler
ve ekstreler gibi galenik ilaçların tamamen memleketimizde yapılması mümkün ve
lazımdır. Bu ilaçların Avrupa’dan ithali men edilmeli ve eczacılar cemiyeti bu
işle ehemmiyetli surette meşgul olmalıdır. Emniyet ve fiyat itibariyle bunların
ihtiyacı tatmin etmesi ve cemiyetin kontrolü altında bulunması zaruridir. Bunun
için Eczacılar cemiyeti tarafından bir merkez tahlil labarutuvarı yapılmalıdır.
2-Komisyon
şimdilik Türk eczacılığının spesialite denilen tıbbi müstahzarat imaliyle
uğraşmasına taraftar değildir. Eczacılık san’atının bi hakkın terakkisi için
evvela küçük ve basitlerden başlanarak tedricen faaliyeti tevsi etmek ve ancak
büyük imalathaneler vücuda getirdikten sonra müstahzaratı tıbbıye’de yapmak
muvafık olur.
3-Milli
imalatçıların numuneleri polikliniklere gönderilerek tecrübe edildikten sonra
piyasaya çıkarılmalıdır.
Bütün bu olumsuzluklara karşın Cumhuriyet
döneminin ilk yıllarından itibaren yerli üretim laboratuarı ve ilaç miktarında
artışlar devam etmiştir.
Hasan Derman’ın bahsettiği diğer bir konu
da yerli ve yabancı müstahzaratlar arasındaki satış fiyatlarındaki farklardır.
Buna göre[9]:
ADI
|
Fiyatı
|
||||||
Yabancı
|
Apiolin
( Chapoteaut )
|
125
|
|||||
yerli
|
Apiol
|
30
|
|||||
Yabancı
|
Corizal
|
60
|
|||||
Yerli
|
Corricide
(Beşir Kemal)
|
30
|
|||||
Yabancı
|
Dıgıtalin
(natiuel
|
100
|
|||||
Yerli
|
Dıgıtalin
(Nevzat)l
|
70
|
|||||
Yabancı
|
Enos
Meyve Tozu
|
190
|
|||||
Yerli
|
Mazon
Meyve Tozu
|
100
|
|||||
Yabancı
|
Goubron
(Guyot)
|
75
|
|||||
Yerli
|
Goubron
(Hakkı)
|
35
|
|||||
Yabancı
|
İnsulin
(Schering)
|
145
|
|||||
Yerli
|
İnsulin
(Nevzat)
|
125
|
|||||
Yabancı
|
Quinium
labarague
|
150
|
|||||
Yerli
|
Kina-Forsin
(Eşref)
|
75
|
|||||
Yabancı
|
Sirop
Deschiens
|
140
|
|||||
Yerli
|
Sirop
Pertev
|
45
|
|||||
Yerli ve yabancı müstahzarlar arasındaki fark
yaklaşık %50 olarak gözükmektedir. Bu fark yabancı müstahzarların ödedikleri
gümrük vergisine bağlanamaz. Çünkü yerli ilaç yapımcıları da yurt dışından
getirttikleri etkili madde ve ambalaj malzemesi için vergi ödemekteydiler.
Fiyat artışlarının asıl nedeni yabancı kökenli ilaç yapımcılarının ve
dağıtıcılarının uyguladıkları kâr oranıdır. 25.05.1928 tarihli “İspençiyarı ve
tıbbi müstahzarlar kanunu” nun yerli ilaç sanayini koruma konusundaki
eksikliklerini tamamlamak ve ithali yasaklanan ilaçlar listesinde bulunan, diş macunları, baş ağrısı kaşeleri, vb. Türkiye’de üretilmelerini ve yabancı
firmaların Türkiye’de ilaç yapım tesislerinin kurulmasını önlemek için bu
dönemin sağlık ve sosyal Yardım Bakanı Dr.Refik Saydam’ın desteğiyle 03.08.1936
tarih ve 2–5127 sayılı Bakanlar Kurulu kararı çıkartılmıştır. Bu karar metni ise
aynen şöyledir;
“Memlekette lüzumundan fazla benzerleri
yapılmakta olan baş ağrısı kaşeleri, diş macunları,
öksürük ilaçları veya müshiller
gibi bazı yabancı tıbbi müstahzarların kontenjan kararları ile hariçten sokulmalarına
müsaade edilmemekte veya az miktarda girmelerine izin verilmekte olması
dolayısı ile memlekette kazandıkları eski rağbetten istifade maksadı ile amili
olan fabrikalardan Türkiye’de yapmak hakkı satın alınarak veya fabrikalarla
ortak olmak sureti ile memlekette yapılması için vaki müracaatlar hakkında
sıhhat ve içtimai muavenet vekilliğinin 17–03–1936,08–07–1936 ve
78–4523,152–11699 sayılı tekliflerini ve bu tekliflerle iktisat vekilliğinin
18–051935 tarih ve 402–19249 sayılı mütalaanamesini tetkik eden Şurayı Devlet
Tanzimat Dairesi ile Umumi Heyetin mazbataları icra vekilleri heyetinin,
03–08–1936 tarihli toplantısında tetkik ve mütalaa edilerek yerli tıbbi
müstahzaratın tutunabilmesini teminen, Sıhhat ve İçtimai Muavenat Vekilliğinin
teklifi vechile Türkiye’de yapılması hakkının satın alınması veya yapılmalarına
müsaade edilmemesi onanmıştır.” denilmektedir.
Bu sınırlama kararı 11 yıl yürürlükte
kaldıktan sonra dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı
Dr.Behçet
Uz’un önerisiyle (07.08.1946 – 10.06.1948 -18.05.1954 – 09.12.1955 ), 07.06.1947 tarih ve 3–5981 sayılı yeni bir
Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.
Yerli tıbbi Müstahzar sanayiinin
tutunabilmesi amacıyla alınmış olan 1936 tarihli kararın, hakiki gerekçesi
açıklanmadan, yürürlükten kaldırılması eczacılar ve yerli ilaç üreticileri
arasında memnuniyetsizlik yaratmış ve basında bazı eleştiri yazılarının
yazılmasına neden olmuştur.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr.Behçet
Uz’un yoğun çabalarıyla 07.06.1947 tarihinde alınan Bakanlar Kurulu Kararı’nın
yürürlüğe girmesinden sonra, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nca birçok yabancı
kökenli tıbbi müstahzarlar Türkiye’de üretilmelerine karşılık yabancı
ülkelerdeki adları ve yapımcı adresleri ile ticarete çıkarılmıştır.
Dr.Behçet Uz’un etkisi ile alınan bu
Bakanlar Kurulu Kararı, Türk ilaç sanayiinde (1996) “Lisans dönemi” denen uygulamanın başlangıcı
olmuştur.
Maalesef, bugün Türkiye’de etkili
maddesi, tertibi ve adı tamamen yerli ve özgün olan bir hazır ilaç
bulunmamaktadır. Mevcut ilaçlar terkip ve tertip bakımından yabancı ilaçların
benzeri veya yabancı ilaç firmalarının izni ve adı altında Türkiye’de
hazırlanan preparatlardan oluşmaktadır.
İLAÇ ZAMLARINA İLİŞKİN
Günümüzde de insanlarımız için hayati önem
taşıyan Türk filmlerine dahi malzeme olmuş ilaç fiyatlarının yüksekliğinin
sebeplerini bu metinlerden çıkartmak mümkündür sanıyorum. Yine geçmiş yıllarda
Eczacı Hüseyin Hüsnü Arsan’ın (1898–1949) “Türk Eczacı Âlemi” dergisinde
yazdığı bir yazıda şunları söylüyor;
“…Biz bir taraftan bu halkı
hekime sevk ederken diğer taraftan ilacını ucuz vermeliyiz. Bilmeliyiz ki verilen
ilaç paraları halkın rızklarından kesilmiş paralardır. Hastaya ödeyeceği
derecede pahalı bir ilaç vermek hastanın o ilacı tedarik edememesini intaş
eder. Bu takdirde gene koca karı ilaçlarına avdete mecbur olur… Biz bu lüks
ilaçların yerine tedavi ve kimya noktasından tamamen aynı havasa malik ve onlardan
5–10 hatta 15 misli ucuz olan muadili kimyevilerini ikame etmenin yolunu bulmak
zaruriyetindeyiz...”
Aradan geçen bunca zaman dilimine rağmen bu
konunun hala çözümlenmiyor olması konunun altında başka nedenlerin var
olduğunun işaretlerini vermektedir. Bu sorunların çözüme kavuşturulması İçin de
ilk önce bu işlerin sorumlularının oturdukları makam ve üzerlerine aldıkları
Yüce Türk Milleti’nin sorumluluğunu yerine getirme görevini ifa etmelidirler.
ATATÜRK ALKOLİK MİYDİ?
BEN DE SİZİN GİBİ İNSANIM
“Atatürk, karşısında sevgi
gösterisi yapan halka doğru, kadehini kaldırarak şöyle konuştu:
“Vatandaşlarım... Buna Rakı
derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi.
Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz, karşılıklı
içiyoruz. Hepimiz eşitiz.
Benim için rakı içer, şunu bunu
yapar diyorlar. Ben bunların hepsini yaparım.
Hepsi doğrudur. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım.
Sizinkinden bir fazla değildir, yaptıklarım[10].”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Ulu
Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, vefatının hemen ardından, Cumhuriyeti yıkmaya
yönelik eylimlerde bulunan kesimlerce sürekli olarak ailesi, kendisi ve kurduğu
Cumhuriyete direk ve endirek saldırılarla manevi şahsiyeti Milletin gözünden
düşürülmeye, yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu önceden dış destekli hazırlanmış
tezgâhlar ve eylimlere bir de maalesef Atatürk’ten sonra kurulmuş Cumhuriyet
Hükümetleri de alet olmuşlardır.
Atatürk hakkında sorumlu olan kurum,
kuruluş ve şahısların ortada duran yanlış bilgi ve belgelerin gerçek
mahiyetini, Türk Milletine yeteri kadar anlatamamış, bize kala kala paramızda
Atatürk resmi bir de ismi kalmıştır. Bunun suçlusu Atatürk değil, Atatürk’ü bir
türlü içine sindirememiş sözde Atatürkçülerdir.
Bu sebepler göz önüne alındığında ülkede
yıllardan beri sürdürülmeye çalışılan ve birçok ailenin yıkımı olan ayrımcılık
tetiklenmiş yeni fikir ve düşünce diye, ortalıklara atılan fitne ve
fesatlarında, belirli merkezlerin kontrollü, sistemli yöntemler uygulayarak,
satın aldıkları, gazeteci, yazar gibi sözde aydınların kendi amaçları için
kullanılması ile milleti kamplara bölerek ülkedeki huzur ve güveni yıkmaya
çalışmışlardır.
Elbette ki, Yüce Türk Milleti, kanının,
canının karıştığı bu kutsal devletin düşmanlarına karşı derin sabrının ve
hoşgörüsünün bittiğinde, zamanı geldiğinde gerekli cevabı en güzel şekilde
layıkiyle verecektir.
Bizi bölmek ve parçalamak isteyenler şunu
hiç bir zaman unutmamalıdır ki;
Türk analarının bağrında yurt sevgisiyle
donatılmış evlatlar bitmez, bitmeyeçektirde.
Bugüne
kadar Türk Milletinin gündemine getirilmemiş olan Atatürk’ün vefat raporunda (hepatite sclerocongestive ethyligue daha
sonra da Ascitogene bir cirrhose ), ölüm sebebi olarak gösterilen ve bugün
ortada apaçık duran, bilimsellikten uzak paravan bir raporda Siroz hem de
alkolik siroz olarak gösterilmeye çalışılan vefatı, diğer bir taraftan da
aşağıda birlikte izleyecegimiz olayların, iftiraların önünü açarak, Atatürk’ün
ölüm nedenini alkole bağlamıştır.
Tabii bu durum, izah edilirken bir konunun
altını çizmekte de fayda görmekteyim. Geniş kitlelere yıllarca bu konu sürekli
olarak öylesine dikte ettirilmiştir ki insanlar, Atatürk’ün çok alkol alan ya
da daha başka bir deyişle alkolik olduğunu o kadar kanıksamıştır ki, bugün
aktarılan bu bilgiler karşısında şaşırması ve yadırgaması çok doğaldır. Geçmiş
dönemlerde ve günümüzde olayı tam olarak kavrayamamış ya da bu konuyu kasıtlı
olarak işleyen yurt içinde ve dışında birçok yazar ve araştırmacı, maalesef çok
yanılgılara düşmüşlerdir.
Yine kendisine önce güven, saygı ve sevgi
beslediğimiz ebedi liderimizin burada alkol almıyordu gibi bir anlam çıkarmak
çok yanlış olaçaktır. Bu yanlış anlatımların asıl temeline bakmak gerektir.
Bunun en büyük mübessilleri, Atatürk’ün
etrafını sımsıkı vaziyette sarmış olan Dalkavukların bizzat kendileridir.
Atatürk hakkında çevreye yaydıkları asılsız bilgiler, ülkemizdeki aydınlar kadar ülkemizin
dışındaki yazarların da yanlış bilgi edinmelerine ortam hazırlamıştır. İş o
kadar ilginçtir ki bizzat Türkçü olan Atatürk, vefatından sonra Türkçülüğün
önderliğini yapan yazar ve aydınlarca da eleştirilere uğramıştır. Bunlara örnek
olarak Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Adsız’ı verebiliriz.
Aşağıda verilecek olan örneklerde de vurgulanacağı üzere dönem yazarlarının
ilerleyen zaman zarfında Atatürk hakkında yeteri kadar aydınlanamadıkları
maalesef bir gerçektir. Bunlara karşın Atatürk’ün vefatının hemen ardından
Cumhuriyet Gazetesi’nde bir makalesi yayınlayan Necip Fazıl Kısakürek’in
nereden nereye dedirten sözlerine bakmakta fayda vardır diye düşünüyorum.
NECİP
FAZIL VE ATATÜRK
Benim gözümde birbirine bağlı iki işin
sahibi olarak iki Atatürk var. Zaman
tasnifi ile bunlardan bir düşmanın denize dökülüşüne, öbürü
de bugüne kadar sürer. Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı
Atatürk’ün
vefatından sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerle ifade
edebileceğimiz yazılar yayınlanmıştır. Her biri kendi içinde değerlendirilmesi
gereken yazılardan biriside, Necip Fazıl Kısakürek’in, Cumhuriyet Gazetesi’nde,
16 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün ölümünün ardından yazdığı yazıdır.
Yazar,
Atatürk’ün vefatından dolayı ne hissettiğini şu şekilde dile getiriyor;
“Son onbeş gündür her sabah yatağımızdan
kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra ona varlık ve mana izafe
eden (bağlayan) unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaman bir idrak işkencesi; Atatürk’ten
bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir
daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal (olamazlık) hissi veriyor.
Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edası ile ölüm,

Atatürk‘ün Naşı Önünde Geçit
yapan Yabancı Askerler
Atatürk’ü,
hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü.
Ölüm, her insanda basit bir tezahur fark
ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen bu son misalde bulduğu müeyyede
kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir.Yaratıcının
bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde, kudretinin her
zamanki mevzu ile mevzuunun bu defaki kudretini biraraya getirdi.
Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt
ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred
(soyut) sirayet ve ihtarı küçük bir mesafe yakınlığını bir nevi akrabalık
haline getirirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar ictimai ve herkese ait hüviyet
taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınlıkları karşısında sadece yapma bir
zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz.

Bütün dünyada Kralına, anasına kadar
yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her
evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının
çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde bu
defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk.
İctimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak
sayısınından daha azdır.
Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine,
bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümid edemezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun
yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama hedef olabilmiş
hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle,
askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki, Garp, Atatürk’ün
şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük
aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın ölüsü karşısında da hiç bir protokol
kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya göstermediği bir
hürmetle şapkasını çıkartmaktadır. Atatürk’ün gözleri ile görmediği bu
manzarayı biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak keskin bir delalet halinde
şuurumuza sindirmekle mükellefiz.
O, Türk’e, hem Türk’ü hem de
Avrupalı’yı inandırabildi. Tarihte büyük
bedbinlerle büyük nikbinlerden ibaret
iki sıra kahraman vardır. Herşeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli
bir cehde, aydınlık gören de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir
mukavemete gebedir.
Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve
aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır.
Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata erdirmeğe, nikbin
kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur.
Atatürk’ün ruhi maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz
ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşşiz nikbinliği, başta ve
sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.
Birinci
vesika;
Bir millet
için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu
vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi
ölümüne inandığı vakit o inanmadı. Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile
başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.
İkinci
vesika;
Milli kahraman,
hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk
Milleti’ne kadar herkes ağır bir ümidsizlik içinde boğuluyor; fakat
kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa
kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine
biran bile mümkün gözü ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli.
Atatürk, başlangıçta Milleti’nin; sonunda
da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı,
ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir
kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide haksız
bulamayacağız.
Benim gözümde birbirine bağlı iki işin
sahibi olarak iki Atatürk var.
Zaman tasnifi ile bunlardan biri, düşmanın
denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir
milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla madde ve askerlik planında
muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler
alemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına
girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne inkılâpçı Atatürk demek, hatıra
gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini temsil eden cepheleri arasında bence
mefkureci ve hudutsuz şahsiyet asker Atatürk’dedir. Asker sıfatı da onu ifadeye
kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik O’nun sadece aletiydi. Bu merhalede
O, en büyük asker olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir
milletin diriliş iradesini temsil eden mevkürevi insan olmak değeri. Bu değerle
Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir kaçı geçmeyen hakiki millet
kurtarıcılarından bir tanesidir. Dehasının
sırrı da ne askeri, ne Ictimai, ne de aklidir. Aksine laboratuvar ilimlerinin
çerceveleyemediği ve aledelikler serisinin yanaşamadığı bir heyette ve
tamamiyle ferdi ve insiyakidir. Zaten kahraman dediğimiz mechul yaratılış ve
bünyenin bütün farikası, bu ferdi ve insiyaki cevherde değil midir? Yoksa her
hangi bir ihtilalci başlangıçta Milleti, Atatürk gibi ayaklandırabilir, her
hangi bir asker, kurtuluş mücadelesini Atatürk kadar iyi idare edebilir ve her
hangi bir idareci, Atatürk’ün kurduğu teşekkülleri kurabilirdi. Fakat kimse,
Samsun’a çıkışından, İzmir’e girişine kadar O’nun taşıdığı iş kıymet ve imanını
taşıyamazdı. Çünkü bu kıymet ve iman, teknik, bilgi ve akıl işi değildir. Bütün
bu melekelerin atalet ve felakete battığı dakikada hepsini birden yerinden
fırlatacak bir ruhi adale işidir. Kahraman dediğimiz mechul yaratılış ve
bünyenin herkesten farklı olarak sahip olduğu hususi ve harikulade unsur da,
işte bu ruhi adaledir.
İnkılâpçı Atatürk’e bütün talih ve
salahiyetini asker Atatürk hazırladı.
Garip bir tesadüf cilvesi ile iki Atatürk’ten
her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk… İnkılâpçı
Atatürk, tanzimattan beri Türk Cemiyeti’nin Avrupa medeniyet mahzumesine
kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz
randımanlı hamleler haline getirdi.
Türk Cemiyeti’nin, Tanzimattan beri alev
alev yanan kafası ve ruhu ile bir türlü kararını bulamadığı, hududunu
çizemediği, mevcutlardan neyi verip, neyi veremeyeceğini, neyi alıp neyi
alamayacağını kestiremediği medenileşme davasını, bütün Şark’ı, top yekün
vermek ve yerine bütün Garp’ı top yekün almak şeklinde kökünden halletti. Onun
bu cür’etli iradesinde de, taşıdığı ruhi adalenin bir ihtizazına (titreşimine)
şahit oluyoruz. Tanzimat tabi seyrinde devam etseydi belki daha asırlarca,
Atatürk’ün vardığı bu telakki ve cesaret merhalesine ulaştıramayacaktı.
Filhakika bütün müesseseleriyle Türk Cemiyetine asılan garp, Türk toprakları
üzerinde ve iktisadi, ilmi, içtimai sahalarda büyük muvaffakiyetlerle yemişini
vermeğe başladı. Kurtuluş zaferini takip eden merhalede garp; kanun, şapka,
harf, yol, fabrika, banka, mekteb, ordu, bütün aletleriyle vatana tatbik
edilebilmiştir. Şu kadar ki yalnız müsbet bilgiler ve maddi aletler mahzumesi
telakki eden ve ruhi planda garbında bizzat kendi kendisini araladığını bilen
bir fikir adamı gözünde bu hareket, kıymet hükmünü saran bin bir çetin davaya
karşı nihayet madde çercevesinde büyük bir ıslahcılık hareketi olmaktan ileriye
geçemez. Fikir, ahlak ve san’at
cepheleriyle yepyeni, istiklali ve şahsi bir cemiyet binası işiyle de
bir tutulamaz, ikinci merhalenin Atatürk’ü, ıslahcılık tarihimizin en büyük
çehresidir. Fakat ilk merhalenin Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında,
bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşıyaçaktır[11].
Atatürk’ün
vefatından sonra yazılmış yazılar içinde belki de en iyilerden birisi de bu
olsa gerek. Bu kadar güzel, Atatürk’e samimi duygular besleyen Üstad Necip
Fazıl Kısakürek’in başında bulunduğu Büyük Doğu’da 1949-50 yılları arasında
yayınlananlara baktığımızda dönemin
İçişleri Bakanı olan Emin Erişilgil imzalı, İstanbul valiliğine yazılmış -Gizli ibareli- T.C.İçişleri Bakanlığı
Emniyet Genel Müdürlüğü Ş.l.12282-500/61377, seyyarla 11/11/1949“ yazısında
Büyük Doğu daki köşesinde cevap veren (Dedektif x bir) sözü geçen metni aynen
vererek şunları söylüyor.[12]
“5-İçişleri Bakanı Emin
Erişilğil’in belki öz kalemi ile yazıp
Emniyet Genel Müdürlüğü siyasi şubesinden
12282-500/61377 numara ile ve 11/11/1949 tarihinde çıkarttığı, tepesine
« gizli »dir diye en hassas bir dikkat koydurttuğu, posta idaresine de itimat
etmeyip seyyar memurla gönderttiği emri aynen harfi harfine… okuyunuz
(Yukarıdaki belgeden bahsediyor)
6-Bu emrin mahiyetine ait kıymet, hükmünü vicdanınıza terk ediyoruz.
7-Yalnız şu kadarını belirtmeden geçemeyecegiz ki,Türk adliyesinin kanundan başka tesir kabul
etmeyen ve böylece Türklüğün şanını binbir vesileyle ila etmiş bulunan hakimleri
huzuruna,en
cüz’i alakamız olmadan
duruşmanın mevkufen yapılmasını amir bir
madde yoluyla sevk
edilmemizi gizli kapaklı telkin
etmek,ancak bu kadar olabilir.
8-Bunu yapan da hükümetin en hassas idari mekanizmasıdır.
9-Bereket ki, aynı hükümetin
mücerret kanun planın dahi devlet
şiarına ve adalet mekanizmasına
itimadımız
tamdır.Hayırlısı Allah’tan“
demektedir.
Sözü geçen
H.Nihal Atsız’ın, Büyük Doğu,Sayı;3,28 Ekim 1949,sf.10’da yazıya ilişkin şöyle bir not da düşürülmüştür.
„...Atsız bundan 8 yıl önce (1941 yılında),miniçik bir kitap
çıkardı. İsmi “Dalkavuklar Gecesi“
Güya
Türklüğün ilk devirlerine ait bir masal ve mitolocya (Mitoloji) havası içinde hayali levhalar…Fakat hayalle
hiç alakası olmayan bu levhalar, hakikatte, usturavi mazi ikliminin değil, bugüne bitişik yakın
dünün, fert ve cemiyet halinde bütün bir ruh potresidir; ve kaskatı hakikatı,
aşağı yukarı aynen geçmiş vakıaları dillendirmektedir. Daha ilk satırları
okunur okunmaz bu hususiyeti anlaşılaçak olan kitap, 1941’de o zaman ki
mevzulara göre her salahiyati nefsinde düğümlenmiş olan hükümet tarafından
derhal toplatılmış, eser hakkında hudutsuz dedikodulardan başka orta da hiç bir
iz kalmamıştır…Vaziyetimiz, resmen matbu ve münteşir, evvela toplatılmış ve bilahare
serbest bırakılmasından mahzur görülmemiş bir eserden bazı parçaları iktibas
etmekten ibarettir.“ denilmekte.

Nihal Atsız’ın Bahsedilen Kitap Kapağı
Burada bir
yorum yapmaktan daha ziyade bir şeyi vurgulamakta fayda görüyorum.Atatürk’ün
vefatından sonra ülkemizde Atatürk’e ait ne varsa zaman içerisinde kademeli olarak
yok edilmektedir.İşte bunlardan biride kendisi ile bütünleşen ve
Türk ulusuna
Ergenokonda yol gösteren Bozkurt sembolüyle bütünleştirmek suretiyle Yeni
kurulmuş olan Türk Cumhuriyetinin ve milletinin yol göstericisi olarak
gösterilmesiydi. Yaşadığı dönemlerde

Paralarda

Lahey sürekli Adalet Divanında Atatürk’e hediye edilen
Bozkurt heykeli

Kahramanmaraş kalesinde bulunan Bayraga sarılmış Bozkurt
Heykeli


Yukarıda
gösterildiği gibi Pullarda, Paraların Üstlerinde Lahey sürekli Adalet Divanında
Atatürk’e hediye edilen Bozkurt heykeli, Kahramanmaraş kalesinde bulunan
Bayraga sarılmış Bozkurt Heykeli ve
edebiyat içerisinde kitabların ismi ile anılmıştır
Oysaki bugün
bunlardan hiç birisi bulunmamaktadır.Yukarıdaki ve aşağıda verilecek örnekler
bir dönemi aydınlatma, bazı vurguları
dile getirme ve konuşulmamış
tartışılmamış bazı mevzuları tekrar günümüze taşımak suretiyle henüz
aydınlatılmamış konuları tekrar tartışmaya
yöneliktir. Yoksa kişi ve görüşler bu konunun dışındadır. Çünkü Atatürk’ün
çevresini sarmış olan Dalkavuklar ve bu dalkavukların komuta merkezlerinin verdiği talimatlar çercevesinde Atatürk’ün
topluma yanlış lanse edilmesi zaman zaman Atatürk’ünde sözlerinde gizlidir.
Nitekim konumuz itibariyle de bu alkol meselesi ve Köşkte kurulan sofradır.
YAMZU
KRALİÇE OLMAK İSTİYOR ! (8.FASIL)
“Kral Subbiluliyuma şaraba iyice
dadanmıştı. Öğleye doğru uykudan kalkıyor, devlet işlerine şöyle böyle bir
bakıyor, akşama doğru şarap masasının başına geçerek vezirleriyle birlikte
içiyordu.”

Burada
bahsi geçen Kral Subbiluliyumadan kasıt Atatürktür. Yazının hemen başında
Atatürkün içkiye karşı olan bağlılığı dile getirilmiştir. Konuyu biraz açmakta
fayda görüyorum;
Atatürk sabahları erken kalkmazdı. Geceleri çok
geç, çogunlukla şafak sökerken yattığı için, gündüz saat on bir, on ikiye dogru
kalkar, zile basardı.Hemen bir fincan kahveyle o günkü gazeteleri götürerek,
günlük kahvesini verirdim.Kahveyi orta şekilde içerdi…Bazende şezlonga uzanır,
uzun uzun günlük gazeteleri okur. Bu
okuma bir buçuk saat kadar sürerdi. Sonra banyosunu yapardı.Temizlik konusunda
çok titizdi.Yaz ve Kış ayırmaz, muhakkak her gün banyo yapar, hergün çamaşır
değiştirirdi.Giyimine karşı titizlik gösterir, traşsız katiyen gezmezdi .
Banyodan çıktıktan sonra, soguk ayranla bir dilim franca yer, bazan ayran’ın
yerine bir kase yoğurt alırdı. Binde bir daveti bir konuk olacak ki, ayıp
olmasın diye yemek yesin. Bazen sütlü kahveyle , çay istediği de olurdu. İkindi
kahvaltısı yapmaz, onun yerine bir ekmek ve ayran içerdi. Akşam yemeklerini ise
kesinlikle arkadaşlarıyla yemek alışkanlığındaydı. Çankaya ve Dolmabahçe
sarayındaki akşam yemeklerinde sayısı
on’dan aşagı düşmeyen bir davetli topluluğu her zaman hazır bulunurdu.
Memleket meselesinin görüşüldüğü bu toplantılarda herkesin düşüncesini öğrenmek
isterdi. Fakat yine de kendi bildiğinden şaşmazdı.
Atatürk
sofra da günlük olayların dışında, Harf devrimi, din devrimi gibi yeni ve heyecanlı konularda
ortaya attığı olurdu. Bazen herkesi şaşırtan bu konulardan alacağı olumlu
cevaplar da olumsuz cevaplarda çok hoşuna giderdi. Sofrası çoğu akşamlar bir
edebi sohbet meclisi halini alırdı. En çok tarih, politika, sanat konuları
görüşülür, anılara değinilirdi. Günlük olaylar üzerinde de durulur ve
tartışılırdı. Sanat ve musiki görüşmeleri de yapılırdı… Sofraya katılacak
olanları Atatürk seçerdi. Önceden kimin geleceği pek belli olmazdı. Sonradan
çağırtılıp, sofraya alınanlar da olurdu. Sofrası sanki o arkadaşları ve
dostları ile tartışma ve eğlence yerini birleştiren bir köprü görevi görüyordu.
Şakayı çok severdi. Şakalaşanları
gülümsemeyle izlerdi. Kendisi de ara sıra şaka yapardı. İşten ve yurt
gezilerinden artan bütün ömrü sofra da geçmiştir denilebilir. Fakat burası hiç
bir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş bir sohbet ve tartışma
meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin yanı sıra en zor devlet işlerinin karara
bağlandığı bir meclis olmuştur. Buna;’Politikanın ziyafet sofrası’ adını
takanlar yanılmamıştır. Atatürk bu alışkanlığını ömrünün sonuna dek
değiştirmedi
Sofrada duyduğum kadarıyla Atatürk,
bu alışkanlığını gençlik yıllarında almıştı. Daha Selanik’teyken Erkan-ı
Harbiye Dairesinde İşini bitirir bitirmez mevsim eğer yazsa Beyaz kule
bahçesinde, yok eğer kışsa Yonyo birahanesinde arkadaşlarıyla bir masa başında
toplanır, ara sıra havai bir konu, çoğu kez de ciddi bir bahis açar, hem içilir
hem de uzun uzun konuşulurdu. Bu arada Atatürk’ün içmesine karşılık onu uyaranlarda
ara da çıkardı.
„ Atatürk’ün içki
içmesine karşı olanların başında Umumi
Katip Yusuf Hikmet Bayur geliyordu.Onu içkisinden çaydırmak için türlü
bahaneler bulur,fakat hiç birini başaramazdı.
Atatürk çok
içmezdi.İçtiği zamanda içmesini bilirdi.Acele etmezdi,Konuşarak ,sohbet
ederek,yavaş yavaş içmeği severdi.Ölçüyü kaçırmazdı.Sarhoş olduğunu bir kez
bile görmedim.Taşkın hareketine rastlamadım[13].“
Atatürk bu dönem de o devrin en ünlü
rakısı olan Dimitrokopulo'dan yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu
leblebiydi. Ara sıra da Fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesini
istediği olurdu[14].
On iki yıl boyunca Atatürk’ün
yakınında bulunan Hizmetkârı şunları söylüyor;
“ Her gece içtiği halde Atatürk’ün bir
kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedim,
duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan
başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından,
Atatürk’ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek
isteyenler oldu. Ama bu çabalar ne kadar boşunadır. Onun yaşantısı bütün
açıklığıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki… HALKIN SOFRASIYDI[15].
8. fasıla kaldığımız uerden devam edelim;
“ Geceleyin hepsi sarhoş oluyorlar, arada sıra
ve saygı kalktığı için uygunsuz hareketler yapıyorlardı.
Kral sarhoş olunca kendisini Tanrı kadar
büyük ve üstün görmeye başlıyor, sofrasındakilere rütbeler bağışlıyordu. Ertesi
gün ayıldığı zaman bu rütbeleri geriye aldığı da oluyordu. Fakat nihayet
ayılmaz bir hale geldiğinden bu rütbeler sahiplerinde kalmıştır. Eski
Vezirlerden şarap içmeyenlerin hepsini azletmiş, yerlerine yenilerini
getirtmişti. İlanasam, Cüce İrdas, Rahip İduskam, Hekimbaşısı Ziza, ikinci
Hekim Pilga hep vezir olmuşlardır. Yalnız Başkumandan Tutaşil Şarap içmemekte
ısrar ediyordu. Bir gece kralın sofrasında bulunmuş, herkesin cıvıdığını
görünce tiksinerek bundan vazgeçmişti. Kral onun bütün ülkede ne kadar çok
sevildiğini bildiği için azledememişti. Ondan biraz çekinirdi. Fakat içten içe
kin beslemiyor değildi:
Bir akşam yine içki masasına oturulmuştu.
Artık devletin işleri de bura da konuşuluyordu. Zihinlere bir parlaklık geldiği
için memleket daha iyi idare olunuyor, her bakımdan daha ileri gidiyordu.
Kararlar cesaretle verebiliyor, büyük güçlükler kolaylıkla yeniliyordu.
O akşam yeni vezir Nidiba da şölende idi.
Bir dağ köyünden getirttiği için pek kaba saba bir adamdı. Her söze dili
dönmez, saray teşrifatını değil, alalede nezaket kaidelerini bile bilmezdi.
Kral onun böyle olduğunu bildiği halde vezirliğe geçirmekten çekinmemişti.
Çünkü kaç zamandır. Subiluliyuma’nın ahlakı değişmiş, devlet işlerini şahsi
eğlencesine alet eder olmuştu. Bakalım bir öküz nasıl vezirlik edecek diye
gülüyordu.
Şaraplar, içildikçe kafalar dönüyor,
kahkahalar atılıyordu. Gece’nin bir yeniliği de Yamzu’nun orada bulunmasıydı. O
da içiyor, arada zaman geçtikçe krala bazen güzel yemişler, güvercin
yumurtaları, türlü türlü sütlerden yapılmış yoğurtlar, domuz kızartmaları,
ballar vardı. Kralın yaverlerinden birçoğu da bulunuyor, uşaklar hizmet
ediyordu. Krala yaranmak isteyenler kendi elleriyle soydukları bir yemişi
bıçağın ucuna saplayarak krala uzatıyorlar, kabulünü rica ediyorlardı. Hantal
yapılı şişman ve pek obur olan Nidiba, uzun zaman yalnız işkembesini
doldurmakla uğraştığı için krala karşı gösterilen bu özenin farkına varamamıştı.
Nihayet başını kaldırdığı zaman bu nezaket hareketini görmüş, kendisi içinde
bunun yapılması gerek bir vazife olduğunu anlamıştı. Masadan aldığı kızıl
kabuklu iri bir elmayı soyarak bıçağa sapladı. Ötekileri taklit ederek krala
sundu:
“Büyük
kralım buyurun!“
Subbiluliyuma
elmayı aldı. Fakat hareketlerinde şaşkın ve acemi olan Nidiba elini çekerken
yanlışlıkla kralın önündeki yoğurt çanağını batırdı. Birbirlerinin bütün
hareketlerini göz önünde bulundurup yanlışlıklarını bulmak isteyen vezirlerin
hepsi bunu görmüşlerdi. Telaş ve teessüf göstererek muayyen birer hareket
yaptılar. İlanasam daha ileri giderek Nidiba’ya;
“Vezir
dikkat ediniz. Eliniz şanlı Kral hazretlerinin yoğurduna girdi.“ diye bir de
ihtarda bulundu. Nidiba alık alık bakınırken kral gülümsedi ve
“Zararı
yok yoğurt cacık oldu“ diye cevap verdi.
Kral eskiden çok ciddi idi. Kimse ile
eğlenmezdi. Fakat bir zamandır. Yeni bir adet çıkarmış herkesle eğlenmeye
başlamıştı. Vezirler buna ses çıkarmadıkca işi ileri götürecek nükte ve alayı
harekete kadar vardırır olmuştu. Bu sefer de öyle oldu. Meclise derin bir
sessizlik çöktü.
Yamzu herkesten daha az içmiş olduğu için
meclisi idare etmek istiyordu. Krala gizlice bir şeyler söyledikten sonra kralın
gülümsediği ve ilanasama bakarak
“Haydi,
bize bir türkü söyle de eğlenelim“ dediği görüldü. İlanasam saygı ile ayağa
kalkıp kralı selamladıktan sonra okumağa başladı;
“Şehvet
denilen bağda bir akşam, ayılan kız,
Her gün
yeni bir kalbi sokan ruhu, yılan kız!
Artık
yeter, uğrunda akan gözyaşı dinsin!
Ey handesi bin ev yıkan, afet sayılan kız,
Kaçsan da, boğulsan da, gebersende benimsin
Dünyayı saran şerrine kan perdesi insin,
Şehvet denilen bahçede hergün bayılan kız!
Ya kaç buradan, bir mezarın altına girsin!
Yahut beni sarsan sonu yok kime esirsin!
Ey aşkı sefil, kendisi lakin tapılan kız!”
Türkü okunurken bir kaç tas şarap daha içen Kral’ın başı
adam akıllı dönmeye başlamıştı.
İlanasama sordu:
“Bunu sen mi yazdın?”
“Evet kral hazretleri“
“Güzel yazmışsın, ya bestesini kim yaptı?“
“Onu da ben yaptım Kral hazretleri!“
“Aferin! Vezir olunca böyle olmalı. Şunu bir daha oku
bakalım!...“
……..
……..
……..
Kral her
mısrada bir kaç yudum daha içiyor ve gözleri dönüyordu. Türkü bittiği zaman
çoşkunluğu en yüksek dereceyi bulmuştu. Dayanamadı. Aşka gelerek elinde ki
şarap tasını
“Yaşa be vezir!“ diye haykırarak ilanasamın başına
fırlattı.
Bereket versin
ki, Kral iyi nişanlayamamıştı. Yoksa tas isabet etseydi. Vezirin hali pek
açıklı olacaktı. İlanasam tehlikeyi atlatmıştı. Fakat ötekilerini bir düşünce
almıştı. Her türkü söyleyene bir tas atılırsa bunlardan bazılarının hedefi
vurmaları ihtimali düşünülemeyecek gibi değildi. Nitekim kral şimdi de Ziza’ya
türkü söylemesi için buyruk vermişti. O da uzaktan iyi göremeyen gözlerini
kırpıştırarak okumaya başlamıştı.
……..
……..
Bu türküleri en büyük dikkatle dinleyen Yamzu idi. Çünkü
gerek ilanasamın gerekse Ziza’nın türkülerinde kendisine karşı bir sevginin
acıga vuruldugunu seziyordu. Fakat kralın gözdesi, tabii, kralın kölelerinin
sevgisine tenezül edemezdi. O şimdi kafasında bir takım gizli planlar
çiziyordu. Ziza ise göz kesilmiş, kendi kafasına inecek olan tası bekliyordu.
Fakat bu sefer kral tası fırlatmadı.
Yaverlerinden birine dönerek:
“Üç bin şekel getirip mükafat olmak üzere Yamzu’ya
verin!“ dedi.
Türküyü başkaları söylediği halde mükafatı Yamzu’nun
almasındaki yüksek hikmeti kimse anlayamamıştı. Bununla beraber bu hareketi
tasvip etmekten geri kalmadılar. Yalnız Pilga bunu doğru bulmadı. Çünkü kardeşi
Ziza mükafatı alsaydı belki kendisine de bir pay çıkardı. Kral onun yüzündeki
gerintilerden Yamzu’nun aldıgı mükafattan dolayı hoşnutsuzluk duyduğunu
anlamıştı:
“Pilga“ dedi, “Sen ne düşünüyorsun?“
“Kral hazretleri! Bu mükafatı yersiz buluyorum. Hazinede
kalsa daha luzumlu bir işe sarf olunabilirdi.“
“Sen aptal herifin birisin! Burada işin yok! Çabuk defol
buradan!”
Taslarla içki
içilmişti. Herkes kendisini bir kahraman ve dev sanıyordu. Pilga kafa tutacak
oldu.
“Kral hazretleri! Ben bir vezirim! Burası da devlet
sofrasıdır oturmak hakkımdır.!”
Kral ifrit kesilmişti;yaverlerine bağırdı:
“Çabuk şunu karga tulumba yapıp atın!”
Yaverler koşuştular. Pilga yı dört yanından yakalayıp bir
iki salladıktan sonar savuruverdiler. Vezir sarhoşlukla canının yandığını pek
anlıyamıyordu. Kral ise öfkesini alamamıştı.
Buyruk Verdi;
“Bunu bahçeye götürüp havuza elli defa daldırıp çıkarın
sonra buraya getirin!”
Yukarda bahsi
geçen ve ilerleyen notlar arasında da anlaşılaçaktır ki bu kişi Reşit Galipdir.
Yapılan
yanlışlardan biriside bu noktalarda ortaya çıkmakta, bir birimizi anlamadan
dinlemeden herşeyi kabul etmemiz.
Reşit Galip vakası da bizlere çok iyi
dersler vermektedir.Özellikle « Atatürk’e Diktatör » diyenlere bir
şamar gibi patlayacak olan bu metinlerde,bir beyefendi kimliğini hangi şart ve koşulda olursa olsun hiç
bozmayan gerçek Atatürk’ün örneklerinden birisi verilmektedir.
Yukarıdaki
metinlerin tümünden de anlaşılacagı üzere, Atatürk’ün Köşk’te kurdurduğu
sofrada, Atatürk bir alkolik ve devletin idare edildiği sofra olarak hiciv
edilmektedir.
Fakat bilinmesi
gereken iki husus vardır ki bunlar;
1-Atatürk ile bu
sofraya iştirak edenlerin anlattıklarından da anlaşılaçağı üzerine kurulan bu
sofraların bir yemek sofrası ya da içki ve eğlence masası değil, bir tür
akademi olduğudur.
2-Bütün devlet
işlerinin görüşülüp karara bağlandığı bir yer olmadığıdır.
Köşkte kurulan
bu sofrayı kısaca da şu şekilde tanımlamak mümkündür.
Sofranın
karşısında bir büyük kara tahta, tebeşirleri ve silgisiyle birlikte hazır
bulundurulurdu.
Sofrada iç ve dış
politik, tarih, dil, çoğrafya gibi çeşitli bilimsel konular konuşulur, günün
önemli meseleleri görüşülürdü. Sofrada herkes gayet açık bir şekilde
fikirlerini söyler ve savunurdu. Buna aşağıda verileçek olan Reşit Galip örneğini verebiliriz.
Sofra da
sıklıkla yer bulmuş ve daimi üyelerinden biri olan Kılıç Ali konuya ilişkin şunları söylüyor;
“Sofra ,
bazılarının sandığı ve telkin ettirmek istediği gibi, bütün devlet işlerinin
müzakere yeri değildir. Bu mühim noktayı fark edemeyerek ‘Sofra da Devlet
işleri halolunuyor ‘ diye günün birinde Atatürk’e karşı gelenler, ağır
mesuliyetlerle etekleri tutuştuğu zaman o sofraya içinde çıkamadıkları devlet
işlerini getirirler ve onları orada Atatürk’e hallettirerek sofradan ferahlık
ve neşe içinde çekilirlerdi. Hatta bazende dedikodu mevzu yapmak istedikleri
sofradan nasıl perişan bir halde koltukla götürüldüklerine az mı şahit olmuşuzdur.” demektedir.
Gerçekten de
Atatürk’ün Alkolik olduğuna dair bu iftira
ve dönemin meşhur Dalkavuklarınca toplum Atatürk yönünde yanlış
yazılan yazılar bugün gerçekleri su yüzüne çıkarmak isteyenleri zor durumlarda
bırakmaktadır.
Burada Maarif vekili Dr. Reşit Galip Bey
ile ilgili yaşanan bir olay dile getiriliyor aslında bu olayın böyle
yaşanmadığını da bizzat içerde Atatürk’ün yanında bulunan uşağı anlatıyor;
”Dr Reşit Galip Atatürk’ün çok sevdiği
ve nazını çektiği arkadaşlarından biriydi… Atatürk ile Reşit Galip arasında
geçen oldukça ilginç bir tartışma vardır ki, birçokları tarafından yanlış
bilinmektedir. Bir akşam sofrasında geçen bu tartışmayı, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısında yazmış, sonunu
da bilenler tamamlasınlar demişti. Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini
tamamlamağa çalışacağım.
Atatürk asla kin tutmazdı. Bir kimseye
ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affeder, olanları unuturdu. Bu
yüzden çevresinden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden
affedilir, eski yerlerini alırlardı. Atatürk’e karşı gelen ve meydan okuyan
Dr.Reşit Galip de, işte gözden düşüp, sonra itibara kavuşanlardandır.
Dolmabahçe Sarayının Harem kısmında
(hususi daire) akşam sofrasını yeni kurmuştum. Mevsimlerden Yaz’dı. Konuklar
birer ikişer geldiler, Ruşen Eşref Ünaydın, Recep Zühtü, Şükrü Kaya, Tevfik
Rüştü Aras, Dr.Reşit Galip, Celal Sahir, Hasan Cemil Çambel ve bayanlar vardı.
Yemek süresince herkes, her konuda konuştu… Milli Eğitim sorunları eleştirilirken
Reşit Galip’in ayağa kalktığını gördüm. Doktorun pek tabi sayılmayan bir hali
vardı. Çoşkuyla konuşuyordu, İçi içine sığmıyordu. O tarihte Halkevlerinin
denetimi C.H.P Parti Meclisinde bulunan Reşit Galip’in elindeydi. Reşit Galip
söze, o zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca’dan yakınmayla başladı.
Halkevlerinin temsil kollarında oynayacak piyeslerdeki kadın rolleri için Kız
lisesinden kendi istekleriyle seçilecek amatör ruhlu kadın öğretmenlere, Esat Hoca’nın
izin vermediğini söyledi. Tiyatronun eski Yunandan beri insanlık için bir sanat
ve kültür kaynağı olduğunu, Halkevleri temsil kollarının da bu amaçla
kurulduğunu, kadının bu kültür hareketinin dışında bırakılamayacağını, böyle
bir düşüncenin devrimlerin ruhuna aykırı düşeceğini belirttikten sonra sesini
perde perde yükselterek;
“Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı.
Memlekete fayda yerine zarar getiriyorlar” diye sert bir dille konuşmağa
başladı. Atatürk biraz şaşkınlık, fakat büyük bir sabır ve durgunlukla dinledi
bu sözlerden sonra;
“Merak etmeyin, hepsi düzelecek.” diye
doktoru yatıştırmaya çalıştı.
Atatürk’ün o gece ki sabrına şaşıyordum
doğrusu. Benim gibi herkeste aynı şaşkınlık vardı. Atatürk doktoru bir kez daha
sabır ve durgunluğa çağırdıktan sonra;
”Siz böyle konuşmakla devam ederseniz,
ben size muhatap olmamakta mazurum”dedi.
Fakat doktor öylesine dolgundu ki,
giderek sesinin tonunu yükseltiyor, sözlerine gem vuramayarak daha tiz perdeden
saldırılarını artırıyordu.
“Kabahat hep sizde hocadır diye cahilleri
başımıza koydunuz”
Sofrada bir bomba tesiri yapan bu konuşma
üzerine Atatürk,
”Memlekette maarif vekili yok
mu?“
“…..”,
”Var ya Esat
Hoca Mükemmeldir.”deyince,
Reşit Galip,
“ Hayır “
anlamında başını sallayarak,
“Çok iyi ama,
çok da ihtiyar. Artık ondan geçmiştir. Bu memleketin Maarif vekili o adam
değildir. Bu memlekete daha dinç bir vekil gerektir” dedi.
Bunun
üzerine Atatürk’le Reşit Galip arasında şu tartışma geçti;Atatürk,
”Yahu nasıl
olur? Bu adam beni okutmuştur.Kültürü yerinde, ilmi vukufu vardır. Soframda
Hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Beni okutan adam, Nasıl Maarif vekili
olamazmış” dedi.
Reşit galip
de ,
“Değil seni
okutmak, Senin Allah’ını okutsa yine bu adam Maarif vekili olamaz.”dedi.
O devirde
dalkavukların yanında böyle medeni cesaret sahibi sözünü sakınmaz cinsten
kimselerde vardı.Fakat bu derece ileri gidecegi, bir hükümet üyesi hakkında,
hem de Atatürk’ün önünde bu derece sert konuşacağı kimsenin aklından bile
geçmezdi…Sinirden titrediğini ve ellerini masaya dayadığını gördüğüm Atatürk,
tarifsiz bir şekilde kızmıştı. Fakat duyğularını belli etmeden çok sakin şu
buyrugu Verdi;
“Lütfen
sofrayı terk ediniz.”
Reşit Galip
çoşmuştu bir kez.Ne karşılık Verdi dersiniz?
“Burası
sizin değil, Milletin sofrasıdır. Burada oturmağa sizin kadar hakkım
vardır.Gerçi biz saraydayız ama, Hocanız Hacc-ı Sultani değildir. Cumhuriyette
tenkit serbesttir….”diye başlayınca Atatürk yavaşca yerinden kalktı.
Kucağındaki peceteyi masaya bıraktıktan sonra;
“Öyleyse
müsade ediniz ben terk edeyim” dedi ve dünya da eşi benzeri görülmemiş bir
efendilik ve büyüklük örneği göstererek ayağa kalkıp, salondan çıkıp gitti…sinirleri
henüz yatışmamıştı.Yüzü sapsarıydı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra belki de hiç
kimse onunla böyle konuşmamıştı.
ӂelebi
efendi desene ki yılanı koynumuz da büyütüyormuşuz.”dedi.
Karşılık
vermeyerek yavaşca kapıyı açıp dışarı çıktım. Orada ki görevim bitmişti. O sıra
da Yaver dağılmaga hazırlanan sofradakilere şu emir getirmişti:
“Reisi Cumhur
hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını arzu ediyorlar.”
Yemek
salonuna dönünce bir de ne göreyim Reşit Galip rakı kadehini dişlerinin arasına
almış kemiriyor. Baş ucunda da Recep Lütfü ve Kılıç Ali duruyorlar.Öbür
davetliler gitmişler. Reşit Galip başını kaldırıp beni görünce;
“Çelebi,bana
bir kadeh rakı ver.” Diye bağırdı. Nasıl verebilirdim bu durum da? Ertesi gün
Reşit Galip, Atatürk’e ve İstanbul’a küserek Ankara’nın yolunu tuttu.Hatta
cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını Umumi katip Tevfik Beyden
borç aldığını hatırlarım.
Aradan bir ay
geçmişti. Biz yine İstanbuldaydık.Saat on beş sularında yemek salonuna gelen
Atatürk bir ara bana;
“ Çelebi
efendi, Şimdi Ankara’da Reşit Galip Bey bir Konferans verecek.Onu dinleyelim “
dedi…Reşit Galip’in Türk Ocağı salonunda verdiği bir saatten fazla süren
konferansı sessizce dinledi.Radyoyu kapattıktan sonra, gözlerinde bir sevinç
pırıltısı yanıp söndü ,
“Kendisini
affettirdi .” dedi.
On beş gün
sonra Ankaraya gittik, ertesi akşam Reşit Galip’i sofraya çağrılmış
gördüm.Sanki aralarında hiç bir şey
olmamış gibi hareket ediyorlardı. Atatürk bir ara Reşit Galip’e doğru eğildi,
Sadece onun işitebileceği bir sesle;
“Yarından
itibaren Maarif Vekilisiniz” dedi.
Birkaç gün
sonra da Anadolu Ajansı, Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanı olduğunu haber
veriyordu. Reşit Galip’in üzerinde sevinç okunuyordu.
Toplantının
en kıvamlı zamanında, Atatürk kapıda duran askerlerden ikisini çağırdı ve
güreştirmeğe başladı. Çogunluk böyle yapar, gezilerinde olsun, Köşkte olsun,
yiğit Mehmetçiklerden bir kaçını yanına
çagırarak güreştirir, Türk gücünün nelere yettiğini gözleriyle görmek
isterdi.Hatta yanında bulunan çok sevdiklerini, bu Mehmetciklerle istemeseler
bile güreş tutuşturur, onların hırpalanışını hazla seyrederdi. Bir kaç
keresinde de Mehmetçikleri kendisiyle güreşe davet etmiş, Fakat hiç biri -SENİN SIRTINI YEDİ DÜVEL YERE GETİREMEDİ,
BİZ Mİ GETİRECEGİZ-diye güreşe yanaşmamışlardı.
…Atatürk
askerlere işaret ederek yeni Bakanı “Altı okka” yapmalarını emretti…Baba yani
iki asker, Reşit Galip’i karga tulumba kuçaklayı verdiler. Havaya kalkan bakan,
önce bir iki çırpınmayı denedi, Fakat ne haddine. Dev gibi muhafızların birer
çelik pençeyi andıran elleri arasıda kıpırdamak ne mümkün.
Askerler,
Reşit Galip’i iki üç kez havaya kaldırdılar.Tam yere vuraçakları sıra da
Atatürk’ün bir işaretiyle vurmaktan vaz
geçiyorlar, tekrar var güçleriyle havaya sallıyorlardı.
Atatürk,
Mehmetçiklere;
“Yeter”
dedi. Sonra sofradakilere döndü.Gülerek;
“Biz
istersek böyle de hareket edebiliriz”dedi.
Reşit
Galip’in ölümü ise;
Bakanlıktan
ayrıldıktan kısa bir zaman sonra
İstanbul’a gitmişti. Bir gün moda da ailesiyle birlikte sandalda gezerken denize düşmüştü, bu olaydan sonra
Zatürreye yakalanmış daha sonra Ankara da ,Keçiören de bulunan evinde ölmüştü[16].
İşte bize tarihi
anlatanların ne kadar yanlı ve niyetler
taşıdıklarına bir örnek olay daha ortaya çıkıyor. Kaldığımız yarden devam
edelim;
“Yaverler pilgayı
sürüklerken Kral sofradakilere baktı; Sinmişler, kendi aralarında birşeyler
konuşuyorlardı.Bu gizli konuşmalardan kralın kulağına yalnız bir “Tutaşil”
kelimesi çalınmıştı.Subbiluliyuma gülerek sordu;
“Acaba Tutaşil görse buna ne derdi?”
İlanasam cevap
verdi :
“ Ne demeğe cesaret edebilirdi ki,Kral
hazretleri ?”
Cüce İrdas ilave etti.
“ Geri düşünceli bir adamdır.Bu işleri anlayamaz…”
Rahip İduskam kovuculukta ötekilerden geri kalmak
istemiyordu :
“ Kral hazretlerinin yaptığını alkışlamamak
tanrıların buyruğuna ve töreye aykırıdır.”
Ziza da şöyle tamamladı :
“ Hem şarap içmiyor...”
Tam bu sıra da bir yaver gelerek başkumandan Tutaşil’in
kralı görmek istediğini bildirdi.
Emir çıktı ;
“ Gelsin !”
Başkumandan kralın karşısına geldigi zaman kral yeni bir
tas daha boşaltıyordu.Tutaşili tepeden tırnağa değin süzdükten sonra sert bir
sesle’
“ bak senin için ne diyorlar” dedi.
“ Neler diyorlar, Kral hazretleri ?”
“ Senin için geri düşünceli, yasaya aykırı iş görür
diyorlar”
“ Yalan söylüyorlar kral hazretleri !Yalnız
vazifemle ugraşırım.Eğlenmem, kimsenin karısına göz koymam, ahlaksızlık etmem,
Şarap içmem, bunun için beni çekemeyenler böyle söylüyorlardır.”
Kralın gözleri parladı ;
“ Aferin ! Zaten böyle olduğunu
biliyordum.Bende tıpkı senin gibiyimdir !” dedi ve ayağa kalkarak
Tutaşilin alnından öptü. Sonra gidip istirahat etmesi için ona izin verdi.
Fakat beri ki kımıldamadı.
Dedi ki ;
“ Kral hazretleri !Buraya mühim bir haber
vermek için geldim.Kaska’lar sınırı aşmışlar, köylerimizi yağma edip hattileri
öldürmeğe başlamışlar.Ne buyuruyorsunuz ?”
Kralın sarhoşluğu geçer gibi olmuştu.Biran düşündükten
sonra,Tutaşile,
“ Her yerdeki subaylara haber
gönder !Alaylarını alıp hızlı yürüyüşle buraya gelsinler, sende savaş
arabalarımı hazırlat.Yarin beni gör. Savaş akçasını temin edersin”dedi.
Başkumandan
gittikten sonra ilanasam tasını kaldırdı ;
“ Kral hazretlerinin kazanacağı büyük zafer
şerefine !”
Bunu öbürleri
takip etti.O kadar çok içildi ki, Vezirler birer birer sızdılar. Pek az içen
Yamzu ile, şaraba en dayanıklı olan kral kaldı
Yamzu ne kadar
mümkünse o kadar çilve yaparak kralı gıçıklamak ve ondan kendisini kraliçe
yapmak vadini koparmak istiyordu.
Subbiluliyuma diyor ki ;
“ Kraliçe olup ne yapaçaksın ? Benim seninle
olan aşkımız yetmez mi ? Bilirsin ki aşk maddi değildir .Biz
birbirimizi sevdikten sonra krallığın, kraliçeliğin ne değeri kalır ? Dile
benden ; Cüce irdasın derisini yüzüp sana çizme yaptırayım.Yahut
ilanasamın kaşlarını yoldurup halı ördüreyim.İstersen Başhekim Ziza’yı
bacağından ağaca astırıp altında mızıka çaldırayım.Fakat kraliçe olunca bir
takım merasime tabi olursun. Her istediğin zaman yanıma gelemezsin. Bak,şimdiki
kraliçe beni ayda bir defa bile göremiyor…”
Bu sözler Yamzu’yu
kandıramıyordu.
Diyordu ki ;
“ Sevgili Kralım !Ben senin uğruna herşeyi feda
ederim. Fakat senin bana sevginin bir nişanesini görmeliyim.Bu da benimle
evlenmendir. Şimdi herkes bana tuhaf bir gözle bakıyor. Arkamdan dedikodu
yaptıklarını duyuyorum.Kraliçe olursam kimse bana yan bakamaz. Dün Asur
elçisiyle görüştüm.Bana ;
“ Şanlı kralınız pek zengin, pek güçlü ve kahraman
bir kral !Yalnız iki eksiğini gördüm”dedi.
Subbiluliyuma yerinden sıçrayarak sordu ;
“ Neymiş o eksikler ?”
“ Elçi dedi ki ; Kralınızın arslanlarını,dövüş
bogalarını, atlarını, doganlarını, gördüm. O kadar zengin olduğu halde bunları
az buldum. Bizim kralımızda bunlardan daha çoktur.”
“ Subbiluliyuma yine gülümsedi ;
“ Niçin, bizim kralımızın hayvanları azdır ama
aralarında insan gibi konuşanları vardır demedin ?”
Yamzu bu sözlerden birşey anlamamıştı.Kral karşıda sızıp
yerlerde yatmakta olan vezirleri göstererek !
“ Elçiye bunlardan bahsetseydin, kendi kralının
hayvanlarını benimkilerle mukayese edemezdi.”
Bu söz o kadar hoşlarına gitti ki, kahkahalarla
güldüler.Gülmeleri bitince kral sordu ;
“ ikinci eksik neymiş ?”
“ İkinci eksiğin kral hazretleri için yamzu gibi bir
inci ile evlenmemesi olduğunu söyledi.”
“ Öyle mi ? sen bir inci misin ?”
Yamzu krıtarak
cevap vermeye çalışırken dört yaver, aralarında Pilga olduğu halde içeriye
girdiler.Onu elli defa saray bahçesindeki havuza daldırıp çıkardıklarını
söylediler. Vezir’in üstü başı sırıl sıklamdı, üşümüş, titriyordu.Kral bir tas
daha şarap içerek.
“ Vezir hazretleri !Benim soframdan
kalkmıyanları ben işte böyle kaldırırım.Bu senin kulağında küpe olsun seni
vezirlikten de azlediyorum ! dedi.”
Zavallı Pilga yalnız azledilmekle kalmadı.Şarapla iyice
kızıştıktan sonra serin gecede elli defa soğuk suya dalıp çıkmak yüzünden
hastalandı.İki üç gün içinde ölüp gitti… denilmektedir.
Bu metinde
geçen sözlerin aslında gerçek hayatlardan alındığını açıklayıcı bir metinde
eklenmiştir.“ANAHTAR” başlığıyla
“ Dalkavuklar Gecesi’nin şahısları, meşhur kral Subiluliyuma ve Tutaşil
müstesna olmak üzere, diğer bütün şahışların
aynen veya tek harf farkıyla tersinden okunduklarında yahut aynı harfler
içinde başka bir terkibe tabi tutuldukları zaman hemen belirirler, mesela (PİLGA) yı ele
alalım ; Galip…yani eski Maarif vekili Reşit Galip…Buna göre, Kah küçük ve
ortanca ismi, kah soyadıyla belirtilen kahramanlarımızı teşhis
edebilirsiniz ;Kralla,Başkumandana gelince el malum…” denilmektedir[17].
Yukarıda
her iki taraf tarafından verilmiş görüşler objektif olarak yine yorumu Yüce Türk Halkına bırakılarak verildi.Ama
bura da bir kaç şey söylemeden geçmek
istemiyorum. Aşağıda da verileçek olan bazı örneklerin bizi götüreceği ortak
bir nokta olduğunu ve her nedense bazı
mevzuları yazarken ve konu haline getirip konuşurken, sadece Atatürk ile
sınırlı olmayıp tüm insanlarla ilgili ortak payda da eleştirilerimizi gerekli
araştırmaları yapmadan , kendi çıkar ve görüşlerimize göre yapmak suretiyle
sonradan düzeltilmesi zor sonuçlara
neden olmaktadır. İşte Atatürk’te gerekli araştırmalar yapılmadan kulaktan dolma ya da yarım bilgilerle
donatıldığımızda sonuçta yanlış bilgiler silsilesi üstüste konularak gerçek
doğrunun ne olduğu şüphesini ortaya atmaktadır. Bu da Yüce Türk Milleti’nin ve onun önderi ve yol göstericisi olan Atatürk’ün ,
gerek ülkemizde, gerekse de yurt dışındaki imajını bozmaya yönelik eylimlerin
önünü açmaktadır. Bunlara kesinlikle izin veremeyiz.
KAHRAMANLAR
GECESİ (10.FASIL)
Sofrada konuşulan
şey daima kralın açtığı mevzu olurdu. Şimdi felsefi bir mevzu üzerinde idiler ve filozof ilenasam
ile konuşuyorlardı. Kral bir tas daha içtikten sonra dedi ki;
“Filozof ! çokluk ile azlık aslında birdir.Onu çok veya
az diye ayıran bizim kuruntumuzdur. Mesela bir tas şarapla , on tas şarabın
farkı yoktur. Nitekim bazan on tas şarap bir tas şarabın tesirini yapamaz
Bazende bir tas şarap bir adamı sarhoş eder.Neden böyle oluyor?Çünkü içimizdeki
kuruntu bize çok içtiğimizi söylerse on tas içtiğimiz zaman bile bile
dipdiriyizdir.Doğru değil mi ne dersin?”
İlanasam çok
kurnaz olduğu için birden bire kralın düşüncesini kabul etmedi.Çünkü kralın
dakikası dakikasına uymazdı. Şimdi iddia ettiği bir şeyin biraz sonra aksini
iddia eder ve ilk iddiada kendi fikrine iştirak edenler ikinci iddia da iştirak ederse kızıp tahkir ederdi.Onun
için bir pundunu bulmalı, ortalama gitmeliydi; Kalın kaşlarının altından o
mel’un bir bakışla bakan gözlerini yere dikerek cevap verdi;
“Kral hazretleri! esas itibariyle azlıkla çokluk birdir.
Buyurduğunuz gibi bir tas şarapla on tas şarabın farkı yoktur.Yalnız bazı
hallerde azlıkla çokluğun farkları vardır.,sanırım.”
“Ne gibi?”
“Mesala çokluğun yüksek bir derecesi olan yokluk, yani
sıfır arasında bir fark bulunması icap eder. Çünkü bir tas şarap içen bir adam
ne de olsa bundan biraz müteessir olur. Sıfır tas şarap içen bir adamsa
mütessir olmaz.Çünkü şarap içmemiştir.”
Bütün vezirler
bu şahane cevabı begenmişlerdi.Hele yeni Başkumandan ırkdaşı olan ilenasam’ın
sözlerinden övünç bile duyuyordu. Kralda bu sözlerden hoşlanmış gibi
görünüyordu. Bir saksağan yumurtası yedikten sonra vezirine pek felsefi bir
sual sordu;
“Peki o halde sıfır nedir?”
“Mesela! Sizin karşınızda ben!...”
Bu o kadar parlak
bir cevaptı ki, cüce İrdas kıskançlığından çatlayaçaktı. Hekim Ziza böyle bir
cevap vermiş olabilmek için Hattoşaş sokaklarında bir ay köpek gibi ulumağa
razıydı.Yalnız Nidiba bu sözlerdeki inceliği kavrayamamıştı. Kavrayacak halda
de değildi..Çünkü içtikce iştahı açılıyor, yedikcede şarap içesi geliyordu.
Aradan epey
zaman geçtiği halde kral birşey söylememişti. Adeti böyleydi. Beğendiğini belli
etmemeğe çalışırdı. Ancak, bir müddet sonra yaverlerinden birine dönerek buyruk
verdi;
“Halk İlanasam şerefine içsin!”
Yaver, bahçeye
çıkıp bakır yuvarlak üzerine tokmakla vurarak halkı uyandırmağa çalıştı. Çoğu
sızmıştı, bir kısmının kımıldayacak hali
yoktu. Ona rağmen bağırdı;
“Ey hattiler!Kralınız buyurdu; Kahraman ilanasam şerefine
içeçeksiniz.”
Henüz ayakta
olanlar arasında bir alkıştır koptu,
“Yaşasın kral,Yaşasın İlanasam” diye bağırarak şarapları
içtiler.
Şimdi tören odasında başka bir konuşma mevzu açılmıştı.
Tarihten
bahsolunuyordu.Kral çok mütevaziydi. Kendi büyüklüğünden hiç bahsetmiyordu.Eski
krallar arasında en çok flebernas ile Murşili beğeniyor, fakat Murşili daha
üstün tutuyordu.
Diyordu ki;
“Eski, yeni bütün kralların hayatını okudum, Mursil büyük
kralların en büyüğü ve sonuncusudur.Ondan sonra ona eşit bir kral gelmemiştir…”
Rahip İduskam o yapmacık heyecanı ile ayağa kalktı;
“Ne diyorsunuz, Kral hazretleri? Böyle bir şey hiç olur
mu? Kral Mursil hiç şüphesiz çok büyük bir kraldır.Onun gibi bir kral ya bir ya
iki tane daha vardır.Fakat günümüzde muhakkak ki Mürsilden büyük, hem çok
büyük, hem de pek çok büyük bir kral vardır.”
Bu sözler cüce
İrdas’ı neredeyse öldüreçekti.Herkes öyle güzel söylediği halde o daha
bir şey söyleyememişti. Heyecanla yutkunup duruken Nidiba’nın haykırışı
duyuldu.Nidiba deminden beri her nedense doymuş ve epeyce de şarhoş
olmuştu.Rahip İduskamın krala aykırı bir düşünce yürüttüğünü görünce krala
yaranmanın tam zamanı geldiğine hükmetmiş ve atılmıştı. Adeta öfke ile
İduskam’a bağırıyordu;
“Sen sus! Kral hazretlerinden daha mı iyi bileçeksin?
Madem ki o Mürşilden büyük Kral gelmemiştir.Ne diye direnip günümüzde büyük bir
kral vardır diyip duruyorsun?”
Nidiba’nın çam devirmesine herkes alışık olduğu halde bu
sefer ki tevil götürür gibi degildi.Cüce İrdas, Nidiba’ya hucum ederek “nasıl
bir dalkavukluk yapabilirim” diye düşünüyordu. Kralın sözleri onu durdurdu.
Çünkü Kral gülerek mıraldanıyor;
“İnsanlar hakkında niyetlerine göre hüküm vermek doğru
olur.”Diyordu. Artık kimse söz söylemiyor, yalnız şarap içiliyordu.Tan yeri agarmak üzereydi.İçki beyinlere tesir
ettikce hareketler, bakışlar sözler şuursuzlaşıyor, boş yere gülümsemeler,
manasız yere öfkelenmeler birbiri ardınca herkesi okşayıp geçiyordu.Kral
delilik hezeyanı halinde idi. Deha ile çılğınlık arasındaki bir nokta da
bulunuyordu. Gögsüne düşmüş olan başını birden bire kaldırdı.Ufuklardaki düşman
ordularına bakan kahramanlar gibi ilerisini süzdükten sonra iki elini birden
boynu hizasına kaldırdı. Sol eli ilerideydi.Sağ elini omuzuna kadar çekerek ok
atma taklidi yaptıktan sonra ağzının içine bakan vezirlerine doğru;“Bir ok
attım!...Kebap oldu” dedi. Vezirler bakışarak bu büyük hikmeti; bu görülmemiş
vecizeyi tasvip yollu baş salladı.Pek beğenmişler. Fakat anlıyamamışlardı.
Ok’un kebap olmasındaki yüksek hikmet her kulca anlaşılır nesnelerden değildi.
Bu muammayı çözmek şerefi Cüce İrdasa nasip oldu; “Kral hazretleri, edebi
san’atların en incesini yaparak cihana ve insanlığa parlak bir ufuk daha
açmışlardır.” Dedi. Çünkü atılan ok bir geyik yavrusunu vurup kayaya
saplanırsa.bu kaya çakmak taşından yapıldığı için ateş alırsa, geyik’te ok’la delinmiş
olduğu halde ok’un hızından dolayı kırk elli defa dönerse hiç şüphesiz kebap
olur. Hem de kebapcıların en tatlısı…”denilmekteydi.
Bu sözler,“
H.Nihal Atsız’ın ,Dalkavuklar Gecesi” isimli eserinden, Hasan Ali Yücel’in nasıl mebus olduğunu gösteren bir örnek
olarak verilmiştir.” denilmekte.[18]
Uzun yıllar
sonra değil daha dün yazılmış gibi taze ve canlılığını koruyan bu metinlerden
çıkartılması gerekli sonuçlar mutlaka belli kesimlerce kendi görüş ve
düşünceleri çercevesinde çıkarılıp eleştirileçektir. Bu gayet ve doğal bir
olaydır. Kişileri eleştirmeden önce vicdan aynasında kendi vicdanımızı
düzeltmeliyiz. Atatürk’ün alkol ile olan macerası sadece Köşkte kurulan sofra yada alenen içtiği içki
ile sınırlı değildir. Onun vefatına sebep olarak da alkol gösterilir.
ATATÜRK’ÜN HASTALIĞINA GENEL BİR
BAKIŞ
Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatını iki
şekilde incelememiz gerekmektedir.
Bundan önce elimizde ki önemli ilaçların
alındığı tarihi bir olayın aydınlanmasında büyük katkısı olan İstanbul
Eczanesi’nden Atatürk için alınan ilaç dokümanları “Agonı”de olduğu gibi
verildi. Bu dökümanların gerçekliği verilen ilaçların tarihlerini ve ödenen
faturaları bize açıkça gösterilmektedir. Bu faturaları ödenmiş olan
dokümanların parası anlaşıldığı kadarıyla bizzat Atatürk’ün hesabından
ödenmiştir. Bu belgenin doğruluğunu kanıtlayan en önemli maddelerden birisi de
ödemelerin fatura karşılığı yapılmış olmasıdır. Buna göre;
ÖDENEN FATURA TARİHLERİ
1.
29.03.1937/15791-faturanın
verildiği tarih-
2.
30.03.1937
3.
29.04.1937/7484-faturanın
verildiği tarih–
4.
05.05.1937
5.
26.051937-fatura
veriş tarihi-no:5620
6.
27.10.1937/19818-faturanın
verildiği tarih–
7.
10.11.1937
8.
16.12.1938-
faturanın verildiği tarih /no:18447
9.
31.12.1937/7733-
faturanın verildiği tarih–
10. 04.01.1938
11. 01.02.1938/-faturanın verildiği
tarih–
12. 04.03.1938
13. 04.03.1938 -faturanın veriliş
tarihi-no:4930
14. 30.04.1938/15570-faturanın
verildiği tarih–
15. 07.05.1938
16. 28.05.1938/13095-faturanın
veriliş tarihi–
17. 04.06.1938
18. 31.08.1938-faturanın veriliş
tarihi-no:4040
19. 01.12.1938-faturanın teslim
tarihi-no:1730[19]
Bu liste içinde bahsi geçen ilaçlar ve
diğer ürünlerin (yoğunlukla alınan) adetlerine bakacak olursak;
GRİPİN;
38 tüp, DİŞ ÜRÜNLERİ; Diş fırçası, Diş macunu, Diş tuzu, TAKALON KREM,
RADYOLİN, TIRNAK CİLASI, PETROL NİZAM, KİNİN; 44, PERTEV KREM, PİRAMİDON
Konunun iyi anlaşılması için ilk önce
Atatürk’ün geçirdiği hastalıklarına bir göz atmak gerekiyor. Çünkü yapılan
yanlışlardan birisi Atatürk’ün vefat sebebinin hastalık sonucu olduğu
yönündedir. Aksine aşağıda anlatılacağı üzere, temelde iki hastalığı bulunan
Atatürk’ün (Sıtma ve Böbrek iltihabı) zehirlenerek öldürüldüğü dile getirilmek
istenmemektedir.
Atatürk çocukluk yıllarında bu dönemin
hastalıklarından biri olan sıtma
hastalığına yakalandığını biliyoruz.
Daha sonra ki yıllarda bu hastalığın sürekli olarak onu etkilediğini göreceğiz.
Öyle ki sıtmaya neden olan sivrisineklerin yaşadığı bataklıkları kurutarak
buraları imar etmiştir.
Buna en güzel örnekte Atatürk Orman
Çifliği’dir.
Daha sonra gençlik yıllarında Belsoğukluğu
hastalığı sıklıkla devam etmiştir. Bu hastalık sonra böbreklerinde iltihap
oluşmasına neden olacaktır ki bu iki hastalık Atatürk’ün vefatına kadar
sürmüştür.
1918 yıllarında böbrek ağrıları tekrar
başlamış ve hekimlerin tavsiyesi ile Viyana ve Karlsbad Kaplıca- larına
tedaviye gitmiştir.
1919 tarihinde Samsun'a ayak basar basmaz
böbrek ağrılarını dindirmek için Havza'ya giderek,
25 Mayıs
ve 12 Haziran tarihlerinde bulunmuş bu arada diğer hastalığı olan sıtma da
burada tekrar nüksetmiştir.
1923 tarihine geldiğimizde ufak tefek,
aşırı yorgunluğa bağlı olarak kalp krizleri geçirmiştir.
Bu hastalıkların dışında başka
rahatsızlıklarla da karşılaşan Atatürk'ün dişleriyle de sorunu vardır. Dişçisi
ise 2.Abdulhamit'in de dişlerinin tedavisinde sorumlu olan Musevi asıllı
Pratisyen Dişçi Sami Günzberg'di.
Atatürk'ün artık son günlerine ilişkin
Kılıç Ali'nin ("son günleri" adlı kitabında) aşağıdaki sözleri
dikkate değerdir.
"Bilhassa bu son iki sene içinde...gün geçtikçe
halsizlikleri daha ziyadeleşiyor, benzi geçen senelere nispetle daha ziyade
soluyordu...Atatürk'ün renginde ve
yüzündeki çizgilerde belirgin değişiklikler başlamıştı. Yürümeyi sevmez
olmuştu. O iştahlı adamın artık iştahı hemen hiç yok gibi idi"
Bu
döneme ilişkin fotoğraflara baktığımızda da bunu görmek mümkündür. Bu
fotoğraflara ilişkin ilginç ve acınacak bir durumu da vurgulamak gerekiyor.
Atatürk’ün
özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi’nin, Atatürk’ün ölümünün üzerinden üç, dört
yıl geçtikten sonra evi yanmış ve Atatürk’ün çekilen fotoğrafları evle birlikte
yanmıştır[20].Yine,5
Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda
Atatürk’ün tek fotoğrafları yanmıştır.
Fotoğraflara baktığımızda Atatürk’te ciddi
denecek derece de değişimlerin gerçekleştiği ve cildindeki bozulmaların
sonucunda bakım ürünleri kullandığını görmekteyiz. Yukarıda ismi geçen kremler
(TAKALON KREM, PETROL NİZAM, PERTEV KREM )bu amaç için alınmıştır. Yine bu liste
içinde alınan ürünlerin durumun ciddiyetini ortaya koymaya yetmektedir.
Durumun ciddiyetine dikkat çeken Dr.A.
Arar’ın,
”1936 sonlarında
Atatürk'ün genel durumunda bir düşkünlük, halsizlik başlamışsa da, sağlığında
ciddi bir şikâyeti yoktur."
demektedir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlayacağımız
gibi Atatürk’ün temelde iki rahatsızlığı vardı. Bunlarda yaşadığı dönemde varlığı
tüm insanları etkileyen, böbrek rahatsızlığı ve sıtmadır.
Atatürk'ün vefatı ise tedavisinde kullanılan ilaçlar, yanlış tedavi
yöntemleri ve bunlara bağlı olarak da suikast olduğunun belgelerini ortaya
koymaya yeterde artar zannedersem.
Bunun için tedavisi için yapılan konsültasyonlarlara bakmak gerektir.
1937
senesinde Atatürk vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki
kaşıntıdan dolayı şikâyetçiydi. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları
Uzmanı, İtalyan asıllı ünlü Alman
doktoru Prof.Dr. Marcchionini ( 1899–1965 ) tarafından tedavi edilmiş. Fakat
sonuç alamayınca Bursa Yalavo Kaplıcalarında bir kür önermiştir. İşte bu
sebepten dolayı Atatürk 1938 Ocak ayında Yalova ya gelecektir.[21]
Atatürk'ün hastalığına bir türlü teşhis
konulamazken en sonunda kaşıntılara karşı tedavi olmak için gittiği Bursa
Yalova Termal Kaplıcalarında buranın doktoru ve Müdürü olan, Dr.Nihat Reşat
Belger tarafından Atatürk'ün hastalığına dair ilk teşhis konulmuştur. Buna
göre; Atatürk’ün hastalığı, Karaciğer büyümesi ve sertleşmesidir. Yani
Siroz’dur. Bu teşhis daha sonra buraya çağrılan daimi doktoru, Neşet İrdelp
tarafından da kabul edilir. O kadar ilginçtir ki, uzun yıllardır tedavisini yapan, Dr.Neşet Bey bunu daha önceden fark
edememiş olmasıdır. Bu teşhisin ardından, Atatürk’ün tedavisi için Ankara
da bulunan, Prof.Dr. Akil Muhtar Özden şehsuvaroğluna verdiği notlar da konuya
ilişkin şunları söylüyor;
"Karaciğer rahatsızlığının
ilk arazı 1938 Ocak ayı sonlarında... Dr.Neşet Ömer Bey, Dr.Nihat Reşat Belger
Bey Karaciğerin büyümüş olduğunu görmüşler. İçkiden men etmek istemişler.
Atatürk hoşlanmamış. O zaman 75 kiloymuş... Evvelce Atatürk hemen her akşam
1/2–1 litre arasında rakı içerdi[22]”
27 Şubat 1938 akşamı Balkan İttifakı
Hariciye Nazırları şerefine Çankaya Hariciye Köşkü'nde verilen yemeğe
Atatürk'ün Burnunun şiddetli şekilde kanaması üzerine toplantıya geç kalması
üzerine dönemin yetkililerinin harekete geçmesine neden olmuştu.
Atatürk tedavisi için yabancı doktor
istememişti. Bunun üzerine, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nca 6 Mart 1938
tarihinde çağrılan Konsültasyon heyetinde;
Neşet
Ömer, Reşat Belger, Akil Muhtar, Hüsamettin Kural, Z.Naki Yaltırım ile Asım
Arar vardı. Bu konsültasyonda bulunanlardan biri olan Akil Muhtar, Atatürk’ün
vücudundaki kaşıntılar hakkında bilgi verdikten sonra;
" Muayenemde büyük bir
karaciğer buldum. Adlaı üç parmak geçiyordu ve sertçe idi. Tahal (dalak) da
kaburga alt kenarını iki parmak tecavüz ediyordu. (geçiyordu)
( Bizzat Atatürk'ün ağzından, A.Arar'ın tespit
ettiği TERTİANA TİPİ BİR SITMA, DALAĞIN BU BÜYÜKLÜĞÜ ONA BAĞLANA
BİLİR.sf.68–69)
Karaciğerin yüzeyi düzgün idi. Karın
yumuşaktı. Karında yüzeysel damarlarda şişkinlik yoktu Hiç bir ascite (asit- karında su toplanması) arazı
bulunmadı. Rengi bozulmuş, kuvveti azalmış idi. Etrafta (Kollarda ve
bacaklarda) Özima,(Ödem- su toplantısı) yoktu. [23]"
Akil Muhtar Özden önemli bir konuya da
burada dikkat çekmektedir, o da Atatürk’ün karnında su yani asit oluşumudur.
Karında toplanan su bu hastalığın
sonlarında görülen tehlikeli bir belirtidir. Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu
verdiği gibi vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına da
yol açacağı için ayrıca tehlikelidir[24].
Sözlerine devam eden Muhtar," Gözlerde
hafif bir sarılık gördüm. Atatürk,
evvelce Malarya (Sıtma) çektiğini söyledi. Altı sene evvel tekrarlamış. (1932
yılı) Reelelerini muayene ederken,
Atatürk sağ ree kaidesinde (tabanında) daima bir gayri tabilik olduğunu ve
bunun muhaberede kırılan bir dili (kaburganın) tesiriyle baki kaldığını anlattı.
Köşkün kütüphanesine gittik. Başvekilin,
huzuru ile tıbbi istişare (Konsültayon) yapıldı. Hastalığının bir Hepatite (Karaciğer iltihabı) olduğunu ve bunun en
mühim sebeplerinin alkol olduğundan şüphe edilemeyeceğini hepimiz kabul ettik.
Az etli münasip bir perhiz tespit edildi.
İlaç olarak da lazım gelen tertipler yapıldı. Bunları bir rapor şeklinde tespit
ettik[25].
Dr.Asım
Arar raporu okudu;
…
Atatürk alkolün tesirini kabul etmek
istemiyordu.
"Ben alkolü çok eskiden beri
kullanıyorum, bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep aramanız lazımdır."dediler.
Akil Muhtar gerekli izahatları yaptıktan
sonra Atatürk," Peki" diyerek doktorları uğurlamıştır[26].
Atatürk
bu görüşmenin ardından," yaklaşık
olarak 9 ay süre ile bir daha ağzına içki koymadığını" A.Arar nakletmektedir.
Görüldüğü gibi Atatürk'ün Tıbbı hikâyesinde
çelişkiler bir yumak haline gelmiş durumdadır. Bu çelişkilerden biride karnındaki
asidin oluş tarihidir.
Atatürk'ün hizmetinde bulunan Granda, Akil
Muhtar’ın verdiği bilgilerle çelişki oluşturan şu sözleri dile getirmektedir.
“...Doktorların
muayenesinden sonra, ayak bileklerinde ödem olduğu ve karaciğerin büyüdüğü tespit
edilmiştir[27].
Yukarıda vücuttaki asit oluşumuna ilişkin
farklı iki görüş oluşmaktadır.
Atatürk'ün İstanbul Ecznesi'nden alınanların listesinin tamamını
verdiğimiz ve bu serinin ilk kitabı olan "Agoni" de ayrıntıları mevcut
olan bilgiler gözden geçirildiğinde Granda'nın sözlerinin doğruya daha yakın
olduğunu görebiliyoruz. Çünkü bu ilaç listesinde;
BİTKİ VE BAHARATLAR
04.11.1937
KAKAO
13.01.1937
IHLAMUR 500 ĞR. 100 LİRA
05.11.1937
BADEMYAĞI 50
LİRA
05.11.1937
TARÇIN
25 LİRA
01.12.1937
BADEMYAĞI 50
LİRA
03.01.1938
KETEN TOHUMU 1 KĞ. 75 LİRA
03.01.1938
HARDAL 1 KĞ. 80 LİRA
21.02.1938
KETEN TOHUMU 40 LİRA
21.02.1938
PAPATYA
20 LİRA
13.03.1938
BADEMYAĞI 80
LİRA
24.03.1938
BADEMYAĞI 40
LİRA
19.05.1938
YULAF HASAN 2 KUTU 50 LİRA
Yukarıda
alınan baharat ve Bitkilerin kullanım ve etkilerine bakarsak doğal bir diüretik
olduğunu göreceğiz.
BADEMYAĞI; Badem böbrek… Bol idrar
söktürür. İdrar yolları rahatsızlıkları için kullanılır[28]…
HARDAL; Böbrekleri çalıştırıp idrar
söktürür. Vücuttaki fazla suyu atar… Lapa şeklinde kullanmak için 1 kısım Hardal 4 kısım
keten tohumuyla birlikte kullanılır.
IHLAMUR; Böbrekleri çalıştırarak onları
temizler. Böbrek ve mesaneyi temizler.
PAPATYA; Karaciğerde, Karaciğer ve dalak
şişmesini giderir. Safra miktarını artırır.
Yukarıda verilen bu bitki ve baharatların
birbiriyle karışımları ya da kendi başlarına kullanımları halinde doğal
diüretik tesirleri olduğu görülmekte.
Şimdi bu bilgiler ışığında tekrar başa
dönecek olursak Atatürk'ün karnında ve vücudunda asit oluşumundaki çelişki
bariz bir şekilde ortadadır. Oysaki yazılan kitapların neredeyse tamamında bu
asit oluş tarihi Atatürk'ün 1938 yılının, 29 Mayıs ve Haziran başı karnında
asit oluştuğunu yazmaktadır.
Granda bugünlere ilişkin verdigi bilgilerde
“1 Haziranda İstanbul' a
geldik.(Kendisi Savarona yatı ile birlikte geliyor)Atatürk Acar motoruyla yata
geldi. Fakat daha ilk bakışta hasta olduğunu sezdim. Yüzü solmuş, incelmiş,
karnı şişmişti...[29]”
Yine Granda,"Çehresi soluk, hali üzüntü vericiydi. Boynu ve ensesi çok
incelmiş, kansız kulakları şeffaf bir renk almıştı[30]"
Yukarıda asit oluşumu konusunda çelişkiye
düşen Akil Muhtar bu tarihteki asit oluşumunda hem fikirdir.
"Atatürk'ün
İstanbul'a geldiklerini öğrendik. O zaman asit ( Karında su) meydana gelmiş ve
etraf-ı süfliye (Alt taraf, Bacaklar)
de ödemler teşekkül etmiştir”[31].
Atatürk
geçirdiği ağır bir rahatsızlık sonunda Savarona yatına gelen ülkü ile birlikte
birkaç dondurma yemiş ve bu yüzden ateşi yükselmiştir.) tekrar doktorlar bir
konsültasyonda bulunurlar. Burada;
Sihhıye
vekili Dr. Hulusi Alataş, Sıhhiye Müsteşarı, Dr.İ. Asım Arar, Süreyya Hidayet
Sertel, S.Marmaralı, M.Kamil Berk, N.Reşat Belger ve N.Ömer İrdelp’tir. Prof.Dr.
Neş’et Ömer; Asitin çoğalmasından, ödemlerden, Bağırsakların bozukluğundan
bahseder. Bununla birlikte Fissinger’in Afyon mürekkeplerini ve şibih
kalevilerin (alkaloidlerin) verilmesini ve civalı müdrirler kullanılmamasını
söylemiş olduğunu ileri sürerek, Neş’et Ömer Bey, etkili çarelere
başvurulmasını istemiyordu. Kalbin kuvvetli olduğunu ileri sürerek de
Kardiyotonikler (kalbi güçlendirecek ilaçlar) kullanılması aleyhindeydi.
Bu konsültasyonda sonuç olarak;
1-Ateşten
beri halin fenalaştığını ve arada sırada tereffü-ü hararet ( Ateş yükselmesi)
olduğu .
2-Asitin
fazla bir miktara çıktığını.
3-Reelerde
13 Temmuzdan beri congestion ( kan toplanması) olduğunu.
4-idrarda
Albümün yok.
5-Günlük
idrar miktarı 600 cc kadardır.
6-Urobilin
bulunuyor
7-Urobilinojen
var.
8-Şeker
yok
Bu sonuçlar çıktıktan sonra, Doktorlar
kendi aralarında; asiti almaktan, Civali mürekkepler kullanılmasından, Sıtma
ihtimalinden, Bağırsakların düzeltilmesi gibi konuları kendi aralarında da
tartışırlar. Bu münakaşalara birde yurt dışından gelecek olan doktorlarda
eklenir. Akil Muhtar devamla,
“ O zaman öğrendik ki Almanya
‘dan Prof Berğman ve Viyana’dan Eppinger çağrılmış…” Gelecek olan doktorların da fikri alındıktan
sonra, Civalı müdrir ve Poncetion’a (Ponksiyon, kalın bir iğne ile karın duvarını
delerek biriken suyu akıtmak) kararı verilecekti[32].
3
Ağustos 1938 tarihinde yapılan bu konsültasyon Atatürk’ün hastalıkları ve
kendisine karşı uygulanan tedavi yöntemlerinin tümünün ortaya çıktığı ve çok
önemli sonuçları içinde barındıran tıbbi veridir.
Atatürk’ün tedavisinde doktorlar tekrar
bir araya gelirler. Daha önce geleceği belirtilen doktorlarda bu konsültasyonda
hazır bulunmuşlardı. Daha önceden bu konsültasyona katılacağı belli olan
Viyana’dan gelecek olan Eppinger 31.07.1938 tarihinde köşke gelmiş ve gelir
gelmez hemen Atatürk’ü 3 Ağustos’ta konsültasyonun yapılacağını bilmesine
rağmen muayene etmiş ve muayene sonunda Em’ ada ki bozukluğa karşı çiğ yemiş
kürü tertip etmiş, bol bol kavun, karpuz yedirmiş bunun neticesinde ise ağrılar
ve ishal olmuştur. Bunun ardından 01.08.1938 tarihinde Bergman gelmiş o da
Eppinger gibi hemen Atatürk’ü muayene etmiş ve tedavi için yalnız elma rejimini
koymuştur.
03.081938 tarihinde yapılan konsültasyonda
bulunanlar;
1-Bergman
2-Eppinger 3- S.H.Sertel 4- N.Ö.İrdelp 5- N.Reşat Belger 6-S.A.Marmarali 7-M.K.
Öke
8-M.K.
Berk 9-Celal Bayar 10-Kılıç Ali ‘dir.
Bu konsültasyon sonunda ortaya çıkartılan
raporlarda dikkat çekici hususlar husule gelmiştir. Bunlardan birisi ve bugüne
kadar hiç tartışılmamış olması bile ayrı bir önem taşıyan ve ülkemize ne zaman,
nasıl getirtildiği henüz anlaşılmayan Salyrgan yani civalı diüretik, Atatürk’ün
vefatında önemli bir yer teşkil eder
3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan
konsültasyondan önce kesinlikle kullanımının tehlikeli olacağı konusunda
Fransız doktor tarafından (Fissinger) kendisine gerekli uyarıları yaptığını
söyleyen DR.Neşet İrdelp bu önerileri söylemesine karşın, Bergman ve Eppinger
tedavi olarak kullanılması konusunda bastırmış ve aynı gün Atatürk’e bu ilaç
verilmiştir. Bir önceki kitabımızda geniş bir şekilde dile getirdiğimiz bu
ilacın yan tesirleri bilinmesine karşın bu uygulama 27 Eylül tarihine kadar
sürmüştür.27 Eylül tarihine gelindiğinde ise Atatürk müthiş bir komaya girmiş
bu koma sonunda doktorları da zehirlendiğini üstü kapalı olarak da söylemişler
hatta
“Bundan sonra bir salyrgan şırıngasının dahi
düşünüleceğini ilave ediyoruz…” demek suretiyle bu ilacın kullanımına son
verilmiştir.
Agoni’de bu ilaç hakkında Tıp otoritelerini,
Eczacıları ve Farmakologları bilgilendirmek için teferruatlı bir şekilde sunduğumuz
bu bilgilere karşı tıp dünyası susmayı yeğlemiştir. Bu öne sunduğumuz teze
karşı bir karşı tez koymamışlardır. Buna karşın televizyon ekranlarına çıkan
bazı akademik kariyeri olan insanların ortaya konulan bu iddiaya karşı sorulan
sorulara verdikleri cevapları izlerken bu konunun açıkcası neden bu güne kadar
açıklanamadığını çok iyi kavradım. Bu acınacak ve üzüntü veren durum karşısında
şu sözleri sarf etmeden bu konuyu kapatmak istemiyorum.
Bugün devlet liderinin ölüsüne sahip
çıkamayan bir millet ve onun sözcüleri yârin bu memleketin topraklarına karşı
yapılacak bir saldırı karşısında bu ülkeyi nasıl savunacaklardır?
Yüce
Türk Milleti bu davaya sahip çıkmıştır. Fakat makam, mevki ve yurt
dışındaki komuta merkezinin ne diyeceğini bilmeyenler bu konu karşısında hala
üzerlerindeki şaşkınlığı atamamışlardır. Bu da onların ne kadar GAFLET, DELALET ve HIYANET içinde
olduklarının en güzel örneğidir.
Tekrar konumuza dönecek olursak bu ilaç
Atatürk’ün karnında oluşan asitin alınması yani tedavi edilmesi maksadıyla
verilmiştir.
Bu ilaç bir Diüretiktir. Diüretikler,
idrar itrahını çoğaltan ilaçlara verilen bir isimdir. Direk olarak böbreklere
olan tesirleri bilinmektedir ki burada Atatürk’ün yukarda da anlattığımız gibi
Böbrek hastalığı mevcuttur. Vücutta anormal toplanan mayi (asit-ödem) çıkarmak
için yahut kanda toplanmış olan toksik cisimlerin itrahını kolaylaştırmak için
kullanılırlar. Bunların kullanım çeşitleri ise;
A-Su
B-Osmatik
tesirli olanlar
C-Xanthine
türevleri; Kafein v.b…
D-Civalı
Diüretikler, Civanın organik bileşikleri, Salyrgan, Novurit, Neptal
E-Indırek
Diüretikler, Kardiyotonikler, Dijital cisimler
F-Dokuların
su tutma kabiliyetini azaltan Troid Tozu[33]
Görüldüğü gibi Diüretikler sadece civalı
olanlarla sınırlı olmayarak çeşitleri ve kullanımlarına göre de sınıflara
ayrılmaktadır. Nitekim Atatürk’ün karnında oluşan asidin tarihi hakkındaki
endişelerimizi dile getirdiğimiz bölümde, Bitki ve Baharatlarında diüretik
tesirleri olduğunu görmüştük.
Civalı Diüretiklerin kısa tarihine
baktığımız da 16. yüzyılda Paracelsus Kalomeli Diüretik olarak kullanılmıştır.
Bu 1950’li yıllarda diüretik olarak kullanılan ilaçlar civanın organik bileşikleridir.
Bunlar mevcut diüretiklerin en
kuvvetlisidir Civanın büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana
gelmiştir.
İMTİSAS ve İTRAH
Civalı diüretikler dokulardan çabuk imtisas
olunurlar. Teofilin ilavesi imtisası şiddetlendirir. İtrah tübülilerden pek
çabuk başlar. % 70–80 ‘i ilk günde itrah olunur, gerisi organizmada tutulur. Bu
kısmın itrahı yavaş olur.
Vücutta bu bileşiklerden civa iyonu yavaş
yavaş serbest hale geçerek diüretik tesir gösterir.
Bilindiği gibi civa’nın diüretik
tesiri toksik tesirinin en erken belirtisidir.
Fakat 1928 yılında GOVAERTS direk
böbreklere tesir ettiğini gösterdi. Şu halde Bu ilacın tesiri direk böbrekler
üzerinedir.
Civa’lı diüretikler verildikten sonra,
ödemli dokulara konulan kanülden mayiin akımı hızlanır ve çoğalır ki bu da
dokulara direk tesir lehinedir… civalı diüretiklerin renal tesirleri yanında
ekstrarenal tesirleri vardır… civalıların teofilinle birleşmeleri ilacı daha az
toksik kılar ve itrahı hızlandırır.
Civa’lı diüretiğin tesiri adeleye
şırıngasından iki saat sonra başlar.6–9 ncu saatte maksimuma erişir ve 12–24
saatte biter. Tek bir şırıngadan sonra, ödemli hasta da 3–5 ve bazen 10 lt.
İdrar çıkabilir. Lakin her diüretik gibi bazen tesirsizde kalabilir. Tesir
sonra ki şırıngalarda hafifler, lakin tahammül husule gelmez. Civa’lı diüretik
tesiri ile tuz idrahı çoğalır; günde çıkan tuz miktarı 30–80 gr. olabilir.
TOKSİK TESİR
Civa’lı diüretik kullanırken bazen civa ile
Akut zehirlenme arazına benzeyen
belirtiler olur. Albüminuri,silendrüri,
hematüri, salivasyon, stomatit, hemorajik , kolit ve dolaşım kollapsı gibi bazı şahısların civa’ya karşı mutad dışı
hassas olmaları veya civa itrahının çabuk olmaması ve böbreklerin
çalışmalarında evvelden mevcut olan bozukluk buna sebeptir…Bazı Şahıslarda
nadir tesadüf olunan civalılara karşı idyosen krızi, ateş ve deride erüpsiyon
ile kendini gösterir.
Civalıların damara şırıngalarında ventrikül
fibrilasyonları ile ölüm vak’ası kaydedildi.
Bilhassa bu yoldan verildiği zaman, kalp
üzerine olan fena tesiri elektrokardiyogram da ritim ve iletim bozuklukları ile
kendini gösterir.
Diğer bir takım toksik belirtileri, Civalı
diüretiklerin husule getirdikleri şiddetli diürez ve tuz kaybı neticesi olarak
meydana gelen elektrolit muvazenesi bozulmasından ileri gelir.
Bu hallerde sodyum kaybına (depletion of
Sodium) ait belirtiler; ZAFİYET, BULANTI, KUSMA, ADELE KRAPLARI,
KARIN KOLİKLERİ, APATİ UYUKLAMA, DELİR, NİHAYET KOMA DA ÖLÜM görülür.
Dıjıtalin tedavisinde bulunan yaygın ödemli
bir hasta da dijıtal mobilizasyonu ile birden ölüm, nadir de olsa görülebilir.
İşte bu kadar tehlikeli olan ilacı 3
Agustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan sonra hazırlanan raporun “Tedavi
kısmında şöyle geçmektedir:
“ a-Asiti Salyrgan şırıngalarıyla giderilmeye
çalışılmalıdır.
b-2-3 defa dan sonra Ponksiyon yapılacaktır. Salyrgan’dan evvel
chloryre d’ammonium’la hazırlanmalıdır.”
Yine Fransız Doktor Fissinger’ın karşı
olmasına ragmen.
“ c-
Oubaine şırıngaları (Kalbi güçlendirecek iğneler) yapılacaktır.”
Bu vücuttaki asidin atılmasına dair
verdiğimiz civalı diüretiklerin yanında birde karından ponksiyon yapılması yani
su alınması da gündeme gelmektedir.
PONKSİYON (
KARINDAN SU ALINMASI )
Atatürk’ün
karnından su alınması ilk defa 7 Eylül 1938 tarihinde Dr.
Fissinger’inde bulundugu doktorların katılımıyla, Dr.M.Kemal Öke tarafından
yapılmıştır. Bu Ponksiyonun ( Su alımı ) sonunda, karnından 12 litre ye yakın su
çıkmıştır.Bu ponksiyonda herkese kullanılan iğne ( Kalın) kullanılmamış
evvela Novokain şırıngası ve sonra da
küçük bir yarık açılarak ( Şak) yaptıktan sonra yatakta su alınma işlemi yapılmıştır.
Ponksiyonu
yapan M.Kemal Öke,Dr.Neşet İrdelp’e
“Ben bu müdahaleyi
gayri müsait ( uygun olmayan ) şartlarda yaptım “diyerek
mes’uliyet’ten kaçtığını bir kaç defa
dile getirdiğini bununla birlikte Dr. Fissinger’inde “İşleri güçleştiriyor” dediğini tekrarlar. (Akil Muhtar’ın notları)
Yapılan müdahale karındaki asiti azaltmamış,bir kaç
gün sonra tekrar asit oluşmuştur.Bunun üzerine yapılan ikinci ponksiyon 22-23
Eylül tarihleri arasında yapılmıştır. Bu ponksiyonu da birincisini
yapan M.Kemal Öke yapıyor. Bu sefer
doğrudan doğruya kalın iğne kullanılarak (Trokar) yapılan işlemde tekrar 12
litre’ye yakın su vücuttan alınıyor.
Fakat alınan
bu sulara ragmen yine de karında oluşan asitin önüne geçilemiyor. 3.defa
Dr.Fissenger’in getirtilmesine karar veriliyor.Fissinger yaptığı muayene
sonunda tekrar karından su alınması gerektiğini vurgulamış ve 12 Ekim 1938 akşamı , M.Kemal Öke
ertesi gün tekrar köşke asitin alınması için çagırılmıştır.
13 Ekim
tarihinde , M.Kemal Öke ile Neşet Ömer İrdelp, Özel kalem müdürünün odasın da
asitin alınmasına ilişkin görüşmeler yaptılar. Uzun yıllardır, Atatürk’ün
tedavisini yapan Dr.Neşet Ömer İrdelp Karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın
herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacagı görüşünü savunuyordu. Bu nedenle
lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını ileri sürüyordu.Dr.M.Kemal Öke ‘ de vaktiyle
Atatürk’e cerrahi girişimde bulundugunun onun ağrıya karşı ne derece duyarlı
oldugunu bildiğini söylüyordu. Bu yüzden İrdelp’in fikrine katılmadığını söylüyordu. M.Kemal
Öke’ye göre deri ve deri altının çok ince bir iğne ile uyuşturulmasından sonra
karından su alınmasına da bir sakınca yoktu.Bu önerisini Dr.Fissinger’e
iletince
( M.Kemal Öke ) bu türlü uygulama onun tarafından da
zararsız karşılanmışdı.Bu şekilde karından asit alınması işlemi yapılmış ve 10
litre’ye yakın su çıkmıştı.
Son ponksiyonda 7 Kasım tarihinde yapılmıştır. Oysa ki,
Karında toplanan su bu hastalığın sonlarında görülen tehlikeli bir
belirtidir.Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu
verdiği gibi vücuttan alınması
halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına
da yol açacağı için ayrıca tehlikelidir. [34] Bilinen bu gerçeğe rağmen aynı
anda Atatürk üzerinde bu tehlikeli iki tedavi uygulanmıştır. Çünkü, 3 Ağustos’ta başlayıp 27 Eylül tarihinde
verilmesi sonuçlanan salyrganla birlikte, 7 Eylül, 22-23 Eylül ve 13 Ekim
ve 7 Kasım tarihlerinde ponksiyon yapılmış olması 10 Kasım 1938 tarihinde
Ata’mızın vefatında etkili değildir demek ne kadar mümkün olacaktır.
3 Ağustos 1938 tarihli konsültasyon
raporunda
“ 1-Atatürk’te siroz vardır. Asit yapmış,
biraz sübikter hâsıl etmiştir.
2-Bunun esaslı amili alkoldür.” Denilmekle birlikte bu raporun 3. maddesinde geçen
ifade ile çelişkiye düşmektedirler;
3-Evvelden
Atatürk’ün çektiği malarya’nın
(sıtma’nın) bir tesiri olmalığını kat’iyetle
söylemek kabil değildir.”Buna
ilişkin olarak da bu raporun tedavi kısmında;
“ F-Hafif bir quinine (Kinin)
tedavisi yapılabilinir.”Buradan
da rahatlıkla şunu söylemek mümkündür ki aşağıdaki listede bunu onaylar.
Atatürk Siroz değil bizzat Sıtma hastasıdır.
Bu raporda yine;
“d-Harerete
karşı 0.90 santiğram kadar pyramidon
verileçektir.”
Yukarıda verilen bu bilgilerden de Ata’mızın
nasıl meçhul bir yolculuğa sürüklendiği açık ve seçik ortadadır.
Fakat
Atatürk’e alkolik denilmesine yol açanların marifetleri yukarıda anlatıldığı
gibi sadece ülkemizle sınırlı kalmamış, yurt dışında da bu iftiralar devam
etmiştir.
Bunları bir bir başka bir kitapta
anlatacagız ama Amarikada yayınlanan ve konumuzlada ilğili olan bir belgede
şunlar yazmaktadır;
ATATÜRK’E
DIŞ BASINDAN SALDIRI
Amerika’nın
meşhur gazetelerinin biri olan Washington Times ‚de Rollin ’ Along imzasıyla yayınlanan
yazısında, ülkemizde bir çok insanın bilip ya da bilmeden düştüğü bir hatanın,
aleyhimizde nasıl kullanıldığına şahit olmaktayız
Washıngton Tımes
Rollın’Alone
Tek Başına
yuvarlanmak
“Atatürk güçlü bir adam ve onun insanları
şanslı insanlar. “ Bu, Kur’an’da başka sözcüklerle açıklanır, bugünlerde
Türklerin yaşlı ... Mustafa Kemal Atatürk’e hayranlık duyacağı söylenir.İsmi
‘başkan Türk ‘ anlamına gelen Atatürk,Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
Cumhurbaşkanı’dır ve yaşadığı sürece, bunu sürdürecektir.
Atatürk 57
yaşında, uzun , sarışın ve kızgın görünüşlüdür. Babası, posta
taşıyıcısıydı.Gençken, ülkeyi sultandan kurtarmaya çalışan Genç Türk hareketine
katıldı ve başarılı da oldu.
Onun ataları;
Arnavutlar,Yunanlılar, Makedonyalılar ve Yahudiler gibi birbirlerini kırdılar.
O , gerçek
gücünü Türkiye, Dünya savaşı’na merkezi güçlerin yanında girdiğinde
gösterdi.Hızla yükseldi ve İngilizleri Çanakkale Boğazı’nda yenen o oldu.
Bununla beraber İngilizler, bu açık gerçegi kabul etmezler.O,barış geldiğinde
ordunun başına geçti ve Türkiye için daha iyi şartlar konusunda görüşmeler
yaparken Sultanı tahtan indirdi ve Yunanistan’ı ezici biçimde yenen bir yönetim
getirdi.
Anlaşma yapan
galip ülkeler, diğer ülkelere yapmadıkları gibi, bir huzursuzluk yaratıcı olan
Atatürk’e de meydan okumadılar. O,Avrupa’nın geri kalanı üzerinde bir blöf
yapma amacında olan, gerçekte ilk diktatördü.O,Yunanistan’ı yendikten sonra
müttefikler,Türkiye ile yaptıkları ilk anlaşma olan Sevr’den vazgeçtiler ve
Lozan Barışı’na vekalet ettiler.Bu Doğu Trakya’yı ve İzmir’i Türklere
verdi.İstanbul’daki denetimi geri verdi ve Yunan-Bulgar-Türk sınırındaki askeri
durumu kaldırdı.Atatürk, bu dökümanla evine geldiğinde, kendisini Cumhurbaşkanı
ilan etti.
O, bugünlerde
zamanının çogunu içki içerek geçiriyor.Sürekli az ya da çok sarhoş fakat asla
durumunun bir tören süreciyle engellenmesine izin vermiyor. Bu kuvvetli adam
sendeleye bilir, İçkisini dökebilir, yabancı bir diplomata hakaret edebilir
veya bir bayan’a karşı küstahlık edebilir(Küstah senin babandır) fakat kurnaz
yaşlı beyni daima yüzde yüz kapasiteyle
çalışır.
O, tüm kanlı
fırsatcılar arasında 18 yılda Avrupa’ya yalnız başına tırmanmıştır. Atatürk
ülkesini müthiş iyi duruma getirdi.Türkiye’yi tümüyle batılılaştırdı.Ulusal
başlık olarak görülen fesi kaldırdı, tümüyle dini özgürlüğe izin verse bile din
ile devlet işlerini ayırdı. Ve
Müslümanlığın liderlik kurumu olan halifeliği kaldırdı
Atatürk, Hicri
takvimi miladi takvim ile değiştirdi. Ağırlık ve ölçülerde metrik sistemi
tanıttı. Kadının cinsiyetiyle ilgili köleliğini ortadan kaldırdı, pecenin
atılmasını emretti, ona iş hayatının kapılarını açtı ve oy kullanma hakkı
tanıdı.
Onun kanlı
insafsızlığına şu örnek yeter; on iki yıl önce bir suikastçi onu öldürmeye
kalkıştı.Atatürk bundan parlamentodaki muhalefeti sorumlu tuttu.Tümünü
tutuklattı ve aynı gece Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak tüm yabancı
diplomatlara bir devlet yemeği verdi.Misafirler yediler, içtiler ve erken
saatlere dek eğlendiler.
Atatürk
giderek daha sarhoş oluyordu. Sonunda oda ya bir yaver girdi, onun yanına doğru
adım attı ve kulağına fısıldadı.Cumhurbaşkanı kalktı ve misafirlerin ellerini
alelacele sıkmaya başladı.Onlar şaşırdılar fakat işarete önem vermediler ve
oradan ayrıldılar.
Diplomatların
tüm otomobilleri kasabaya aynı yoldan peş peşe gitti.Onlar meydanın içinden
geçerken, hala tekme atılan, Türk Parlamentosundaki muhalefetin ölü vücutlarını
gördüler. Atatürk uluslararası bölücülerin yararı için, şovunun sonunu iyi
ayarlamıştı.
Milletler
yoluyla İngiltere, Habeşiştanla savaşından dolayı İtalya’ya ceza yüklenmesine
karar verdiğinde, Mussolini ile iş yapma umudunda olan cemiyetteki az sayıda
üye büyük yaygara üretti.Bu yüzden İngiltere, onların imzalarını almak için
hesaplanan nakit paradan kaynaklanan iş kayıpları ve İtalya’ca satın alınacağı
belirlenen malların kabulü altına imza atmak
zorundaydı (?)
Atatürk,
teklifine yöneldiğinde, ordu ve cephane için üç milyon dolar hesaplara ilave
edilmişti.
İngiliz
yabancı ofisi, “cehennem bu ... ne yapar?” diye sordu.Eski çifci (?) “Onun
ülkesinin çok zayıf olduğunu göstermek isterim”. “Ve ordunun yenilenmeye
ihtiyacı var”diye cevap verdi.İtalya’nın Türkiye’yle beraber savaşa girmesi
halinde, ceza yüklemek için para gerekeçekti. İngiltere’den savunma için para
alamasaydık, İtalya’yı kızdırma riskine giremezdik Atatürk parayı aldı.
(W.A.S.Douglas)
Bu yazıya karşı
yapılan çalışmaları orada Anadolu Ajansının Muhabiri olarak görev yaptığı anlamı çıkan, Berle,Jr.
bir yazı metnine karşı hukuki sürece ilişkin bir yazıyı Türkiye’ye
gönderiyor.Bu metnin Türkcesi;
21 Nisan da
(1938) KEN’de yayınlanan bir yazı neticesinde,Kemal Atatürk’ün hastalığı
hakkında küçük bir çalışma yapmaktayım.
Columbia
Bölgesi’nde medeni hukuk, Maryland Eyaleti’nde yürürlükte olduğundan beri
yürürlüktedir. Medeni Hukuk, onur kırıcı yayının medeni yasa’ya göre hafif suç
olduğunu söylüyor.Ne olursa olsun onur kırıcı yayın suçu, Columbia Bölgesi
Kanunu’na göre tanımlı ve cezaya tabidir.Tüm gerekenler,bilerek gönderilen ya
da verilen yayından oluşuyor. KEN yargılanmak için Washington’a getirilebilir;
gönderilen ve verilen her türlü şey bulunmalıdır.
Yasa’nın
40.bölümü altında onur kırıcı yayın suçu eğer doğruysa iyi motivasyonla ve
hukuka aykırı olmayan amaçla yayınlanırsa ispat edilebilir.Bu elemetleri
savunma yoluyla kanıtlamakta,bir kaç sıkıntı var.
Bence bir
suçlama Columbia Bölgesi’nin yasaları içinde yer alabilir.
Sanıklar, KEN
ve tahminen ismi Arnold Gingrich olan yönetici editörü olabilir.
Problem,
onları Columbia Bölgesi’ne getirmek.Onur kırıcı yayın suçu, sadece hafif bir
suç olsa bile suçlunun ülkesine iade edilmesini gerektiren bir suçtur.Bu
gerçekte yatan zorluk, Illionis yasaları ve onunla uyumlu olan Birleşik
Devletler Suç yasası’na göre, suçlunun iade edilmesine yalnız ‘ adaletten kaçma ‘ durumunda izin
verilmesidir.
Adalet kaçagı
terimi, üstlenilen bir suç olduğundan yargılama süreci içinde bulunan fakat sonra
da yargılanma sürecinden çıkan bir şahsı tanımlar.KEN’deki herhangi bir
şahsın,bu yayın yapıldığında Columbia Bölgesi’nde olduğuna inanmak için hiç bir
sebep yoktur.Biz elbette bir suçlama yapabilir ve sonra bu insanların
bazılarının Washington’a ulaşmalarını bekleyebiliriz.Yayına ilişkin yasal durum
altında yapabileceğimizin tümü, budur.
Ben hala
Yüksek Mahkeme’ce özgün yargılanma
olasılığını araştırıyorum fakat yukardakiler , yasamanın olası çizgisinin,
yazının kendisi kadar heyecan uyandırmadıgını gösteriyor.Kaçak,yabancı bir
devletin başkanının,her hangi bir ülkenin büyükelçisinin ta da kurul başkanının
karşısında olduğu için,suçlunun iade edilme yasası düzeltilmelidir.Kaçak
Columbia Bölgesi’ne baş avukatın onaylaması ile iade edilebilir.
Bu biraz biçimsiz fakat Columbia Bölgesi,
Kıtasal Bileşik Devletler’de yargılanma hakkına sahip olan tek federal
yapıdır.Bu konu da,daha iyi bir şeyler bulduğum takdirde,biraz daha çalışmak
istiyorum.
(A.A. BERKLE
)
Bu bölümü, kitabımızda sıklıkla yer vermeye
çalıştığımız Grandanın, Atatürk’ün vefatına ilişkin son anı anlattığı bölümle
kapatalım;
YÜZÜNDEKİ
TÜLBENTİ KALDIRIP BAKTIM
“...
Sarayda, Rıza adlı bir sofra arkadaşım daha vardı. O’nunla beraber yavaşça
odadan içeri süzülmüştük. Çenesi bağlanmış vaziyette hareketsiz duruyordu. İki
genç subay ayakucunda, nöbet bekliyorlardı. Org.Fahrettin Paşa, Ankara’dan
verilen emirle cenaze töreni için hazırlıklara geçirilmiş, üniformalı subaylar
tarafından başucunda nöbet tutulmaya başlanmıştı.”
“... Bir
türlü öldüğüne inanamadım. Aç bakalım yüzünü dedim. Yüzündeki tülbendi
açtırdım. Gözyaşlarımı içime akıtarak yüzüne, bir daha sadece resimlerde
görebileceğim yüzüne uzun uzun baktım. Yüzü
hafif siyahtı, morarmış gibiydi.”
“...
Akşamüstü sofracı İbrahim ile selamlık ’da oturup dertleşirken İsmail Hakkı
Tekçe Paşa geldi. İbrahim’le bana dönerek;
“ Son
görevimizi de yaptık. Yıkandı, kefenledi.” dedi. Sonra nöbet sırası geldi
diyerek üniformalarını giyip nöbete gitti. Giderken arkasından şöyle dedim:
“ Beyler, Paşalar, şimdi hepiniz geldiniz.
Atatürk’ü bekliyorsunuz. Yıllarca O’nu iki cahil sofracının eline bıraktınız da
şimdi mi geldiniz?”
ATATÜRK
NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?
SİYONİST İSRAİL ve TÜRKİYE
Ortadoğu ve Asya ülkeleri arasında İsrail
ile en iyi ilişkilere sahip Tek ülke Türkiye’dir. Bunu daha da genişletecek
olursak tarih boyunca Musevilere en büyük iyilikleri yapanlar Türklerdir.
Zaman zaman bu konu da gerilmeler
gözükse de yine de ilişkilerde ciddi bir kopma gözükmez. Hatta bu ilişkilerin
yıllarca siyasi programı içinde İsrail’i hedef alan söylevler geliştirmiş Refah
Partisi ve liderleri bizzat hükümet oldukları dönemde Türkiye ve İsrail
arasındaki "Savunma Sanayi
İşbirliği Anlaşması" na imza atmışlardır.
Bu da göstermektedir ki Türkiye’de hangi
Parti iktidar olursa olsun İsrail Devletiyle olan ilişkilerini korumak ve kollamak
zorundadır.
Hatta biraz daha ileriye giderek şunu
söylemekte mümkündür, Ülkemizde siyasi iktidar olma hevesi içinde olan, hangi
görüş ve fikre sahip olursa olsun, mutlaka Amerika’da bulunan Yahudi
lobilerinin desteğini alma durumundadır.
İşte bütün gücünü Milletinden değil de
dışarıdan alan bu siyasi yapı, ülkemizdeki siyasi Partiler ve varlığı ile
yokluğunun kesin olarak hissedemediğimiz Demokrasinin dengesizliği, birçok
sorunumuzun altında yatan ana unsurun başlangıç noktası olarak algılanabilir.
Bunun birçok nedenleri vardır.
Amerika-Türkiye ve İsrail ekseninde
oluşturulacak Ortadoğu politikalarının temelde İsrail’in güvenliğinin
sağlanması ve bu oluşacak güvenlik zincirinin getireceği ekonomik ve sosyal
çıkarlar, belirli çıkar çevrelerine getirdiği ekonomik ve siyasi güç, bunu en
açık şekilde, Türkiye topraklarında uzun yıllardır yaşayan Yahudilerin
yaptıkları lobi çalışmaları ve ülkede ağırlıklarını siyasi, ekonomik ve sosyal
hayatta hissettirmeleridir.
İlk kurulan Cumhuriyet Hükümetlerinden
günümüze kadar uzanan tüm hükümetlerde çeşitli görevler almış, Milletvekilleri,
Bakanlar, Başbakanlar ve hatta üzerinde çalışmalarını hala sürdürdükleri Cumhurbaşkanlığı
görevlerine uzanan ve Devletimizin Kritik noktalarında iyice yerleşmiş
olduklarından, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinden hangisi olursa olsun İsrail
Devletiyle iyi geçinmek zorunda bırakılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kendine vatan
bilen Yahudilerin ellerinde tuttukları iktisadi güç, siyasi güç ile
birleştiğinde bugün içinde bulunduğumuz durumun şaşılacak bir durum olmadığı
ortadadır.
Bu maddeleri aşağıya doğru çoğaltmak
mümkündür. Aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu kadar gelişmesinin arkasındaki
en önemli unsur Türkiye'deki Yahudi lobiciliğidir.
Dünyanın
birçok bölgesine dağılmış olduklarından dolayı bulundukları ülkelerde
Yahudilerin sürekli olarak horlanması ve kutsal topraklara tekrar dönebilme
arzusu Yahudilerin yeni arayışlara girmesine neden oluyordu. Bunlarla birlikte
vaat edilmiş topraklara ulaşabilmek için bir plan yapılmalıydı. Ve plan ilk kez
31 Mart 1492 tarihinde, İspanya Kraliçesi İsabella’nın Hırıstiyan Kilisesiyle
anlaşarak Ülke içinde yaşayan Yahudilerin, 02 Ağustos 1492 tarihine kadar
ülkeyi terk etmeleri istenmişti. Bunun üzerine, Osmanlı imparatoru 2.Beyazıt
tarafından “Sefaret Yahudileri” Akdeniz
ve Rusya üzerinden Türk topraklarına getirildiler. Sefaret Yahudileri, İstanbul
ve Selanik’e yerleştirildiler. İspanya Endülüslü Türkleri katleden İspanya bu
Yahudileri Osmanlı imparatorluğuna göndererek Yahudilerin ilk sıçramalarını
sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmiş oluyordu.
Yahudilerin Osmanlı topraklarına
göndermek suretiyle de Osmanlı imparatorluğu içinde fitne yaratma fikride yok
değildi. Yahudiler Osmanlı topraklarına ayak basar basmaz vakit geçirmeden
lobicilik faaliyetlerine başlamışlardı. Lobi faaliyetlerinde öne çıkan
isimlerden birisi de, Portekiz’de dünyaya gelen 1553'te de İstanbul'a göç eden
Yasef (Joseph) Nassi'dir.(1520) Bu kişi İstanbul'a gelir gelmez devlet
yetkililerine yanaşma çabalarını başlattı. Bu çabalarında Şehzade Selim’in
karısı ve III. Murat’ın annesi olan Yahudi asıllı Nurbanu Sultan'dan
yararlandı. Nassi zaman içinde Kanuni Sultan Süleyman'la arasındaki bağı o kadar
kuvvetlendirdi ki Kanuni onu özel müşavir tayin etti. Böylece ona şehzadelerle
doğrudan ilgilenen "müteferrika" unvanı verildi. Sözünü ettiğimiz
Yasef Nassi, Osmanlı Sarayı'yla bu kadar yakın irtibata geçince devlet yönetimi
üzerinde etkinliği olan bir Yahudi lobisi oluşturdu. İşte bu lobi yani
Nassiler, Osmanlı Devleti'nde kurulmuş ilk Yahudi lobisidir.
Bu sebepten ötürü Nassi aynı zamanda
dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki Yahudileri Filistin topraklarına
toplama fikrini taşıyordu. Bu yüzden o ilk Siyonist fikrinin babası olma
özelliğini de taşır. Nassi bu yönde ki ideallerini gerçekleştirmek için Kanuni
Sultan Süleyman'la iyi ilişkilerinden yararlanarak kendisine Filistin'in
Taberiye gölü çevresinde bir miktar arazi verilmesini sağladı. Bu toprak parçasını
alınca bölgede büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma çabaları içine girdi ve
Yahudileri oraya göç etmeye çağırdı. O orada kuracağı Yahudi yerleşim merkezine
Sultan tarafından muhtariyet verileceğini umuyordu. Ancak idealini gerçekleştiremedi[35].
Osmanlı
İmparatorluğu topraklarında kendi
başlarına bir şey yapamayacaklarına
kanaat getirdiklerinde Jöntürkler Hareketi'ni Avrupa'daki Mason locaları da
kucakladı ve desteklediler. Bu hareketin ileri gelenlerinden
Kazım Nami şöyle diyor:
"Hiçbir sahada birleşememiş, daima çekişmiş, didişmiş olan bizdeki
muhtelif ırk, milliyet ve dinler,
masonluk çatısı altında tam anlaşma halinde idiler[36]."
Şair Eşref ise gerek Jöntürkler'e gerekse
İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne Yahudi kökenlilerin hâkimiyetini dile getirmek
için çok anlamlı bir dörtlük söylemiştir. Bu dörtlüğünde şöyle diyor:
"Avdetiler ile hükümetimiz,
Benzedi devlet-i Yehuda'ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa'ya"
Benzedi devlet-i Yehuda'ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa'ya"
Açıklaması: "Hükümetimiz Dönmeler yüzünden, adeta Yehuda devletine dönüştü.
Fetva makamını da Yahudilerin kontrolüne sokup, sonunda Musa'ya verdiler."
Sözleriyle o günkü şartları çok iyi anlatmaktadır.[37]
Bu olayların devamında tahta gelişinden
inişine kadar süren mücadele yılları ile birlikte Türk tarihinde bile “Kızıl
Sultan” unvanıyla tanınan, Sultan 2.Abdülhamit de Büyük İsrail projesini
gerçekleştirmek için, Atatürk’ü nasıl harcadıysalar, Siyonistlerinde
saldırılarından kendine düşen payı fazlasıyla almıştır.
SULTAN
ll. ABDÜLHAMİT VE YAHUDİLER
Sultan II. Abdülhamit, Yahudilerin
Filistin topraklarına yerleşme planlarının önüne geçen padişah olarak bilinir.
Bu tutumundan dolayı da Yahudilerin yönlendirdiği bütün fitne teşkilatlarının
ana hedefi haline gelmişti.
Geniş kitlelerce Siyonizm’in fikir babası
olarak bilinen Teodor Hertzl, kendilerine Filistin'de toprak verilmesi için
Sultan II. Abdülhamit'le görüşmeler yapmak istemiştir. Bazı kitaplarda II.
Abdülhamit'in onlarla görüştüğü ancak tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa
gerçekte II. Abdülhamit onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine
Yahudi heyeti başbakan Tahsin Paşa yoluyla tekliflerini iletmişlerdir.
Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde
şunları bildiriyorlardı:
Yahudiler aşağıda bulunan
hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç
milyon İngiliz altınına
ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120
milyon altın
franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu
canlandırmak için otuz beş
milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhangi bir
gününde Filistin'e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Yahudilerin
Kudüs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde
kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır.
Sultan II. Abdülhamit’e böyle bir teklifte
bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. İttihat ve Terakkinin
önde gelen liderlerinden biri olan Emanuel Karaso da bu heyetin içinde
bulunuyordu. Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamit’in cevabı şu
olmuştur:
"Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp
değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları
onlara zarar vermemektedir. Kudüs-i Şerif'i İslam'a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir.
Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi
ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını
kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye'nin İslam düşmanlarının mallarıyla
yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir. Emret çıksınlar! Bir daha
benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar". Sözlerini sarf
etmekteydi.
Siyonist lider Teodor Hertzl de
anılarında, Sultan II. Abdülhamit'in kendilerine şu cevabı verdiğini
yazmaktadır:
"Doktor Hertzl'e bu konuda yeni adımlar
atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim
kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı
kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün
gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Yahudiler, Filistin'i para
ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle
yarılması Filistin'in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay
bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde
otopsi yapılmasına asla müsaade edemem." demekteydi.
Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında da
Yahudilerin Filistin'e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak
basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdülhamit:
"Yahudiler,
Avrupa'da Doğuda olduğundan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple de
birçok Avrupalı devlet çok artmış olan Semit (Yahudi) ırkından kurtulabilmek
için Yahudilerin Filistin'e muhaceretini iyi karşılayacaklardır. Fakat bizim
memleketimizde kâfi Yahudi vardır. Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun
faikıyetini (üstünlüğünü) muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin
yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde
çok kısa zamanda bütün kudreti elde
edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz... Siyonistler
Filistin'de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi
temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar.[38]"
demekteydi.
Bugün bu sözlerin haklılık payı ne kadar
ortadadır. Terörün ve şiddetin her gün bir yenisinin yaşandığına şahit
olduğumuz bu durum. Sultan 2.Abdülhamit’in 33 yıllık saltanatına son vermesine
kadar uzanacaktır. Sultan II. Abdülhamit, yukarıda sözünü ettiğimiz ve nekadar
da şüpheli olsade sonuçta içinde İtihatcıların yoğun şekilde bulunduğu ve
tarihimize 31 Mart Vakıası diye geçen isyandan sonra tahttan indirilmiştir.
İlginç olan şuydu:
31 Mart isyanını çıkaranlar ve
kışkırtanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları veya onların yönlendirdiği
kimselerdi. Daha sonra padişahın tahttan indirilmesine de yine bu cemiyet karar
verdi ve bu kararında padişahı 31 Mart isyanına sebep olmakla suçladı. Yani
kendi suçlarını padişaha yükleyerek bunu onun tahttan indirilmesi için gerekçe
olarak kullanmışlardı. Babıâli’nin gösterdiği tavırda buna eklendiğinde Sultanın
tahta kalması imkânsız bir hal almıştır.
Padişah’ın hal'ine (yani saltanattan
indirilmesine) dair kararı ona tebliğ eden heyetin arasında yer alanlardan biri
de yukarıda sözünü ettiğimiz Emanuel Karaso idi. Bu kararı tebliğ eden heyetin
içinde bir tek Türk yoktu. İşin diğer tuhaf yanı ise yine ilerde yayınlanaçak
olan bir eserimizde de dile getirecegimiz gibi ismi geçen Emanuel Karasonun ll.
Abdülhamidin yetiştirdiği ve hatta dönemi içinde onun ajanı olarak görev
yaptıgı tarihi kayıt olarak düşmektedir.
Bu dönemde dikkat çeken diğer bir husu
ise yıllarca Osmanlının yönetimi altında bulunan halkların Osmanlının son
döneminde ilk ferdi hareketten toplumsal harekete yönelen bir cemiyet kurmaları
ve bu cemiyetin tarih boyunca ve günümüzde de bir araya gelmesi mümkün degilmiş
gibi gözüken, Ermeni, Rum, Musevi, Dönme ve Siyonistlerin Sırf Osmanlıyı
yıkmöak için işbirliği yapmış olmasıdır.
Tabiki bu dönemde Ülkenin yaşadığı
bunalımı gören ve bir çıkış arayan
Osmanlı Aydını arasında iyi niyetli
Gaflet ve dalalet içinde bulunan İttihat
ve Terakki Cemiyeti'nin başını çeken Ahmet Rıza, Enver Paşa, Talat Bey ve Nazım
Bey gibi isimler Filistin'e Yahudi göçünün Osmanlı devletine yarar
sağlayacağını iddia ediyorlardı. Oysa onların bu iddiaları Mason localarından
aldıkları telkinlere dayanıyordu. Zaten Selanik'teki mason localarının temel
hedeflerinden biri Filistin topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesinin
önündeki engelleri kaldırmaktı. En büyük engel ise Sultan II. Abdülhamit'ti. O tahttan
indirilince Yahudi göçünün önündeki bu en büyük engel kaldırılmış oldu. Kendi
içlerinde bile sistemli şekilde çalışan Masonlar dünya Mason örgütlerinin de
desteğiyle İsrail Devletinin Filistin topraklarında kurulmasına yardım
etmişlerdir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, sultan II.
Abdülhamit'i tahttan indirince yerine Sultan Reşat'ı getirdi. Sultan Reşat,
ittihatçıların karşısında genellikle pasif kalmıştır. Dolayısıyla devlet
yönetiminin iplerini onlar almış oldular. Onlar da Filistin topraklarına Yahudi
göçünü kolaylaştırdılar. İttihatçılar,
II. Abdülhamit'in yabancıların Filistin'den
arazi almalarını yasaklayan kanunlarını uygulamadan kaldırarak, Yahudilerin
Filistin dâhil memleketin her tarafından toprak satın almalarına imkân sağlayan
kanunlar çıkardılar. 1909'da II. Abdülhamit’in hal'inden sonra iktidara gelen
hükümette birkaç Yahudi kökenli bakan bulunuyordu. Bu konuda Encylopedia Judaica'da
şöyle denmektedir:
"1909 Jön Türkler İnkılâbından sonra
iktidara gelen ilk hükümette, aralarında Baruchiah Russo ailesinin ahfadı
(torunu) olan ve fırkanın liderlerinden biri olarak faaliyette bulunan
Maliye Bakanı Cavit Bey'in de
bulunduğu birkaç Dönme mevcuttu."
[39] Yaklaşmakta olan tehlikenin boyutunu
tespit eden Gümülcine mebusu İsmail Hakkı Bey, ittihatçılara karşı 21 Şubat
1910'da Ahali Fırkası'nı kurarak muhalefete başlamıştır. İsmail Hakkı Bey,
Şubat 1911'de Meclisi Mebus an’da yaptığı bir konuşmada Siyonizm tehlikesine
dikkat çekmiş ve Siyonistlerle ilişki içinde olan ittihatçıların memleketi
Yahudilere sattıklarını dile getirmiştir. Bu gerçeği dile getirenlerden biri de
Beyrut mebusu Rıza Salih Bey'di. Rıza Salih Bey, İsmail Hakkı Bey'in ardından
Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
"Yahudiler
devletlere mahsus bayrak ve aralarında kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para
bastılar. Para ve bayrak için elimde şu anda vesika yok ise de pul örneğini
Şükrü Bey göstermişti. Museviler Filistin'de bin kuruş demeyin tarlayı elli
kuruşa alıyorlar. Birçok araziyi satın alıp koloniler haline getirmektedirler.
İki yüz bin nüfusa yaklaştılar. Bu bölgenin ekonomisi tamamen ellerine
geçmiştir." [40]
Bugün bize pekte yabancı olmayan bu
sözleri maalesef iffetle dinliyoruz ve okuyoruz. Her bir karış toprağı
atalarımızın kanı ve canıyla sulanmış olan bu toprakları satmayalım.
Toprağımıza sahip çıkalım. Üzerimizde oynana bu oyunlara millet olarak fırsat
vermeyelim.
Önceleri İttihatçılarla birlikte olan
ancak onların Siyonistlerle işbirliği içinde olduklarını yekinen görünce onlara
karşı cephe alan Miralay (Albay) Sadık Bey de Siyonizm tehlikesine şu şekilde
dikkat çekiyordu:
"Bugün
Siyonistler nazarında Osmanlı Devleti'nin çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve
Filistin'in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir.
Buralarda bir Yahudi hükümeti kurmak istiyorlar.[41]"
Miralay Sadık Bey bu uyarıyı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kongresine sunduğu
bir raporda yapmıştı.
Fakat
İttihatçılar onun raporunu derhal ortadan kaldırmış ve kendisini de istenmeyen
adam ilan etmişlerdir. İttihatçıların bu ihanetleri Sarıkamış ta düşmana karşı
tek bir kurşun dahi atmadan helak olan Türk askerinin hezimeti de bu
ihanetlerin boyutunun ne kadar büyük olduğunun anlaşılmasında bize yardımcı
olacaktır sanırım.
Osmanlı ahalisini temsilen padişahın
karşısına çıktığını iddia eden böyle bir heyette, ahalinin ana unsurunu teşkil
eden ve devletin yönetimini resmiyette elinde tutan önemli bir etnik unsuru
temsil eden bir tek kişinin bulunmaması dikkat çekiciydi. Padişah da bu durum
karşısında şu ifadeyi kullanmıştı:
"Bir
Türk padişahına, 33 sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal' kararını
bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar
mı?" [42]
Yahudilerin ve masonların Sultan II. Abdülhamit’e son derece düşman olmalarının en önemli sebeplerinden biri onun Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olmasıydı. II. Abdülhamit Yahudilerin gizli yollardan gidip o topraklara yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden biri de Filistin topraklarındaki kutsal mekânları ziyaret etmek için oraya giren Yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi.
Yahudilerin ve masonların Sultan II. Abdülhamit’e son derece düşman olmalarının en önemli sebeplerinden biri onun Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olmasıydı. II. Abdülhamit Yahudilerin gizli yollardan gidip o topraklara yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden biri de Filistin topraklarındaki kutsal mekânları ziyaret etmek için oraya giren Yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi.
Yine Yahudilerin Filistin'de herhangi bir
şekilde toprak satın almaları da yasaklanmıştı. Günümüzde ise en son Anayasa
Mahkememizin aldığı doğru bir kararla bu toprak alınımı durdurulmuştur. Ülke
topraklarımızı satın almak için gelen, Siyonistler, Ermeniler ve diğerleri
yıllar önce bir sultanın tahtan indirildiğine şahitlik ettiğimiz olayların
henüz bitmediğinin işaretlerini bizlere vermektedir. Öyle ki Ulu Önder Mustafa
Kemal Atatürk’ün öldürülmesinin de yegâne sebebi bu kurulması planlanan İsrail
Devletine karşı olmasıdır. Atatürk Yahudi düşmanı değil ama bir Siyonist
düşmanı olarak algılamak çok doğru olacaktır. Necdet sevinç’in 18 Mayıs
tarihli, Yeniçağ Gazetesinde yayınlanan yazısında 2.Abdülhamit ve Atatürk’le
devam eden önemli bir sürecin (Projenin) belgesini ortaya koymaktadır.
Yazısına
belge olarak koyduğu metin “ Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü 20
Ağustos 1937 tarih ve 5476 / 7 / 1 / K sayı numarası ve Dâhiliye Vekili Şükrü
Kaya imzası ile Başvekâlet yüksek makamına gönderilen tercüme metnin baş
tarafında şöyle bir ifade var: "Türkçe Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Kemal
Atatürk''ün Türkiye Millet Meclisi''nde irad etmiş olduğu bir nutuktan
bahsediyor.
Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin''e taalluk eden kısmından alınmıştır" Bu ifadeden; Bombay Chronick Gazetesi''nin, Gazi''nin nutkunu Hâkimiyet-i Milliye''den iktibas ettiği anlaşılıyor .”Demektedir. Metin aynen şöyle:
Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin''e taalluk eden kısmından alınmıştır" Bu ifadeden; Bombay Chronick Gazetesi''nin, Gazi''nin nutkunu Hâkimiyet-i Milliye''den iktibas ettiği anlaşılıyor .”Demektedir. Metin aynen şöyle:
Beyanat
27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronick Gazetesi''nde "Filistin''e el
sürülemez Kemal Paşa Avrupa''ya ihtar ediyor! Türkler mukaddes topraklarda
yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir."
Başlıkları altında yayınlanmış.
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Kemal Atatürk'', Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar''dan uzak kaldık.Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber'in son arzusuna yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin'in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Kemal Atatürk'', Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar''dan uzak kaldık.Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber'in son arzusuna yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin'in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
İşte bu nutuk ve Atatürk''ün, hemen hemen
tamamı İngiliz işgali altında bulunan İslam dünyasının istiklâliyle ilgisidir
ki, İngiltere kralı 8.Edwartın Gazi''nin ayağına gelmesini sağlamıştır.
Atatürk’ün bu sözleri söylediği tarihe
dikkat edecek olursak,1937’nin Ağustos ayıdır. Buna da bir tesadüf müdür gözüyle
bakmamız gerekiyor?
Yahudilerin Cumhuriyet Döneminde
Lobicilik faaliyetleri
Yahudiler, Osmanlı Devleti'nde olduğu gibi
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş döneminde de yoğun şekilde lobi faaliyetleri
yürütmüşlerdir. Yahudi lobicilerin Cumhuriyetin kuruluşu merhalesinde hemen sahneye
çıktıklarını görüyoruz. Öyle ki, Lozan görüşmelerine doğrudan müdahale
edebilmek için görüşmelerin yapıldığı şehre kadar gidip Türk tarafını temsil
edenlerle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Lozan görüşmelerine katılanlardan
olan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onların
müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
"Bir
müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan
görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün
İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem.
İsmet'e yanaşmış. Yaman Yahudi! Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını
biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte
asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden
yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek
salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet
benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve
gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı.
İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir
tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa
çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı
adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil
(saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudi’nin dolabına girdi. Derken hahambaşını
soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım. İsmet'e dedim ki:
"Bu Yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir Yahudi ile laubali
görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar
yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı. Herif
derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim
önüme gecip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat
ben durur muyum? Zaten Yahudileri hiç sevmem. Haham önüme geçtiği vakit hakaret
ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim...
İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir Yahudi’dir. Yahudiler çok adi şeylerdir.
Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı
muhit Yahudi sarraf âlemidir... Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız
ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını
söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in
avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet
teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş…" [43]
Hahambaşı Haim Naum'un Lozan
görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi.
Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında
kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum'un önemli rolü olmuştu. Lozan
görüşmeleri esnasında Türkiye'de başvekil (Başbakan) olan Rauf Orbay'ın
belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş
ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay
bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti:
"İsmet
Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk
rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi'nin telkinleriyle,
hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip,
derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.[44]"
Bu dönemde öne çıkan Yahudi
lobicilerinden biri de yine Mustafa Kemal'in özel doktorlarından olan Abravaya
Marmaralı'ydı. Bu kişi aynı zamanda Meclisi Mebusan'a milletvekili olarak
girmişti. Öne çıkan bir diğer Yahudi lobici de yedinci dönem
milletvekillerinden Avram Galanti'ydi. Avram Galanti Osmanlı döneminde de
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin aktif ve ileri gelen elemanlarından biriydi.
Yahudiler, cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ve ilk yıllarında yürüttükleri lobi
faaliyetleriyle önemli köşe başlarını tutmayı başardılar. Bu köşe başlarını
tutmaları onların sonraki dönemlerdeki lobi faaliyetlerini kolaylaştırdı. Tabii
bu arada Avrupa ülkeleri nezdin de elde etmiş oldukları siyasi kazançlarını ve
elde ettikleri statüleri de Türkiye'deki konumlarını sağlamlaştırmak için çok
iyi değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaları onların ekonomik alandaki güçlerini
artırmalarına da imkân sağlamıştır.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan konunun
aslında, Ülkemizde sıklıkla yaptığımız bir yanlışlığın daha iyi anlaşılmasını
sağlamak amacıyla yazıldığını göz ardı edemeyiz. Bu da “OT İLE SAMAN’IN” ayrılması işlemidir. Bu yurt toprakları üzerinde
yaşayan Yahudi vataqndaşlarımızın hepsi kötüdür diye bir kural yok. Kendi
milletimiz içinde Türkoğlu Türk gibi görünüp de bu ülkeye ihanet edenler yok
mudur? Ya da bundan sonra da olmayacak mıdır? Mutlaka bu tür unsurlar da
bulunacaktır. Yüce Türk Milleti onlara da gerektiği zaman gerekli muameleyi de
yapmayı bilecektir. Musevi vatandaşlarımız içinde de tarih içinde sorunlar
yaşamış olsak bile ülkemiz de yaşamak ve ülkemize hizmet etmek aşkıyla yananlar
yok mudur? [45]
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bağımsızlık
mücadelemizde bir safha olan Lozan Barış Konferansına giden delegeler kuruluna
verilen direktiflerden birisinin de,
“…Yahudi topluluğuna gelince, bu
topluluğun Türk hükümetine karşı her zaman göstermiş olduğu bağlılık zihniyeti,
bu topluluk üyelerinin, Türk Vatandaşları ile birlikte memleketin kalkınması ve
refahı için gürültü çıkarmadan iş birliği yapmaya ara vermeyeceklerini düşündürmektedir.”[46]
yine İsmet İnönü’nün Lozan da 12 Aralık 1922
de yaptığı konuşma da ;
“Yahudilerden söz etmek
istemekteyim. Son zamanlara kadar adı hiçbir anlaşmada geçmeyen bu çalışkan ve
zeki unsur, kendi halinde ve her türlü sarsıntıdan uzak yaşayışıyla, öteki
unsurlara örnek olarak gösterilmelidir. Yahudilerin verdiği örnek, şunu açıkça
göstermeye yetmektedir. Türkiye’de kendi halinde bir vatandaş için, bütün
haklardan yararlanmada en iyi yol, dışarıyla şüpheli münasebetler kurmamak ve
dışarıdan gelen özel bir ilgiye konu olmamaktadır.”[47]
Görüldüğü gibi tarih içinde sıklıkla
beraber olduğumuz birçok acı ve tatlıyı paylaştığımız Musevi vatandaşlarımız
yakın dönemde, Atatürk’ün de içine sokulduğu bir propagandanın malzemesi olma
durumuna gelmişlerdir. Sanki ülkemizde Yaşayan bu samimi Musevi vatandaşlarımız
(açıktan Museviliğini söyleyenler) ve Sabataist olarak nitelendirdiğimiz ve neredeyse
bizden biri olan Musevi vatandaşlarımız, Irk devleti ve Dünya’nın tek Terör
Devleti olan İsrail yani Siyonistlerce idam fermanları çıkartılarak ülkemizde
zor durumda bırakılmışlardır.
Bunu daha iyi anlaya bilmek için son 15 yıl
içinde bu konuda yayınlanan yazılara bakmak yeterlidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
ülkemizin ekonomik ve sosyal hayatını dikkatli incelediğimizde Musevilerin
etkisini göz ardı edemeyiz. Yahudiler arasında da tarikatlar ve görüş
ayrılıkları olduğunu da düşündüğümüzde ülkemize zarar verenlerin teşhisinde çok
dikkatli davranmak gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Yine bu ülkenin bir vatandaşı olduğu için
gurur duyan ve “BEN TÜRK’ÜM DİYENDEN DAHA ÇOK MÜCADELE EDEN “ değişik din, ırk
ve milletlerden insanlar bu ülkede yaşamaktadır. Zaten bu konuyu çok iyi fark
etmiş ve herkesçe malum olan Atatürk’ün milletçe hepimizi tek ve eşit tutan şu
müthiş sözünde ; “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
“gerçek bir anlam bulmuştur.(EK:4)
ATATÜRK SABATAİST MİYDİ?
Atatürk’ün vefatının ardından onun manevi
şahsiyetine yönelik saldırıların ardı arkası kesilmeden, aksine her geçen gün
daha şiddetli şekilde devam ettirilmektedir. Sadece bu durum Atatürk’ümüzün
büyüklüğünü anlamamız için bize yeter de artar.
Aslı astarı olmayan saldırılardan bir
tanesi de Atatürk’ün “Din düşmanı” olduğu fikrini ortaya atmaktır. Kökleri
dışarıda bulunan dernek ve kuruluşlar ve onların kuklalarının uzun yıllardır
sürdürdükleri propagandalarının yeni bir evreye sokulmak istendiğine şahitlik
etmekteyiz. Bu da Atatürk’ün Yahudi olduğuna dair iddialardır ki işin boyutu
düşünüldüğünde, Yüce Türk Milleti üzerinde bırakacağı tesir ve şiddeti ölçmek,
bunu test etmek isteyen ahmakların yapacağı en büyük hatalarından biri
olacaktır.
Tabidir ki yapılan bu saldırılar, belirli
hedefler gözetilerek kasıtlı olarak, planları gereği uygulanmaktadır. İşte bu
din meselesinin de bu şekilde gündeme getirilmesi hedefleri belirlenmiş
projenin dâhilinde olan uygulamadan başka bir şey değildir.
Dünya
üzerinde mevcut dinler üzerinde insanlığın mantığına yakın ve hoşgörü içeren
İslam dini bize
“Şu Müslüman’dır”, “Bu dinsizdir” diye, bir diretmede bulunma,
söyleme hakkını kimseye tanımaz. Bu Yüce İslam dininin temel kaidelerine de
ters bir durumdur. Kimin dindar, Kimin dinsiz, Kimininse münafık olduğuna, biz
Allah’ın zavallı kulları karar veremeyiz. Maalesef bu hakkı kendinde görenler
ve İslam dinini şiddet içeren bir dinmiş gibi göstermeye çalışanlar hep olduğu
gibi bundan sonrada olacaktır. Ama bu mensubu olduğumuz dinimizi bağlamaz. Bir
avuç kendini bilmez’in kendi çıkarları doğrultusunda davranması sadece onların
problemidir.
Kendini Müslüman kabul edenlerde, diğer
dinlere karşı saygılı olmalıdır. (Doğal olarak bu karşılıklı olarak gerçekleşen
olgudur.) Kimse, kimsenin hakkına ve hukukuna karşı bu yönde tacize, şiddete ve
iftiraya bağlı olarak saldırmamalıdır. Zaten Atatürk’ün din konusunda bize
öğrettiği ve uygulamaya çalıştığı da budur.
Bu sözlerin ardından Bu konunun nereden ve
nasıl çıktığına bakmak gerekiyor. Maalesef her fitneyi doğurmakta marifetli ve
beceri sahibi olan Siyonist İsrailliler işin kaynağıdır. Bu konuda hiç
şaşırmamak gerekir.
Atatürkün Yahudi kökenli olduğunu dile
getirmeye çalışılan yazılar bugün kontrollü ve sistemli bir şekilde uygulamaya
sokulmuştur. Bu haberlerin daha hızlı bir şekilde yayıldığı ortam ise
internettir. Buna ilişkin İnternet sitelerinde geçen ifade aynen şöyledir;
“Forward gazetesindeki Atatürk’le ilgili yazı
bizzat Hillel Halkin adlı, Amerikan asıllı ünlü bir İsrailli gazeteci tarafından
kaleme alınmıştır. Referans verdiği Filistin Yahudi’si bir gazeteci olan Itamar
Ben-Avi'nin İbrani’ce otobiyografisi de 1940 yılında Kudüs'te yayınlanmıştır.
Bu anısında Itamar Ben-Avi 1911 yılında,
Mustafa Kemal daha 30 yaşında, Trablusgarp Savaşı'na katılmak üzere olan bir
subayken o zamanlar bir Osmanlı vilayeti olan Filistin'den geçtiğini
belirtiyor.
Ben-Avi, Kudüs şehrinde bulunan Kamenitz Oteli'nde giderek parlamakta olan Osmanlı subayı Mustafa Kemal ile tesadüfen karşılaşmalarını anlatıyor.
Ben-Avi, gazeteci kimliğiyle, Mustafa Kemal ile dostane bir mülakat yapıyor. Konuşmalarının da ana eksenini o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu savaş ortamından nasıl kurtarılabileceği oluşturuyor.
Birkaç gün üst üste devam eden toplantılarının birinde Mustafa Kemal, aslen Sabetay [48] Sevi'ye inananların soyundan geldiğini, fakat Yahudi olmadığını, küçüklüğünde babasının kendisine Venedik'te basılmış eski bir Tevrat'ı okuyabilmesi için Karaim Yahudi’si bir öğretmen tuttuğunu belirterek, aklında kalan tek duanın da;
Ben-Avi, Kudüs şehrinde bulunan Kamenitz Oteli'nde giderek parlamakta olan Osmanlı subayı Mustafa Kemal ile tesadüfen karşılaşmalarını anlatıyor.
Ben-Avi, gazeteci kimliğiyle, Mustafa Kemal ile dostane bir mülakat yapıyor. Konuşmalarının da ana eksenini o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu savaş ortamından nasıl kurtarılabileceği oluşturuyor.
Birkaç gün üst üste devam eden toplantılarının birinde Mustafa Kemal, aslen Sabetay [48] Sevi'ye inananların soyundan geldiğini, fakat Yahudi olmadığını, küçüklüğünde babasının kendisine Venedik'te basılmış eski bir Tevrat'ı okuyabilmesi için Karaim Yahudi’si bir öğretmen tuttuğunu belirterek, aklında kalan tek duanın da;
"Shema Yisrael Adonai Eloheinu ve
Adonai Ehad" olduğunu söylüyor.
Yani; "Dinle ey İsrail Rabbimiz olan
Allah Tektir."
Itamar Ben-Avi de unutamadığı bu toplantıyı yaşamındaki diğer tüm anılarla beraber 1940 yılında Kudüs'te bir kitap halinde bastırıyor.
Itamar Ben-Avi de unutamadığı bu toplantıyı yaşamındaki diğer tüm anılarla beraber 1940 yılında Kudüs'te bir kitap halinde bastırıyor.
Fakat baskı çabucak tükendiğinden ve
İbrani’ce olarak basıldığından, bu önemli konu sadece dar bir çevrenin bildiği
bir konumda kalıyor. Hillel Halkin ise 1994'te İsrail Cumhurbaşkanı'nın
Türkiye'yi ziyareti dolayısıyla, Atatürk'ün Yahudi geçmişinin iki ülke
arasındaki bağları nasıl etkileyebileceğini düşünerek, Cumhurbaşkanı sözcüsüne
konuyu gündeme alıp almayacaklarını soruyor.
Onların da bu konudan habersiz olduklarını görmesi üzerine New York'ta yayınlanan 103 senelik bir Yahudi gazetesine konuyu aydınlatan geniş bir özet sunuyor.
Makalesinde, Itamar Ben-Avi'nin otobiyografisinden, Atatürk'ün Şemsi Efendi'nin yönettiği Fevziye Mektebi'nde babası tarafından okutulmasından ve Nazilerce katledilen Selanik Musevilerinin (1912–1943) Atatürk'ün kendi cemaatlerinden çıkmış olmasından ötürü duydukları kıvançtan bahsediyor. Bununla birlikte Encyclopedia Judaica' da bile Atatürk'ün Dönme asıllı olduğuyla ilgili iddialar da dile getirilmektedir. “
Onların da bu konudan habersiz olduklarını görmesi üzerine New York'ta yayınlanan 103 senelik bir Yahudi gazetesine konuyu aydınlatan geniş bir özet sunuyor.
Makalesinde, Itamar Ben-Avi'nin otobiyografisinden, Atatürk'ün Şemsi Efendi'nin yönettiği Fevziye Mektebi'nde babası tarafından okutulmasından ve Nazilerce katledilen Selanik Musevilerinin (1912–1943) Atatürk'ün kendi cemaatlerinden çıkmış olmasından ötürü duydukları kıvançtan bahsediyor. Bununla birlikte Encyclopedia Judaica' da bile Atatürk'ün Dönme asıllı olduğuyla ilgili iddialar da dile getirilmektedir. “
Hillet Haklin yazısında, Atatürk’ün Şemsi
Efendi’nin kurduğu ve yöneticisi oldugu Fevziye mektebinde babası tarafından
yazdırılmasını dile getirmektedir. Çünkü bu okula yazılanların Yahudi olma
şartı vardı.
Bu kitabin 1.cildinin 23.sayfasında ise,
Mustafa Kemal`in 1911`de Libya ya giderken Kudüs`e uğradığından bahsederek
şöyle bir anıya yer vermiştir,
``8 Eylül 1911`de İstanbul’dan yola
çıkan Mustafa Kemal, 19 Ekim de İskenderiye’ ye vardı. Bu yolculuk esnasında
Mustafa Kemal`in, Kudüs`ede uğradığı ve orada ibrani dilini yeniden konuşma
dili haline getirme çabası içinde bulunan ve ibranice`nin Büyük sözlüğünü
meydana getiren Eliezer Ben Yehuda (1858–1922) ile görüştüğü anlaşılıyor. Adı geçen eserde, Mustafa Kemal`in o zamanlar
yehuda ya``ibrani yazısının güç bir yazı olduğunu, bunun yerine latin
harflerini kabul etmelerinin yerinde olacağını, eğer kendisi Türkiye de söz sahibi
olursa Arap harfleri yerine latin harflerini kabul ettirmeye çalışacağını`` söylediğinden
bahsedilmektedir.
Eliezer Ben Yehuda`nın oğlu Hamar Ben-Avi
hatıralarında uzun uzun Mustafa Kemal`le babasının ve kendi tanışmalarından
bahseder.
Hillet Halkin, bu makalesinde Atatürk`ün
babasının sebatayci olduğunu belirtiyor. Bu sonuca da Atatürk`ün 1911 yılında
Kudüs ‘ te Ben-Avi ile yaptığı röportajı gösteriyor.
Yukarıda ki saçmalıklara ilk bakışta olaya
vakıf değilseniz inanmanız ve kabul etmemeniz için bir sebep yoktur.(Atatürk karşıtı
ve yandaşı gözüken birçok insan da bu yönde bir eyilimi de gözlemlemiş durumdayım.)Bu
da sizi Atatürk’ü kavrayamadığınızı, tanımadığınızı gösterir.
Atatürk’ün vefatından sonra ortaya atılan
bu düzmece belgelerin çok olduğunu, zaman zaman ortaya atılan düzmece
belgelerde de gördük. Baştan sona saçmalıklarla dolu olan bu konuyu biraz
derinleştirerek bakmakta fayda görmekteyim. Çünkü atılmaya çalışılan bu çamur
sadece Atatürk’le sınırlı kalmayıp, Büyük İsrail Projesinin gerçekleşmesinde
uygulanmaya çalışılan bir safhadan başka bir şey değildir.
TÜRK – YUNAN MÜBADELESİ VE TARİHİ
GERÇEKLER
Türk-Yunan mübadelesi yazılan ve
yazılmayan yönleriyle yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin günümüzde
yaşanan siyasi olayları anlamamızda ve yorumlanmasında bize yol gösteren önemli
vakalardan bir tanesidir.
Öyle ki bir süreden beri giderek şiddetini
artıran Üniter devlet ya da Ulusalcılık kavramlarıyla birlikte ülkenin ciddi
bir tehlike ile karşı karşıya kaldığının işaretlerini verildiği şu günlerde
şahit olduğumuz olaylar ve bununla birlikte tarihi bir olayın devamını bu süreç
içinde nasıl tamamladığına; ülkemizin nasıl bir sıçrama taşı haline geldiğine
şahit olmaktayız.
Bu sıçrama taşının safhalarından biri de
Türk ve Yunan Halklarının yer değiştirmesi yani “Mübadele edilmesi” olarak
görebiliriz.
Mübadele esnasında yaşananlar ve bu
mübadele esnasında gidenler ve gelenler bir tartışma konusu olma özelliğini de
hala günümüzde sürdürmektedir. Bu tartışmanın en yoğun ve şiddetli olanı ise bu
mübadele esnasında gelenler içinde Yahudiliğini gizleyenlerin yani
sabataistler’in de bulunmasıdır. Bu döneme damgasını vuran da yine kendisi bir
sabataist olan
Karakaş
Rüştü ismindeki bir dönmenin mübadele yoluyla gelecekler arasında bulunan
dönmelere dikkat çekmek için giriştiği mücadeledir. Bu da günümüze kadar
sürecek olan Sabataistliğin Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan ilk olay olma
özelliğini taşımasıdır.
KARAKAŞ
RÜŞTÜ OLAYI
Karakaş
Rüştü ile ilgili olarak dönemin gazetelerinden biri olan Vakit Gazetesinde 1924
yılında Karakaş Rüştü’nün kendisinin de bir dönme olmasına karşın yapılması
planlanan Mübadele esnasında Türkiye’ye gelecek olan Sabataistler hakkında
T.B.M.M. ve bizzat Atatürk’e bu dönemde
bilgiler verildiği gazete haberinden anlaşılmakta,
“Selanik
Dönmelerinin Türklükle ne ilgisi var? Anadolu milli ananelerimizin
değiştirilmesinde her zaman öncülük yapan Selaniklilerin, ülkemiz dışında
tutulması isteniyor.[49]”
Rüştü imzasıyla… Selanik dönmelerinin aslen, ırkken ve soy bakımından
Türklük, Müslümanlıkla ilgisi bulunmadığından bahsedilerek, bunların Türk
toplumu dışında tutulması veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türk nüfusuyla
karışmaya mecbur edilmeleri istenmiştir. Meclis içinde bu durum önemle karşılanmıştır.
Bu konu hakkında önemli konuşmalar olmaktadır.
“Dünkü nüshamızla evvelki gece Ankara muhabirimizden gelen bir telgrafa atfen Selanikli Karakaş Rüştü Bey’in kendi mensup olduğu aslen, ırk’en Türklükle alakası olmadığından söz ederek bunların Türk toplumunun dışında tutulması veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türklerle kaynaşmaya mecbur edilmesini istediğini yazmıştık. Dün bu girişimin Ankara'da yaptığı etkiyle ilgili olarak aşağıdaki telgrafı aldık.
Büyük Millet Meclisi Üyeleri Karakaş Rüştü Bey’in dün bildirmiş olduğum girişimini büyük bir önemle karşıladılar. Bu konu hakkında meclis kulislerinde önemli konuşmalar olmaktadır. Temaslarım sonucunda öğrendim ki, büyük bir kısmı Selanik'ten gelen bu kimselerin memleketimizin büyük iktisadi kaynaklarını kendi ellerine geçirmek istemelerine karşı tedbir almanın gerekli olduğuna işaret etmişlerdir.” [50]
Bu mübadele neydi ve nasıl gelişti;
Türk ve Yunan tarafları arasında 30 Ocak 1923’te Türk ve Rum nüfus mübadelesine ilişkin Sözleşme ve Protokol imzalandı. TBMM’nin 23 Ağustos 1923’te onayladığı bu sözleşme, aynı gün yürürlüğe girdi.[51]
“Dünkü nüshamızla evvelki gece Ankara muhabirimizden gelen bir telgrafa atfen Selanikli Karakaş Rüştü Bey’in kendi mensup olduğu aslen, ırk’en Türklükle alakası olmadığından söz ederek bunların Türk toplumunun dışında tutulması veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türklerle kaynaşmaya mecbur edilmesini istediğini yazmıştık. Dün bu girişimin Ankara'da yaptığı etkiyle ilgili olarak aşağıdaki telgrafı aldık.
Büyük Millet Meclisi Üyeleri Karakaş Rüştü Bey’in dün bildirmiş olduğum girişimini büyük bir önemle karşıladılar. Bu konu hakkında meclis kulislerinde önemli konuşmalar olmaktadır. Temaslarım sonucunda öğrendim ki, büyük bir kısmı Selanik'ten gelen bu kimselerin memleketimizin büyük iktisadi kaynaklarını kendi ellerine geçirmek istemelerine karşı tedbir almanın gerekli olduğuna işaret etmişlerdir.” [50]
Bu mübadele neydi ve nasıl gelişti;
Türk ve Yunan tarafları arasında 30 Ocak 1923’te Türk ve Rum nüfus mübadelesine ilişkin Sözleşme ve Protokol imzalandı. TBMM’nin 23 Ağustos 1923’te onayladığı bu sözleşme, aynı gün yürürlüğe girdi.[51]
Sözleşmeye göre, İstanbul Rum Ahalisi ile
Batı Trakya Türk ahalisi dışında, Türkiye arazisine yerleşmiş Rum Ortodoks
dininde bulunan Türkiye tebası ile Yunan arazisinde yerleşmiş Müslüman olan
Türk asıllı Yunan tebasının 1 Mayıs 1923’ten itibaren mecburi mübadelesine
başlanılması kararlaştırılmıştır.
NEDEN MÜBADELEYE GEREK DUYULDU
Bu mübadeleye sebep teşkil eden birçok
faktör mevcuttu. Bunlardan birisi de Henüz Milli mücadelenin başlamadığı ve
Osmanlı İmparatorluğunun işgal yaşadığı yıllarda, Rum Kordos Komitesi veya Rum
Muhacirin Cemiyeti’nin yürüttüğü, Rumları göçertme çalışmaları bir düzen ve
sistem içinde yürütülmesiydi.
Metropolitler çoğunluğu sağlaya bilmek için nereye ne kadar Rum
göçertmek gerektiğini hesaplarını yapmaktaydılar.
Dikkate değer bir konu da Rum Terör
örgüt üyelerinin “Göçmen” adı altında
yerleşimlerinin sağlanmasıdır. Temmuz 1919 ‘da Trabzon’a çoğu silahlı olmak
üzere göçmen sıfatıyla 8.000’den fazla Rum göç ettirilmiştir.
Bu amaçla Yunanistan bir taraftan
göçmenlere yardımda bulunurken diğer taraftan da Kordes Komitecilerini doğrudan
doğruya destekliyordu. Örgüt Propaganda için Yunanistan İstihbarat örgütünden
yüz binlerce lira almış. Atina ve Selanik Bankerleri’de örgüte yardım
etmişlerdir. Burada dikkat çekilecek bir konuda bu bankerlerin Yahudi kökenli
olmasıdır, İlginç gibi gözükse de bu durum çok uzun bir zaman önce hazırlanmış
bir planın tatbikinden başka bir şey değildir. Patrikhanenin göçmen Rumlara
yardımı sadece maddi gelir sağlamak şeklinde olmuyordu. Göçmenlere un ve ekmek
dağıtılması da Patrikhane tarafından organize ediliyordu.
İtilaf Devletlerinden de destek alan bu
göçmenler başta İngiltere olmak üzere giyecek ve yiyecek yardımında
bulunuyorlardı ki bunların başında Yahudi kökenli liderler bulunmaktaydı.
İstanbul, Trakya, Karadeniz ve Batı
Anadolu’ya yerleştirilen göçmenler hakkında Osmanlı Göçmen Müdürlüğünün 1
Kasım-27 Aralık 1918 tarihleri arasında yerleştirilen Rum göçmenler hakkında
verilen bilgide, İstanbul’a gelen Rum Sayısı 6 bin gibi ciddi bir rakamdır.
Bu dönemlere ilişkin olarak göçmenlerin
taşınması için İstanbul’da düzenlenen 9 Vapur seferinden 5’inin Trabzon’a
yapılmış olduğu dikkat çekicidir. Bunun nedeni ise Pontus bölgesindeki Rum
Nüfusun artırılmak istendiğinin işaretini vermektedir ki bu Göçmen Rum sayısı
1919 yılının Ocak ayı başlarında 66.000’e çıktığı görülmektedir
Osmanlı Göçmen Genel Müdürlüğü’nün Ocak ayı
içinde SEZAİ TUR VAPURU ile 1.000 Rum’u Ayvalık’a nakletmiştir.
Megalo idea’nın merkezi olan İstanbul’un
Rumlaştırılmak istenmesine sebep bir belgede 18 Nisan 1918’de Politis, Yunan
Dışişleri Bakanına bir mektup göndererek, Bolşevik Ordusu önünden kaçan on
binlerce Yunan Mültecinin Yunanistan’a değil, İstanbul’a gönderilmesini
istiyordu.
Yine İzmir’e giren Yunan ordularına Türk
topraklarında yaşayan Rumların bu işgali desteklemeleri, Yunanlı askerlerle
birlikte Türk köylerini yakıp yıkmaları bu mübadelenin gereklerinden birini
oluşturmaktaydı. Bununla birlikte İsrail Devletini kurma planı içinde olanların
bu mübadeleyi bir sıçrama taşı olarak kullandıkları da bir gerçektir.
Ülkede ticaretin yoğun olarak ellerinde
tutan Rum nüfus ve bunların karşısında ki rakipleri Yahudilerdi. Bu iki
milletin dışında Ermenilerde ticaret ile uğraşıyor olsa da bu iki unsur kadar
etkili olamıyorlardı. Türkler ticaretle uğraşmadıklarından bu kavganın dışında
kalmışlardı. Kendilerine karşı ciddi bir rakip olarak gördükleri Rum’ların ülke
içindeki bu yanlış tutum ve davranışları Yahudilerin ekmeklerine yağ sürmüştü.
Arayıp da bulamıyaçakları bu fırsat işte yukarıda anlatan sebeplere bağlı
olarak gerçekleştirilirken, Selanik’ten gelecek olan Yahudilerinde Anadolu
topraklarına rahatlıkla geçmesi sağlanmış olmaktadır. Ama bu Atatürk
Sabataisttir anlamını çıkarmamız gibi bir faktörü ortaya koymaz çünkü yukarıda
bahsedildiği gibi Karataş Rüştü’nün yetkililerle yaptığı görüşmeler sonunda,
Rüştünün dediği gibi gelen göçmenler ülkenin farklı bölgelerine dağıtılmıştır.
Türkiye’ye gelen göçmenlerin
yerleştirilecekleri bölgeler için vekâlet bir düzenleme yapmıştı. Buna göre;
1-Tokat ve Çorum, Samsun Bölgesi:
Samsun, Sinop, Ordu, Giresun, Trabzon,
Gümüşhane,
Amasya,
Tokat ve Çorum
2-Trakya Bölgesi:
Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Gelibolu,
Çanakkale,
Manisa, Aydın, Menteşe, Afyonkarahisar.
3-Balıkesir
4-İzmir
5-Bursa Bölgesi; Hüdavendigar
6-İstanbul bölgesi; İstanbul,
Çatalca, Zonguldak
7-İzmit Bölgesi; Bolu, Bilecik,
Eskişehir, Kütahya
8-Antalya Bölgesi; Antalya,
Isparta, Burdur
9-Konya Bölgesi;
Konya, Niğde, Kayseri, Aksaray, Kırşehir
10-Adana Bölgesi;
Adana,
Antep, Mersin, Silifke, Kozan, Cebelibereket,
Maraş, Ankara, Yozgat, Sivas, Malatya,
Kastamonu
Merkezden idare olunacaktı.
İlk kafile Mytilene’ den Ayvalık’a gelen
8.000 kişiydi. Bunu 24 Kasım’da Girit’den gelen 15.123,Bahr-i cedid vapuru ile
gelen 1.027, Giresun Vapuru ile gelen 2.243, Sakarya vapuru ile gelen 3.212,
Arslan vapuru ile gelen 1.437 yolcu izledi. Bu yolcular arasında bulunan iki
bin beş yüz dönmede ülkemize giriş yapmıştı.
Görüldüğü gibi hükümet, Meclis ve Atatürk
‘te Karakaş Rüştü’nün bu uyarılarından
etkilenmiş olacaktır ki bu yerleşme planı yukarıdaki şekilde düzenlemek
suretiyle uygulanmıştır. Ama daha sonra bu yerleştirildikleri bölgelerden
ayrılar Sabataistler büyük şehirlere doğru yönelmişlerdir. Bunlar; İzmir,
İstanbul, Bursa, Manisa, Muğla… gibi şehirlerdir. Bu göçlerde o dönemdeki ismi
ile Hilal-i Ahmer yani Kızılay Derneği tarafından organize edilmekteydi.
GÖÇLERDE HİLAL-İ AHMER’İN ROLÜ
1859 yılında Fransız ve İtalyan
Kuvvetlerinin Avusturya ordularına yenilgisi ile biten Solferino savaşını
izleyen Jean Henry Dunant isimli bir İsviçreli, savaş meydanında yaşanan
vahşetten etkilenerek kaleme aldığı “BİR SOLFERİNO HATIRASI” adlı eseri 1862
tarihinde yayınlandığında Avrupada ve ileri gelenlerce dikkatli bir şekilde
incelenmiş ve takdir kazanmıştır. Bu kitabın sonunda:
“ Barış zamanından itibaren, gayesi harp zamanında gönüllüler tarafından
yaralıları tedavi ettirmek olan cemiyetler kurmak mümkün olamaz mı? Bir
Kongrede bu derneklere temel olabilecek uluslar arası sözleşmelere dayanan
kutsal bazı prensiplerin formüle edilmesi şayan-ı temenni değil midir?”[52]-
Sözleriyle
Kızılhaç’ın kurulmasında ilk adım atılmış oluyordu. Bu yıllarda Cenevre Halk
İdaresi Derneği (La
Societe Genevoise d’utilite Publigue) Başkanı Gustave Moynier’in
öncülüğünde İsviçre Federal Konseyi (Le conseille federale Suisse)nin
çağrısıyla askeri yaralılara yardım derneği kurmak amacıyla Cenevre’de
oluşturulan 5 kişilik komisyonsa Kızılhaç’ın temelini attı.- Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, l.cilt.sf.8–2001,Ankara
“Böylece,1863’teki
adım, ulusal Kızılhaç dernekleri kurulmasını ve 1864 yılı Agustos’unda da Birin
Cenevre Konvansiyonu’nun toplanmasını sağladı.”[53] Öncü ve ev sahibi ülke olan İsviçre’nin
ulusal bayrağının tersi, beyaz üzerine kırmızı haç bulunması, aslında
Konvansiyon’un da amblemi yapılmış olan Kızılhaç işareti benimsendi.[54]
Belirli ilkeler çevresinde toplanan 12 ülke
22 Ağustos 1864’te duyurulan Cenevre sözleşmesi ile resmileşti.[55]
30 Mart 1865’teki Paris Kongresi’nde
düzenlenen anlaşmanın 7 nci maddesiyle örgütlenmenin din ve mezhep ayrımının
üstünde olduğunun vurgulanmasına karşın yine de kimi tutucu Avrupa ülkeleri,
katılmamayı yeğlediler. Ancak,1868 yılında Vatikan’ın Cenevre Sözleşmesi’ni
imzalaması üzerine koyu Katoliklerin katılım konusundaki kaygıları giderildi ve
onlarda sözleşmeyi imzaladı.[56]
Tanzimatla birlikte Avrupa’ya açılan
Osmanlı İmparatorluğunda ilk Cenevre Konvansiyonu’na delege gönderilmemişti.
Buna rağmen Konvansiyonun katılmayanlara tanıdığı bir yıllık süreden
faydalanarak 5 Temmuz 1865’te sözleşmeyi imzalamıştı.
1867 yılına gelindiğinde Paris’te
düzenlenen ilk uluslararası Kızılhaç kongresine Osmanlı İmparatorluğu aslen
Macar olan Dr. Abdullah Bey’i göndermişti. Abdullah Bey bu toplantıda kuruluşun
daimi üyeliğine seçilmişti. Dr.
Abdullah Bey’in ısrarlı girişimleri sonunda Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın konuya
ilgisi uyandı. Sürdürülen çalışmalar ve Kırımlı Dr. Aziz Bey’in de çabalarıyla
bir süre sonra Tıbbiye Nazır-ı Makro Paşa’nın başkanlığında 11 Haziran 1868
tarihinde Mecruhin ve Marda-yı Askeriyeye imdat ve Muavenet Cemiyeti,14 Nisan
1877’de Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti; Saltanatın kaldırılması üzerine, 2
Kasım 1922’de Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti; 28 Nisan 1935’te Türkiye Kızılay
Cemiyeti ve1945 yılında da Türkiye Kızılay Derneği adını almıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından
sonra kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kurumları arasında yerini
alabilmiş nadir kurumlardan biridir.
Mübadelede görev alan Cemiyet, Osmanlı
İmparatorluğunun son dönemde girdiği savaşlar ve Milli mücadelede gösterdiği
büyük başarılara rağmen eski gücü yitirmiş, zayıflatılmış ve Maalesef günümüzde
yolsuzluk olaylarıyla gündemimize sık sık gelme durumunda kalmıştır.
İşte bu Mübadeleyi yürütecek olan Karma
Komisyonda yer alarak göçmenlerin sağlık ve iaşelerinden ilgilenilmesi
Hükümetçe o günkü adıyla Hilal-i Ahmer’den istenmişti. Yapılan toplantı
sonrasında, Karma Komisyonda, Hilal-i Ahmer’i temsilen Dr. Ömer Lütfi Bey’in
Komisyonda görevlendirilmesine karar verildi.
Ayrıca mübadelede uygulanmak üzere bir
program belirlendi. Buna göre;
1-Muhtelif Mübadele Komisyonu Türk Murahhas Heyeti nezdinde bir Hilal-i
Ahmer Delegesi bulunarak, bu delege vasıtasıyla yapılacak yardım esaslarının
tanzimi,2-Mudanya’da faaliyette bulunan Mübadele Komisyonları’nın sevk edecekleri
ahali için yol boyunca Menziller ve misafirhaneler tesisi, 3-Yunanistan’daki
sevk iskelelerinde birer sıhhi imdat heyeti bulundurulması, 4-Ahaliyi taşıyan
vapurlarda birer doktor ve icabı kadar hastabakıcı bulundurulması,5-Ana yurda
gelen Muhacirlerin çıkacakları iskelelerde onar (10) yataklı birer dispanser
bulunması, 6-Muhacirlerden zayıf, ihtiyar, malul kadın ve çocukların
iskelelerden iskân edecekleri yerlere kadar
Sevklerini temin için kamyonlar
bulundurulması,
7-İskân
mıntıkalarından Hükümetçe lüzum görülen yerlerde baraka ve çadırlar kurulması
ve Çanakkale’de İngilizlerden alınan 1016 barakanın bu maksada tahsisi Yukarıda
alınan bu önlemler vakit geçirmeden hemen uygulamaya geçilmişti. Karşı kıyıdaki
en öncelikli noktalar, Selanik, Kavala ve Drama idi. Hemen faaliyete geçiler bu
yerlerde,örneğin, Kavala’da 850’si 1923 yılı Aralık ayında olmak üzere 1450
hasta başvurmuş,bu hastalara yemek, ihtiyacı olanlara çamaşır sağlanmış,
köylere hasta bakıcılar gönderilerek Tüm halk çiçek aşısı yapılmış ve yine
Aralık ayı sonuna kadar halktan 79016 drahmi bağış toplanmıştır. İşlerin yürütülmesi ve yapılacak olan
hizmetler içinde elbette para lazımdı. Yukarıda kısa bir zaman zarfında yapılan
bu hizmetler için ne kadar para ödendiğini ve ödenecek olan paranın ne kadar
olabileceğini anlamak için aşağıda verilenlerin fikir sahibi olma babında
önemli olduğunu sanmaktayım;
“ 12
Nisan–13 Mayıs (1924),arası 60 Türk Ziynet altını, iki 100’er liralık Türk
altını, Köylerden katkılar, ayrıca dispanserlerde oluşturulan bağış kutularında
toplanan 29307,5 drahmi 700 kuruş eklenmişti. Drama’da ise halk, dispanser
bağış kutularında aynı zaman diliminde 500 kuruş ve 58447 drahmi katkıda bulunmuştu.
Selanik’te ise halkın yine Hilal-i Ahmer adına bağış toplamak istemesi üzerine
Hükümetten gerekli izin alınarak bir heyet oluşturulmuş ve bagışlar, biri bağış
sahibine, biri söz konusu heyete verilen, biri de Hilal-i Ahmet Merkezi
Umumumisine gönderilen üç parçalı makbuzlar karşılığında toplanmıştı.
Yunanistan’dan, Türkiye’ye gelecek olanlar
iki yolla göçü sağlanacaktı. Bunlardan biri yoğun olarak kullanılan Deniz yolu,
diğeri karayolu yani trenleydi.
Deniz yolunda ağırlıklı olarak kullanılan
Selanik limanı ve diğerleri kullanılmıştı Uygun bir fiyata anlaşılan vapurların
adı ise; Aslan, Türkiye, Mahmudiye,
Bozkurt, Rumeli, Teşvikiye, Trabzon, Rize, Dumlupınar, Giresun, Sakarya,
Sür’at, Sulh, Altay, Ankara, Bahri Cedid olmak üzere 16 vapur kullanılmıştır
Göçmenleri taşıyan bu vapurlar, İstanbul,
Ayvalık ve İzmir limanlarına gelmişlerdir. Tren yolunda ise, Dramadan gelişler
sağlanmıştır.
ATATÜRK GERÇEK BİR DİNDAR DI?
Atatürk’ü dinsizmiş ya da din düşmanıymış
gibi ortaya koymaya ve bu fikri yaymaya çalışanların tek bir kaynak ve tek bir
siyasi görüşle sınırlandırılması pek tabi yanlış olacaktır. Öyle ki yıllardan
beri tekrar tekrar söylediğim gibi Atatürk’ü kendi fikir ve düşüncesi içinde
sorgulayan ve o şekilde yayan ideolojilere ek olarak birde Atatürk’ü kendine
zırh olarak kullanarak düşünce, fikir ve çıkarlarına alet edenleri eklediğimizde
gerçek Atatürk kimliğini bulmakta güçlük çekeceğimiz kesindir.
Yine bu konuya örnek teşkil ettiği için
Büyük Doğu’da çıkan yazıların birinde
“Dedektif X” takma adıyla yazan Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in
Sözlerinde ;[57] .
ATATüRK’üN TüRKÇE DiN FiKRi
1-
Sene 1931… Ramazanınbiri… O, Ankara’ dan, İstanbul’a geldi.
2-Aynı günün akşamı, Hafız Yaşar Okur
isimli zatı telefonla Dolmabahçe Sarayına çağırdılar. Tabi bu zat, davete bileti
büyük ikramiye kazanmış bir işsizin şevk ve neşesiyle koştu
3-O, eski Maarif vekillerinden Reşit
Galip ve Bay hafız’a soruldu
—Yaşar Bey, Ramazanda hangi camilerde
mukabele okuyorsunuz?
—Yerebatan camiinde, paşam!
Emir verildi:
—Yarın, Yerebatan camiinde Kur’an-ı
Türkçe olarak okuyacaksın! Sabah ki gazetelerde bu işi ilan edecek…
Bay Hafız’ın bizzat kendi notu;
“…ün, Türkçe Kur’an mevzusunda yapmak
istediği inkılâp tahakkuk sahasına giriyor demekti. Uzun zamandan beri Türkçe
tercümesi hazırlanan Kur’an- Kerimden bazı parçaları Türkçe olarak okutur,
hatta bazı yerlerinde hatalara işaret ederek tashih edilmesi lüzumuna işaret
eylerdi.”
Burada
bir parantez açarak bu konunun
bizzat şahitlerinden olan Granda’nın din mevzusunda Atatürk’ün zorlayıcı
olmayıp olabildiğince makul davrandığına şahit olmaktayız. Granda kitabında
şunları söylüyor;
”Ezanın Türkçe okunmasının
kararlaştırıldığı sırada din adamlarıyla, Hafızlarla çeşitli görüşmeler
yapılmış, onlarında düşünceleri alınmıştı. Ezandaki tüm Arapça sözcükler
atıldığı halde “Haydi Felah”ın nasıl değiştirileceği tartışılıyor, fakat kimse
bunun karşılığını bulamıyordu. Felah kurtuluş anlamına geliyordu… Kurtuluş
denince hemen akıla İstanbul’da Rumların çoğunlukta bulunduğu semt akla
geliyordu. Son çare olarak Atatürk’e baş vurdular ve Atatürk görüşleri
dinledikten sonra;
“Bu da Felah kalsın” diye olayı
çözümler. [58]
4-O gece, yani Ramazan’ın ilk gecesi,
Hafız Yaşar, sabaha kadar huzurda kaldı. Huzurun çerçevesi, üstünde ne yenip,
ne içildiği malum bir sofradır ve işte bu sofra da güya din konuşulmakta yahut
dine belli başlı bir muamele tatbik edilmektedir.
5-Ertesi günü, kadınlı erkekli binlerce
kişi yahut binlerce gafil, camiin içinde ve önünde toplanmış vaziyette… Hafız,
güç halle içeriye girer ve bir köşede, üstü şallarla örtülü kürsüye doğru
yürür.
6-Hemen aynı zamanda, camiin önünde
muhteşem bir otomobil durur. Geleni o zanneden halkta heyecan ve kaynaşma…
Açılan… Açılana… Hâlbuki gelen. Maarif vekili Dr. Reşit Galip ve hangi işlere
memur bir mebus olduğu resmen bilinmeyen Kılıç Ali’dir.
Maarif Vekili emreder:
—Buyurun Hafız Bey; Çıkın Kürsüye!
Ve Hafız kürsüye çıkar. Kendi tabiriyle
“Evvela Arapça olarak” Besmele çeker ve arkasından “Arapça olarak Yasin
suresini” rast makamından okur. Sonrada “Türkçe tercüme”sini aynı makamla
okumaya başlar.
Hafız’a göre halk şöyle bağırmıştır;
“Allah razı olsun! Tanrı’nın emirlerinin
mahiyetini öğrendik. Gazi Paşa’ya minnettarız. Büyük dâhiyi Allah başımızdan
eksik etmesin!”
7-Aynı günün akşamı yine huzur… Hafız’a
vaziyeti anlatması emrediliyor. Hafız başından sonuna kadar anlatıyor. Kendi
tabiriyle “Çok memnun ve mütehassıs oldular. Beni yemeğe alıkoydular.”
8-Hafız bu kadarıyla kalmıyor. Yerebatan
caminin pek küçük olduğunu, halkın ayakta kaldığını, bu muazzam inkılâba büyük
bir camii tahsis edilmesini istiyor. Ricası, Nasrettin Hoca’nın Timur’dan bir
de dişi fil istemesindeki ince nükteye eş olarak olarak, fakat tamamıyla ayrı
ve zıt bir mevzuda, hemen kabul olunuyor. Gelecek tecrübenin Sultanahmet
caminde icrası emrolunuyor. Üstelik okuyucu kadrosunun da genişletilmesi için
şu emir veriliyor;
-Hafız
Bey! Bu işi başarabileceklerine emin olduğunuz arkadaşlar kimlerdir?
Derhal listesi takdim olunuyor;
Beşiktaşlı
Rıza, Süleymaniye Müezzinbaşısı Kemal, Sadedin Kaynak, Sultan Selim’le Rıza,
Fahri, Muallim Nuri, Zeki, Burhan ve kendisiyle beraber 9 hafız…
Emir;
“Yarın
akşam bu arkadaşlarınızla gelin”
9-Ertesi akşam hepsi birden huzurda… Prova
ve tatbikat… Bundan sonra ilk Cuma günü Sultanahmet camiinde yapılacak merasim
hakkında talimat…
11-Ramazan’ın ilk haftasına tesadüf eden
Cuma…9 Hafızın hep bir ağızdan “Tanrı uludur!” diye, kendi tabirleriyle “Tek
bir”leri… Ve sırayla Türkçe yükselen sesler… Akşamı 9’u birden huzurda… Hafız Yaşar’ın
tabiriyle halk denenmiş ve eski müspet netice alınmıştır. Yine malum çerçeve ve
Bayram namazının Tekbirleri için tespit edilen Türkçe şekiller…
Hafız Yaşar’ın bizzat kendi notu;
“…Türkçe
Ezan, Türkçe Kuran, Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbirle dinde bir inkılâp yapmak
istiyordu. Bu inkılâbıyla, mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp, ehline
vermeyi de sağlamış olacaktı şüphesiz…”
10-Bir yıl sonraki ramazan ayında (1932) bu
defa Ayasofya camiinde yine aynı tecrübe…9 Hafız… Vaziyet radyoyla saraydan
takip ediliyor. Hafız baylar; Vazifeleri biter bitmez, saray sofrasında
mevkilerini alıyorlar.
“Hepimize
ayrı ayrı iltifatta bulundu. Ayrılırken de her birimize ikişer yüz lira hediye
etti”
11-Sene 1933…Hafız Yaşar, Evkaf müdürlerinden
Sait Beyin imzasını taşıyan bir davet tezkeresi alıyor. Evkafa gidiyor.
Hatırında kaldığına göre günlerden pazartesidir. Sait Bey, Diyanet işleri
Reisliğinden gelen bir mektubu kendisine uzatarak muallim tayin edildiğini
bildiriyor. Bay Hafız,” Türkçe Ezan” işi için Süleymaniye camiinde açılacak
kursa muallim tayin buyrulmuştu.
12-Sene 1934… Hep aynı sabit fikir ve
değişmez hedef… Hafız Yaşar’a Gülcemal vapuru ile Çanakkale ye gitmesi ve Şehit
Mehmetçik abidesinde aynı “Türkçe”leri tekrar etmesi emrolunuyor. İstanbul
Müftüsü Hafız Fehmi Efendi de beraber… Müftü, zaten birçok tecrübede, mesela
Ayasofya tecrübesinde de hazır ve hem huzuru hem de sukutuyla bu işin cevazına
kaildir. Vapurda kaptan kulesini çınlatan “ezan”lar ve güvertede okunan, kendi
tabirleriyle ” Zamm-ı şerif”ler… Ve şehit Mehmetçiğin başında, makam üstüne
makam oyunlar ile gösterilen marifet… Şehit Mehmetçiğin başına gelenler
13-Yukarıdan beri gelen 12 madde, içine
hiçbir fazlalık karıştırılmadan, yalnız kendi kıymet hükmünün nakil üslubuna
büründürülerek. Bay Hafızın bundan kaç yıl evvel çıktığını bilmediğimiz ”BÜTÜN
HAFTA” isimli bir mecmuaya hitap edici sözlerinden alınmıştır. Elimize bir bakkal
dükkânının okkalık kâğıtları arasında geçmiştir
Oysaki Mustafa Kemal Atatürk aşağıda da
anlatılacağı gibi din kavramının bir düşmanı olmayıp İslam dininin ve onun
peygamberinin de her zaman yanında olmuştur. Ondaki Allah kavramı;
“Allah,
saygı göstermeye mecbur tuttuğu insanların esasen yüce vicdanındaki gerçek
ihtiyaçlarını hakikiyesini tamamen bilir. Bunun için gönderdiği kitap tamamen o
ihtiyaca uygun hükümler getiren bir kitaptır. Ve efendiler ilmi hakikatin en
son emrettiği kanun böyle olabilir. Taklit ile kanun olamaz, kanun toplumun
yapısına uygun olması lazımdır. Kanunların doğal olması lazımdır. Yani ilahi
kanun olması lazımdır.” [59]
Sözleriyle birlikte “Arkadaşlar
Allah kavramı insana beyninin çok güç kavrayabileceği fizik ötesi bir meseledir.” [60]
Kâinatın yaratıcısının varlığını
bildiğini bizzat ortaya koymaktadır. Yine bu bildiği yaratıcının Dünyaya
gönderdiği bir Peygamber olduğunu da dile getirmektedir; “Hz.Muhammed,
Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan
yürüyor. Benim, senin adın silinir. Fakat sonsuza kadar o ölümsüzdür. ” [61]
Bu
sözlerin ne anlama geldiğini İslam diniyle şereflenmiş olanlar daha iyi
bileceklerdir. Bu Kelimeyi şahadet getirmeden başka nedir? Atatürk mensubu
bulunduğu bu Yüce Türk Milletinin yozlaşmış beyinlerin elinden çıkarmak
suretiyle dinin tüm halk kesimince anlaşılması için çaba harcamıştır. Yine;
“ Türk Milleti daha dindar
olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime,
bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters,
ilerlemeye engel hiç bir şey kapsamıyor. Halbuki, Türkiye’ye bağımsızlığını
veren bu Asya Milletinin içinde daha karışık, suni, boş inançlardan ibaret bir
din daha vardır.Fakat bu cahiller,bu güçsüzler sırası gelince,
aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yok ve mahkûm
etmişler demektir Onları kurtaracağız.[62]” tekrar bu sözlere
devamla “Bizim dinimiz, milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye
etmez. Aksine Allah’ da, Peygamberlerde insanların ve milletlerin yücelik ve
şereflerini muhafaza etmelerini emreder.”[63]
Yukarıda ki sözlerden de anlaşılacağı üzere
İslam dini ile bir problemi olmadığı gibi diğer mukaddes dinlerle de bir
problemi olmamış olan Atatürk; “Camilerin
kutsal minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli
kaynaklarıdır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve düşünceye hitap
olunmakla Müslümanların vücudu canlanır, düşünceleri temizlenir, imanı kuvvetlenir,
kalbi cesaret bulur. Fakat buna karşılık hutbe okuyanların sahip olmaları
gereken ilmi nitelikler; Özel liyakat ve genel kültüre sahip olmaları
önemlidir.” [64]
Sözleriyle İslam dinine karşı bakış acısını da
ortaya koyan sözlerinde;
“Bizim dinimiz akla en uygun ve
en tabii bir dindir.Ve apaçık bundan dolayıdır ki son din olmuştur.Bu dinin
tabi olması için akla,fenne,ilime ve mantığa uygun olması lazımdır.Bizim
dinimiz bunlara tamamen uygundur.Müslümanların toplumsal hayatında,hiç kimsenin
özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur.Kendilerinde böyle bir
hak görenler dini hükümlere uygun hareket etmiş olmazlar.Bizde ruhbanlık
yoktur.,hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye
mecburuz.Her kişi dinini,din işlerini,imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır.Orası da okuldur.” [65]
Uzun yıllar hizmetinde bulunan ve her
zaman yanında bulunan, Granda bu konulara neredeyse son noktayı koyuyor. Granda
kitabında şunları söylüyor;
KİMSE
ONUN GİBİ GÜZEL ALLAH DİYEMEZ
Din konusunda Atatürk’ün tam anlamıyla
laik olduğu söylenebilir. Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı
gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin
vermezdi. Allah ve Peygamber konuları, Atatürk’ün yanında tartışma konusu
yapılamazdı.
Bir gece sofra da peygamber üzerine bir konu
açılmıştı. Atatürk bu konulardan sıkıldığını belli etti. Elini masaya indirerek;
“ Bu
bahsi kapatın… Peygamberleri küçültmek isterseniz, kendiniz küçülürsünüz.”
dedi.
Konuşmalarında din sorununa değindikçe
ciddileşir, adeta kendine çeki düzen verirdi. Bu konu da düşüncesini açmazdı.
Cumhuriyetin ilanından sonra din ve
devlet işlerini birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı.Laikliği
çevresindekilere aşılamayı başarmıştı..Benim yanında bulunduğum süre içinde hiç namaz kılmadı.Oruçta
tutmadı.Ramazan da içki içer fakat Kadir gecesi ağzına katresini koymazdı.Kadir
geceleri sofra bile kurdurmazdı.Saygısı büyüktü.Bazen Mevlit dinlediği de
olurdu.Sofra da Hafız Yaşar Bey’in Mevlidini saygıyla dinlerdi.Mevlidin
Miraç bölümünde “ Göklere çıktı Mustafa
“ denince gözleri yaşarırdı.O zaman hemen kolonya götürürdük.İnanışı samimiydi…
Bence Allah’a inanıyordu.
Öyle
“Allah” derdi ki yalnız kalınca, Onun gibi kimse diyemez. Herkes çekilip yapa yalnız kalınca
gökyüzüne bakar, kendi kendine “Allah”
derdi.
Böyle güzel “Allah” diyen adam yoktur.
Atatürk’e geri kafalı softalar, yobazlar
“ Dinsiz “demişlerdi. Oysa kasıtlı olarak yapılan bu yakıştırma düpedüz bir iftiradan
başka bir şey olmamıştır.[66]
Siyonist İsrail Devletinin bu oyununa
alet olanlar da bu ülkede az değildir. Genellikle Cemaat liderleri ve kendini
dindar kabul edenler her nedense otomatik olarak Atatürk düşmanı olma
zorunluluğu varmış gibi gözükür ya da biz böyle algılarız, ne kadar yanlış bir
durumdur. Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde artık bazı
gerçekleri görüp kabul etmemiz gerekmez mi?
SONUÇ;
Mustafa Kemal Atatürk, fenni raporlarına geçtiği
şekliyle “Alkole bağlı sirozdan ölmüştür” demek çok büyük bir hata olur.
Prof.Dr. Neş’et Ömer, Atatürk’ün vefatından sonra yaptığı bir açıklamada, “Atatürk’ün
hastalığı rakıdan mı idi? bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değildir.” Demekte. Atatürk’ün devamlı süratte hastalığı
iki taneyle sınırlandıra biliriz. Bunlar Böbrek iltihabı ve Sıtma hastalığıdır.
Bu konu da yazılar ve açıklamalarda bulunan Dr.Aytekin Ertuğrul, Atatürk’ün
vefatını, Alkole bağlı siroz olmayıp, Sıtmaya bağlı siroz olduğunu ileri
sürmüştür.[67]
Agoni isimli kitabımıza koyduğumuz belgelerden birisi olan ilaç listesinde de
sıklıkla kinin ilacının alınmış olması bu dönemde sıtma hastalığına karşı
kullanılan bu ilacın Atatürk’ede kullanılması Atatürk’ün, Sıtmaya bağlı siroz
hastası olduğunu ortaya koymaktadır. Ama bu hastalık Atatürk’ün vefatına neden
teşkil etmez.
Atatürk’ün
vefatında etkili olan bir ilaçtır ki bugün Dünya Sağlık Örgütünün yasakladığı
civalı ilaçlardır. Bu ilaçlardan birisi olanda SALYGRAN isimli ilaçtır.
Atatürk’ün
tedavisi amacıyla 3 Ağustos’tan,27 Eylül tarihine kadar verilen bu ilacın yan
tesirleri bilinmiş olması ve etkilerinin direk böbrek üzerinde bulunması ki
Atatürk Böbrek hastasıdır. Ama litarütürlere 10 gün içinde kesin ölüm getiren
bu ilacın ne amaçla kullanıldığının aydınlatılmaya muhtaç olduğunu görmekteyim.
Doğaldır
ki bir milletin kaderini yeni baştan yazan Mustafa Kemal Atatürk, sadece Türk
Milletinin değil, bağımsızlık mücadelesi vermekte olan tüm milletlerin doğal
lideri olmuş ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir.Böylesine büyük
bir deha’nın bu şekilde “Siyasi suikast”sonucu kaybedilmesi gerçekten kabulü
çok zor ve anlaşılmaz olabilir.Ama tarih boyunca İlahi dinleri yaymakla sorumlu
Peygamberlerin bile öldürüldüklerini düşündüğümüzde konu aydınlığa kavuşmaktadır.
Maalesef ölen bir bedeni diriltmek mümkün
olmuyor. Fakat Atatürk’ün 1923’ten, 1938 tarihine kadar çizdiği ilke ve
Programların bileşkesi olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ içinde asırlardır barındırdığı
ve kıyamete dek de anaların rahminde yetişecek olan Türk gençliği Atatürk’ün
takipçisi olmaya ant içmiştir.
Her çağ ve
dönemde, Harici ve Dâhili hainler görmek mümkündür. Türk gençliği bunun
bilincinde olarak, her koşul ve şart altında bu kutsal yürüyüşünü
sürdürecektir.
Aslında
böyle bir kitabın sonucu olmasını beklemek oldukça yanlış. Çünkü içinde
anlatılanlar ve ülkemizin içine sokulmak istendiği şu vahim durum,
Cumhuriyetimizin henüz huzur ve refah içinde olmadığının açık delilidir.
Gayemiz
ölmüş olan bu insanların arkasından aleyhleri ve lehlerinde konuşmak ve yazmak
değildir. Ulu Önder Atatürk ve onun Yüce Milleti ve bizlerin atası olanların,
kanları ve canlarıyla hediye ettikleri bu kutsal yurt topraklarını, gelecek
nesillere en iyi şekilde emanet etme mücadelesidir.
Artık bu
ülkede bir şeylerin değişmesi gereklidir. Yurt dışından aldıkları talimatlar
ile faaliyet gösteren dernek, vakıf ve şahısların, kendi asıllarına dönme
zamanı gelmiş ve geçmiştir.
HAZAN
AİLE ŞECERESİ
Aşağıda
verecegimiz Musevi vatandaşlarımızın aile şeceresi bir süreden beri ülkemizde
toplumsal huzurumuzu bozmak isteyen ve bu ülkede ayrımcılığı tetikleyenlere
karşı bir açıklama yapmak gereğinden doğmuştur.
Biz bu
ülkede toplumumuzun tüm kesimleriyle aynı havayı soluyoruz ve aynı toplumun
içinde hergün yüz yüze geliyoruz.
Doğal
olarak her toplumun içinde de farklı görüş ve fikirlere sahip fert ve
cemiyetler oluşur. Bu oluşumların içinde ülkemizin çıkarlarına, Uluslar arası
çıkarlarına zarar vereçek insanlarda olabilir. Bu tarih boyunca da hep
olmuştur. Ama bu bütün bir kesimi bağlar düşüncesi yanlıştır.
Sorun
ançak her kesimin içindeki bu tür davranış ve hareketlerde bulunanların yine
kendi içinde bulunan kesimlerce dışlanmaları ve ifşa edilmeleriyle ortadan
kaldırılarak, bugün ihtiyacımız olan toplumsal huzura en kısa zamanda kavuşacagımız
ümidini taşımaktayım.
Türk
Musevi vatandaşlarımızdan Hazan ailesinin aile şeceresi
NO:1
ABRAHAM HAZAN GERONA (GERONDİ)
13.yüzyıl
ortalarında yaşamış, ibadet esnasında okunan ilahiler yazmış, Sefarad, İtalyan,
Cezayir ve Karait dualarında onun şiirleri okunur. Genellikle Musevi toplumunda
Avraham Hazan’ın “Ahot Ketana” şiiri her yıl Roş-Haşana bayram duasında
okunduğu bilinir.
NO:2
MOŞE BENABRAHAM HAZAN (MOŞE HA-MEMUNNEH BEN
ABRAHAM)
15.YÜZYILDA YAŞAMIŞ Yunan sinagog
şairidir.31 şiir yazmıştır. Şiirlerinde tüm kıtalar aynı kelime ile başlar ve aynı
kelime ile sona erer.
NO:3
YOSEF BEN ELİYAH HAZAN
İzmir’de doğmuştur.17. yüzyılın ikinci
yarısında yaşamıştır. Bir dönem İstanbul’da yaşadıktan sonra. İzmir’e geri
dönmüştür. Sonraki yıllarda Jerusalem’e geçmiştir. Eserleri; EIN YOSEF (1675)
VE YİNE AYNI İSİMDE BİR ROMANI VARDIR.
NO:4
HAYİM BEN YOSEF HAZAN (…-1712)
İzmir’de doğmuştur.17. yüzyılın sonları ile
18.yüzyılın başlarında yaşamıştır. İzmir Hahamlarındandır. Daha sonra Mısır’da
ve Jerusalem’de din adamı olarak görev aldı. Çeşitli ülkelerden gelen dini
sorulara yanıt vermiştir.
1704–1707 yıllarında, Abraham rovigo ile
batı Avrupa ülkelerini, Jerusalem hahambaşılığı’nın bir temsilcisi olarak dolaştı.
Özellikle Almanya ve Fransa’da bulundu. Doğu Avrupa ülkelerine ise, kendisi
yalnız olarak dolaştı. Özellikle Almanya ve Fransa’da bulundu. Doğu Avrupa
ülkelerine ise, kendisi yalnız olarak devam etti.
Eserleri;
SHENOT HAYYİM ( Venedik–1693),Toroh üzerine dinsel öğütlerini bu kitap’ta
derledi. El yazısıyla hazırladığı yorumlar ise basılmadan kaldı
NO:5
DAVID BEN HAYİM HAZAN
İzmir’de doğdu.18.yüzyıl ortalarında
yaşadı.1725 yılında bir süre Hamburg’da bir süre de Jerusalem’de bulundu.
İzmir’de yazılı basının kurulmasını sağladı. Çoğunlukla Torah üzerine olan
yorumlarını derledi.
Eserleri;
Hozeh Davıd, Kohelet Ben David (1748),David ba-Metsudah (1748) Afan (Aggan)
ha-sahar (1749)
NO:6
YOSEF RAFAEL BEN HAYİM HAZZAN(1741–1819)
İzmir’de doğmuştur. İlk olarak İzmir’de
haham olarak görev aldı.1811 yılında Filistin’e gidip, Hepron şehrine “din
adamı” göreviyle yerleşti 1813 yılında Jerusalem şehrinin Rishon
Le-Zion’ı(Hahambaşısı) seçildi. Jerusalem’de öldü.Eserleri; Hikre-i lev, Maarhe
lev,Kontes hazihronot…
NO:7
ELİYAH RAHAMİM HAZZAN
İzmir doğumludur. Yosef Ben Hayim Hazzan’ın
oğludur.19.yüzyılda din adamı olarak görev yapmıştır.Eserleri; Orah
Mişpat(1858),Even Ha-Mıkkah
NO:8
ELİEZER BEN YOSEF HAZZAN
Yosef Rafael Hazzan’ın oğludur.Eserleri:Hoker
Davar, Ammudei arazım
NO:9
ISRAEL MOŞE HAZZAN (1808–1863)
İzmir doğumludur.1811 yılında babası ile
Jerusalem’e gitti. Orada, dedesi Yosef Rafael Hazzan’ın Yeşivasında eğitim
gördü.1842 yılında Jerusalem cemaatinin özel temsilcisi olarak Londra’ya gitti.
Londra da reformcu akımlara karşı
mücadelede bulundu. Daha sonra Roma’ya geçti.1847–1854 yılları arasında Roma
Hahambaşılıgı yaptı. Romadan sonra 5 yıl boyunca Korfu adasında görev aldı.
Daha sonra Alexandria’da (İskenderiye) Av beıt din görevlisi olarak 1862 yılına
kadar görev yaptı. Sağlık nedenlerinden dolayı gittiği Beyrut’ta 1863 yılında
öldü.Eserleri: Kinat ziyyon(1846),Dıvreı shalom ve emet (1856),Nahalal
Le-Yısrael (1851) gibi eserleri bulunur.
NO:10
HAYIM DAVID HAZZAN (1790–1869)
İzmir’de doğmuştur. Zamanın en büyük
Talmutdistlerindendir.1841 yılında İzmir Hahambaşısı oldu. 17 Ocak 1869
tarihinde jerusalemde öldü
Eserleri:
Torat hazebah (1852),Nediv Lev (1862),Yıtav Lev (1868)
NO:11
YOSEF RAFAEL BEN HAYİM HAZAN
İzmir doğumludur. Din adamı olarak görev
almamış, avukatlık yapmıştır.
NO:12
HAYİM PALAÇİ (1788–1869)
1837’DE Bet-din üyesi,1847’de Rav şeni-
ikinci haham daha sonra da Marbits torah unvanıyla yargı kısmında tek yetkili
olarak tayin edilmiştir.1855 yılında Rav kollel-haham başısı Hayim ba-yad
olarak görev aldı.
Eserleri: Darkeı hayım (1821),Lev Hayyim
(1823)…
NO:13
AVRAHAM PALAÇİ (1809–1899)
İzmir doğumludur.1870 yılında halkın
büyük çoğunluğunun isteği üzerine 30 yıl boyunca Musevilere başkanlık etti.
İbrani’ce ve Ladino-İspanyolca lisanında 26 eser yayınlamıştır.
NO:14
ELİYAH BEHOR HAZAN (1840–1908)
İzmir doğumludur.1866 yılında
Jerusalem’de Cemaat sekreteri oldu.1868’de din okulu öğretim üyesi oldu.1871
yılında Filistin Musevi Cemaatinin hazinesinde bağışlarla ilgili konularda
hukuk müşaviri oldu.1874 yılında Tripoli hahambaşısı,1888 yılında İskenderiye
hahambaşısı tayin edildi.1903 yılında Viyana’da yapılan l. Ortodoks Musevileri
Din adamları toplantısına başkanlık etti. Ölünce Mısır’da Milli yas ilan
edildi. Cenaze günü ülkede Milli tatil günü sayıldı.
Eserleri: Taalumot Lev (1877), Tov Lev
(1868),Kontes Yışma moşe, Zirkon Yeruşalayim (1874) ve Neveh Şalom (1894)
Ekler
EK;1
(İSPENÇİYARİ VE TIBBİ
MÜSTAHZARLAR NİZAMNAMESİ
Yürürlüğe Koyan Bakanlar Kurulu
Kararnamesi: No. 2/3238
- 13 Eylül 1935
Resmi Gazete ile neşir ve ilânı: 23 Eylül 1935 Sayı: 3113
MADDE 1
- Türkiye içinde yapılan veya dışarıdan getirilen tıbbi ve ispençiyari
müstahzarlar fiyatlarına göre istihlâk resmine tabidirler. Bu resmi tıbbi ve
ispençiyari müstahzarların zarfları üzerinde yazılı satış fiyatı yirmi beş
kuruşa kadar olanlarda bir, elli kuruşa kadar olanlarda iki, yüz kuruşa kadar
olanlarda üç, yüz kuruştan fazla olanlarda beş kuruştur.
İstihlâk
resmi ispençiyari ve tıbbi müstahzarların zarfları üzerine ayrı ayrı pul
yapıştırılmak suretiyle alınır. Pulların, yırtılmadıkça müstahzarların zarfı
açılmayacak ve bir daha kullanılmasına imkân bırakmayacak surette
yapıştırılmaları lâzımdır.
MADDE
2 - Türkiye içinde yapılanlarla dışarıdan getirtilenleri ayırt etmek için
pullar, iki renkli ve bir, iki, üç ve beş kuruş değerinde olacaktır. Pulların
şekilleri ve nevileri Maliye ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlıklarınca
saptanır.
MADDE
3 - Türkiye
içinde bu müstahzarları yapan kurumlar ihtiyaç halinde mahallî mal sandığına
bir beyanname ile müracaat ederek ne nevi tıbbi veya ispençiyari müstahzara ne
miktarda pul ilsak edeceğini bildirir. Mal sandığı da beyannamede cins ve
miktarı gösterilen pulları bedeli karşılığında alâkadarlara verir.
MADDE
4 - Türkiye içinde yapılan tıbbi ve ispençiyari müstahzarlara mahsus pullar
zarflara imalâthane sahipleri tarafından yapıştırılır. Tıbbi ve ispençiyari
müstahzarları yapıldıkları yerlerden pul yapıştırmadan çıkarmak yasaktır.
Mahallin en büyük sıhhiye memuru ile Maliye memuru lüzum gördükleri hallerde müstahzarların
zarflarına pul yapıştırılmasında bulunmak üzere bir memur gönderebilirler.
MADDE
5 - Dışarıda yapılıp da Türkiye'ye sokulmasına esasen izin verilmiş olan
tıbbi ve ispençiyari müstahzarlar için Sıhhat ve İçtimai Muvanet Bakanlığınca
ilgili tüccara istekleri üzerine (Ismarlama izin kâğıdı) verilir.
Bu
suretle getirilen müstahzarlar gümrüklerden geçirilirken gümrük idareleri
gümrük beyannamelerinde ve bunlara bağlı olarak verilen ısmarlama izin
kâğıdında yazılı miktara göre mal sahiplerine dışarıdan gelen tıbbi ve
ispençiyari müstahzarlara mahsus puldan verirler.
MADDE
6 - Dışardan gelen tıbbi ve ispençiyari müstahzarların gümrük muamelesi
bittikten sonra 48 saat zarfında gümrük idaresi tarafından mahallin en büyük
sıhhiye memuruna resmen haber verilmek suretiyle malların gümrükten çıkarılmasına
müsaade olunur.
Sıhhiye
İdaresine yazılacak yazıda çıkarılan malın cinsi, miktarı, getiren tüccarın adı
ve adresi ve verilen pul miktarı gösterilir. Tüccarın elinde ısmarlama izin
kâğıdı varsa yazılan yazıda bu kâğıdın tarih ve sayısı ile tüccarın adı ve
adresi ve verilen pul miktarını göstermek yeter.
Gümrük
idaresinden alınan pulların, gümrük muamelesi bittikten en çok 48 saat sonra,
tıbbi müstahzarları getiren tüccarın gümrük idaresine adres olarak gösterdiği
yerde ve en büyük sıhhiye memuru tarafından gönderilecek bir memurun kontrolü
altında zarflara yapıştırılması gereklidir.
Pul
yapıştırılmayan müstahzarat satışa çıkarılamaz.
MADDE
7 - Dışarıdan
posta ile gelen mahdut miktardaki tıbbi ve ispençiyari müstahzarların pulları
gümrük idarelerince yapıştırılır.
MADDE
8 - Dışardan
getirilecek tıbbi ve ispençiyari müstahzarlara mahsus pulların, malı gönderen
tarafından zarfları üzerine gönderilirken yapıştırılması ve müstahzarların
memlekete pullanmış olarak sokulması mümkündür. Bu suretle muamele yapılabilmek
için müstahzarı getirecek olanlar Sıhhiye Vekâletinden alacakları iki nüsha
ısmarlama izin kâğıdını gümrük idaresine göstererek üzerinde yazılı miktara
göre alacakları pulları dışarıdaki fabrikalarına gönderirler. Gümrük idaresi
ısmarlama izin kâğıdından bir nüshasını verdiği pulun miktarını yazarak altını
pulları alana imza ettirdikten sonra dosyasında alıyor. Diğer nüshasını ne
miktar pul verdiğine dair şerh verdikten sonra sahibine iade eder.
MADDE
9 - Zarfları
dışarıdaki fabrikada pullanmış tıbbi ve ispençiyari müstahzarat gümrüğe geldiği
zaman ilgililer üzerinde gümrük idaresince pul ita edildiğine dair meşruhatı bulunan
3 üncü nüsha ısmarlama izin kâğıdını gümrük beyannamelerine bağlarlar.
Gümrüklerce kendi usullerine göre yapılan muayenelerde, gelen malların
ısmarlama izin kâğıdında gösterilen tıbbi ve ispençiyari maddelere uygun
oldukları ve pullanmış bulundukları anlaşılırsa mahallinin sıhhiye idaresine
ihbarda bulunmadan gümrükten çıkartılmalarına müsaade olunur.
MADDE
10 - Ismarlama
izin kâğıdında getirtilmesine izin verilen malın adedi, cinsi, adı, perakende
satış fiyatı ve fabrikanın adı gösterilir ve altı Sıhhat ve İçtimai Muavenet
Vekâletince tasdik olunur.
MADDE
11 - Ismarlama
izin kâğıdı üzerine pulları alınıp da kâğıtta yazılı müstahzarlar
getirtilmediği takdirde alınan pullar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletince
gösterilen süre içinde gümrük idarelerine geri verilir. Gümrük idareleri bu
ciheti dosyalarında saklı ikinci nüsha ısmarlama izin kâğıtları üzerinde takip
ederler.
MADDE
12 - Dışarıdan gelen müstahzarlara mahsus pulların bedelleri gümrük
idarelerince emanet hesabına alınıp her on beş günde bir mal sandığına
yatırılarak cari hesabı kapatılır.
MADDE
13 - Gümrükten
mağazaya nakilden sonra bozulması, zarfların kırılması gibi sebeplerden dolayı
kullanılamayacağı anlaşılan müstahzarlar pul yapıştırılmasına bakmak üzere
gönderilen sıhhiye idaresi memurunun karşısında yok edilir ve keyfiyet pulların
bedel ve miktarı da yazılmak üzere bir zabıt varakası ile saptanır.
MADDE
14 - Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti memurları imalâthane, ecza deposu
ve eczahanelerde yaptıkları araştırmalar sonunda pulsuz veya noksan pullu
ispençiyari ve tıbbi müstahzarlara rastladıkları takdirde tutulacak zabıt varakasından
bir nüshasını da mahallî mal sandığına tevdi ederler.
Bu zabıt
varakasında tıbbi ve ispençiyari müstahzarların adı, imâl edenin adı, fiyatı,
adedi yerli ve yabancı yapısı mı olduğu gösterilir.
MADDE
15 - Maliye ve Gümrük ve İnhisarlar Vekâleti memurları ile ilgili diğer
memurlar tarafından her nerede olursa olsun pulsuz veya noksan pullu olarak
görülen ispençiyari ve tıbbi müstahzarlar hakkında da bir zabıt varakası
tutulur. Resim ve ceza tahsil edilmeden evvel bu zabıt varakaları mahallinin en
büyük sıhhiye memuruna gönderilerek varakada gösterilen müstahzarların kanunun
tarif eylediği müstahzarlardan olup olmadığı tespit ve Türkiye içinde mi
yapıldığı dışardan mı getirildiği ve fiyatının ne kadar olduğu tespit
ettirilir. Maliye memurları tarafından yapılacak zabıt varakalarında müstahzarın
zarfı üzerindeki yazıların hepsi gösterilir ve altı müstahzarların sahiplerine
de imzalattırılır.
MADDE
16 - Tıbbi ve ispençiyari müstahzarların perakende satış fiyatları
alâkadarları Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletince bildirilir. Dışarıdan
getirtilecek tıbbi ve ispençiyari müstahzarlar için verilen ısmarlama izin
kâğıdı da bildirme kâğıdı yerine tutar. İlgililer ilbaylığın en büyük sıhhiye
memuruna başvurarak tıbbi ve ispençiyari müstahzarların perakende satış
fiyatlarını tespit ettirebilir.
MADDE
17 - İstihlâk resmi verilmeden ticarete çıkarılan gerek Türkiye içinde
yapılmış gerek dışardan getirtilmiş müstahzarlara vazıyet edilerek cezaen üç
kat resmi ve tekerrürü halinde sahibinden başkaca yirmi beş liradan iki yüz
liraya kadar hafif para cezası alınır.
Kanunun
onuncu maddesinde yazılı tahlil netcisende sâf ve formülüne muvafık olmadığı tebeyyün
eden müstahzarlara dahi vaziyet olunarak yapılan muhakeme neticesinde yok
edilir ve sahibinden elli liradan beş yüz liraya kadar ağır para cezası alınır
ve tekerrürü halinde yapma veya sokma izni geri alınır.
MADDE
18 - Ruhsatsız olarak müstahzar yapıp satan veya sattıranlardan müstahzar
yapmağa salâhiyetli bulundukları takdirde elli liradan iki yüz liraya kadar
hafif para cezası ve müstahzar yapmaya salâhiyetli olmadıkları takdirde hükmen
iki yüz liradan beş yüz liraya kadar ağır para cezası alınır ve bu müstahzarlara
vaziyet edilerek mahkemece yok edilmesine dahi karar verilir. Dışardan izinsiz
olarak müstahzar sokup satan ve sattıranlar hakkında bu madde hükümleri aynen
cari olmakla beraber ayrıca gümrük ve kaçakçılık kanunları hükümleri de tatbik
olunur.
MADDE
19 - Bu
Nizamnamenin neşri tarihine kadar verilmiş olan ısmarlama izin kâğıtlarında
perakende satış fiyatı gösterilmemiş ise tüccarın beyanına göre muamele ifa
olunur.
MADDE
20 - Nizamnamenin neşri tarihinde ellerinde ispençiyari ve tıbbi
müstahzarat bulunan ecza depoları ve eczaheneler bir hafta zarfında bir
beyanname ile mal sandığına müracaat ederek parası peşin verilmek şartıyla
lüzumlu miktarda pul alırlar. Bu pullar ispençiyari ve tıbbi müstahzarlara
Sıhhiye Vekâletinin tensip edeceği memurların nezarati altında eczahane ve ecza
depolarında yapıştırılır. Artan pullar yapılacak bir zabıt varakası ile mal
sandığına iade edilir.
MADDE
21 -
Nizamnamenin neşri tarihinden bir ay sonra ecza depolarında ve eczahanelerdeki
bütün müstahzarat pullamış olacaktır.
MADDE
22 - 1262 sayılı kanunun yirmi birinci maddesine dayanarak kaleme alınmış
ve Şûrayı Devletçe görülmüş olan bu nizamname hükümleri neşri gününden yürümeye
başlar.
MADDE
23 - Bu nizamnamenin hükümlerini Adliye Maliye Sıhhat ve İçtimai Muavenet,
Gümrük ve İnhisarlar Bakanlıkları yürütür.
SITMA VE FRENGİ İLAÇLARI İÇİN
KANUN (1)
Kanun Numarası : 2767
Kabul Tarihi : 7/6/1935
Yayımlandığı R.Gazete: Tarih: 15/6/1935
Sayı: 3029
Yayımlandığı Düstur : Tertip:3 Cilt:16 Sayfa: 602
Madde 1 - (Değişik:7/2/1958 - 7075/1 md.)
Kinin ve müştaklariyle milhlerini ve halen
sıtma tedavisi ile sıtmadan korunmada kullanılan primathamine, PrimaYuine,
ChloroYuine terkibindeki ilaçları,frengi tedavisinde kullanılmakta olan
neosalvarsan ile aynı veya benzeri terkipleri,Arsenobonzol mürekkeplerini ve
bunların her türlü ispençiyari şekillerini,bizmut ve İyodür milhlerini ve
bunların mürekkepleriyle hazırlanmış olan ilaçları ve betahsis bu maksatla
istimal olunan özel vasıflı penicillinleri ve ileridetedavideki müessiriyeti
üstünlük gösterebilecek diğer sıtma ve frengi ilaçlarını
ve her
çeşit röntgen filimlerini yurda ithal etmek Türkiye Kızılay Cemiyetininmonopolü
altındadır.
Monopol altına alınan ilaçların listesi
Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletitarafından tanzim ve İcra Vekilleri
Heyetince tasvip olunur. Bu listede değişiklik yapılmasına lüzum görüldüğü
takdirde değişikliğin tatbik zamanı yine İcraVekilleri Heyeti tarafından
kararlaştırılır.
Madde 2 - (Değişik: 7/2/1958 - 7075/1 md.)
Birinci maddeye göre monopol altına alınan
ilaç ve filmlerden Türkiye Kızılay Cemiyetinden başka şahıslar namına gelenler
gümrükten geçirilmez.Sahibi olmıyan ilaç ve filmlerle kaçak olarak yurda sokulmak
istenilen veya bu şekilde
girmiş
bulunanlar derhal müsadere edilerek Türkiye Kızılay Cemiyetine
devredilir.Muhbir ve müsadirlere 1918 sayılı kanun hükümlerine tevfikan
ikramiye verilir.
Devlet daire ve müesseselerine ve İktisadi
Devlet Teşekküllerine ve müesseselerine ve hayır kurumları ile bunlara bağlı
hastane ve dispanserlere bedelsiz olarak gönderilen ilaç ve röntgen filmleri
ile numune (Eşantiyon) mahiyetinde
ücretsiz
olarak gelenler yukarıdaki kayıttan müstesnadır.
Birinci maddede yazılı ilaç ve filmleri
kaçak olarak yurda ithal eden veya ithale teşebbüs eyleyenler,malların değerine
göre 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasıyla cezalandırılır.
Madde 3 - (Değişik: 7/2/1958 - 7075/1 md.)
Birinci maddeye göre monopol altına alınan
ilaç ve filmlerden Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletince tayin olunacak
miktarları Kızılay Cemiyeti yurt içinde devamlı surette bulundurur.Malların
toptan satış fiyatları Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti ile Kızılay Cemiyeti
arasında tespit edilir. 2490 sayılı kanunnun 69 uncu maddesine göre resmi
dairelere yapılacak satışlar bu fiyatlar üzerinden yapılır.
Geçici Madde 1 - (7075 sayılı Kanunun
numarasız Muvakkat maddesi olup teselsül için numaralandırılmıştır.)
Bu kanunun neşri tarihinden evvel döviz
tahsisleri yapılmış ve siparişleri verilmiş olan ilaç ve röntgen filmlerinin
sahipleri tarafından yurda ithaline müsaade edilir.
Madde 4
- Bu kanunun hükümleri 1 Eylül 1935 den yürür.
Madde 5
- Bu kanunun hükümlerini Sağlık ve Sosyal Yardım ve Gümrük ve Tekel
Bakanları yürütür.
2767
SAYILI KANUNA EK VE DEĞİŞİKLİK GETİREN MEVZUATIN
YÜRÜRLÜĞE GİRİŞ TARİHİNİ
GÖSTERİR LİSTE
Kanun Yürürlülüğe
No. Farklı tarihte yürürlüğe giren
maddeler giriş tarihi
-------------
------------------------------------------- ----
7075
15/2/1958
(1)
Bu
kanunun 1, 2 ve 3 üncü maddelerinde, Türkiye Kızılay Derneği Genel Müdürlüğüne
röntgen filmleri yönünden tanınan tekel hakkı ile bu Kanunun röntgen filmlerine ilişkin bütün hükümleri,
3/6/1986 tarih ve 3297 sayılı Kanunun 18
inci maddesinin (d) bendi ile yürürlükten kaldırılmıştır. )
EK;
Atatürke dış basından saldırı
KAYNAKÇA:
1-Cemal
Granda, Atatürk’ün uşağı idim, Hür. Yay. ist.
2-Prof.Dr.
Bedii Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün sağlık hayatı.
Hür. Yay. İst.
3-Hazan
ailesi soy ağacı
4-Nail
Güreli, Atatürk’ten sonra Atatürk, Gür. Yay. İst.
5-Ogün
Deli, Agoni, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi,
Yazılamayan tarih, Lazer Yay.2004 Ank.
6-Ruşen
Eşref Ünaydın, Atatürk’ün hastalığı, Prof. Dr.
Nihat Reşat Belger’le mülakat. TTK.
Basımevi, seri no;
1, Ank.1959
7-Atatürk’ün
Milli Dış Politikası,(Cumhuriyet dönemine
ait 100 Belge) 1923–1938, 2.cilt, Kült. Bak.
Yay.1981
8-Süleyman
Yeşilyurt, Ermeni, Yahudi, Rum asıllı
Milletvekilleri, Zirve ofset. ank.
9-Prof.
Dr. Turhan Baytop, Türk Eczacılık Tarihi, Görsel
Sanatlar matbaacılık.İst.1997
10-Prof.
Afet İnan, Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler,
Ank.1959
11-Prof.
Dr. Asım İsmail Arar, Atatürk’ün son
Günleri,İst.1958
12-Falih
Rıfkı Atay, Çankaya,İst.1959
13-Dr.
Sırrı Akıncı, Ata’nın Post-Mortem incelenmesi,
Cumhuriyet gazetesi,09.12.1972-Atatürk’ün
Hastalıkları, Cumhuriyet gazetesi,11.11.1975
14-Celal
Bayar, Atatürk’ten Hatıralar,İst.1955
15-Farmakolog,
Cilt;12,no;5.6.7 Yıl:1942 İst.
16-Kılıç
Ali, Atatürk’ün son günleri,İst.1955
17-Dr.
İhsan A.Özkaya, Atatürk’ün Son hastalığı ve
Ölümü, Milliyet gazetesi 10/24–11–1976
18-Özel
Şahingiray, Son Nöbet defteri, Ank.1955
19-Prof.Dr.
Utkan Kocatürk, Kaynakcalı Atatürk
Günlüğü, genişletilmiş son baskısı (1999)
2004
20-Farmakoloji
ve Tedavi, İst. Üniv. A.T.F. Kitaplığı.
Tarih;14.02.1956,no:9047,İst.Akgün
mat.1955
21-İç
Hastalıkları Semptomatoloji ve tedavi, cilt;2–3
Baskı, Ank.1947
22-Journal
Of Hepatogy-Milestones ın liver Dısease
(Hepotoloji Dergisi, Karaciğer
hastalığında dönüm
Noktaları) Yıl; 2002
23-Toksiloji
Dergisi, Ocak–2004,cilt:2,Sayı;1
24-Martindale-The
complete Drug,32.Baskı
25-Dr.
Oğuz Canay, Tıbbi Farmakoloji, İlaç tanıtımı-İlaç
İndeksi,1982–1983,Gözlem mat. İst.
26-Hasan
Cem, Dünya ve Türkiye’de Masonluk,
Özdemir. Bas.1976
27-Cemal
Kutay, Atatürk’ün son günleri, iklim.
Yay.2005
28-Ahmet
Gürkan, İslam Kültürünün Garbı
Medenileştirmesi, Nur. Yay. Ank.
29-Dr.Ali
Nejat Ölçen, Osmanlı Meclisi Mebusanda
İttihat ve Terakki Zorbalığı ve Siyasal
İşkenceler.
Ayça yay.1982
30-Behzat
Şaşal, Atatürk’ü tanımak ve anlamak, Anayurt
gaz. Ank.2004
31-Prof.
Dr. Ali Sarıkoyuncu, Atatürk-din ve din
Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı
yay.2003.Ank.
32-Söylev
(Nutuk)-1–2,Türk Dil Kurumu yay.
33-Dr.
Mehmet Göbelez, Gıdalarımız ve Sağlığımız,
Özüm yay.
34-Tarih
Vakfı-Eylül,2003
35- Doç.
Dr. Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, sh.
543, Rehber Yayınları, Ankara, 1990; G.
Scholem,
Doenmeh, Encyclopedia Judaica, VI/150-151
[1] Allah’ım Dünya’da Hiç
Bir Hakikat Gizli Kalmasın
[2] Agoni-‘Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi’
yazılamayan tarih Ogün Deli, Lazer
yay.2004, Ank, Bu eser bazı düzenlemelerden geçerek bu konuyu bir seri haline getirmek amacıyla bu ilk kitap son çıkan
baskısıyla “Atatürk Nasıl Öldürüldü? 2”
şeklinde yayınlanmaya başlamıştır.
[4] Cemal Granda,a.g.e. sf.374-378
[5] 22 Ocak
2002-Milliyet Gazetesi
[6] Granda, a.g.e.sf.222–223
[7] Granda, a.g.e.sf.58–61
[9]
-Prof.Dr.Turan
Baytop.a.g.e. sf.48
[10] Granda. a.g.e.242–244
[11] Nail Güreli,Atatürk’ten sonra Atatürk,Gür
yay.sf.211-214,1981-İstanbul
[12] Büyük Doğu, sayı;8,2 Aralık 1949
[14]
-
Granda,a.g.e.sf.21
[19] Ogün deli, Agoni,sf.137–152
[20] Cemal Granda, a.g.e.sf.193–197
[21] Ruşen Eşref Ünaydın, a.g.e. sf.8–13
[22] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.19–20
[23] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.19–20
[24] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.69
[25] şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.20
[26] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.20–21
[27] Granda, a.g.e.sf.386–387
[30] Granda,sf.389
[31] Bedi,sf.22–23
[32] Şehsuvaroğlu,sf.23–25
[33] Farmakoloji ve Tedavi, İsmail Kara Mat.İst.1955-Ank.
Tıp. Fak. Kitaplığı,
14.02.1956,no;9047
[34] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.69
[35] Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve
Masonlar, sh. 62–63,
Araştırma Yayıncılık, İstanbul, 1993
[36] Büyük İslam Tarihi, C. 7, sh. 246, Çağ Yayınları, İstanbul, 1990
[38] Sultan II. Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, sh. 76,
Dergâh Yayınları, İstanbul,
1984
[39] Doç. Dr. Abdurrahman Küçük,
Dönmeler Tarihi, sh. 543, Rehber Yayınları,
Ankara, 1990; G. Scholem, Doenmeh,
Encyclopedia Judaica, VI/150–151
[40]A. N. Ölçen, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda
Kuvvetler Ayrımı ve Siyasal
İşkenceler, sh. 49, Ankara, 1982
[41] Eski Bahriye Vekili (Deniz
Kuvvetleri Bakanı) Topçu İhsan, Resimli Tarih
Mecmuası, Haziran 1991,
[44] Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle
Rauf Orbay, sh.96–97;
Hasan Hüseyin Ceylan, Büyük Oyun, C. 2, sh.
22–23, Rehber Yayınları,
Ankara, 1995
[45] ( DİP NOT
HAMURSUZ BAYRAMI)
Yahudilerin bazı Bayramları ve gelenekleri
içinde bizlerce de hoş karşılanmamakla birlikte gelenek ve göreneklerin
toplumumuz ve toplumlar üzerinde oluşturduğu olumsuz tavırlar vardır. Bunlardan
birisi de Yahudilerin Hamursuz Bayramında çocukları kaçırılıp öldürdükten sonra
öldürülen çocukların kanının ekmeğe karıştırıldığı yolunda ki iddialar
karşısında gerçekten zor durumda kaldıkları Osmanlı İmparatorluğu arşivlerinde
mevcuttur. Böyle bir olay 1800 ‘ün ikinci yarısında yaşayacaktır
“Hahambaşısı Vekili Moze Yakır
Giron, Meclis-i Valay-ı Ahkâm-ı adliye’den tahkikat istemişti. Sonuçta, Sultan
Mecit’in Fermanı, yeni Padişah Sultan Aziz tarafından teyit edilecektir. Bu
sefer ki ferman daha kesin bir ifade
taşıdığından (1865) yapılan araştırma sonucu böyle bir şeyin olmadığı
anlaşılmıştır. Bu konu da kurulan mahkemede görüşü alınan tarihçi Cevdet Paşa
bu konu ya ilişkin şunları söylüyordu;
“Cümlemizde bu hadisenin halk
arasında tevatür ve şayia olarak dolaşan bir mesele olduğuna dair bir
kanaat var idi.Şurası da kayda layıktır ki,Yahudi taifesi,bir yerde kan
döktürmek istediği zaman böyle münferit hadiselere baş vurmak gibi,ancak
fertlerin ve bilhassa cahil ve aciz kişilerin tercih ettikleri yol
yerine,cihanın hayretine mucib olacak ibliskarane
usullere baş vurur…Bugün kü Yahudi dini hurafelerden mürekkeptir.İlk tesisi
sıralarında,kavim-i Yahut,Hamursuz bayramı için belki kan dökülmesini tercih etmiş
olabilir.Çünkü İsrail dininin ilk tesisi sırasında, hakk-ı nayat, münhasıran
Beni İsrail için kabul edilmiş ve bir galebe vukuunda İsraillilere,düşmanlarını öldürmek hakkı tanınmıştı.Bu devre
içinde tasavvur edilebilir ki,Beni İsrail’in en büyük dini bayramına bir düşman
kanının da ilavesi suretiyle bu iyd-i mahsusun mehabet ve tesirinin kemal
mertebesine isal edilmesi tercih edilmiş olabilir.Amma ki,bugün kavm-i
Yahud,bir devlete sahip değildir.(Maalesef bugün bir Yahudi devleti vardır
ve kan dökmeyi kutsal saymaktadır.)Bu
itibarla bu gibi batıl ve menfur adetlere külliyen devamları varit
addedilemez.Kizbolması akla kariptir.” Aylık Tarih Mecmuası, Tarih Konuşuyor,
sayı:23, cilt;4, Aralık 1965
[46] Politika ans.2.cilt.sf.613
[47] Politika Ans.2.cilt.sf.617
[49] Vakit
Gazetesi-Ankara–1 Kanunisani 1924 (Özel Muhabirimizden
[50] Vakit Gazetesi- Ankara 2
Kanunisani 1924-Özel muhabirimizden
[51] Prof.Dr.Mesut
Çapa , Mübadele’de Kızılay (Hilal-İ Ahmer) Cemiyeti’nin rolü,Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi,Sayı:10,Yıl:2001(Seha L.Meray(çev.),Lozan Barış
Konferansı,Tutanaklar Belgeler,A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay.,1970,Takım
1,Kitap 2.C .1.,s.317-385;İsmail
Soysal,Tarihçileri ve açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal
Anlaşmaları,(1920-1945),TTK Yay.Ankara,1983,C.1.,s.177-183;Mesut Çapa,”Lozanda
Öngörülen Türk-Ahali Mübadelesinin
Uygulanmasında Türkiye Kızılay (Hilal-i Ahmer) Cemiyeti’nin
Katkıları”Atatürk yolu,Sayı;2,Kasım 1988,s.241-256:Mehmet Esat
Atuner(Çev.),Mübadeleye dair Türkiye ve Yunanistan arasında İmza Olunan
Mukavelenameler(Muhtelif Mübadele Komisyonu Kararları, Bi-taraf Azaların Hakem
Kararları,Ankara,1937,s.1
[54]
— OHAC Raporu,191–1922.s.37–40.Vakit.16.7.1919
[55]
— OHAC Raporu,1919–22.s.39.Hilal-i Ahmer’den
Kızılay’a l.cilt. s.11
[56]
- Hilal_i Ahmer’den Kızılay’a l.cilt. s.10
[57] BÜYÜK DOĞU, DEDEKTİF X BİR’ 25 Ağustos 1950,6.yıl,
sayı:23,sf.3-11
[58] Cemal Granda,sf.259–260)
[59] —1 Aralık 1921-S.D.Cilt:1T.D.T.Enst. Yay.1989,sf.224)
[60] —Nükte, Fıkra ve çizgilerle Atatürk-cilt:3,N.A.Banoğlu
[61] —Dr.Utkan Koçatürk, Atatürk’ün Fikir ve
Düşünceleri.1971)
[62] —1923,Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt:3-Türk
İnkılap Tarihi Enstitüsü
yay.,1954
[63]—1923,Söylev ve Demeçler-Cilt:2,sf.96.T.D.T.Enstitü
yay.
[67]
Dr.Aytekin Ertuğrul, Birlik dergisi,1999-Ankara
CUMHURİYET SAVCILIĞI’NA
ANKARA
ŞİKAYETÇİ
: Ogün Deli
(Hak
Sahibi)
FAİLLER
: 1-
Yazar; Ali Kuzu
2-Yayınevi: Bilge Karınca Yayınevi ;Alemdar Mah.
Salkım Söğüt Sk.Yerebatan Cad. Ağa Apt. Nu;20,
Kat;1 Daire;3
Sultanahmet/İstanbul
Tel; (0212) 528 64 70
KONU :
Tarafımdan yazılan kitaplardan kaynaklanan
Maddi ve Manevi haklarıma Fikir ve Sanat Eserleri
yasasına aykırı bir biçimde tecavüzle Ali
Kuzu adlı
şahıs tarafından “Masonların Defalarca Suikast
Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü?
Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü zehirledi…” isimli
kitaba izinsiz yapılan alıntılar hakkında suç duyurusu.
İzinsiz
yapılan alıntıların bir kısmı liste halinde suç
duyurumuza ek yapılmıştır. (Ek:1)
(13 sayfalık liste)
SUÇ
TARİHİ
: 2006 (kitabın
ilk yayım tarihidir)
2007 (kitabın 2. 3. baskı tarihi)
OLAY
: Suç
duyurusunda bulunduğumuz failler;
1. Ali Kuzu ; Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu,
Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın yazarıdır.
2.
Bilge Karınca Yayınları; yukarıda zikredilen
kitabın yayımcısıdır.
Anılan failler tarafından
yazılan ve yayımlanarak dağıtılan “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü zehirledi “
isimli kitap (Ek:2) ; suç duyurumuza eklediğimiz, tarafımızdan yazılan;
1- İzinsiz alıntıları
gösterir liste 13 sayfa
2- “Masonların Defalarca
Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü?
Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” isimli kitap (1. ve 2. Baskıları)
3- “Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” adlı
kitabım (Ek:3)
4- “AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih ” (Atatürk Nasıl
öldürüldü? 2 ) adlı kitabım (Ek:4)
5-Anayurt Gazetesi; 9, 10 ,11
Kasım 2004 (Ek:5) Tarihli
nüshaların konuyla ilğili kısımları
Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu,
Atatürk’ü Kimler Öldürdü?
Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitap; Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırı olarak, kasten, kaynak göstermeden yapılan
alıntılardan oluşturulmuştur. Kitap, aynı zamanda yanlış ve aldatıcı kaynak göstermektedir. Yapılan
alıntılar ve alıntıların çokluğu dikkate alındığında eserlerimin izinsiz ve aynen kullanılmak suretiyle işlendiği, Ali Kuzu
tarafından yazılan(!) ve Bilge Karınca yayınları tarafından basım, yayım ve
dağıtımı yapılan kitap ile tarafımdan yazılan “Atatürk Nasıl Öldürüldü?
“68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır” ile “AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır
Perdesi” Yazılamayan Tarih arasında bir bağlantı olduğu, ekli listede
gösterdiğim alıntıların dışında, “Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır
Gizlenen Büyük Sır”isimli kitapta,
eserlerimden alındığında kuşku olmayan, çok sayıda benzer
ifadelerin var olduğu görülecektir.
Ali Kuzu tarafından yazılan ve Bilge Karınca Yayınları
tarafından basılarak, dağıtımı yapılan “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu,
Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın daha ilk sayfalarında; fikir hırsızlığı hiçbir
inceleme ve yoruma gerek bırakmaksızın kendini göstermektedir.
Nitekim;
Araştırmacı-Gazeteci unvanını kullanan yazar (?) Ali Kuzu isimli
şahıs, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu,
Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…”, tarafımdan yazılan AGONİ
“Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih ve Atatürk Nasıl
Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır adlı kitabımın muhtelif
sayfalarından izinsiz ve dipnot vermeden kaynak göstermeksizin alarak; kendi
fikir ve ifadeleriymiş gibi kullanmıştır.
Kitap
bir bütün olarak değerlendirildiğinde; yazarın, kitabı eserlerimden istifade
suretiyle vücuda getirdiği, sözde yazarın müstakil bile sayılamayacak,
paranoya dolu ve gerçek bilgiden yoksun, yorum ve düşüncelerine, eserlerimin
kullanılmak ve eserlerimde yer alan konular ve hatta konu sıralarını dahi kendine
aitmiş gibi göstermek suretiyle sözde farklı bir eser ortaya çıkarılmaya
çalışıldığı görülecektir.
Ali KUZU, bana ait eserlerde mevcut olan
fikir ve düşüncelerimi aynen alarak, ancak sonucunda benim katılmadığım
yorumlar çıkarmak suretiyle eserimden çalıntılar yapıp aynı zamanda tahrip
etmiştir.
Adı geçen kitabın ilk basımından
(1.Baskı-2006) sonra, gerek kitabın yazarı Ali Kuzu’ya , gerekse de kitabı
yayınlayan Bilge Karınca yayıncılığa, sözlü olarak şahsımca uyarılarda bulunmuş olmama karşın,
kitabın 2. basımında yine aynı uygulamaya devam etmiş, Kaynakçalar bölümünde “Atatürk Nasıl Öldürüldü?” eserimize
yer vermediği gibi kitabımızın kaynakçalar bölümünü birkaç eksikle aynen kopyalamış, kitabın sonlarına doğru
ismimize yer vererek, Atatürk Nasıl
Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır” isimli kitabımızdan hiçbir şekilde
bahsetmediği gibi dip notlarda
kullanılmamıştır.
Düşüncelerine
asla katılmadığım bir kişi tarafından, eserlerimin izinsiz bir şekilde ve Fikir
ve Sanat Eserleri yasasına aykırı bir biçimde kullanılması, işlenmesi, şahsım
açısından büyük bir manevi elem kaynağı olmuştur. Duyduğum elemi arttıran bir
diğer unsurda; yalan, yanlış sansasyonel açıklamaların yer aldığı ve hiçbir
incelemeye araştırmaya dayanmayan üstelik bilmediği konularda fikir
yürütmeye çalışan bunu da beceremeyen biri tarafından eserlerimin kullanılmış
olmasıdır.
Üzüntümün
bir nedenide, üzerinde emek harcadıgım bir kitabın, hiçbir emek harcanmadan
haksız kazanç saglamaya yönelik bir eylemle karşılaşarak, okuyuculara karşıda
saygısızlık yapıldıgına şahitlik etmekteyim.
Bu nedenlerle anılan şahıslar, Fikir ve
sanat Eserleri yasasını çiğneyerek, manevi ve mali haklarıma saldırıda
bulunmuşlardır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Fikir Ve Sanat Eserleri
yasasına ve ilgili mevzuata aykırı hareket eden, yazar; Ali KUZU, Bilge
Karınca Yayınları ve ilgili şahısların
anılan yasa gereğince cezalandırılmasını ve halen yayını ve dağıtımı yapılan
kitabın toplatılmasını diğer yasal haklarım saklı kalmak üzere arz ve talep
ederim .
Ogün
Deli
EKLER
1- İzinsiz alıntıları
gösterir liste
2- “Masonların Defalarca
Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü?
Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…”
isimli kitap
3- “Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” adlı
kitabım
4- “AGONİ “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” Yazılamayan Tarih ” adlı
kitabım
5-Anayurt Gazetesi; 9, 10 ,11
Kasım 2004 Tarihli nüshaların konuyla ilgili
kısımları
SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDUĞUMUZ “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu,
Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…”ADLI KİTAPTA YER ALAN YAZARI VE MÜELLİFİ OLDUĞUMUZ KİTAPLAR VE
MAKALELERDEN; İZİNSİZ, DİPNOT VERMEDEN, KAYNAK GÖSTERMEDEN YAPILAN ÇALINTILAR
1-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” adlı kitabımın GİRİŞ bölümünde İLERİYİ GÖREN BİR LİDERDİ
kısmın sayfa 12 – 13 te 2. paragraf 11.satırdan başlayan 3 paragraf “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” isimli kitap’da İSRAİL
DEVLETİNİN ÖNÜNDEKİ ENGEL ATATÜRK İDİ!, SAYFA 149 İLK PARAGRAF’da konuyla
ilğili bilgi vererek yorum yapılmıştır.
…İkinci Dünya Savaşı’nın neredeyse bütün unsurlarıyla ortaya koyduğu Amerika
Birleşik Devletleri Genelkurmayı Başkanı Mc Arthur ile yaptığı konuşma
metinleri gerçekten ilginçtir.
Bu belgeler
maalesef bizde değil Amerika Birleşik Devletleri Genelkurmayı tarafından
muhafaza edilmektedir. Olay nasıl gelişmiştir?
1932
yılında, ABD Genelkurmay Başkanı Mc Arthur çıktığı dünya turunda, Türkiye’yi de
ziyaret eder (1933). İstanbul’da Atatürk ile başbaşa görüşmeler yaptıktan
sonra, görüşmelerin sonunda Amerikalılar tarafından bu görüşme metinlerin
tamamını ülkelerine götürür. Kore Harbi bittikten sonra yani 1951 yılında
Amerika’da yayınlanan bir dergide (The Caucasus) bir kısım belgeler önce Amerikan kamuoyuna
sunulduktan sonra bizim ülkemizde de yayınlanmıştır. ABD Genelkurmayı İkinci Dünya Savaşı hakkında bilgiler içeren
(Biz bu bilgilerin sadece bize gösterilenine vakıf’ız bunun dışında neler
olduğunu bilmiyoruz.) Bu metinlerin zannedersem bir kısmını yayınlamıştır. Benim anladığım kadarıyla
ileri ki tarihlerde Atatürk’ümüzün bu
konuşma metinleri içinde henüz
yayınlanmamış olanları da çıktığında
Atatürk’e karşı olan hayranlığımız bir kat daha artacaktır. (a.g.e. Sayfa 149)
2-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 3. BÖLÜM
ATATÜRK’ÜN HASTALIGINA GENEL BİR BAKIŞ
adlı başlıklı bölümün ATATÜRK’ÜN VEFATI
ARDINDAKİ GERÇEKLER alt başlıklı yazımızın sayfa 67-68 , 14 . paragraftan
başlayan 5 paragraf, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Nasıl zehirlediler! Başlıklı Bölümün
5 paragraf sayfa; 153’te aynen alınmıştır.
Atatürk'ün artık son günlerine ilişkin Kılıç
Ali'nin ("son günleri" adlı kitabında) aşağıdaki sözleri dikkate
değerdir.
"Bilhassa bu son iki sene içinde...gün geçtikçe halsizlikleri daha
ziyadeleşiyor, benzi geçen senelere nispetle daha ziyade soluyordu...Atatürk'ün renginde ve yüzündeki çizgilerde belirgin
değişiklikler başlamıştı. Yürümeyi sevmez olmuştu. O iştahlı adamın artık
iştahı hemen hiç yok gibi idi"
Bu
döneme ilişkin fotoğraflara baktığımızda da bunu görmek mümkündür. Bu
fotoğraflara ilişkin ilginç ve acınacak bir durumu da vurgulamak gerekiyor.
Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi’nin, Atatürk’ün ölümünün
üzerinden üç, dört yıl geçtikten sonra evi yanmış ve Atatürk’ün çekilen
fotoğrafları evle birlikte yanmıştır[1].Yine,5
Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda
Atatürk’ün tek fotoğrafları yanmıştır.
Fotoğraflara baktığımızda Atatürk’te ciddi
denecek derece de değişimlerin gerçekleştiği ve cildindeki bozulmaların
sonucunda bakım ürünleri kullandığını görmekteyiz. (a.g.e. Sayfa-153)
3-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 3. BÖLÜM
ATATÜRK’ÜN HASTALIGINA GENEL BİR BAKIŞ
adlı başlıklı bölümün ATATÜRK’ÜN VEFATI
ARDINDAKİ GERÇEKLER alt başlıklı yazımızın sayfa 74-75,
64.paragraftan başlayan 2 paragraf, “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın Nasıl
zehirlediler! Başlıklı Bölümün 3.
Paragraf, 2 paragraf sayfa; 152’te aynen alınmıştır.
3
Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kesinlikle kullanımının
tehlikeli olacağı konusunda Fransız doktor tarafından (Fissinger) kendisine
gerekli uyarıları yaptığını söyleyen DR.Neşet İrdelp bu önerileri söylemesine
karşın, Bergman ve Eppinger tedavi olarak kullanılması konusunda bastırmış ve
aynı gün Atatürk’e bu ilaç verilmiştir. Bir önceki kitabımızda geniş bir şekilde dile getirdiğimiz bu ilacın
yan tesirleri bilinmesine karşın bu uygulama 27 Eylül tarihine kadar
sürmüştür.27 Eylül tarihine gelindiğinde ise Atatürk müthiş bir komaya girmiş
bu koma sonunda doktorları da zehirlendiğini üstü kapalı olarak da söylemişler
hatta
“Bundan sonra bir
salyrgan şırıngasının dahi düşünüleceğini ilave ediyoruz…” demek suretiyle bu
ilacın kullanımına son verilmiştir. ( a.g.e Sayfa-152)
4-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 3. BÖLÜM
ATATÜRK’ÜN HASTALIGINA GENEL BİR BAKIŞ
adlı başlıklı bölümün ATATÜRK’ÜN VEFATI
ARDINDAKİ GERÇEKLER- Ponksiyon (karından su alınması) alt başlıklı
yazımızın sayfa 79, 91 . paragraf başlayan 15. satır, “Masonların Defalarca Suikast
Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın Nasıl
zehirlediler! Başlıklı Bölümün 2.
Paragraf, sayfa; 152’te 7 satır aynen alınmıştır.
Son ponksiyonda 7
Kasım tarihinde yapılmıştır. Oysa ki, Karında toplanan su bu hastalığın sonlarında görülen
tehlikeli bir belirtidir.Kan dolaşımı ve teneffüs zorluğu verdiği gibi
vücuttan alınması halinde sağlığa gerekli proteinlerin kaybına da yol açacağı için ayrıca tehlikelidir. [2]
Bilinen bu gerçeğe rağmen aynı anda Atatürk üzerinde bu tehlikeli iki tedavi
uygulanmıştır. ( a.g.e. Sayfa-152)
5-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI,SİYONİST İSRAİL VE TÜRKİYE ALT BAŞLIKLI
kısmın sayfa 88,13. paragrafı,2. satırdan başlayan, 6 satır aynen alınarak , “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın GİRİŞ
kısmının altbaşlıklı İTTİHAT VE TERAKKİ
kısmının sayfa 23, 1. paragraf, 9. satırdan başlayan 6 satır.
Jöntürkler Hareketi'ni Avrupa'daki Mason locaları da kucakladı ve desteklediler. Bu hareketin ileri gelenlerinden
Kazım Nami şöyle diyor:
"Hiçbir sahada birleşememiş, daima çekişmiş, didişmiş olan bizdeki muhtelif ırk, milliyet ve dinler, masonluk çatısı altında tam anlaşma halinde idiler[3]." (a.g.e. Sayfa-23)
6-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI,SİYONİST İSRAİL VE TÜRKİYE ALT BAŞLIKLI
kısmın sayfa 88, 14-15-16 , “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın ŞAİR EŞREF BİLE İSYAN ETTİ!...alt
başlıklı kısmının sayfa 27 de 2.
paragraf, 4 paragraf olarak verilmiştir.
Şair Eşref ise gerek Jöntürkler'e gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne Yahudi kökenlilerin hâkimiyetini dile getirmek için çok anlamlı bir dörtlük söylemiştir. Bu dörtlüğünde şöyle diyor:
"Avdetiler ile hükümetimiz,
Benzedi devlet-i Yehuda'ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa'ya"
Açıklaması: "Hükümetimiz Dönmeler yüzünden, adeta Yehuda devletine dönüştü. Fetva makamını da Yahudilerin kontrolüne sokup, sonunda Musa'ya verdiler." Sözleriyle o günkü şartları çok iyi anlatmaktadır.[4] (a.g.e.Sayfa-27)
7-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 89,90-91,11
paragraf, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler
Öldürdü? Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı
kitabın
Toprak satmayan Padişah alt başlıklı kısmının sayfa 28-29-30 da 8. paragraf olarak verilmiştir.
Sultan II. Abdülhamit,
Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşme planlarının önüne geçen padişah
olarak bilinir. Bu tutumundan dolayı da Yahudilerin yönlendirdiği bütün fitne
teşkilatlarının ana hedefi haline gelmişti.
Geniş kitlelerce Siyonizm’in fikir babası olarak bilinen Teodor Hertzl,
kendilerine Filistin'de toprak verilmesi için Sultan II. Abdülhamit'le görüşmeler
yapmak istemiştir. Bazı kitaplarda II. Abdülhamit'in onlarla görüştüğü ancak
tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa gerçekte II. Abdülhamit onlarla
görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine Yahudi heyeti başbakan Tahsin Paşa
yoluyla tekliflerini iletmişlerdir. Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla
padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:
Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin'e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Yahudilerin Kudüs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır.
Sultan II. Abdülhamit’e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. İttihat ve Terakkinin önde gelen liderlerinden biri olan Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu. Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamit’in cevabı şu olmuştur:
"Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir. Kudüs-i Şerif'i İslam'a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye'nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir. Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar". Sözlerini sarf etmekteydi.
Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarında, Sultan II. Abdülhamit'in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır:
"Doktor Hertzl'e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Yahudiler, Filistin'i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin'in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem." demekteydi.
Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında da Yahudilerin Filistin'e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdülhamit:
"Yahudiler, Avrupa'da Doğuda
olduğundan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple de birçok Avrupalı
devlet çok artmış olan Semit (Yahudi) ırkından kurtulabilmek için Yahudilerin
Filistin'e muhaceretini iyi karşılayacaklardır. Fakat bizim memleketimizde kâfi
Yahudi vardır. Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun faikıyetini
(üstünlüğünü) muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi
fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa
zamanda bütün kudreti elde
edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz... Siyonistler
Filistin'de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi
temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar.[5]"
demekteydi. (a.g.e.Sayfa-28-29-30)
8-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 91,11 paragraf,2.satırdan
başlayan,3 paragraf ve 16 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast
Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın Padişahın İsyanı kısmında 2 paragraf ve 14
satır olarak sayfa 30 da
verilmiştir.
Sultan 2.Abdülhamit’in 33 yıllık saltanatına
son vermesine kadar uzanacaktır. Sultan II. Abdülhamit, yukarıda sözünü
ettiğimiz ve nekadar da şüpheli olsade sonuçta içinde İtihatcıların yoğun
şekilde bulunduğu ve tarihimize 31 Mart Vakıası diye geçen isyandan sonra
tahttan indirilmiştir. İlginç olan şuydu:
31
Mart isyanını çıkaranlar ve kışkırtanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları
veya onların yönlendirdiği kimselerdi. Daha sonra padişahın tahttan
indirilmesine de yine bu cemiyet karar verdi ve bu kararında padişahı 31 Mart
isyanına sebep olmakla suçladı. Yani kendi suçlarını padişaha yükleyerek bunu
onun tahttan indirilmesi için gerekçe olarak kullanmışlardı. Babıâli’nin
gösterdiği tavırda buna eklendiğinde Sultanın tahta kalması imkânsız bir hal
almıştır.
Padişah’ın hal'ine (yani saltanattan
indirilmesine) dair kararı ona tebliğ eden heyetin arasında yer alanlardan biri
de yukarıda sözünü ettiğimiz Emanuel Karaso idi. Bu kararı tebliğ eden heyetin
içinde bir tek Türk yoktu. (a.g.e.Sayfa-30)
9-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 92,15 paragraf,
3.satırdan başlayan, 9 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın FİLİSTİNE YAHUDİ GÖÇÜ alt başlıklı kısmın
1. paragraf ve 10 satır olarak sayfa 31 de
verilmiştir.
…İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin başını çeken Ahmet Rıza, Enver Paşa, Talat Bey ve Nazım Bey gibi isimler Filistin'e Yahudi göçünün Osmanlı devletine yarar sağlayacağını iddia ediyorlardı. Oysa onların bu iddiaları Mason localarından aldıkları telkinlere dayanıyordu. Zaten Selanik'teki mason localarının temel hedeflerinden biri Filistin topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesinin önündeki engelleri kaldırmaktı. En büyük engel ise Sultan II. Abdülhamit'ti. O tahttan indirilince Yahudi göçünün önündeki bu en büyük engel kaldırılmış oldu. (a.g.e.Sayfa-31)
10-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 92,16 paragraf,
15satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın FİLİSTİNE YAHUDİ GÖÇÜ alt başlıklı
kısmın 2. paragraf ve 11 satır olarak sayfa 31-32 olarak verilmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, sultan II. Abdülhamit'i tahttan indirince yerine Sultan Reşat'ı getirdi. Sultan Reşat, ittihatçıların karşısında genellikle pasif kalmıştır. Dolayısıyla devlet yönetiminin iplerini onlar almış oldular. Onlar da Filistin topraklarına Yahudi göçünü kolaylaştırdılar. İttihatçılar,
II. Abdülhamit'in yabancıların Filistin'den arazi almalarını yasaklayan kanunlarını uygulamadan kaldırarak, Yahudilerin Filistin dâhil memleketin her tarafından toprak satın almalarına imkân sağlayan kanunlar çıkardılar. 1909'da II. Abdülhamit’in hal'inden sonra iktidara gelen hükümette birkaç Yahudi kökenli bakan bulunuyordu. Bu konuda Encylopedia Judaica'da şöyle denmektedir:
"1909 Jön Türkler İnkılâbından sonra iktidara gelen ilk hükümette,
aralarında Baruchiah Russo ailesinin ahfadı (torunu) olan ve fırkanın
liderlerinden biri olarak faaliyette bulunanMaliye Bakanı Cavit Bey'in de
bulunduğu birkaç Dönme mevcuttu." [6]
(a.g.e.Sayfa-31-32)
11-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 92,16 paragraf,
15satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Memleketi Yahudilere sattınız! alt başlıklı kısmın
1,2. paragraf ve 17 satır olarak sayfa 32-33 olarak verilmiştir.
Yaklaşmakta olan tehlikenin boyutunu tespit eden Gümülcine mebusu İsmail Hakkı Bey, ittihatçılara karşı 21 Şubat 1910'da Ahali Fırkası'nı kurarak muhalefete başlamıştır. İsmail Hakkı Bey, Şubat 1911'de Meclisi Mebus an’da yaptığı bir konuşmada Siyonizm tehlikesine dikkat çekmiş ve Siyonistlerle ilişki içinde olan ittihatçıların memleketi Yahudilere sattıklarını dile getirmiştir. Bu gerçeği dile getirenlerden biri de Beyrut mebusu Rıza Salih Bey'di. Rıza Salih Bey, İsmail Hakkı Bey'in ardından Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
"Yahudiler devletlere mahsus bayrak ve aralarında kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para bastılar. Para ve bayrak için elimde şu anda vesika yok ise de pul örneğini Şükrü Bey göstermişti. Museviler Filistin'de bin kuruş demeyin tarlayı elli kuruşa alıyorlar. Birçok araziyi satın alıp koloniler haline getirmektedirler. İki yüz bin nüfusa yaklaştılar. Bu bölgenin ekonomisi tamamen ellerine geçmiştir." [7] (a.g.e.Sayfa-32-33)
12-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 93,18-19
paragraf,11 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Memleketi Yahudilere sattınız! alt başlıklı kısmın 3. paragraf ve 12 satır olarak sayfa 33 te
verilmiştir.
Önceleri İttihatçılarla birlikte olan ancak onların Siyonistlerle işbirliği içinde olduklarını yekinen görünce onlara karşı cephe alan Miralay (Albay) Sadık Bey de Siyonizm tehlikesine şu şekilde dikkat çekiyordu:
"Bugün Siyonistler nazarında Osmanlı Devleti'nin çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve Filistin'in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir. Buralarda bir Yahudi hükümeti kurmak istiyorlar.[8]" Miralay Sadık Bey bu uyarıyı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kongresine sunduğu bir raporda yapmıştı.
Fakat İttihatçılar onun raporunu derhal ortadan kaldırmış ve kendisini de istenmeyen adam ilan etmişlerdir. (a.g.e.Sayfa-33)
13-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 94, 41-42,
paragraf, 8 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Padişahın İsyanı! alt başlıklı kısmın
2
paragraf ve 8 satır olarak sayfa 30 da
verilmiştir.
Osmanlı ahalisini temsilen padişahın karşısına çıktığını iddia eden böyle bir heyette, ahalinin ana unsurunu teşkil eden ve devletin yönetimini resmiyette elinde tutan önemli bir etnik unsuru temsil eden bir tek kişinin bulunmaması dikkat çekiciydi. Padişah da bu durum karşısında şu ifadeyi kullanmıştı:
"Bir Türk padişahına, 33 sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?" [9] (a.g.e.Sayfa-30)
14-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI, Sultan 2. Abdülhamit ve Yahudiler alt
başlıklı kısmın sayfa 94, 43-44.
paragraf,10 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın FİLİSTİNE YAHUDİ GÖÇÜ alt başlıklı kısmın 1 paragraf ve 10 satır
olarak sayfa 31 de
verilmiştir.
Yahudilerin ve masonların Sultan II. Abdülhamit’e son derece düşman olmalarının en önemli sebeplerinden biri onun Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olmasıydı. II. Abdülhamit Yahudilerin gizli yollardan gidip o topraklara yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden biri de Filistin topraklarındaki kutsal mekânları ziyaret etmek için oraya giren Yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi.
Yine Yahudilerin Filistin'de herhangi bir
şekilde toprak satın almaları da yasaklanmıştı. (a.g.e.Sayfa-31)
15-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ”
adlı kitabımızın 4.Bölüm, ATATÜRK NEDEN
ÖLDÜRÜLDÜ başlıklı bölümün, SULTAN 2.ABDÜLHAMİT VE YAHUDİLER BAŞLIKLI KISMIN
sayfa 95-96 da yer alan 1.paragraftan başlayarak 7 paragrafına kadar olan
kısmı, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler
Öldürdü? Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü zehirledi…” kitabının,
İSRAİL DEVLETİNİN ÖNÜNDEKİ ENGEL
ATATÜRK İDİ! Başlıgıyla verilen 3.Paragraftan başlayarak 9 paragraf sayfa 149
dan 150 – 151’e kadar olan kısmı
Necdet sevinç’in 18 Mayıs tarihli, Yeniçağ
Gazetesinde yayınlanan yazısında 2.Abdülhamit ve Atatürk’le devam eden önemli
bir sürecin (Projenin) belgesini ortaya koymaktadır.
Yazısına belge olarak koyduğu metin “
Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü 20 Ağustos 1937 tarih ve 5476 / 7 / 1
/ K sayı numarası ve Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya imzası ile Başvekâlet yüksek
makamına gönderilen tercüme metnin baş tarafında şöyle bir ifade var:
"Türkçe Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Kemal Atatürk''ün Türkiye Millet
Meclisi''nde irad etmiş olduğu bir nutuktan bahsediyor.
Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin''e taalluk eden kısmından alınmıştır" Bu ifadeden; Bombay Chronick Gazetesi''nin, Gazi''nin nutkunu Hâkimiyet-i Milliye''den iktibas ettiği anlaşılıyor .”Demektedir. Metin aynen şöyle:
Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin''e taalluk eden kısmından alınmıştır" Bu ifadeden; Bombay Chronick Gazetesi''nin, Gazi''nin nutkunu Hâkimiyet-i Milliye''den iktibas ettiği anlaşılıyor .”Demektedir. Metin aynen şöyle:
Beyanat 27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronick
Gazetesi''nde "Filistin''e el sürülemez Kemal Paşa Avrupa''ya ihtar
ediyor! Türkler mukaddes topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül
etmeyeceklerdir."
Başlıkları altında yayınlanmış.
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Kemal Atatürk'', Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar''dan uzak kaldık.Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber'in son arzusuna yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin'in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur." İşte bu nutuk ve Atatürk''ün, hemen hemen tamamı İngiliz işgali altında bulunan İslam dünyasının istiklâliyle ilgisidir ki, İngiltere kralı 8.Edwartın Gazi''nin ayağına gelmesini sağlamıştır.
"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Kemal Atatürk'', Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar''dan uzak kaldık.Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber'in son arzusuna yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin'in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur." İşte bu nutuk ve Atatürk''ün, hemen hemen tamamı İngiliz işgali altında bulunan İslam dünyasının istiklâliyle ilgisidir ki, İngiltere kralı 8.Edwartın Gazi''nin ayağına gelmesini sağlamıştır.
Atatürk’ün bu sözleri söylediği tarihe dikkat edecek olursak,1937’nin Ağustos ayıdır. Buna da bir tesadüf müdür gözüyle bakmamız gerekiyor? (a.g.e.Sayfa-149-150-151)
16-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI,
Yahudilerin Cumhuriyet döneminde lobicilik faaliyetleri alt başlıklı kısmın sayfa 96, 53-54-55. paragraf, 44
satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Şırnaşık Hahambaşı!...alt başlıklı kısmın 3
paragraf ve 41 satır olarak sayfa 60-61 de
verilmiştir.
Yahudilerin Cumhuriyet Döneminde Lobicilik faaliyetleri
Yahudiler, Osmanlı Devleti'nde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş döneminde de yoğun şekilde lobi faaliyetleri yürütmüşlerdir. Yahudi lobicilerin Cumhuriyetin kuruluşu merhalesinde hemen sahneye çıktıklarını görüyoruz. Öyle ki, Lozan görüşmelerine doğrudan müdahale edebilmek için görüşmelerin yapıldığı şehre kadar gidip Türk tarafını temsil edenlerle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
"Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman Yahudi! Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudi’nin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım. İsmet'e dedim ki: "Bu Yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir Yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı. Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme gecip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten Yahudileri hiç sevmem. Haham önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim... İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir Yahudi’dir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit Yahudi sarraf âlemidir... Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş…" [10] (a.g.e. Sayfa-60-61)
17-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI,
Yahudilerin Cumhuriyet döneminde lobicilik faaliyetleri alt
başlıklı kısmın sayfa 98, 56-57.
paragraf, 14 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın O zaman Hahambaşı, şimdi ise Z…..? alt
başlıklı kısmın 3 paragraf ve 19 satır olarak sayfa 61-62 de verilmiştir.
Hahambaşı Haim Naum'un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi
faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. Bunun da ötesinde hilafetin
kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve
bunda da Haim Naum'un önemli rolü olmuştu. Lozan görüşmeleri esnasında
Türkiye'de başvekil (Başbakan) olan Rauf Orbay'ın belirttiğine göre hahambaşı
Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla
halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili
olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti:
"İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da
İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi
Hahambaşı Haim Naum Efendi'nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa
olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini
tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.[11]" (a.g.e. Sayfa-61-62)
18-
“Atatürk
Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA
BAŞLIKLI, Yahudilerin Cumhuriyet
döneminde lobicilik faaliyetleri alt başlıklı
kısmın sayfa 98, 58. paragraf, 7 satırdan oluşan bölüm, “Masonların
Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği
Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın
Milliyetci kılıgındaki Masonlar alt başlıklı kısmın 4 paragraf ve
4 satır dan başlamak suretiyle,8 satır
olarak sayfa 83-84 de
verilmiştir.
Bu dönemde öne çıkan Yahudi lobicilerinden biri de yine Mustafa Kemal'in özel doktorlarından olan Abravaya Marmaralı'ydı. Bu kişi aynı zamanda Meclisi Mebusan'a milletvekili olarak girmişti. Öne çıkan bir diğer Yahudi lobici de yedinci dönem milletvekillerinden Avram Galanti'ydi. Avram Galanti Osmanlı döneminde de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin aktif ve ileri gelen elemanlarından biriydi. (a.g.e.Sayfa-83-84)
19-
“Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen
Büyük Sır ” adlı kitabımın 4. BÖLÜM
ATATÜRK NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ? ANA BAŞLIKLI,
Yahudilerin Cumhuriyet döneminde lobicilik faaliyetleri alt
başlıklı kısmın sayfa 98, 58. paragraf,
8 satırdan oluşan bölüm, “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın Milliyetci kılıgındaki Masonlar alt
başlıklı kısmın 6 paragraf ve 9 satır olarak sayfa 84-85 de verilmiştir.
Yahudiler, cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ve ilk yıllarında yürüttükleri lobi faaliyetleriyle önemli köşe başlarını tutmayı başardılar. Bu köşe başlarını tutmaları onların sonraki dönemlerdeki lobi faaliyetlerini kolaylaştırdı. Tabii bu arada Avrupa ülkeleri nezdin de elde etmiş oldukları siyasi kazançlarını ve elde ettikleri statüleri de Türkiye'deki konumlarını sağlamlaştırmak için çok iyi değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaları onların ekonomik alandaki güçlerini artırmalarına da imkân sağlamıştır.
(a.g.e.Sayfa-84-85)
20-
ANAYURT GAZETESİNİN “AGONİ” ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ YAZILAMAYAN TARİH ADLI KİTABIMDAN YOLA ÇIKARAK ALINTILAR HALİNDE YAPTIGI HABERLER 2004 YILI 10 KASIMINDA MANŞET VE 4 SAYFASINDA YER VERDİĞİ (a.g.e.Sayfa-131-132-133-134) DE VERİLMİŞTİR.
21-
Yazar Ali Kuzu sadece “Atatürk Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” ve AGONİ adlı kitablarımızdan kopyalamalar yapmamıştır, “KEMİKSİZLER” VE “SİYASİ SUİKAST” isimli makalelerimizden de alıntılar yapmış “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost Bildiği Hainler Atatürk’ü zehirledi…” adlı kitabın 153 ve 154 sayfaları buradan oluşturulmuştur.
“Burada
bir tespitte bulunmak gerekiyor o da tarihi belge olma özelliği taşıyan belgelerin her nedense kaybolduğudur. Bunlara
örnek vermek gerekirse; Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu nun 1976 yılında Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığına “Atatürk’ün
sıhhi hayatına ilişkin” 31.05 .1976 tarih ve 176 sayılı yazı ve 24.06.1976 ve 224
sayılı dilekçelerde, Bakanlığın verdiği cevap “Tüm aramalara karşın bulunamamıştır” [12]
Yine bunlara ek olarak, İ.E Ulagay ilaç
sanayii Türk A.Ş. 100 yaşında Osmanlıdan günümüze hayallerin gerçekleştiği Tarih Vakfı’nın Eylül-2003 tarihli yazısında,
Atatürk’ün İdrar ve Kan tahlillerinin yapıldığı fakat bu tahlillerin bugün
elimizde bulunmadığından bahsedilmektedir.Yazının 139. sayfasında Suat Ulagay,
“ Atatürk’ün son idrar tahlillerinden birini de biz yaptık.Ölmeden birkaç zaman
öncesiydi ve idrarı ürobilinden dolayı çok koyu bir kırmızımsı renkteydi.Kaydı yok ama çok iyi hatırlıyorum. Tahlili ben yapmıştım.Hastalığı
çok ağırlaştığı devirlerdeydi... o devirde bizden başka bir hayli laboratuar
vardı. Ama tahlil işinde biz öndeydik.” Demekle birlikte dönemin tahlil
laboratuarlarından bilgi sahibi olmamızı da sağlamakta.Yine Dr. Aytekin
Ertuğrul’unda vurguladığı gibi her hastanın bulunması gereken müşahide
kağıtları da yoktur.” (a.g.e. sf. 153-154)
22-
“Atatürk
Nasıl Öldürüldü? “68 Yıldır Gizlenen Büyük Sır ” adlı kitabımın KAYNAKÇALAR
KISMI SAYFA 139-140 SAYFALARI BİR EKSİKLE AYNEN ALINARAK “Masonların Defalarca Suikast Girişiminde
Bulunduğu, Atatürk’ü Kimler Öldürdü? Dost
Bildiği Hainler Atatürk’ü
zehirledi…” adlı kitabın
219-220-221. SAYFALARINA AYNEN ALINMIŞTIR.
KAYNAKÇA:
1-Cemal Granda, Atatürk’ün uşağı idim, Hür. Yay. ist.
2-Prof.Dr. Bedii Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün sağlık hayatı.
Hür. Yay. İst.
3-
4-Nail Güreli, Atatürk’ten sonra Atatürk, Gür. Yay. İst.
5-Ogün Deli, Agoni, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi,
Yazılamayan tarih, Lazer Yay.2004 Ank.
6-Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün hastalığı, Prof. Dr. Nihat
Reşat Belger’le mülakat. TTK. Basımevi, seri no; 1, Ank.1959
7-Atatürk’ün Milli Dış Politikası,(Cumhuriyet dönemine ait
100 Belge) 1923–1938, 2.cilt, Kült. Bak. Yay.1981
8-Süleyman Yeşilyurt, Ermeni, Yahudi, Rum asıllı
Milletvekilleri, Zirve ofset. ank.
9-Prof. Dr. Turhan Baytop, Türk Eczacılık Tarihi, Görsel
Sanatlar matbaacılık.İst.1997
10-Prof. Afet İnan, Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler, Ank.1959
11-Prof. Dr. Asım İsmail Arar, Atatürk’ün son Günleri,İst.1958
12-Falih Rıfkı Atay, Çankaya,İst.1959
13-Dr. Sırrı Akıncı, Ata’nın Post-Mortem
incelenmesi,Cumhuriyet gazetesi,09.12.1972-Atatürk’ün Hastalıkları, Cumhuriyet
gazetesi,11.11.1975
14-Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar,İst.1955
15-Farmakolog, Cilt;12,no;5.6.7 Yıl:1942 İst.
16-Kılıç Ali, Atatürk’ün son günleri,İst.1955
17-Dr. İhsan A.Özkaya, Atatürk’ün Son hastalığı ve Ölümü,
Milliyet gazetesi 10/24–11–1976
18-Özel Şahingiray, Son Nöbet defteri, Ank.1955
19-Prof.Dr. Utkan Kocatürk, Kaynakcalı Atatürk Günlüğü, genişletilmiş son baskısı (1999)
2004
20-Farmakoloji ve Tedavi, İst. Üniv. A.T.F. Kitaplığı. Tarih;14.02.1956,no:9047,İst.Akgün
mat.1955
21-İç Hastalıkları Semptomatoloji ve tedavi, cilt;2–3 Baskı, Ank.1947
22-Journal Of Hepatogy-Milestones ın liver Dısease (Hepotoloji Dergisi, Karaciğer hastalığında
dönüm Noktaları) Yıl; 2002
23-Toksiloji Dergisi, Ocak–2004,cilt:2,Sayı;1
24-Martindale-The complete Drug,32.Baskı
25-Dr. Oğuz Canay, Tıbbi Farmakoloji, İlaç
tanıtımı-İlaç İndeksi,1982–1983,Gözlem
mat. İst.
26-Hasan Cem, Dünya ve Türkiye’de Masonluk, Özdemir. Bas.1976
27-Cemal Kutay, Atatürk’ün son günleri, iklim. Yay.2005
28-Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi,
Nur. Yay. Ank.
29-Dr.Ali Nejat Ölçen, Osmanlı Meclisi Mebusanda İttihat ve
Terakki Zorbalığı ve Siyasal İşkenceler.
Ayça yay.1982
30-Behzat Şaşal, Atatürk’ü tanımak ve anlamak, Anayurt gaz. Ank.2004
31-Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Atatürk-din ve din Adamları,
Türkiye Diyanet Vakfı yay.2003.Ank.
32-Söylev (Nutuk)-1–2,Türk Dil Kurumu yay.3-Dr. Mehmet Göbelez,
Gıdalarımız ve Sağlığımız, Özüm yay.
34-Tarih Vakfı-Eylül,2003
35- Doç. Dr. Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, sh. 543, Rehber Yayınları, Ankara, 1990; G.
Scholem, Doenmeh, Encyclopedia Judaica,
VI/150-151
(a.g.e.Sayfa-219-220-221)
A-ATATÜRK’Ü MASONLAR
ZEHİRLEDİ (Sayfa-232)
Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel
Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil
görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır.(Agoni, sf-
ATATÜRK’ÜN DOKTORLARI” Başlıklı yazının,Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı
42-43.sayfalar, ATATÜRK ÖLDÜ MÜ?ÖLDÜRÜLDÜ MÜ? sf-232, 3.paragraf 14 satır)
Prof. Dr.
N.Fissenger, hükümet tarafında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde
bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof. Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte
düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Fissenger ayrı
teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı
görüşteymişçesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin
yeriyle de ilgisi vardı. ( Agoni,sf-a.g.e.sf-232, 3.paragraf 14 satır)
B- SARI LİDER’İ ÖLDÜRME
KARARI ALINIYOR ( Sayfa-233-234)
“O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle
kaldırılacaktır. (Agoni sf-165,a.g.e. sf.233,4-5. satırlar)
Mefkuremize imha edici darbe
vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” (Agoni sf-164,a.g.e.
sf-233,5-6.satırlar)
Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager
Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya
korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi
baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya
garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı.
(Agoni,sf-167-168,a.g.e.sf-233,6.paragraftan,13.paragrafa kadar)
Kremlin’den aldığı taahhütlerle
korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra
Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin
“gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı
frenledi. (Agoni,sf.168,a.g.e.sf-233,12.paragraftan, 16. paragrafa)
…Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason
Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı
Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci
Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses
alma cihazıyla takip ediyorlardı. (Agoni,sf 168,a.g.e.sf-233,16.paragraftan
21.paragrafa)
Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk
anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, (Agoni
sf.165,a.g.e.sf-233,22. paragraftan 23. paragrafa)
doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün
ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden,(Agoni
sf,166,a.g.e.sf-233,23.paragrafdan24’e kadar olan kısım)
Kremlin’in istediği ‘esrarengiz
ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk.(Agoni
sf-166,a.g.e.sf-233,25. satırdan , 26. satıra kadar)
Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan
sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun
etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu
çemberin içine girip hayatını bize teslim etti.
(Agoni,sf-166,a.g.e.sf-233,26.paragraftan,30.paragrafa kadar olan kısım)
1937 yılı ortalarında, ismini
açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi
sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği
tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman
zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı
tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” (Agoni
sf-166,a.g.e.sf-233-234,233.sayfanın 30.satırından,36. satırına kadar olan
kısım)
“Filistin Siyon kolonilerini
meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık.Bundan sonra yapılması
elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap
etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane
çalıştılar.Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in
hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de;
Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve
selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife
vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” ( Agoni sf-167,
a.g.e.sf-234,8.paragraftan, 18. paragrafa kadar olan kısım)
C-ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN
TEŞHİS VE UYGULANAN TEDAVİ (Sayfa-234-235-236)
Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk
teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. (
Agoni sf-82,a.g.e.sf-234,2.paragraf,5-6. satırlar)
“Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama
kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. (Agoni
sf-86,a.g.e.sf-234,2.paragraf,10-11satırlar)
Hatta böyle karıncalardan
bulunduğu tespit edildi. (Agoni sf-87,a.g.e.sf-234-235,234. sayfanın
2.paragrafı 13.satırı,235.sayfa ilk satır.)
Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da
olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık
Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı,
Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi. (Agoni
sf-86-87,a.g.e.sf-235 satır başı,1-5 satırlar)
Doktor ve diğer sıhhı personelden
oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur
“evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı.İlgili
mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle
beslendiklerini söylemişlerdi. (Agoni sf87,a.g.e.sf-235,1.paragraf,5-10
satırlara kadar olan kısım)
Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr.
Belger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu
duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. (Agoni
sf-83,a.g.e.sf-235,1.paragraf,10-12.paragrafa kadar olan kısım)
Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme
planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar
Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen
hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan
doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak
kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani
alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet
Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra
kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu.
Dr. Asım Arar ise, Dünya
Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer
kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere
söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını
söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği
türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için
güç olduğunu söylüyordu. (Agoni sf-67-68,a.g.e.sf,235,1.paragraf,23.
satırdan,31.satıra kadar)
Atatürk’e çiğyemiş kürü
uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, (Agoni sf-97,a.g.e. sf-235,1.
paragraf 33-34 satırlar)
ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr.
Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. (Agoni
sf-97,a.g.e.sf-235-236,235. sayfanın son satırı,236.sayfanın ilk satırı)
D-ZEHİRLENDİĞİNİ ANLAMIŞTI
(Sayfa-236)
Atatürk, Afet İnan’a yazdığı
mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış
görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim
reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”
(Agoni.sf-85,a.g.e.sf-236, 1.paragraf, 7.satırdan 12.satıra kadar olan bölüm)
F-MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIGI
(Sayfa-236-237)
…20 yaşında geçici bir süre
yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu
hastalığı takip etti. (Agoni-sf-59,a.g.e.sf-236,2.paragraf,2.satır)
Anafartalar Savaşı sonlarında,
1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü… Yıldırım
Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi
gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren
Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek
ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar
sıtmaya yakalandı… 27 Aralık’ta böbrek
ağrıları tekrar başladı. (Agoni-sf-60,a.g.e.236,2. paragraf,2. satırdan
10.satıra kadar olan bölüm)
1921 yılı Nisan’ında sol
yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali
ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi.
(Agoni-sf-61,a.g.e.sf-236,2.paragraf,12 satırdan 15 satıra olan bölüm)
1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti.
Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri
Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından
Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım
ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna
kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı.
(Agoni,sf-62-63,a.g.e.sf-236-237.236. sayfanın 2.paragrafı,15. satırından
başlayıp,237.sayfa1. paragraftan başlayıp 8 satır.)
G-TEDAVİ EDEN DOKTORLAR (Sayfa-237)
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve
Prof. Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli)
doktorlardı. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Sertel,
Prof. Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir),
Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa
Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman
hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık
Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.
Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof. Dr. Von Bergman, Viyana’dan Prof.
Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev
almışlardır. (Agoni sf-35,a.g.e.sf-237)
I-ÖLÜM
SEBEBİ ALKOL (Sayfa-237-238)
birinci raporda ölüm sebebi karın
içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle
ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilirken, ikinci raporda ise
alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir (Agoni
sf-117,a.g.e.sf 237,22-24.satırlar)
…Atatürk’e biopsi de otopsi de
yapılmamıştır. (Agoni sf-117.a.g.e.sf-237,25.satır)
Alkole bağlı siroz olabilmesi
için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği
bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha
sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği
söylenmektedir. (Agoni sf-125,a.g.e.sf-237,25.satırdan, 30. satıra kadar)
Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün
tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal
Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır.
Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma
geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi
ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır.(Agoni
sf-125,a.g.e.sf-237-238,237. sayfanın 33-34. satırları,238.sayfanın da
1-2.satırları)
Sadece 1937 yılında İstanbul
Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir
örnektir. (Agoni sf-122,a.g.e.sf-238,2-4 satıra kadar olan kısım)
ATATÜRK ÖLDÜ MÜ?ÖLDÜRÜLDÜ
MÜ? Kitabı’nın 231. sayfasında; “Aşağıdaki
yazı Atatürk’ün ölümüyle ilgili olarak ilginç bilgiler içermektedir. Bu yazıda
yazanlar bir iddia niteliğinde olup, yazıyla ilgili karar okuyucunun yorumuna
bırakılmıştır” Adı gecen gazetenin 11 Kasım 2004 yılında ek’lerde de
sunduğumuz nüshasında ve diğer basın
yayın organlarıyla bu bilgilerin, Agoni “ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ” yazılamayan
tarih, kitabından bilinmesine rağmen, ATATÜRK ÖLDÜ MÜ?ÖLDÜRÜLDÜ MÜ? Kitabına
alınan bu bilgiler kaynak gösterilmeden ve dipnotsuz yayınlanmıştır. Çünkü bu
11 Kasım 2004 – sayfa 4 de “Atatürk’ün
ölümü ile ilgili Beklenen kitap” başlıklı “Agoni “ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIR
PERDESİ” yazılamayan tarih”
kitabının tanıtım reklamı, anılan sayının üst köşesinde kitap hakkında haber yazılarına yer verilmiştir.
Anayurt gazetesi köşe yazarlarından Hamdi Yılmaz’ın, 10 Kasım 2005 tarihinde
“Atatürk ve Gerçekler” başlıklı yazısında ise bu konuyu teyit etmektedir;
“Gecen yıl Ekim ayının son
günlerinde yazar Ogün Deli, Anayurt’u ziyarete gelmişti.Kitabından bahsetti,
başkasına verilmek üzere yanında bir adet de bulunuyordu. Ayak üstü ne kadar
bakılabilirse o kadar baktığımız kitabı rica ettik elinden aldık. Bir solukta
okuduğumuz kitap Atatürk’ün eceli ile
ölmediğini, bizzat zehirlenerek öldüğünü yazıyordu…..Anayurt. Anayurt tarihinin
en yüksek tirajına o dizinin yayınlandığı günlerde ulaştı.Aradan gecen bir yıla
rağmen hala,Anayurt’un o günkü sayıları istenir sağdan soldan…” (EK;?)
[1] Cemal Granda, a.g.e.sf.193–197
[2] Şehsuvaroğlu, a.g.e.sf.69
[3] Büyük İslam Tarihi, C. 7, sh. 246, Çağ Yayınları, İstanbul, 1990
[5] Sultan II. Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, sh. 76,
Dergâh Yayınları, İstanbul,
1984
[6] Doç. Dr. Abdurrahman Küçük,
Dönmeler Tarihi, sh. 543, Rehber Yayınları,
Ankara, 1990; G. Scholem, Doenmeh, Encyclopedia Judaica, VI/150–151
[7]A. N. Ölçen, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda
Kuvvetler Ayrımı ve Siyasal
İşkenceler, sh. 49, Ankara, 1982
[8] Eski Bahriye Vekili (Deniz
Kuvvetleri Bakanı) Topçu İhsan, Resimli Tarih
Mecmuası, Haziran 1991,
[10] Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, sh.1049–1050, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967
[11] Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle
Rauf Orbay, sh.96–97; Hasan Hüseyin Ceylan,
Büyük Oyun, C. 2, sh. 22–23, Rehber Yayınları, Ankara, 1995
[12] -Ogün Deli, Agoni, sf. 120

