anıtkabirin göz yaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anıtkabirin göz yaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2020 Perşembe

ANTKABİRİN GÖZ YAŞI















                      


                        ANITKABİRİN GÖZYAŞI
                                 OGÜN DELİ
                                   (ORPARS)












İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
Sanal Dünyada  Atatürk
a- Babası Kim?
b-Alkolik Bir Ahlak Düşkünü
c-Vatanı Satmış
d-Arnavut Mu?
e-Belçikanın Küstahlığı…
Şecerenin Doğru Yazılmasına Neden  olan Faktörler
Şeçeresinde  Tezatlar
a-Doğum Tarihi
b-Harbiye Dönemi
c-Akademi Dönemi
d-Kuşkulu Tarihler
e- Gerçek Dışı Savlar ve Takıştırmalar
f-Yanlışlıklar Yumağı
Atatürk’ün Şecere’sinde ki Tezatlar
a-Mustafa Okulda
b-Rapla Çiftliğinde
c-Askeri Okulda
Atatürk’ün  Kardeşleri ve Bir Değerlendirme
Atatürk’ün  Vasiyetnamesi 
Atatürk’ün Naşı Nerede?
Sonuç
Kaynaklar
Ekler
EK-1 Atatürkün Kardeşi  Olduğunu  İddia  Eden Çakır Ailesi
EK-2 Atatürkün Vasiyeti Arkasındaki Mehtilik İddiası
EK DOSYA: Zekeriya Türkmen, Atatürk Araştırma Kurumunun  Dergisi sayı; 32,Cilt; Xl, Temmuz 1995 teki makalesinde, “Mustafa Kemal (Atatürk)'in Yemen'e Tayini ve Bununla ilgili Belgeler”








ÖNSÖZ
    Anıtkabirin Gözyaşı kitabının  ilk baskısı 2008 tarihinde yayınlanmıştır..
    Kendi çabamızla basılan bu eser maalesef kitap raflarına getirilememiştir[1].
   Türk Milleti’nin yetiştirdiği  ve onun kıymetleri arasında asırlar boyu sürecek bir liderin Atatürk’ümüzün üzerinde son yıllarda yapılan  faaliyetlerin dikkat çekiçi iki unsuru çok önemlidir.
    Bunlardan ilki Atatürk’ü hedef gösterip Cumhuriyeti yıkma hedefleri içinde bulunanlar ile yine Atatürk’ü savunma vazifesi içinde bulunanların iyi veya kasıtlı olarak giriştikleri savunma içgüdüsüdür.
   Bu iki ayrı görüşün ortak noktalarda buluşuyor olması da ayrı bir dikkat çekiçi konudur.
    Çünkü Atatürk’ü savunma duygusu ile hareket edenlerin yazıp çizdikleri birçok konuyu araştırmadan incelemeden çalakalem yazarak konuşmalar yapmaları sonucu oluşan yanlışlıklar  cumhuriyet düşmanlarının elinde malzeme olarak kullanılıyor olmasıdır.   Atatürk  bugün korunmaya muhtaç  değildir. Yaptıkları dünya  milletleri tarafından bilinen ve kendini artık kabul ettirmiş büyük bir liderdir.
    Ona saldırarak kendilerine bir yol bulmaya çalışan kişi ve kesimler bu aydınlık insanın ışığında zaten eriyip gitmektedir.
  Asıl Atatürk’ü sevdiğini dile getirenler bunu dilleriyle değil yaşamları ve bilgilerini artırarak  gerçekleştirip cumhuriyet düşmanlarıyla hiç ilgilenmeden yollarına devam etseler bakın o zaman konu hangi boyuta geçeçektir.
   Dikkat çekilen konu da Atatürk hakkında yazılan eserlerin çokluğu ve bu çokluk içinde yapılan yanlışlıklardır.
     Öncelikle bu yanlışlıkları düzenleyecek ve  belli bir mantık içinde kamuoyuyla paylaşacak olan kurumlar ve yetkin insanlar ülkemizde bulunmakta ve donanımlıdırlar.
    Burada bir eleştiri getirmek istemiyor, yargılamıyorum sadece şunu söylemek istiyorum;
    Bugün üzerinde durdukları kurumlar ve yetkileri taşıyanların bu görevi öncelikle kendilerine bu Yüce Millet tarafından verilmiş bir yetki  ve insani bir vicdani görevdir.
     Kitapta  konuyla alakalı bölümler  parağrafları uzun uzun alınarak  arada yaşanılan yanlışlıkları göstermeye yöneliktir.
    
                                                        Ogün Deli
                                                            (Orpars)



















GİRİŞ

     Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurucusu, Ulu Önder, Şehit Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, hakkında ve Cumhuriyetimize yönelik saldırılar her  geçen gün bir yenisi eklenerek artmaktadır.
    Yapılan bu saldırıların merkezi ise; Atatürk’ün ailesi ve kendisi yer aldığı gözlenmektedir.
    Türkiye Cumhuriyeti Devlet’ini kuran Yüce Türk  Milleti ve onun ebedi önderi, Mustafa Kemal’e karşı  yapılan bu saldırıların arkasındaki planın iyi tahlil  edilmesi gerekmektedir, yapılan bu saldırılar aslında  Atatürk’ümüzün şahsına ilişkin değil, onun şahsı  kullanılarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun  Yüce Milletine karşı yapılmaktadır.
     Çünkü;  Atatürk  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle şahsı bütünlesmiş iç  içe girmiş dünyadaki tek liderdir.
      Fakat bu saldırıların temelinde yatan ana konuya  indiğimizde, aşağıda vermeye çalışacağımız  örneklerde de görüleceği üzere, Atatürk’ün biyoğrafisinde verilen bilgilerin sağlıklı olmaması bu bilgilerin aktarılmasını yapan yazarların da kendi içlerinde çelişkiye düşmüş olması öncelikle dikkat edilmesi gerekli konuların başında gelmektedir.
     Yaşanılan bu sıkıntıyı dile getiren Sadi Borak şunları söylemektedir;
       “Hazırlamakta olduğum ‘Açıklamalı Atatürk Kronolojisi’ için otuz yıl evvelsinden bu yana Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsü ile ilğili  yüzlerce eseri fişledim.
      Bu fişler kronolojik bir  sıraya girdigi  zaman gördüm ki Ulusal  Kahramanımızın yaşamının çeşitli aşamalarını  oluşturan pek çok olayın tarihleri birbirini tutmaz bir karışıklık içindedir.
      Sadece Harbiye’ye girdiği  1899 tarihi ile Anadolu’ya geçtiği 1919 tarihi arasında geçen 20 yıllık yaşamına eğilecek bir  araştırıcı; karşısına çıkan birbirini tutmaz tarih  rakamları karşısında bunalıp kalacak, içinde bulunduğumuz  yüzyılda yaşamış, özellikle   yaşından sonraki elli yıllık yaşamına tanık olmuş pek çok kişinin hâlâ sag olduğu bir dönemde, vatan kurtarmış bir Ulusal Kahramanın yaşam öyküsünün niçin böylesine birbirini tutmaz bir  kargaşa haline getirilmiş olduğuna şaşacaktır ”  demektedir.    
       Bu bilgilerdeki çelişkiler Cumhuriyetimize karşı  yıkıcı tavırlar içine girmiş olan kesimlerce çok güzel  kullanılmaktadır.
      Bunca saldırıya karşın, Yüce Türk Halkı ile olan  kökleşmiş bağlarını Atatürk’le koparmaya çalışanlar  her denemelerinde yine Yüce Türk Milletini karşısında görmüş ve görmeye de devam edecektir. 
     Yüce Türk Milletinin Dincisinden, dinsizine ya da  diğer felsefik fikir sahibi olan kesimlerle temelde hiç  bir problemi yoktur.
      Problem bir avuç gaflet sahibinin kendine çıkar temin etmesinden öte değildir.
     Yada şöyle dersek; Ülkemizde  Atatürkçü  olduğunu söyleyenler ne kadar  Atatürkçü  ise  yine bu ülkede  “Ben Müslümanım” diyenlerde o kadar Müslüman’dır.
     Bunların birbirlerinden hiç bir farkları yoktur. Aşağıda okuyacağınız belgeler sadece bir milletin kaderi değil o kaderi yönlendirenlerin ne kadar alçakça saldırılarla karşılaştıklarının delilidir.
     Ayrıca aydınlarında ne kadar namuslu ve cesaret sahibi olmaları gerektiğini vurgulamak için iyi birer örnek teşkil etmektedir.
     Atatürk hakkında yapılan saldırıların başında ailesi ve şeceresine ilişkin bilgiler ilk göze çarpanlardandır. “Atatürk Nasıl Öldürüldü?” Kitabımızda konuya  ilişkin bir giriş yapmıştık.
     Doğal olarak her  fikrin  kabul edeni olduğu gibi karşı çıkanı da olaçaktır. Bunun aksini düşünmek yanlış olur.
      Bizim buradaki amacımız Yüce Türk Halkının bu aktarılan bilgiler  karşısında iyi tahlil etmesi ve çevresinde yaşananları  sağlıklı bir şekilde gözlemlemesidir.
     Bunlara ilave olarak hangi sıfat veya akademik kariyer sahibi olursa olsun öncelikle şahsım olmak  üzere tüm yazı yazan kalemlerin tek tek sorgulanması ve gerekli eleştirilerini vicdanlarında yapmaları gerekir.
     Birde bu kitapları yazanların hangi görüş ve fikirde olurlarsa olsunlar, kimler oldukları, isimleri, kimlikleri sorgulanmaya muhtaçtır.
     Bilgi aktarımını yaparken karşımıza çıkan metinleri ne kadar dikkatli okumamız gerektigi vurgulamasının yapılabilmesi için bazı metinleri uzunca aldım. 
     Bunun sebebi de okuduklarımızı aslında yeteri kadar denetlemediğimiz, sorgulamadığımız gerçeği ile  birlikte bize bu bilgileri aktaran hangi sıfat ve akademik kariyer sahibi olursa olsun nasıl yanlışlar yaptıklarının ortaya çıkmasını sağlamaya yöneliktir.
      Tabii ki o kadar çok metin var ki, hepsini buraya  aktarmamız mümkün değil, sadece konunun öneminin kavranması için birkaç örneği buraya taşıdık bunun genellemesini okuyucu kendisi yapacaktır.
       













SANAL    DÜNYADA    ATATÜRK

    Günlük hayatımızın bir parçası haline giren  neredeyse tüm iletişim hizmetlerimizi üzerinde sağladığımız Internet, her türlü materyali bize  sunmaktadır.
     Bu oldukça güzel, yıllarca halkında  gerçekleri bir şekilde göz ardı etmeye çalışan, bazı  çevrelerin, kurum ve sahışların sözcülügünü yapan  basın kuruluşlarına karşı alternatif doğmuştur. 
     Bu gün basına yansıtılmayan birçok konuyu burada  yoğun bir şekilde  görmek insanlarımızın  burada anında yorumlarını izlemek fikir dünyamızın  zenginleşmesine ve yeni açılımlar sağlamamıza olanak ve fırsat tanımaktadır.
      Yeryüzünde yaratılmış her şeyin, ne kadar faydası varsa, o oranda da zararı olduğu düşüncesinden yola  çıkarak, İnternetin de faydası yanında doğal olarak zararları da ortaya çıkmaktadır. 
      Asıl doğru olan bu mucizevî cihazın, ne amaçla, kimler tarafından  nasıl kullanıldığıdır. 
     Her ne kadar kanuni önlemler alınmış ya da  alınmaya çalısıyor olunsa da burada bu ortamda  engellenmesi oldukça güçtür.
      Günümüzde bunun örneklerini sıklıkla  yaşamaktayız. Internet üzerinden Atatürk’e hakaret içeren  haberlerin toplandığı bir haber portalının dokümanları bulunuyor, burayı tuşladıgınızda bu haberlerin  birçoğuna ulaşmanız mümkün.
    Bu da bir kısmı zaman  zaman basında da izledigimiz gibi değişik adreslerden  girişler yapılarak saldırılar yapıldığı karşımıza çıkmaktadır.
     Son günlerde ya da yıllarda artış gösteren bu  saldırıların arkasında, Yüce Türk Milleti’nin, bilinçli olarak tepkisi ölçülmektedir.
     Bu saldırıların karşısında  yapılacak bilinçsiz, olur olmaz tepkiler, bir süre sonra, Atatürk hakkında yapılacak her hangi bir kanun  teklifininin değişikliğinde, halkımız tepki veremez bir  topluluk haline getirilmeye yöneliktir.
    Yoksa bu  saldırılarda bulunanlarda emin olun yaptıkları ve  yazdıklarının doğru olmadıgını en az bizim kadar biliyorlar.   
     Sorun bu konuda yıllarca kendine gelir kaynağı ve  makam hesapları içinde olanların hesapsız ve  düşüncesizce yaptıkları çıkışlardır.
    Günümüzde Atatürk’ün fikir dünyasının karanlıkta  kalmasına yol açmış, haksız yere eleştirilere zemin hazırlamışlardır. Bu zemini hazırlayanların ise, açık ve seçik bir  şekilde emperyalist güçlerin ve dış istihbaratların güdümünde olan yazar ve çizerler olduğunu görmek bizi şaşırtmamalıdır.
      Atatürk’e yapılan saldırıların genelde bize yansıyan ağırlıklı kısmı, Yunanistan basınından olduğu izlenmekte.
     Dünya’da kimse kimseyi zorla sevmek zorunda  degildir. Maalesef ülkemizde yıllarca aktarılan  bilgilerin eksikliği, yanlış anlatım, bazen de  zorlamalarla, Atatürk’ümüzün halkın içinden alınarak  bir zümrenin adamıymış gibi gösterenler, Atatürk ile  ülkemizde ki bir kısım vatandaşlarımızın arasında  duvar örmüşlerdir.
      Bu duvar bilmem kasıtlı ya da kasıt dışı olsun  ülkemizde hala süre gelen problemlerin çözümünde bir engel teşkil etmektedir.
    Önce şunu bilmek gerekiyor; Ülkemizde birlik ve beraberlik istiyorsak, Atatürk’ün koymuş olduğu  ilke ve prensipleri tarafsız ve doğru bir şekilde tahlil  etmeli ve halkımıza da bunu doğru bir şekilde yansıtmalıyız.
     Kendi siyasi yada felsefik fikirlerimizi baz alarak tanımlamaya çalışacağımız Atatürk tipini abartısızca söylemek mümkünse her kesim içinde oluşturmak  mümkündür. 
     İşte bu tarafsızlık ilkesine yöneldiğimizde ve Atatürk’ü olduğu gibi alğılamaya kalkarsak, emin  olun sorun kalmayacaktır.  Bunu da başaracak olan yine bu ülke’nin evlatları olacaktır. 
    Yüce Türk Milleti’ni bir birlik ve beraberliğinin sağlanması, Atatürk’ten ve onu anlamaktan geçer, bunu kabul etmemiz gerektir. 
      Bunu da başarmamız çok zor değil. Her kim olursa olsun bu ülkenin çıkarlarına ters hareket yapıyorsa  önce kendi içimizden dışlamalı ve onların sözcülüklerini kabul etmemeliyiz.  Bu kadar basit. 
     Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatına ilişkin kronolojik bilgilerdeki sorun, bu tür asılsız ve bilgisizce saldırıların önünü açmaktadır.
      İşte bu asılsız saldırıların en yaygın olanlarından biri Türk ve Dünya kamuoyu tarafından da Atatürk’e saldırılarda bulunan kesim ve şahıslarında ellerinden “belge” diye bulundurdukları, kullandıkları ailesine yönelik, saçmalık belgesidir.
     Aşağıda okuyacağınız metinlerin öncelikle yorumsuz  konulmasında daha sonra bunlara ilişkin bilgi verilmesinde özel bir neden vardır…
       Bu sebeple, saldırıları tek tek inceleyelim.  Atatürk’ün ailesine  ve şahsına saldırılar  “Kemal Atatürk Babası Bilinmeyen Bir...  Selanik’teki evin kendisine aitliği de belirsizdir”  Diktatör ve Türkiye'nin reformcusu Kemal  Atatürk'ün babası belli değildi.
     “ Kemal'in kisisel ve  yakın dostu Rıza Nur öyle diyordu. (Rıza Nur, İsmet İnönü'yle birlikte Türkiye adına 1923 Lozan Antlaşması'nı imzalamıştır.) Rıza Nur bu gerçeği ortaya çıkardıktan sonra Kemal tarafından sürgün  edildi ve hakkında öldürülme emri verildi.
     Ancak Rıza Nur, Paris'e kaçıp kurtuldu ve anılarını  yayımladı. Hemen ardından Londra'daki bir dergi  tarafından bu anılar İngilizce olarak yayımlanmaya başladıgında, bu dergiye yayımını durdurmazsa bombalanacağı tehditleri (büyük olasılıkla Türk  şövenistler tarafından) gelmeye basladı.
      Rıza Nur'un anıları içinde, Kemal'in askeri eğitim gördügü okul kayıtları var olup burada babası bilinmiyor olarak yer almaktadır. 
     Türkler konunun yok edilerek unutulması amacıyla  bu nüfus kayıtlarını ortadan kaldırdılar. Kemal'in  annesi olan Zübeyde, Selanik'teki gümrük memuru olan ve Türklerce Mustafa'nın resmi babası olarak  gösterilen Ali Rıza'yla ilk evliligini yaptığında küçük bir bebekti. Gerçek babasıyla ilgili iki yorum vardır:
1- Genç Zübeyde'nin ilişki içerisinde olduğu  Yenisehir (Larissa) mutassarıfı Abdus Aga,
2- Kimliği bilinmeyen Selanik'li bir Yahudi dönmesi. (Ayrıca Hronos bir önceki sayısında Kemal'in Yahudi kökeniyle ilgili bilgi vermişti.)  Öldüğünde camiye götürülmemişti.
    Ali Rıza öldügü zaman, Zübeyde, zengin bir aileye sahip bir Türk Paşasıyla evlendi. Bu arada Kemal reşit olduğu zaman Paşa'dan miras istediginde "…" yanıtını almıştır.
     Kemal askeri okuldan mezun olduğunda Manastır'daki bir Yunan kızına âsık oldu. Doğal  olarak bu genç kızın ailesi, kızlarının bir Türk, aynı zamanda bir askerle olan ilişkilerini benimsemedi.
     Araya Manastır metropoliti girerek durumu sultana sikâyet etti ve Kemal, buyrukla Libya çöllerine  sürüldü.
     Kemal'in Yunanlılara ve Ruhban sınıfına hıncı buradan kaynaklanmaktadır.
     Kemal'in 1923–1938 yılları arasındaki Türkiye  diktatörü olarak yapmış olduğu çılgınlıklarla ilgili olarak, New York'ta 1973 yılında gazeteci Noel  Barbier tarafından yayımlanmış olan "The Sultanss" adlı tarih betigini (kitabını) okumanızı öneriyoruz. 
    Kemal’in… Soyuyla ilgili Rıza Nur'un anılarını bulup okumamızın olanağı yoktur. Çünkü bu yayın Türkiye'de yasaklanmıştır. 
     Selanik'te Kemal'in evi olduğu öne sürülen eve gelince, Yunan Devleti'nce Türkiye denen kültürsüz,  vahsi ve doyumsuz canavarın saldırganlıgının bir parça önünün kesilmesi amacıyla iyi komşuluk göstergesi olarak, "Kemal'in (Anadolu'daki Helenizm'i yok eden ) doğduğu ev" denerek bir eski ev verildi. 
     Bu armağan, komşularımız saldırğan ve obur  seslerini yükseltmesinler, diye verildi. (Bununla Atina'daki hıyarlar, Sekspir'in Otello adlı eserinde  "Lanetli Irk" olarak isimlendirildigi Asya canavarını  durdurabileceklerini sandılar.)  Doğal olarak  o eski  evin gerçekten Kemal'in evi olduğu ya da onunla  herhangi bir ilişkisi olduğu yönünde herhangi bir  gerçek kanıt yoktur.




























a- BABASI   KiM?

     Yukarıda metnini koyduğumuz ve Latin harfleriyle  de yazdığımız "Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi" başlığını taşıyan yazı ile Dr. Rıza Nur'un "Hayat ve  Hatıratım" adlı eserinin üçüncü cildinin 561. sayfasındaki yazı ana hatlarıyla birbirini tutmakta ve  teyit eder mahiyettedir.
      İlaveten şunu da söylemek gerekir: Fransız  bakanlarından Hedyo Paris'te Türkiye üzerine verdigi  ve "Conferencio" dergisinde yayınlanan  konuşmasında Mustafa Kemal'in babasının meçhul  olduğunu söylemiştir.
      Ayrıca, Mustafa Kemal'in gayr-i meşru olarak  dünyaya geldiği ve bu hususta Yunanistan'da bir  mahkeme kararı bulunduğu, güvenilir kişiler  tarafından kulaktan kulağa söylenmekte ve dolaşmaktadır.
     Bütün bunlara rağmen; araştırma ve incelemeciler,  tarihçiler, ilgililer araştırmalarını yapsınlar, sorsunlar, soruştursunlar; sahte ve yanlış bilgi ve belgeler varsa  kanıtlı bir şekilde ortaya koysunlar.
      Çünkü gaye ve maksat, şahıs ve şahsiyet değil, gerçeklerin ortaya çıkmasıdır, tarihî gerçeklerin tam ve aslına uyğun olarak yeni nesillere ulaştırılmasıdır… Türkiye sınırları içinde olmasa bile dünya neşriyatında kendini göstermektedir.
     Avrupa  memleketlerinde Mustafa Kemal'in bir İngiliz casusu  olduğu, Türk-Yunan savaşının sadece bir muvazaadan  (anlaşmalı dövüşten) ibaret olduğu, Yunan  askerlerinin İzmir’e çıkışlarının, İngilizlere Mustafa  Kemal tarafından telkin ve ilham edildiği, bütün  bunların da Türkiye'yi kesin şekilde İslam dünyasının  liderliğinden indirmek amacına yönelik olarak  planladığı anlatılmakta, hatta bu kabil kitapları okuyanlar Türkiye'ye geldiklerinde eş ve dostlarına gizlice aktarmaktadırlar…
      "Selanik'te Rıza Efendi adında gümrük kolcusu  birinin üvey oğlu Mustafa Kemal Harbiye Mektebi'ne geliyor. Mustafa Kemal'in babası hakkında çok  rivayet var;
     Kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar’dır diyor. Güya anası bunların metresi imiş". Yeni çıkan "20. Asır Larousse" Pomak’tır diyor. İhtiyar Tesalya'ların rivayeti şudur:
      Mustafa Kemal'in anası Selanik’te… İmiş.  Yenişehir Tirnova'sından  ve  oranın ileri gelen kabadayılarından Abdoş Ağa Selanik'e gelir, bu kadını  görür, alır götürür. Orada… Mustafa Kemal doğar. Mustafa beş yaşlarında iken Abdoş ölmüş, anası oğlu ile Selanik'e gelmiş.
    12 yaşında iken Mustafa, Tirnova'ya gidip miras  istemiş ise de… Söylemişler, geri göndermişler. Mustafa, askeri okula girmiş. Anası gümrük kolcusu  Ali Rıza ile evlenmiş.    
     …Demek Mustafa Kemal… Degilse bile babası malûm değildir.  Benim araştırmama göre onun Rıza  adında gümrük kolcusu bir üvey babası olduğu kesindir.
      Mustafa Kemal babasından kendisi bahsetmediği  gibi diger birinin bahsettigini işitirse ona düşman olur. Buna dair bir sürü olay vardır.”
      Bu belge ve türleri  Türkiye´de çesitli kitap ve gazetelerde yerini aldı. "Abdoş” hikâyesi, ilk defa Yakın Tarih Ansiklopedisinde Mustafa Kaplan imzasıyla nesredilen "Abdos Aga" ile ilgili yazılar  mahkemelerde dava konusu oldu.
      Bu belgelerde Atatürk´ün annesinin genelevden çıktığı ve Atatürk´ün gayri meşru olduğu ileri  sürülüyordu. 
     Hürriyet 21 Ocak 1990´da "Atatürk´ün gayri meşru doğduğunu iddia eden… Çirkin tezgâhın belgeleri"  başlığı altında bu meseleyi kamuoyuna duyurdu. 
     Selanik´de bir mahkemenin verdigi kararın metni  Osmanlıca olarak gazetenin haberinde basıldı.
     Bu metni bir memur Milli Eğitim Bakanlığında  fotokopi ile çogaltırken yakalanmıştı. Mesele sonradan örtbas edildi.
     Burhan Bozgeyik´in "Türkiye  üzerine oynanan oyunlar" kitabında da bu belge tam metin Türkçe olarak basıldı.
     Devam edelim, Diğer bir saldırı da Atatürk’ün Son  derece yüksek oranda alkol içtiği yönünde olmuştur.
     Bu konuyla ilgili olarak Atatürk’ün siyasi bir suikast  sonucu öldürüldüğünü anlattığım “Agoni” (Atatürk Nasıl Öldürüldü? 2 ) ve “Atatürk Nasıl Öldürüldü ?” kitaplarımda da bahsetmiştim.
    Atatürk’ün alkolle olan hikâyesi o kadar  abartılmıştır ki onun vefat raporuna  bile girerek ölüm  sebebi olarak gösterilmiştir.
    Bu son derece yanlış ve abartılı olduğunu bu iki  eserimizde belgeleriyle ortaya koymuştuk. 
     Tekrar bu konuyu teferruatlı almaya gerek duymadan sadece saldırının başka bir açısını ortaya koymak yönünde belgeyi aldım.























b-ALKOLİK BİR AHLAK  ŞKÜNÜ

     “M. Kemal sarhoştur. Genç yaştan beri içki   içmektedir. Bu sarhoşluğunu birçok yabancı devlet  adamları ve gazeteciler de kaleme almışlardır. 
     Bunlardan birisi Armstrong adında bir gazetecidir. Armstrong'un Atatürk'ün içki sofralarını anlatan bir  kitabı memlekete sokulmuyor. 
    Atatürk kitabı okuttuktan sonra kendi ağzıyla şunları  söylüyor;
     "Bunun ithalini men etmekle hükümet hataya düşmüş…" Müslüman milletin gözü önünde içkinin kötülüğünü ve haramlığını bir kenara iterek büyük bir iş yapıyormuş gibi kadeh kaldıran bir lideri tarih ender kaydeder.
      Çünkü bir baba bile çocuğunun gözü önünde içki içmekten hayâ eder.  Ama bu sarhoş, bunu zevkle yapmıştır.
     Mahmud Esat Bozkurt anlatıyor: "Bir akşam, birden Saray'dan kalkarak Gülhane Parkı'nda Halk Parti'sinin verdigi bir açık hava toplantısına gittigimiz zaman orada toplanan on binlerce insana harf inkılâbını müjdelemiş ve bu esnada ayağa kalkarak millete  hitaben:
    ‘Arkadaşlarım! Bu elimdeki rakıyı evvelce padişahlar da halifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında, dört duvar arasında içiyorlardı. Ben ise aziz milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum!' diye kadehini kaldırdığı zaman, halkın alkış tufanı  arasında Sarayburnu dakikalarca çınlamıştı.’
       Bu hususta Sevket Süreyya Aydemir şunları söyler:
     ‘Atatürk normal zamanlarda, geceleri yaşardı. Sofrayı, sohbeti, içmeyi elbette ki severdi.  Etrafındakilerin içmelerini de isterdi.
      İçkiye çok genç yaşlarında alışmıştı. Suriye'deki sürgün yıllarında ise  içki hemen hemen tek tesellisi gibiydi.’ Aydemir devamla: ‘Ama Selanik'te rıhtım  gazinolarında, sokak meyhanelerine gidilemeyen, gelecek maaşları Yahudi sarraflara kırdırmak suretiyle para tedarik edilemeyen, meyhanenin veresiyeyi kestiği günler de olmuştur.’ demektedir.
    Dr. Rıza Nur da bu hususta şunları söyler: ‘Müthiş bir ayyaştır. Her gece sabaha kadar içer, körkütük olur. Bütün ömrü öyledir. Gençligi de böyle  içki ve fuhuş ile geçmiştir. Reculiyeti yoktur, fakat şehvete pek düşkündür…’
    ... Bir Agustos gecesinde yemek dönüşü, Çankaya´nın kapısında genç  askerlerle konuşurken  Latife, üst katın balkonunda göründü. Ateş  püskürüyordu:
      ‘Kemal! Buraya gel! Mahalle arkadaşlarınla  yarenlik bitti, şimdi askerlerle mi içli dışlı oluyorsun? Buraya gel diyorum!’   Gazi sustu, Latife sustu. Her şey sustu. Paşa  öfkesinden mosmor kesilmişti...’        
    ...Anlaşıldığına göre boşanma vak´asından iki-üç  gün evvel, Latife, kardesi İsmail ile haremi Süreyya  Paşanın kızı Melahat Ankara´ya gitmişlerdi.
     Çankaya´da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal´in yanında kâtip sıfatıyla Halit Ziya´nin oğlu Vedad vardı. Güzel tüysüz bir çocuk.
     ..İsmet, sabahleyin erken Heyet-i Vekile´yi toplamış. Talaka karar vermişler (!) Latife´yi İsmet alıp, trene koymus. Trende teselli etmek istemiş.
    Latife ona; “Sus, sus!“ İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen ona bir gün dalkavukluk  etme …”  demiştir.
     Zsa Zsa Gabor; 1936 yılında Macaristan güzellik kraliçesi anlatıyor;
    “Açılan büyük bir kapının ardından içeriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Mermer taşla döşenmiş yoldan geçerek bahçe içindeki eve doğru yöneldim. Çok büyük bir zeytin ağacı evin girişini gölgeliyordu.
    Hipnotize olmuştum. Üst kata çıktım. Atatürk, el işlemesi geniş bir gürgen koltuğa oturmuştu, arkası bana dönüktü.  Yanındaki masa üzerinde duran nargilesini içiyordu... Kemal Atatürk, Tanrı'nın insanlığa ender gönderdigi bir kurtarıcı, politika ustası ve korkusuz bir savasçıydı.
      O, yarı insan, yarı Tanrı'ydı. Atatürk ile beraberliğimin bundan sonrasını ilk defa    açıklıyorum…"
































c-VATANI SATMIŞ

      Diğer bir saldırı da vatanı satmıştır. Bunu diyen insanlar gerçekten ya çok bilgisiz ya da ar niyetli insanlardır.
    Gelin metni okuyalım;
     “Atatürk'ün ölüm döşeğinde, üzerinde en fazla düşündüğü mesele; kendisinden sonra proğramını uygulayabilecek birisini bulup yerine geçirip geçiremeyecegi hususuydu.
   Bunun için zamanın İngiliz büyükelçisi Sir Perey Loraine'i İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı'na çağırdı.
    İkisi arasında geçen konuşmalar yaklaşık olarak otuz (30) sene gizli kaldı.
     Gizli konuşmalar ilk olarak Piers Dixon'un babası (Sir Perey Loraine) hakkında hazırladıgı "Double Diplomat" (Çifte Diplomat) isimli kitabında yer aldı ve daha sonra da "Hute-HissonYayınevi" tarafından yayınlandı.
     Piers Dixon'un dökümanları arasında; Sir Perey Loraine tarafından zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Halifax'a gönderilmiş bir telgraf da vardı.
     Telgraf, İngiliz tarihinin en önemli belgelerinden birisi idi. Loraine, ölüm döşeginde olan diktatörle yaptığı bu mülâkatı çok enteresan olarak nitelendiriyordu.
      Bu belgede Loraine, Lord Halifax'a  şunları yazıyordu:"... Huzuruna  vardığımda  ekselanslarını yastıklara yaslanmış vaziyette, iki doktorla, hemşirenin tedavisi altında gördüm.
     Ben girdiğimde, Başkan, hizmetinde bulunanların ve hemşirelerin dışarı çıkmalarını istedi ve ihtiyaç anında kendilerini çagırabileceğini söyledi.
      Ondan sonra, ekselansları benimle yavaş-yavaş ,fakat dikkatlice konuşmaya başladı.
    Beni, hiç bir zaman bana layık olmayan makamda görmek istemedigini, "Beni daima en layık makamlarda görmek istediğini" ve beni buraya onun için çağırdıgını söyledi. Hakkımda  arzuladıklarını gerçeklestirmem için çok ricada bulundu. Kendisine müspet bir cevap vermemi istiyordu.
    Şüphesiz ben geçmişte onunla bir arada çok bulundum ve çok mülâkatlar yaptım.  Ama bu, son mülâkatım olabilirdi. O uzun ve maceralı hayatı boyunca beraber çalıştığı arkadaşlarından bir çoğunu
(kendinden uzaklaştırarak) kaybetmiş ve yapılan tavsiyelerin bir çoğunu da reddetmişti.
      Sadece benim dostluğuma ve nasihatlerime güveniyor ve bu dostluğun pekişmesine ehemmiyet veriyordu.
    Ben sanki "Türkiye'nin başbakanıymışım" gibi benimle, çok sade ve serbest bir şekilde meşveret ediyordu.
     Onun bir başkan olarak ölümünden önce, kendi makamı için birisini takdim etme salahiyeti vardı.
   Onun en büyük arzusu kendisinden sonra "Türkiye'nin Başkanı" olarak onun vazifesini üzerime almam idi.
     Teklifi karşısında benim nasıl bir cevap vereceğimi bir an önce öğrenmeyi istiyordu.
    Düşünceli bir sessizlikle geçen bir anlık bekleyişten sonra ekselanslarına;
     "Bütün istek ve duygularımı kelimelerle anlatmaya yetkili değilim!" şeklinde cevap verdim.
       Gerçekten o anda çok şaşırmış  bir şekilde düşünüyordum.
     Hatırladığım kadarıyla yapmış olduğum mülâkatların hiç birisinde bu kadar derin düşünecek derecede bir mülâkatla karsılaşmamıştım.
      Ekselansları yaptığı bu teklif ile sadece benzeri görülmemiş bir ikramda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda majestelerinin (İngiliz Kralı'nın) hükümetine olan bağlılığını da izhar ediyordu.
       Ekselansları benim ömrümün büyük bir kısmını majestenin hükümetinin hizmetinde geçirmiş olduğumu biliyordu. Ben hâlihazırdaki isimde bir kaç sene daha çalışmayı ümit ediyordum.
     Ekselansları ise, şimdi benden kesin bir cevap istemekteydi. Kendilerine şu cevabı verdim:
      "İdarî işleri iyi yapıp yapamayacağımdan şüphe ediyorum. Türkiye'nin Cumhurbaşkanlıgı’nı yüklenmek mesuliyeti ile İngiltere Büyükelçiliği arasında çok büyük fark vardır.
     Tecrübe ve kabiliyetlerimin, ancak elimdeki işi yürütmek için aranan imtiyazlar olduğunu biliyor; bunun için kesin bir şekilde ve üzülerek teklifinizi kabul edemediğimi bildiriyorum!
     "Ben konuşmamı bitirdikten sonra ekselansları çok heyecanlandı ve yatağına tekrar gömüldü, hizmetinde bulunan hemşireleri çağırdı (ve derin bir uykuya daldı).
      Ekselansları ikinci defa konuşmaya baslayabildiginde kendisine bildirdiğim kararda etkili olan hususları idrak ettiğini söyledi.
    Durumu henüz verdiğim cevaptan çok üzüldüğünü söyleyebilecek kadar iyi idi.
     Benden başka bir cevap alamayacağını anlayınca "Başkanlık" için İsmet İnönü’yü tavsiye etti.
     Atatürk sonra dirseklerine dayanarak doğrulmaya çalıştı ve ellerimi sıktı, gelecekte de Britanya ve Türkiye ilişkilerinde faal roller oynayacağımı belirterek tesekkür etti ve kendinden tekrar geçti.
     Bu teklifi reddedişimin isabetli bir karar olduğunu düşünüyorum.  Eğer yapmış olduğum tesebbüslere dair ekselanslarından tevilli bir mesaj alabilirsem çok müteşekkir ve mesrur olurum. Lütfen Kral'a da bildiriniz!" sözleriyle de Martin Gilbert böyle demekte.
      Bu saldırıya ilişkin bilgiler aktardığım “ Ankara Nerede Biter?” kitabıma bakmanızı tavsiye ederim.
     Vatan aşkı ile yanmış bir lider için belki de yapılabilecek en büyük saldırı bu olsa gerektir.





d-ARNAVUT MU?

     “Türklerin Atası Atatürk, Saf Kan Arnavut çıktı. Atatürk’ün Babası Albanye (Arnavutluk) un "Diber" yakınlarında bir köyde doğmuş.
     Osmanlı Balkanlardayken yerli halkları bir taraftan İslamlaştırmış diğer taraftan da asker ve memur olarak devlete hizmet için kullanmış.
   Atatürk’ün Babası Osmanlı tarafından Selanik’e görevli Memur olarak gönderiliyor.
    Yani, Selanik’le bağları memurluktanmış. Atatürk saf kan bir Arnavut” denilmekte.
    Yukarıda anlattıklarımıza bir yenisi de olayın ne kadar iğrenç bir hal aldığını adeta bağırır.

e-BELÇİKANIN KÜSTAHLIĞI…

Belçika’daki eğitim bakanlığınca hazırlanıp dağıtılan  kitapçıkta tarihin en… Arasına Atatürk’ü koydu!”
     Belçika'dan rezil yakıştırma -28 Mart 2007 gazete haberinde “Belçika, Atatürk'ü tarihin mühim… Ve… Şahsiyetleri arasında saydı.
      Belçika'nın Valon Bölgesi Eğitim Bakanlığı'nca hazırlanarak okulların tamamında dağıtılan bir kitapçıkta Atatürk'e edepsiz yakıştırmalarda bulunuldu.
    'Homofobie (escinsellik karsıtlığı) ile mücadele' adlı 144 sayfalık kitabın 105.sayfasında 'tarihteki meşhur eşcinseller veya biseksüeller' listesinde Mustafa Kemal Atatürk'ün de isminin yer alması büyük bir rezalet olarak değerlendiriliyor.
    Valon Eğitim Bakanı Marie Arena'nın inisiyatifinde hazırlanarak ilk ve orta dereceli okullardaki tüm ögrencilere dağıtılan kitapçıkla escinselliğin aslında 'kötü' bir şey olmadığı ve tarihte de başarılı olmuş birçok ünlünün eşcinsel olduğunun altı çiziliyor.
     Ülkenin önde gelen gazetelerinden De Standard,konuya ilişkin haberinde modern Türkiye'nin kurucusu Atatürk'ün de listede bulunduğunu ve Belçika'daki Türk  büyükelçiliğinin konudan haberdar olup olmadığının netleşmediğini kaydetti.
     Avrupa'da eşcinselliğin yasal güvence altına alındığı ve eşcinsellere evlenerek çocuk edinebilme hakkının verildiği nadir ülkelerden birisi olan Belçika'da gençlerin çocuk denebilecek yaşta cinsellikle ve dolayısıyla aynı zamanda eşcinsellikle tanıştıkları ifade ediliyor.
     Tarihte meşhur eşcinsel ünlüler listesinde Büyük İskender'den  Sezar'a, Leonardo da Vinci'den 11. Ve 15. yy'da yasayan Katolik Kilisesi'nin ruhani liderleri Papa IX. Benoit ile Papa III. Jules gibi isimler dikkat çekiyor...” denilmekte.
























ŞECERENİN  DOĞRU YAZILMASINA 
   NEDEN  OLAN  FAKTÖRLER

     Yukarıda verdiğimiz metinlerin büyük bir kısmı, Almanya da oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığıyla  meşhur olan “Kara Ses”, Cemalettin Kaplan’ın yayın organı olan “Ümmet Dergisi”nin giriş kapağında “M. KEMAL ÖZEL SAYISI” VE “ İLKKEZ YAYINLANIYOR” başlığıyla verilen haberde bu saldırıların büyük bir kısmı dergide de aynen yayınlanmıştır.
     Daha sonra da bu yazılar Internet üzerinden arama motorlarına yerleştirilmiştir.
     Bu olduğu farz edilen belgenin 1988 yılında Almanya’da yayınlanmasına neden olan sebep neydi?
     Belki de daha önemlisi İslami bir cemaat görüntüsü içinde bulunan insanların İslam dininin bu dini hiç bilmeyenler tarafından bile bilinen en kutsal yanlarından biri olan ölmüş bir insanın arkasından bu şekilde konuşulması hangi din tarafından kabul görür?
     Kaldı ki hayattaki bir insan için atılan bir iftiranın bu dinde ne yeri ne yurdu vardır.
     Bu belgenin yayınlanmasında İnançlı saf dindar insanlar bazı kesimlerce kullanılmışlardır. Bu belge diye ortaya konulan safsataların öncelikle inançlı insanlardan ayrıştırılması gerekmektedir.
      Kaldı ki Osmanlı Harbiyesi kendi içine aldığı subayların kimliklerine ve aile bilgilerine olağanüstü yer vermiştir. Bu bilgiler anlaşılıyor ki artık yayınlanmaya muhtaç bilgilerdir.
      Öyle ki ölmüş bir insanın arkasından kılınan namazın bu ülkedeki insanların en az bilgilisi bilir ki gıyabında bile kılınması yeterlidir.
      Bu konuda, konuyu açanların Müslüman Devletlerin Atatürk’ün gıyabında cenaze namazının kılındığını bilmeleri gerek. Kaldı ki Atatürk’ün cenaze namazı da kılınmıştır.
      Diğer konu ise; hiçbir Müslüman bir şahsın gıyabında ve şahsında onun dinini sorgulayamaz, Onu en iyi bilen Yüce Yaratıcıdır.
      Yaratılanlar, Yaratandan daha mı bilgi sahibidir ki, kimin Müslüman? kimin kafir olacağını bilsin? İslam litarütüründe bunun adı, gıybet ya da iftiradır.  Bunun yanında Atatürk ve Cumhuriyetimizi destekleyen cemaatlerin ve din adamlarının ülkemizde mevcut bulunduğunu unutmamalıyız.
    Bunlardan biri de geçen yıllarda vefat etmiş olan Galip Kuşcudur. Kendisiyle yapmış olduğumuz tüm mülakatlarında çocukluk yıllarında kendisini gördüğü Atatürk’e olan bağlılığı ve samimiyeti içinde anlattıklarını tarihi bir not olarak buraya almayı vicdani bir vazife kabul etmekteyim.

     Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bilgilerde dikkatle takip edildiginde bunların bir safsata oldugu kendiliginden ortaya çıkacaktır.
    Konuyu ele almamızın sebebi, bu saf sataları ciddiye aldığımız, yada bunlara cevap vermek degildir.
     Bu şekilde düşünmek bu elinizde tuttuğunuz metnin ruhuna terstir.
    Burada anlatmaya çalıstığımız, yıllarca Atatürk hakkında yazı yazanların oluşturduğu bilgilerin kendi içlerin de dahi tezat oluşturduğu, oluşan bu tezatlarında bilinçli bir şekilde,  Cumhuriyeti ve Yüce Türk
Halkını yıkmaya yönelik çalışmaların içinde yer alarak, Atatürk’e saldırıyı kolaylaştırmıştır.
      Atatürk’ün ailesine ilişkin saldırıların temelini oluşturan belge diye ortaya koyulan saçmalığı, konunun giriş bölümünde bu belgeyi yayınladığımızdan tekrar etmeye gerek yoktur.
     Metine göre; Mustafa, Abduş isimli birisiyle Zübeyde Hanım’ın oğludur.
     Ancak Zübeyde Abduş'un nikâhlı karısı değildir. Bu yüzden, mahkeme, mirastan pay almak için açtığı davada Abduş'un nikâhlı karısı olmadığı için miras
tan pay alamayacağının saptamıştır.
     Buna göre;
    1- Mustafa (M. Kemal Atatürk) ilk ve tek çocuk değildir. İlerleyen yazılarımızda da görecegiz ki öldükleri söylenen Fatma, Ahmet, Ömer, Naciye ve Makbule Atadan da hayattadır.
     Bu olay gerçek olsa bile Zübeyde'nin kucağında Mustafa diye bir çocukla gelmiş olması olanaksızdır.
      Bu belgeyi öne sürenler   Atatürk'ün ölmüş olduğu söylenen fakat hayatta olan yukarıda isimlerini verdigimiz kardeşlerinden haberleri yoktur.
     İşin garip bir tarafı da ilkokuldan itibaren Atatürk’e ait ögretilen bilgilerin içinde kardeşleri ne ilişkin sadece düne kadar Makbule Atadan bilinendi.
    Son yayınlanan kitapların içerisine de Naciye Hanım eklendi. Fakat Ahmet, Ömer ve Fatma isimleri henüz bu kitapların içinde yoktur. Neden? Bu da sorulması gerekli ciddi bir sorudur.
     2- 1881 yılı Rumi takvimde 1297–1298 yıllarına gelmektedir. Resmi kayıtlardaki yaş hesabında o yaşı doldurmak şart koşulduğuna göre Atatürk'ün 1298 yılında 2 Yaşında olması imkânsızdır.
     3- Ayrıca sözü geçen mahkemeye ilişkin, Atatürkçü  Düşünce Derneginden yapılan,15.04.2005 tarihli açıklamayı şahsımıza sunan dönemin Genel Sekreteri, Gültekin Söylemezoğlu’nun verdiği metninde şunlar vardır;
     “…işin aslında onan mıyacak yanı; Devlet içinde ve Türkiye  B.M.M bünyesinde de bu odakların uzantılarının olduğu kanısı kuvvetlenmektedir.
     Yüce Türk Devleti’nin yurt sever bütün yurttaşlarını, görev ve sorumluluk  taşıyanlarını her zaman ve her vesile ile aydınlatmaya çalışmaktayız…
     23.02 1994 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde Millet Vekilleri Posta Kutularına atılarak dağıtılan; ‘1988 yılında yurt dışında yayınlanmış Ümmet adlı bir yayında, -Atatürk ve annesi Sayın, Zübeyde hanım Efendi- için düzenlenmiş sahte belge fotokopileri tarafımızdan tespit ve haber alınmıştır.’
     Bu belgenin sahteliğini Osmanlı Devleti pul koleksiyonundan karşılaştırılarak tespit etmiş bulunmaktayız. Sahtekârlığın müspet delilleri elimizde mevcuttur…24.02.1994”
     Bu metnin arkasında ise, Sayın Söylemezoğlu’ nun elyazısı ile yazılmış bir not bulunmaktadır. Bu not’ta ise;
“1-Bu duyurumuz Genel Kurmay Başkanlığına da fakslandı. Genel Kurmay Sekreteri tarafından Derneğimize telefonla teşekkür edildi.
2- Osmanlı Devleti adli sisteminde, sahte belge de zikredilen bir mahkemenin olmadığı hususu da sabittir.15.04.2005” denilmektedir.
     Görülüyor ki hiçbir şekilde geçerliligi bulunmayan bu düzmece belgeler, kamuoyunun önüne konularak çıkar çevrelerince kullanılmaya çalışılmıştır.
     Aslında yukarıda da anlattığımız ve saldırı niteliği taşıyan belgelerin içeriklerinin doğruluğu ya dayanlışlığını tartışmadan önce buna ortam ve zemin hazırlayan gerekçe ve sebepleri irdelemek en doğrusudur.
     Sivrisinekleri öldürmekle bitmez. Ançak bu bataklık  temizlendiğinde bunlar bitecektir.



















ŞECERESİNDE TEZATLAR

     Yukarıda Atatürk ve ailesine karşı yapılan bir saldırının sahte belgeleri verildi.
      İşin acı tarafı bu belgeler bu ülkenin Meclisinde elden ele dolaştırıldı.Ulusal basın dahil tüm basın yayın organlarınca işlendi ve kitaplara konu oldu.
      Düşman çizmesi altından kurtarılmış bir ülkenin bütün dünya milletlerince de saygıyla anılmasına vesile olmuş olması bazı gerçeklerin degişmesine neden olmuyor.
     Hatta birçok devlet adamının son günlerine kadar Atatürk’e karşı duyduğu  etkisi tarihe geçmiştir.
    Fakat her nedense ülkemizde Atatürk’e karşı olumlu ve olumsuz içerik taşıyan söylentiler hiç bitmez.
     Yüce Türk Milleti ile Atatürk arasında hiçbir sorun yoktur. Asıl sorun Yüce Türk Milleti ile Atatürk arasında kurulmuş olan köprüleri yıkmak isteyen sözde aydın ve politikacıların olmuş olmasıdır.
    Atatürk’ün şeceresine ilişkin bir yığın bilgi ve kitaplar yazılmıştır. Yazılmaya da devam etmektedir.
     Bir birini takip eden bilgilerde dahi bir birinden farklı kaynak ve bilgilerin veriliyor olması hem okuyucuyu haklı olarak şüphelendirirken diğer taraftan da yukarda verdigimiz hiçbir şekilde doğruluğu tespit edilemeyecek olan belgelerin yayınlanmasına sebep oluşturmaktadır.
   Bu konuya girmeden önce Sayın Sadi Borak’ın da konuyla alakalı yazmış olduğu metnin bazı kısımlarını buraya  almak istiyorum:
     “Atatürk Biyografisi ve Bir Çilenin Öyküsü: Hazırlamakta olduğum “Açıklamalı Atatürk Kronolojisi” için otuz yıl evvelsinden bu yana Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsü ile ilgili yüzlerce eseri fişledim.
    Bu fişler kronolojik bir sıraya girdigi zaman gördüm ki Ulusal Kahramanımızın yaşamının çeşitli aşamalarını oluşturan pek çok olayın tarihleri birbirini tutmaz bir karışıklık içindedir.
     Sadece Harbiye’ye girdiği 1899 tarihi ile Anadolu’ya geçtigi 1919 tarihi arasında geçen 20 yıllık yaşamına eğilecek bir araştırıcı; karşısına çıkan birbirini tutmaz tarih rakamları karsısında bunalıp kalacak, içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşamış, özellikle 7 yaşın dan sonraki elli yıllık yaşamına tanık olmuş pek çok kişinin hâlâ sag olduğu bir dönemde, vatan kurtarmış bir Ulusal Kahramanın yaşam öyküsünün niçin böylesine birbirini tutmaz bir kargaşa haline getirilmiş olduguna şaşacaktır.
      Bir Ulusal Kahraman ki yarbay rütbesiyle katıldıgı Çanakkale Savaşlarındaki başarısı için Aspinal Oglander, Mustafa Kemal’i “Bir Tümen Komutanının üç ayrı yerde tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın ve hatta bir ulusun kaderini degiştirecek yücelikte bir zafer kazandıgı tarihte pek nadirdir” diye övmüştür.
    Bir insan sadece böyle bir başarısıyla da ebedileşir. Mustafa Kemal, daha sonra uçurumun kenarına gelmiş değil, uçurumun içine yuvarlanmış olan yurdunu, göklerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun desteklediği düşmandan kurtarma mucizesini göstermiş, ulusunu, içine tıkanıp kaldığı ilkel ögelerden kurtarmış ve çağdas uygarlığa yöneltmiştir.
     Bu çapta bir insanın biyografisinin böylesine karmakarışık  edildiğinin bir başka örnegine dünyada rastlamak mümkün değildir.
     Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsünün bu gibi gerçek dışı yakıştırmalardan ve tarih karışıklıklarından kurtarılması için devlet ve hükümet ilgilileriyle Atatürk kurumlarını ve “Atatürkçüyüz”diye seslenenleri uyarmak üzere bundan yirmi üç yıl önce, 10 Kasım 1961 tarihli Hür Vatan gazetesinde bir makale ile bu konuya değinmiştim.
     Sandım ki, başta devlet ve hükümet ilgilileri ve Atatürk kurumları ilgilenecek, derhal komisyonlar kurulacak, bu ayıbın giderilmesi için tüm gerekli önlemler alınacak.
       Hatta milletvekillerimiz Mecliste önergeler verecek, Ulusal Kahramanımızın gerçeklere uygun bir biyografisinin düzenlenmesi yolunda atılacak adımları destekleyecektir!
     Ne yazık ki tahminlerim boşa çıktı. Hiçbir makam,hiç bir Atatürk  kurumu en küçük bir ilgi göstermedi. Fakat yirmi üç yıldan bu yana bıkmadan, usanmadan her vesile ile bu konu üzerinde ısrarla durdum.
      Yayınladığım her eserde Millî Kahramanımızın biyografisinin bu karışıklıktan kurtarılmasını diledim.
     Örnegin, Cumhuriyetimizin 50. dönüm yılı vesilesiyle 1973 yılında yayınlanmış olan “Atatürk” eserimin önsözünde, bilemem kaçıncı kez, yine bu konuya şöyle değindim:(...)    
    “Atatürk hakkında yazılmış yüzlerce yapıt biraraya getirilir, karşılaştırılırsa, olayların ve bu olaylarla ilgili tarihlerin birbirini tutmaz bir karışıklık içinde olduğu görülecektir.
     Millî Kahramanımızın biyografisindeki bu karışıklık doğum tarihinden başlayarak yaşamının en önemli dönüm noktalarına varıncaya dek sürüp gider.(...)
     Eline her kalem alan, araştırma geregi duymadan, gerçeklere uyup uymadığını incelemeden niçin çala-kalem bir şeyler karalamıştır?
     Millî Kahramanımızın biyografisi neden hafife alınmıştır? (...) Fransızlar; Nil’de filosunu İngilizlere kaptıran, Akkâ’da Türklere yenilen, Moskova steplerinde ordusunu kaybeden, Vaterlo’da bozguna uğrayan Napolyon’ları için enstitüler kurmuş, yaşamının en önemsiz ayrıntılarını bile aydınlığa kavuşturmak için çaba harcamış, hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır.
    Oysa biz; yenilgi acısı tatmamıs, tutsak bir ulusu egemenlige kavuşturmuş, saltanatı yıkmış, cumhuriyeti kurmuş, bir seri inkılâplarla yaşam yolu açmış dünya tarihinin bu “Üstün Adam”ının gerçek bir biyoğrafisini henüz saptayabilmiş bile değiliz.
      O, hangi millî kahramandır ki biyografisiyle ilgili yapıtlarda yaşamı böylesine bir “rakamlar karğaşalığı”haline getirilmistir! Hangi ulus gösterebilirsiniz ki “büyük” lerinin biyografisini içinden çıkılmaz böyle bir bulmaca haline sokmuş olsun! Bernard’dan geriye doğru yüzyıllar boyu gidiniz, herhangi “ünlünün yaşamına sarılmış böyle bir “karanlık” bulamazsınız.”
     1973’den bu yana da aynı sabırla, aynı inatla her vesileden yararlanarak bu konuya değindim.
    Sadece tarih karışıklıklarına degil, Atatürk’ün yaşamına ters düşen pek çok gerçek dışı neşriyata da dokundum.
    Ne yazık ki ilgili makamlara mektuplarla da başvurusum cevapsız kaldı. Atatürk’ün yaşam öyküsünde yapılmış olan pekçok yanlışlığı bu makalenin hacmine sığdırmak imkânsız. Biz sadece bazı yanlışlıkların ana hatlarına deginmekle yetineceğiz.

a-Doğum Tarihi
      Bilindigi gibi ilk tutarsızlık Atatürk’ün doğum tarihinden başlar.
      Atatürk’ün gerçek doğum tarihi Rumî 1296’dır. Bu tarih Miladî tarihin 1880 ve 1881yıllarını kapsadığı için Millî Kahramanımızın doğum tarihi çeşitli yapıtlarda uzun süre bazen 1880, bazende 1881 olarak yayımlanmıştır.
      Mustafa Kemal’in doğum tarihinin hangi yıla rastladığının saptanabilmesi için -bilindigi gibi- doğduğu ayın belirlenmesinde zorunluluk vardır.
     1296 Rumî yılı 1880’in Mart (13 gün), Nisan, Mayıs, Haziran,Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim ve Kasım aylarının tümünü ve Aralık ayının da 19 gününü kapsamaktadır.
    20 Aralık, Ocak, Şubat ile Mart’ın 12 günü de 1881’i içine almaktadır.
     Yapılan bütün incelemelere ve soruşturmalara karşın Atatürk’ün doğduğu ay, hatta mevsim saptanamamıştır.
      Burada bir başka çelişkiye değinmek istiyoruz: Bilindigi gibi İngiltere Hükümeti, krallarının bir kutlama telgrafı yollamasını sağlamak için Türk Hükümetinden Atatürk’ün doğduğu yıl ve günün bildirilmesini istemiştir.
     Bu isteğe verilen cevap, -gene bilindigi gibi- 19 Mayıs 1881’dir.
     Bunun üzerine 1937 yılında İngiltere Kralı Atatürk’ün doğumunu kutlamış, gerekli cevap da verilmiştir.
      Oysa, 19 Mayıs 1881 Miladî tarihi Atatürk’ün doğum yılı olan 1296 Rumî yılına değil, 1297 Rumî yılına rastlar.
    Bu takvim bilgisi gözden mi kaçmıştır, yoksa bu hataya göz mü yumulmuştur, bilinemez?
      İşin asıl acı yanı, Atatürk’ün hangi ayda veya mevsimde doğmuş olduğunu annesi Zübeyde Hanımdan sağlığında sormak gereğini hiç kimsenin duymamış olmasıdır.

b-Harbiye Dönemi
     Mustafa Kemal, 13 Mart 1899’da Mekteb-i Fünun-i Harbiye-i Şahane’nin birinci sınıfına yazılır. 1900 yılında 2. sınıftadır.
     1901 yılında da Harp Okulunu bitirir. Mustafa Kemal’in Harp Okulunu 1902 yılında bitirdigini yazan resmî, yarı resmî tarihlerin ve kronolojilerin tümü yanlıştır.
     1901 Aralık ayında çıkan İstanbul gazetelerinin tümü Harp Okulunu bitiren öğrencilerin listesini yayımlar. Bu listelerin hepsinde Mustafa Kemal’in adı vardır.

c-Akademi Dönemi
     Mustafa Kemal 1902’de Harp Akademisinin birinci, 1903’te de ikinci sınıfındadır. 1904 yılında önce piyade teğmeni olarak Akademiyi bitirir ve hemen birkaç gün sonra yüzbaşı rütbesiyle kurmay sınıfına ayrılır.
    Atatürk’ün resmî sicili ve Mazlum İskora’nın  “Harp  Akademileri Tarihçesi” dâhil tüm kaynaklar Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihini 11 Ocak 1905 olarak gösterir.
     Bu tarih kesinlikle yanlıştır. Burada çok belirgin bir çeliski de gözden kaçmıştır: Bütün kaynaklar, Mustafa Kemal’in 5 Subat 1905’te 5. Orduya atandıgını yazar. Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihi olarak gösterilen 11 Ocak1905 ile 5 Şubat 1905 tarihi arasında  25 günlük bir boşluk vardır.
    Oysa Mustafa Kemal Akademiyi bitirince bir süre gizli toplantılar yapmış, ihbar edilmiş, tutuklanmış, birkaç ay zabitan  tevkifhanesinde kapalı kalmıştır.
    Yaklaşık üç aydan fazla bir süreyi 25 güne sığdırmanın imkânsızlığı üzerinde hiç durulmamış, bu çeliski dikkati çekmemiştir.
      1 Nisan 1302 (14 Nisan 1904) tarihli İstanbul gazeteleri Mekteb-i Harbiye-i Şahane’den mülazımlıkla mezun olanların listesini verir.
    Listelerde “Mustafa Kemal, Selanik” de vardır. 18 Teşrinievvel 1320 (31 Ekim 1904) tarihli İkdam gazetesi de mezun olanlar arasından yüzbaşılıkla Erkânı harp sınıfına ayrılanların listesini yayımlar.
    Adı geçen gazetenin üçüncü sayfasındaki kurmay sınıfına ayrılanların adları alt alta yazılı olduğu halde Atatürk’ün adı:
“MUSTAFA KEMAL EFENDİ, SELANİK”
    Biçiminde  ve ortalama olarak  yayımlanır. Sanılır ki bu ayrıcalık, gelecekteki bir “Üstün Adam” ı işaret eden ilâhî bir rastlantıdır.
    Sofya Ataşemiliterliğine atanmasının Karmaşık Öyküsü Ulusal Kahramanımızın biyografisindeki tarih rakamları ve içine karıştığı tarihsel olaylarla ilgili olarak gerçek dışı pek çok tutarsızlıklar, yanlış değerlendirmeler, hatta tahrif edilmiş belgelerle gerçeklerin saptırılması halinde sürüp gidecektir.
    Özellikle Sofya Ataşemiliterliğine atanması,sicilinden başlayarak çesitli eserlerde ileri sürülen tarihlerin hiçbirinin birbirini tutmaması, karışıklığı kronik bir hale getirmiştir.
    Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atanmasıyla ilgili olarak 5 ayrı tarih ileri sürülmüştür:  1 Ekim, 2 Ekim, 24 Ekim, 27 Ekim 1913 ve 1 Mart1914...
     Hikmet Bayur tarafından yazılan “Atatürk, Hayatı ve Eseri” adlı kitapta Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atanması 27 Ekim 1913, Sofya’ ya varış tarihi ise 20 Kasım 1913 olarak gösterilmiştir.
    Atatürk’ün yetkili bir kişi tarafından yazılan bu biyografisinde, Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım 1913 tarihi, bizi yine de tatmin etmemektedir.
    Çünkü Milliyet gazetesinde 21 Kasım–6 Aralık 1954 tarihleri arasında yayımlanmış ve sonradan tarafımdan derlenerek kitap haline getirilmiş  olan “Atatürk’ün Özel Mektupları” arasında Mustafa Kemal’in Madam Corinne’e Sofya’dan gönderdigi 3 Teşrinisani 1329 (18 Kasım 1913) tarihini taşıyan mektup, yukarıda anılan eserde Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım tarihi ile çelişki halindedir.

d-Kuşkulu Tarihler
    Atatürk’ün yaşamı ile ilgili kimi olayların –önemsiz  görünse de - üzerindeki sisi henüz kaldırabilmiş değiliz.
    Önemsiz gibi görünen bu gibi tarihlerin, bazı olayların çıkış noktasını bulmak ve ona bağlı olayları aydınlığa kavuşturmak bakımından pek çok yararı vardır.
    Atatürk’ün karşılaştığı ve içine girdigi her eylemin tanığı bulunan çevresindeki yakınlarının anılarını zaman, mekân ve tarih belirtmeden Şark Masalı gibi yazmaları, hatta aynı olayla ilgili anıların birbirini tutmaması ve belgelerinin de bulunmaması, Atatürk’ün biyografisindeki ayrıntıları saptamakta pekçok güçlükle karşılaşmamıza neden olmaktadır.
     Özellikle 13 Kasım 1918 günü Adana’da İstanbul’a geldigi ve İstanbul’dan ayrıldıgı 16 Mayıs 1919 tarihi arasındaki 184 gün içinde yaptığı temaslar, görüşmeler ve eylemleri kesin tarihlere bağlamak (bazı olaylar hariç) mümkün olamamıştır.
     Çünkü kimi yazarların makalelerinde ve kitaplarında; kimi yakınlarının da anlattıkları anılarda ileri sürülen tarih rakamları birbirini tutmuyor.
    Bu yüzden de, Kurtulus Savaşı’nın hazırlık aşamasını oluşturan bu önemli dönemin -günlük gazetelere yansıyanlar hariç- net ve belgelere dayalı bir tablosunu çizmek zorlaşıyor.
    Fakat Atatürk’ün eylemlerini çeşitli kaynaklardan edinilen çelişik tarih rakamlarıyla karmaşık bir halde bırakmamak için olayların akışından ve bazı verilerden yararlanarak gerçek -ya da gerçeğe çok yakın-  tarihleri saptamanın en doğru yol olduğuna inanıyoruz. Uzun yıllardan beri de çabalarımızı buyolda sürdürüyoruz.

e- Gerçek Dışı Savlar ve Takıştırmalar

      Atatürk’ün biyografisine uymayan ve kronolojik bilgilere ters düşen bu rakamlar kargaşasına paralel olarak birçok eserde Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi olmayan ve olaylara ters düşen savlar da ileri sürülmüştür.
    Bu yanlışlıklar kargaşasının en tipik örneklerinden biri, “Milliyet Türk Büyükleri”serisinde çıkan “Atatürk” fasikülüdür.
     Bu biyografinin sadece birkaç paragrafına göz atmak, yapılan feci hataların hangi boyutlara ulaştığını göstermeye yeterlidir. Fasikülde deniliyor ki:
    “... Babası Ali Rıza memurdu. Sonraları kereste ticaretiyle uğraşmıştır. 1888’de öldü. Annesi Zübeyde Hanım…24’te  İzmir’de öldü. Oğlu Mustafa Kemal Atatürk’ten başka bir de kız kardesi vardır. Makbule Atadan... Okula Selanik’te Şemşi Paşa özel okulunda başladı... Küçük Mustafa okumak istiyordu...Selanik’te Mülkiye İdadisine kaydoldu. Eli sopalı Kaymak Hafız diye tanınan ögretmeni yüzünden okulu bıraktı. 1885’te Manastır Askerî İdadisine girmeye muvaffak  oldu....28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na Türkler de katıldı. ... Tekirdag’ında kurulmakta olan 19. Tümen Komutanlığına atandı. İlk zaferini 8 Mayıs 1915 Arıburnu da kazandı...Doguda 16. Kolordu Komutanlığına tayin edilmişti. Silvan’da işe basladı.  6 ve 7 Ağustos 1916’da Ruslardan Muş ve  Bitlis’i geri aldı.
   Bu başarısından sonra önce 16. Kolordu Komutan vekilliğine, daha sonra 7. Yıldırım Ordusu Komutanlığına getirildi.  Bu ordu ile Bagdat’ı  kurtarmayı tasarlıyordu…

f-Yanlışlıklar Yumağı

      Anlaşılıyor ki kulaktan dolma ve gerçeklere uymayan bazı bilgilerle sorumsuzca kaleme alınmış bir biyografi.  Sadece birkaç parağrafından parçalar aldık. Yanlışlıklar belirgin biçimde görülmekle beraber bazılarına değinelim:
a) Ali Rıza Efendi 1888’de değil, resmî bir belgedeki kayda göre 28 Kasım 1893’te ölmüştür.
b) Annesi Zübeyde Hanım 1924 yılında değil, 14   Ocak 1923 Pazar günü  İzmir’de ölmüştür.
c) Atatürk’ün bir tek kız kardeşi değil, Fatma ve Naciye adlarında iki kız kardeşi daha vardı.
d) Önce, 1,5 ay kadar devam ettiği Fatma Molla mahalle mektebine yazdırılmıştır.
e) Daha sonra devam ettiği okulun adı “Şemsi Paşa”değil, “Şemsi Efendi”dir.
f) Şemsi Efendi (sonraları “Fevziye Mektebi” ile birleşmiştir) Okulundan sonra “Selanik Mülkiye İdadisi”ne değil, “Mülkiye  Rüştiyesi”ne girmiştir.
g) Birinci Dünya Harbi’ne katılışımız 28 Temmuz 1914 değil, 11 Kasım 1914’tür.
    Fasikül yazarının gösterdiği tarih Birinci Dünya Harbi’nin başlama tarihidir.
h) Tarihlerimizin hiçbirinde “8 Mayıs Arı burnu  Zaferi” diye bir kayıt yoktur.  Herhalde 25 Nisan zaferinden söz etmek isteniliyor.
i) Garip bir yorumlama: Mustafa Kemal, Doğu da kazandığı zafer üzerine 16. Kolordu’ya vekâleten atanmış! Bir komutanın asaleten görev yaptığı kolordusuyla zafer kazandıktan sonra o kolorduyu vekâleten atanmasının tarihte örneği yoktur.
k) Mustafa Kemal, 16. Kolordu Komutanlığından sonra 7. değil, 2. Ordu Komutanlığı’na vekâleten atanmıştır.
1) Mustafa Kemal, Bağdat’ı kurtarmak için değil, tam tersi, Bağdat üzerine yapılacak bir seferi önlemek için görev kabul etmiştir.
      Atatürk biyografisiyle ilgili yayın araçlarındaki hataların tümüne değinmek, -kalınca bir eser vücuda getirmeyi gerektireceği için- bir makalenin kapsamını çok aşar.
     Yukarıda görüldügü gibi bir broşürün birkaç parağrafından alınan birkaç satırında yapılan hatalara kısaca değinmek bile hayli yer kaplamıştır.
     Araştırmalarımızdan çıkan sonuç şudur ki, gerçeklere ve belgelere dayalı bir “Atatürk Biyografisi” düzenlemek gereklidir.
    Böyle bir girişimin, ivedi görevlerimizin en başında geldigine hiç şüphe yoktur.
     Sadi Borak’ın bu hassas davranısına rağmen yine bir yanlışlık yapıldığını dile getiren Zekeriya Türkmen, Atatürk Araştırma Kurumunun  Dergisinde sayı; 32,Cilt; Xl, Temmuz 1995 teki makalesinde, “Mustafa Kemal (Atatürk)'in Yemen'e Tayini ve Bununla ilgili Belgeler” başlıklı yazısına bakmak gerekmektedir[2]; diyerek, konuyla ilgili sıkıntılı vaziyeti ortaya açık bir dil ve samimiyetiyle koymaktadır.
     Mustafa Kemal Atatürk’ün ailesine ilişkin eser hazırlayanlardan birisini de Burhan Göksel, “Atatürkün soy kütügü üzerine bir çalışma” Kültür Bakanlığı Atatürk dizisi:40, 1994 yılında  yayınlandı Kültür Bakanlıgı tarafından ilk baskısı 1987 yılında 10.000 adet ikinci baskısı da 10.000 adet olarak basılan bu eserde Göksel şecere yazmasına ilişkin şunları söylemekte;
      “…Bana göre; büyük  eksikliğin iki sebebi bulunmaktadır. Bunlardan birisi konuyu aydınlatmaya yarayacak resmi belgelerden yurdumuzda olanların,araştırmacılar için, kolaylıkla incelemeye açık bulunmamasıdır; bunun yanında, Atatürk’ün doğdugu Selanik’teki Osmanlı Nüfus-Tapu ve öteki resmikayıtların Balkan Savaşından sonra Yunanlılarca ele geçirilip, akıbetinin ne olduğunun bilinmemesidir.
       İkincisi de, Atatürk’ün ailesinden olup, halenaramızda yaşayanların da, bu konuda hareketli olmayışıdır.
     Türk çocuğunun, yetişkinlerinin, Atatürk için, adeta birleşik sorusu, “O’nun özel hayatı, kişiliği ve ailesidir.
     Benzer çalışmalar yapan sayın meslektaşlarımın da benimle aynı durumda olduklarına  inanmaktayım.
     Diyerek gözden kaçırılan ya da var olduğu halde yokmuş gibi davranılan bir konuya parmak basıyor.
     Yine bir süre önce;  ikibinden çok ögrencisi bulunan, ilk-Orta-Lise kompleksi olan Ankara’daki bir okulda, okulun bütün sınıflarına ve aynı saatte,özel bir anket uygulamış ve cevaplarını aynı saatlerde alınmıştır.
     Sorumuz; “Atatürk Hakkında Neler Ögrenmek istiyorsunuz?”  idi. Bu ankete alınan bütün cevapları, bir yaz tatilimi kullanarak, bizzat kendim değerlendirdim, tasnif ettim. Netice, çok ilginç olarak tezahür etti.
      Görüldü ki, “Türk  çocuğu, Atatürk’ü, daha ziyade inkılâpları ve olayları yaratan insanın kişiliğini, karakterini, hayatının özelliklerini ve ailesini öğrenmek" arzusundadır.
     Türk çocuğu bu bilgi susuzluğunu gidermek için, adeta çırpınmaktadır.
    Bu soruların cevabını verebilecek kaynağı da, bulamamaktır. Bu arzu, herhangi bir ünlü kişiyi, yakından tanımak isteğine de, benzememektedir.
      Çünkü ankete verilen cevaplara göre, ögrencilere okul dışından, Atatürk hakkında verilen bazı bilgilerin ve kasıtlı söylentilerin doğruluğuna inanmamakta, adeta bunlara isyan etmektedir; ruhi ve fikri bir çırpınmanın içindedir.
    Yine tabiidir ki, birtakımı da, az da olsa,bu yanlış ve kasıtlı söylentilerin etkisinden kurtulamamaktadır.
     Mesela; İbn Sina’mızı, Nasreddin Hoca’mızı, Karagözümüzü, Yunus’umuzu, “Oguznameler” i bırakan Dede Korkud’umuzu, destan kahramanı Köroglu’muzu ve Mimar Sinan’ımızı, “kişilikleri,özel hayatları ve aileleri” ile, ne kadar tanıyabilmekteyiz?
       Bundan ötürüdür ki, ünlü Türk büyüklerinden bazılarının doğum yerleri bazen bir kaç tanedir ve değişik yerlerde mezarlarına rastlarız.
    İste bu neticeler, yukarıda değindigim, “Milli kusurumuz”dan kaynaklanır.”  Demektedir, diyerek sözlerine devam eder.
    “Bu genel tutumumuz, cidden hazindir. Yalnızca, yukarıda adlarını verdigim birkaç Türk Büyüğüne bile, başka ülkelerin insanları sahip çıkabilmektedirler.
     Zaman zaman içimde; “Bir gün,Atatürk’te böyle mi olacaktır?” ürpertisi doğar, adeta! Mesela, Lord Kınross “Atatürk” adlı meşhur eserinde, “Mustafa Kemal”den ısrarla, “Bir Makedon”(yani, Makedonyalı) diye söz eder.”   demekle birlikte yaşadıgı bir olayı örnek olarak verirken şunları söylemektedir;   1953’te, askeri bir misyon üyesi olarak Yugoslavya’da bulunduğumuz sırada, Mareşal Tito tarafından kabul edilmiştik.
    Görüşmemiz sırasında Tito; “Rusya’dan Yugoslavya’ya geçerken, birkaç ay Üsküdar’da gizlendiğini; Türk halkını, çok sevdigini anlattıktan sonra; Atatürk’e olan hayranlığını belirtmiş; ayrıca, “hemşerileri olması” dolayısıyla ondan, bir Balkanlı olarak, iftihar ettiklerini”, ilave etmişti.
     Balkanlar’daki seyahatlerimizde, bu tür Atatürk hayranlığını, özellikle Yugoslavya’da görmek ve O’nu, biraz kendilerinden saymak temayülünü hissetmek, her zaman mümkündür” demekte.
        Göksel kitabındaki sözlerine devamda; 7  kişilik bir heyetin 1949’da  -İslam Ansiklopedisin de yazdığı “ATATÜRK” maddesinde  Özetleyelim:
    “Babası Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanımdır. Seyrek olarak ta, “Kırmızı Hafız” lakabıyla anılan dedesi Ahmet Efendi’den de söz edilir.
    1881’de Selanik’te doğdu; İlk ve Orta ögrenimini bu şehirde,  Lise tahsilini Manastır Askeri İdadisinde tamamladı.  
     Zayıf gördüğü Fransızcasını tatillerini geçirdiği Selanik’te Frerler Okulu özel sınıfına devam ederek kuvvetlendirdi.
    Yüksek Öğrenimini de, 13 Mart 1889’da kaydedildigi İstanbul Harbiye Mektebi (Harp Okulu) ve onun devamı olan Erkânıharbiye (Harp Akademisi) sınıflarında tamamlayıp, 11 Ocak 1905 tarihinde Yüzbaşı rütbesiyle mezun olduğu; meslek hayatına aynı yılda tayin edildigi Şam’daki 5 inci Ordunun 30 ncu Süvari Alayında stajla başladığı”
    Konuya ilişkin verdigi dipnotta ise; -Konuyu kanıtlamak için, Devletimizin resmi yayınlarından “İslam Ansiklopedisi” İstanbul-1949,10.cüz.sf.719-807 bütünü,  Atatürk’e tahsis edilmiştir.
      Çift sütunlu sayfa içinde, konusunu ettiğimiz, Atatürk’ün hayatını özellikleri ve ailesinin tanıtılması, ancak yarım sütun,1-4 sayfa kadardır.
        İtina ile incelediğim, her düzeydeki bütün okul kitaplarımızda ise, bu bilgiler,daha da az olarak     verilmektedir. Atatürk’ün Ailesi’nden, sadece Kız kardesi Makbule (eski Boysan) Atadan Hanım’ı tanımaktayız. Ender olarak da, Annesi Zübeyde Hanım’ın,Osmanlıların Konya-Karaman Bölgesinden Rumeli’ye göç ettirerek yerleştirdikleri Yörüklerden bir aileye mensup bulunduğu anlatılır. Hepsi, bu kadar.
    Atatürk’ün, İzmir’de Usakizadeler’den Latife Hanım’la 29 Ocak 1923’de evlendiği, ancak 2,5 yıl sonra  ayrıldıkları; çocukları olmadığı; dolayısıyla, kendi soyadını taşıyacak kimsenin kalmadığı biliniyor.
      Atatürk’ün Ana Baba bir kız kardeşi Naciye, küçük yaşta ölmüştü. Makbule hanımı ise, bizim kuşaklar gördüler tanıdılar.
    Makbule hanımın çocukları da yaşamadı. Dolayısıyla Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin nesli, Atatürk ve Makbule hanım ile sona ermiştir.
     Böyle olmasına rağmen Atatürk’ün  Baba-Soyu, bitmemiştir; yine “Kırmızı-Hafız” lakabıyla tanınan Amcası Hafız Mehmet Emin Efendinin torunları çok şükür ki hayatta ve yurdumuzdadır…” demekte.



























ATATÜRK’ün ŞECERE’SİNDE Kİ TEZADLAR

   İşin bir garip tarafı da Atatürk hakkında çeşitli zaman dilimleri içinde yayınlanan şematik şecere örnekleridir.
     Zaman zaman da basına yansıyan  ve genelde konuyla ilgili araştırmalarda bulunduğunu söyleyenlerce yayınlanan Şematik  ya da resimli şecere örnekleri ortalıklarda boy göstermektedir?
   Bunlardan bir kaçına baktığımızda; Geçmişten günümüze sürekli olarak değiştiği ve konu ile ilgili merak edenlerin ciddi şekilde kafalarının karıştırdıgı ortadadır.




       Yukarıda sadece bir kaçının üzerine ilave edebileceğimiz örneklerin sayısı olabildigince çoktur.
    Bu da bu şecere hazırlanmasının yârinde devam edeceğinin işaretlerini verirken, gelecek neslin kafasının da oluşan bu materyaller karşısında bulanacağı hiç şüphesiz ki doğal bir gerçektir.
      Atatürk  hakkında şecere yazanlardan bir tanesi de Yusuf Hikmet Bayurdur. Bayur kitabın da işleyeceğimiz konuya ilişkin şunları söylemekte; “…Atatürk pek genç iken babasının ölmesi “1888 de veya az sonra” ailenin durumunu sarsmış ve Zübeyde hanım 2 çocuğunu alarak kardeşi Hüseyin ağa yanına gitmiştir.
    O ise Selanik esrafından Süleyman Bey’in Çalı çiftliginde subaşılık “Kâhyalık” etmektedir. Böylelikle 2 çocuk tarlalar içinde oynar ve her türlü çiftliklerinde kullanılırlar. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun tahsilsiz kalmasına razı olmadığından o yine Selanik’e teyzesinin yanına gönderilip Mülkiye idadisine başlattırılır.
    Orada ders sırasında başka bir çocukla kavga ettiginden hocası Kaymak Hafız onu yakalayıp ağır biçimde döver.
     Büyük annesi onun zaten okula gitmesini istemediğinden Mustafa oradan alınır.…Mustafa Askeri rüştiyeye girmek ister… Okulun kabul zamanında askeri rüştiyeye  gidip imtihan verir ve okula alınır. “1893”Askeri rüştiyede en çok matematige meraklıdır, öğretmenininde adı Mustafa’dır… Kemal adını verir. Mustafa Kemal Askeri Rüştiye de bulunduğu sırada kendisini çok üzen bir olayla karşılaşır.
      Dul olan annesi Rağıp Bey adında biriyle evlenir…1896 da Mustafa Kemal Manastır Askeri İdadisine geçer matematik kuvvetlidir, ancak Fransızca zayıftır.
     Kendi kendini yetiştiren bu genç Selanik’e sılayagittiginde bir frer “Papaz” okuluna giderek Fransızcadaki bilgisini artırır; ancak  bir subay adayının bir yabancı okuluna gitmesinden o zaman ki yönetim kuşkulandığı için Mustafa Kemale bu iş yasak  edilir.
     14 Mart 1899 da İstanbul’da Harp okuluna Piyade olarak girer.
    Yukarıda verilen ve günümüzde de genel olarak bildigimiz bilgilerin kaynağı olan Enver Behnan  Sapolyon dur.
      Sapolyo’nun konuya ilişkin verdiği metinlerde ise şunları söylemekte;
   “-Size olmuş bir tarihin hikâyesini anlatayım dinleyin. Bunu aklınızda daima tutunuz, sizde çocuklarınıza anlatırsınız”  diye söze başlar;
    Bundan elli dokuz yıl önce… Kocacıklı Bay Ali Rıza ile Mora Yenişehirli Bayan Zübeyde adlı ikiTürk genci Selanik’te evlenerek mutlu bir yuva kurmuşlardı.
     Bay Ali Rıza gümrük memuruydu. Her Türk ailesi gibi bunlar da sade, fakat temiz yaşıyorlardı. Hayatlarında hiç şikâyetleri yoktu.
     Kazandıkları para onlara yetiyordu. Bay Ali Rızanın evi, Selanik’in Islahhane civarında Ahmet Subaşı Mahallesinde üç katlı ve pembe boyalıydı.
     Bir yıl sonra, bu mutlu ocakta bir ogulları dünyaya geldi.
     Bu doğumdan dolayı, aile sevinç içinde kaldı.Sarı saçlı, gök enginligini taşıyan mavi gözlü, Pembeyanaklı, topuz gibi bir yavru dünyaya gözlerini açmıstı.
     Yılının mayıs ayı idi. Büyük annesi Ayşe Hanım, bu yavrunun adını “ Mustafa” koydu. Bu mutlu doğumu duyan Bayan Zübeyde’nin agabeyleri Subaşılar dan Hüseyin ağa ve Lankaza ilçesinde çalısan Hasan ağa da gelerek yavruyu gördüler.
      İşte Selanik’in Ahmet Subaşı mahallesinin bir Türk evinde doğan bu erkek çocuk, Yarının Gazi Mustafa Kemal Paşası Atatürk’üydü.
     Büyük bir Türk anası olan Bayan Zübeyde, Çocuğunun gürbüz ve sağlam olmasına çok önem vererek, onu sıcak bağrına basmış, temiz sütüyle besliyor, büyütüyordu. Babası Bay Ali Rıza da Selanik taraflarında  Olympos dağının eteklerinde bulunan Katarin ilçesinin Papaz köprü karakolunda  gümrükte çalışıyor, ailesini rahat yaşatıyordu.
      Artık küçük Mustafa bu yuva da büyüyor, Gürbüzleşiyordu. Sonradan Mustafa’nın iki kız kardeşi oldu. Makbule ve Naciye… Bu üç kardeş birlikte büyüdüler...Mustafa bütün arkadaşları arasında en temiz giyineniydi. Üstünü hiç kirletmezdi. Durgun ve derin bakışları vardı.
     Mustafa biraz büyüyünce annesi onu okula vermeğe düşündü. Bu düşüncesini kocasına da açtı. Fakat bu meselede anayla baba arasında bir anlaşmazlık oldu. Annesi Mustafa’nın âmin alayı yapılarak, ilahiler okunarak mahalle okuluna verilmesini istiyordu. Babası da onu, o zaman Selanik’te yeni açılan ve yeni usullerle ders veren “Şemsi Efendi” ilkokuluna vermek istiyordu.
     Nihayet Bay Ali Rıza meseleyi pek ustaca çözdü. Önce Mustafa’yı bütün mahalle çocuklarının katıldıkları bir törenle sarıklı hocanın mahalle okuluna baslattı. Mustafa temiz bir elbise giydi, gögsüne çapraz birşal sardılar. Omzundan aşağı sırmalı bir cüz kesesi astılar, içine de bir alfabe kitabıyla bir de hilal koydular: Alayın önünde okulun mubaşşırı, başında bir rahle, üzerinde bir Kuran-ı Kerim olduğu halde ilerliyordu. Arkasında da arkadaşları ilahiler okuyor,âminciler de “Âmin” diye bağırıyorlardı.
     Mutlu Anne ve Baba gözyaşlarıyla, okula başlayan Mustafalarını seyrediyorlardı. Bu şekilde okula başlamak, eski bir töreydi.
     İste Mustafa mahalle mektebine böyle başladı. Sarıklı hocanın önünde bir mindere diz çökerek okul hayatına girdi.
    Fakat aradan bir ay geçmedi, babasıMustafa’yı mahalle okulundan alarak, “Şemsi Efendi”okuluna yazdırdı.
    Bu suretle hem anasının hem de babasının istedikleri yerine gelmiş oldu… Mustafa İlkokul diplomasını Şemsi Efendi okulundan aldı. Bu okulu bitirdikten sonra Selanik mülkiye rüştiyesine girdi.
      Bu okulda Arapça dersi veren “Kaymak Hafız” adında bir öğretmen vardı. Çocuklar bundan tir tir titriyorlardı. Bir gün bu öğretmen ders verirken Mustafa arkadaşıyla kavga ediyor, sınıfta çok gürültü oluyor. Bunu üzerine “ Kaymak Hafız”Mustafa’yı alıyor, elindeki sopayla fena dövüyor. Her tarafını kan içinde bırakıyor. Bu dayaktan korkan Mustafa bir daha bu okula gitmiyor. Atatürkün büyük annesi, Mustafa’yı okutmak istemiyordu. Okuldan ayrıldı. Fakat içinde okumak ateşi olan bir çocuk, okulsuz kalabilir mi? O, gönlüne göre okul aramaktaydı.   
     Komşularından Kadri Bey adında bir binbaşı vardı. Onun oğlu Ahmet’te Askeri Rüştiyesine gidiyor ,  askeri elbise giyiyordu.
    Mustafa bu şık elbiseyi gördükçe “ Ah ben de bu okula girsem, böyle güzel elbise giysem” diye aklından geçiriyordu.
   Fakat annesi onu subay yapmak istemiyordu. Bu sıralarda Atatürkün babası ölmüş, onu yetim bırakmıştı. Annesine babasından kırk kuruş maaşbağlamışlardı…
     Şapolyon yine başka bir kitabında Atatürkün şeceresine ilişkişkin şu bilgileri aktarmakta; “Küçük Mustafa Kemal”  başlığıyla verilen yazıda “1880 tarihinde Selanik’te doğmuş olan MustafaKemal’in büyükbabası Ahmet Efendi adında bir askerdi. Büyükannesinin adı da “Ayse” hanımdı. Babası Evkaf Kâtipliginde ve Gümrük Muhafaza
Memurluğunda  bulunmuş  olan Ali Rıza efendidir.
    Atatürk’ün ataları Anadolu’dan Rumeli’ne getirilerek yerleştirilmiş olan Yörük Türkmenlerindendi.
     Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi Sofuoğlu Feyzullah Efendinin kızı “Zübeyde”hanım ile evlendi. Bu Mesut evlenmenin neticesinde Mustafa Kemaldünyaya geldi.
   Ahmet subaşı mahallesinde pembe boyalı evin ikinci katında doğan mini mini Mustafa, sarı saçlı, mavi gözlü pembe yanaklı küçücük bir yavru idi…
    Büyük Atamızın babası Ali Rıza Efendi, gümrükmemurluğundan istifa ederek, Cafer Efendi adında birzatla kereste ticaretine başlayarak zengin olmuştu .Fakat düşmanlar Rıza Efendinin Olympos dağındaki kerestelerini yaktılar… Küçük Mustafa üç yaşına geldigi zaman en büyük  yaramazlığı bahçelerindeki dut ağacına çıkmaktı…”

a-MUSTAFA OKULDA
    Küçük Mustafa beş yasına gelince babası Ali Rıza Efendi onu okula vermege karar verdi. Mektebe girme meselesinde aile içinde hayli münakaşa oldu.
    AnnesiMustafa’sını ilahilerle okula başlatmak istiyordu. Babası uyanık bir adam olduğundan onu asri bir okula vermek arzusun idi.
    Atatürk mektebe başlamasını şöyle anlatıyor;
 “Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe gitmek meselesine aittir.
    Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem ilahilerle mektebe başlamamı, mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Babam o zaman yeni açılan ŞemsiEfendi Mektebine devam etmemi, yeni usul üzerine okumam taraftarıydı.
    Nihayet babam işi mahirane bir surette halletti. Evvela mudat merasimle mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendinin mektebine kaydedildim.
   Az zaman sonra babam vefat etti.”…Mustafa Kemal Şemsi Efendi ilkokulunu bitirdigi yıllarda, sevgili babasını kaybetti. O zaman henüz yedi yaslarında bulunuyordu…
    Akrabaları ve dostları Zübeyde hanımı teselli ettiler… Nihayet imdatlarına dayıları Hüseyin ağa yetisti. Hüseyin Ağa zengin bir çiftlik sahibi idi. Hüseyin Ağa Mustafa Kemali Selanik civarında bulunan Rapla çiftligine alıp götürdü.

b-RAPLA ÇİFLİĞİNDE
 
      Atatürk  bu çiftlik hayatını şöyle tasvir ediyor;        “Dayım köy hayatı geçiriyordu, ben de bu hayata karışdım. Bana vazifeler veriyor, bende onları yapıyordum. Başlıca vazifem tarla bekçiliği idi.
    Kardeşimle beraber bakla tarlasındaki bir kulübede oturduğumuzu ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam” Büyük Atamızın bu çiftlik hayatını kardeşleri Makbule Hanım şöyle anlatıyor;
“ Dayım annemi ve bizi Rapla çiftliğine götürdü, buçiftlikte ağabeyimin çok canı sıkılıyordu; Kendi kendine oyunlar icat ediyordu. Yerin içini oyarak birkulübe yapmıştı. Bu kulübeye bir de mini mini ocakkurmuştu. Burada yemekler yapar, bana yedirirdi.
    Fakat bir gün Aziz adında bir çocuk bu kulübeyi yaktı. Bundan sonra ağabeyim güvercin kümesleri yaptı. Biraralık da tahtadan bir tambura yapıp çalmağa başladı. Agabeyim bu çiftlikte okumaktan mahrum kaldığından pek sinirli olmuştu.
   Bu hallerini gören annem onu, Çalı çiftliğindeki bir kilise içinde bulunan bir Hıristiyan mektebine gönderdi.
    Birkaç gün bu mektebe devamdan sonra burasını beğenmedi. Bundan  sonra çiftlikte bulunan yazıcı Kamil Efendiden ders aldırdılar. Bu cahil adamdan ders almağa da razı olmadı. Bunun üzerine agabeyimi halamızın yanına  gönderdiler, burada komşumuz bulunan bir kadını hoca tuttular. Bu cahil kadın da bana bir sey ögretmez” diyerek bunu da red etti. Bundan sonra agabeyimi mülkiye rüştiyesine yazdırdılar.”

c-ASKERİ  OKULDA

   Mustafa Kemal Atatürk gelecekte tüm hayatını etkileyecek olan Askerlik mesleğine ilişkin olarak daŞapolyonun kitabında şunları söylemekte; “ Komşu
muzda Binbaşı Kadri Bey isminde bir zat oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askeri rüştiyesine devam ediyor ve mektep elbisesi giyiyordu.
     Onu böyle görünce bende böyle elbise giymeğe hevesleniyordum. Sonra sokaklarda zabitler görüyordum. Bu dereceye vasıl olmak için takip edilmesi lazım gelen yolun, askeri rüştiyesine girmek olduğunu anlıyordum.
      O sırada annem Selaniğe gelmişti. Askeri rüştiyesine girmek istediğimi söyledim. Annem asker olmama şiddetle mani oluyordu. Kabul imtihanı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askeri rüştiyesine girerek imtihanı verdim.
    Böylece anneme karşı bir emrivaki yapılmış oldu.” Demekte.
     Mustafa Kemal 1893 yılında askeri rüştiyesine devama basladı…Matematik ögretmeni Mustafa Efendi idi. Bir gün kendisine dedi ki ; “Oğlum senin adın Mustafa benim de, böyle olmayacak, arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın “Mustafa Kemal” olsun diyerek onun adına birde “Kemal” adını ilave etti. O tarihten itibaren adı Mustafa Kemal oldu.
    Esasen ona Mustafa adını babası, ölen kardeşi Mustafa’nın adını takmıştı.” Sapolyo’nun inceleyeceğimiz son metinlerinde ise bazı yerlerdeki tezadın ne kadar derinleştiğini açık bir şekilde görecegiz.     
    Zafer gazetesinin” 1954 yılında ilave olarak verdigi anlaşılan “Atatürkün Hayatı  adlı eserdir. Aynen Atatürk’ün dogumunun yüzüncü yıl kutlamalarında
 “Etibank Bülteni Atatürk Özel Sayısı”nda da yayınlanmıştır. Sayfa 58 den başlayarak 75 e kadar süren yazıda şunlar dile getiriliyor;
   Şapolyon sözlerinin başlarında Zübeyde Hanımla tanıştığı yıla vurgu yaparak, “ 1922 yılında Atatürkün validesiyle tanıştım… Kendisine ilk sualim şu oldu;
   “Gazi Hazretlerinin doğum günü ile ayı bir yerdeyazılı değildir. Hangi ay ve günde doğmuşlardır? Dedim biraz düşündükten sonra: “ O zaman ki Hamidiye Kâgıtlarına ay ve gün yazılmaz, yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa’yı Erbain sogukları devam ederken doğurdum.
     Bu dogum benim aklımda kaldıgına göre “23 kânunuevvel 1296”  tarihlerine düşmektedir.” Dedi. Bu malumatı pek dikkatle kaydettim. Çünkü Atatürkün nüfus tezkeresinde yalnız  “1296” yazılıydı, bu da miladi tarihine göre “1880” yılına tesadüf etmektedir. Halkevinde çalışırken Atatürk  hakkında bir broşür neşredecektik. Köşkten Atatürkün doğum yılını sorduk. Yaverlik dairesi bize “ Atatürk 1880 senesinde Selanik’te doğmuştur.”  Diyerek ne günü ne de ayını bildirmediler.
     1880 senesini köşkten öğrendik. Bazı muharrirler 1881 yazmaktasalar da doğru değildir.
      Analarının verdigi malumata göre Atatürk 23 Aralık 1880 tarihinde Selanik’te doğmuştur. Zübeyde Hanıma Atatürkün doğduğu evi sorduğum zaman; “ Rahmetli Rıza Efendi, Selanik’teki evimizi Zineti Bostan denilen bir arsanın üzerinde yaptırmıştı. Bugün burası Selanik’in Islahhane semtinin “ AhmetSubası” mahallesine düşmektedir.  
    Bu ev, haremlik ve selamlık olan üç katlı pembe boyalı idi…Ebesi de “Hatı Molla” denilen Selanikli bir kadındı.
     O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Selanik civarında “ Çayağzı’nda” idi. Bazı geceler evegelmiyordu. Bu sebeple bana “ Üftade” adlı bir zenci halayık tutmuştu…
      İlk gelin gittigim ev Rıza Efendinin yeni kapıdaki eviydi diyerek Atatürkün doğdukları evi ve mahallesini anlattılar…Atatürkün çocukluğuna ait daha fazla bilgiyi kardeşleri Makbule hanımdan öğrenmeğe muvaffak oldum… Bilhassa Emekli Albay ve Niğde Milletvekili Halil Nuri Yurdakul, Makbule hanımla sıklıkla görüştüklerinden bu zat da birçok notlar alarak bana vermek lütfünde bulunmuşlardı.
     Makbule Hanım Atatürkün büyük babası ve pederleri hakkında şu malumatı verdiler:
   “ Büyük babamın adı Ahmet’tir.  Bu zat siyasi bir meseleden dolayı memleketten firar etmiş… Yedi sene dağlarda dolaşmış… Nihayet ölmüş… Bu sebeple kendisine  “Firari  Ahmet  Efendi” denilmişti.   
    Anneme mesleğini sordugum zaman “askermiş” derdi. Ben bu malumatı Selanik’in ihtiyarlarından inceledim onların verdigi malumata göre,
     1876 tarihinde meşhur “ Selanik vakası” olmuş…
İşte Atatürkün büyük babası Ahmet Efendi de bu vakada ön ayak olanların başında olduğu anlaşılmaktadır. Arkadaşları tevkif olunurken,  kendisi Makedonya dağlarına kaçarak,  yedi sene dağda yaşamış, nihayet ölmüştür.
    Makbule hanım devamla; “Büyük babamız Ahmet Efendinin, ‘Kırmızı Hafız Mehmet’ efendi adında bir kardeşi vardı.
    Bu zat ilmiye sınıfından olup bir mahalle mektebinde hocalık etmekteydi. Sakalı Kırmızı olduğundan kendisine  “Kırmızı Hafız” derlermiş… Kırmızı Hafız Mehmet Efendinin oğlu “Salih” Efendidir.
    Salih Efendinin  “Fatma,  Vüsat,  Nafıa,  Zeynep” adında dört kızı  ile “Kemal ve Necati” adında iki oğlu vardı.
     Salih Efendi Palanka  Gümrük Müdürü idi. Büyük babam Ahmet efendinin eşinin adı ise “Ayşe” hanımdır.
    Ayşe Hanımın Firari Ahmet Efendiden,  “ Ali Rıza, Mustafa ve Hatice” adında çocukları olmuştur. Büyük babam Ali Rıza Efendi kardeşi Mustafa’nın salıncağını sallarken düşürmüş, Mustafa da ölmüş.   
     Ahmet Efendi yedi yıl sonra ölünce babaannem   “Halil” adında bir tüccarla evlenmiş ondan “ Emine” adında bir kızı dünyaya gelmiş… Emine Hanım İstanbul’da annemden üç ay sonra vefat etti.”Sonra kendilerine şunu sordum; “ Atatürkün babası Ali Rıza Zübeyde hanımla nasıl evlenmişler?  Deyince   “Bir gün babam rüyasında aksakallı bir ihtiyar  görmüş.
    Bu ihtiyar zatın yanında gayet güzel sarışın bir kız duruyormuş… Bu ihtiyar  babama “ Bu kız senin kısmetindir”  deyip kaybolmuş… Babam sabahleyin uyanınca rüyasını ablası Hatice Hanıma anlatmış sonra da ona “ Bana sarışın bir kız bul… Ben onunla evleneceğim” demiş.
     Halam mahalle mahalle sarışın kız aradıktan sonra nihayet annemi beğenmiş… Gelip bunu da babama söylemiş.
    Bir müddet sonrada bu kızı babama istemişler fakat bu aile zengin olduğu için babamdan fazlaca ağırlık istemişler.
     Fakat  araya dayım  Hüseyin Ağa girerek babamla annemi evlendirmis…” Babanız nerelidir?  Diye sorduğum zaman  “Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendisi Yörük sülalesindendir.  Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi.  Bir gün Atatürk’e  “Yörük nedir” diye sordum.  Ağabeyim de bana “Yürüyen Türkler” dedi...bu malumatı derinleştirmek  için Atatürkün Selanikteki mahalle ve mektep arkadaşı eski mebuslardan merhum “Hacı Mehmet”  Beyden sordum; “Atatürkün ataları Anadolu’dan gelerek Manastır vilayetinin Debrei Balal sancağına bağlı “ Kocacık”nahiyesine yerleşmişlerdir.
     Bunları ben Selanik’in  ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıkların hepsi Öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır.  Bir kısmı da kerestecilik eder.  
     Bunların kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları hatta lehçeleri aynıdır.”Hacı Mehmet’in verdigi malumatı genişlettim.  Bu havalide oturan Türklere “ Konyar” adı verilmektedir, Konyar denilen bu Yörükler “ Muradı hüdavendigar” zamanında  “Fatih Sultan Mehmet” devrine kadar devir devir Konya ve Aydın taraflarından  getirtilerek Rumeli’ye yerleştirilmiş Türklerdir. Fetihnamelerde Konyarlara “Hudat Gazileri”  unvanı verilmektedir.
    Kocacık Yörükleri hakkındaki kayıtlar “Defderhane”  kayıtlarında yani  “İlyazıcı” defderlerinde bulunmaktadır.
    Kocacıktaki Yörüklerin aşiret adları şunlardır; Tanrıdag Yörükleri, Karagöz Yörükleridir. Civarlarında Kosavaya doğru “Aktav” ve  “Naldöken” Yörükleri bulunmaktadır.
     Bu yörüklerin adları ve işleri  “950 tarihli ve 82 numaralı defterlerle “ 1051 tarihli 469 numaralı defterlerde kayıtlıdır.
    Hükümet Kocacıklıların bir kısmını Bursa civarındaki  “Cerrah”  köyüne yerleştirmiştir. Atatürkün  anneleri Zübeyde Hanımın babası hakkındaki malumatı da Atatürkün babasını ve Kırmızı Hafızı tanıyan Aydın Mebusu “ Tahsin San” dan aldım. “ Atatürkün validesi Zübeyde Hanım Sofi zade ailesinden Feyzullah Ağanın kızıdır. Bunlar Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel “Sarıgöl” den Selaniğe gelmişlerdir.
    Vodina kazasının batısında Sarıgöl nahiyesinde on altı köyden ibaret olan bu nahiye ahalisi Makedonya ve Tesalya’nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı Hükümetinin sevk ve iskân ettiği Türklerdendir.
    Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını, kılık ve kıyafetlerini değiştirmemişlerdir.”…Bu malumata göre,  Zübeyde hanımın babası “Hacı Sıtkı”  ailesinden “ Feyzullah” Efendidir. Atatürkün kardesi Makbule hanımın verdiği malumat da şudur; “Annemin babası üç çiftlik sahibi Feyzullah Efendidir. Büyük pederim Feyzullah Selanik’e bir saat  mesafedeki Lankaza Kazasında oturuyormuş. Lankazanın  yarısı iki kardeşe aitmiş, bir gün annem Zübeyde hanımın dadısı yorgan kaplarken, pek küçük olan annemin ayağına iğne batmış. Tedavisi için Selanik’e  nakle mecbur olmuşlar…
    Annem bir sene Selanik’te Tedavide kalmış... Bu vesile ile Selaniğe yerleşmişler… Feyzullah Efendi üç kez evlenmiştir. Birinci karısından, Hüseyin ile Mediha… İkinci karısından ise Hasan ve Zehra… Üçüncü karısından  ise Ayşe Hanım olmuştur. Ayşe Hanım da annem Zübeyde Hanımı doğurmustur.
     Ayşe Hanım bizim büyük annemizdir. Büyük annemin annesi de “MollaHanım” adında birisi imiş. Çok okumuş ve Sofu bir kadınmış. Bunları hep annemden duymustum.”…Zübeyde Hanım Lankaza da doğmuştu. Okuma ve yazma bildiğinden o zamanın tabirine göre kendisine “ Zübeyde Molla” derlerdi.   
    Zübeyde Hanımın “Hasan Ağa” ve “Hüseyin Ağa” adında iki erkek kardeşi vardı.
     Hasan ağa Lankaza da ticaret yapmakta idi.  Hüseyin Ağa ise Selanik civarında bulunan “ Rapla” çiftliğini işletiyordu.
    Hüseyin Ağa Atatürk’le  Makbule  Hanımı büyüten zattır…Bu zat Atatürk  Harbiye’de iken vefat etmiştir.…Atatürkün babası Ali Rıza Efendi Zübeyde Hanımla evlendikleri zaman Yenikapı Mahallesindeki evlerinde oturuyorlar ve kendiside Çayağzında bulunan “Papasköprü” sünde memur bulunuyordu…  Aralarında  yirmi yaş fark bulunmakta idi…Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evlerinde Ali Rıza Efendiden
“Fatma, Ömer, Ahmet” adında üç çocuğu olmuştu.
      Fatma yedi yaşındayken veremden ölmüş, Ömer ile Ahmet de üçer yaşlarına  Çay agzında bulunurken ölmüşlerdi.
     Hatta Ahmedi sahilde bulunan kumluk bir mezara gömdüklerinden  dalgalar cesedi  meydana çıkartmış olduğunu anneleri yana yakıla anlatırlardı.
     Atatürk’e Mustafa adını kim koydu? Diye sordugum zaman şunu anlattılar;“ Agabeyime ad koymak için bütün hısım ve akraba toplanmışlar.
     Birçok adlar söylemişler. Fakat babam bunların hiç birini beğenmeyerek, agabeyimin adını “Mustafa” koymuş… Bunun sebebi de babam küçükken kardeşi Mustafa’nın salıncağını sallarken onu düşürüp
ölümüne sebep olmuş…Kardeşinin hatırasını yaşatmak için agabeyime “Mustafa” adını koymuştur…  
      Daha sonra annem beni doğurmuş. Benden sonra Naciye adlı bir kardeşimiz daha oldu, fakat o yaşamadı.
     Ağabeyim Beş yaşındayken ilahiler okutarak merasimle mahalle mektebine başlatılmıştı.
     Selanik gençligini yetiştiren “Muallim Cudi Efendi” ile “Şemsi Efendi” hakkında Ali CanipYöntekin “Çınaraltı” mecmuasının 92. sayısında şu malumatı veriyor;  “Selanik’te iki meşhur muallim vardı”...
     Ali Rıza Efendinin ölümüne ilişkin Zübeyde Hanım şunları aktarıyor;
    Merhumun, son günlerinde işinin fena gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini salıverdi. Daha sonra da derviş meşrep bir hal alarak eridi gitti…  
    Ben dulkaldığım zaman yirmi yedi yaşında bir taze idim. Bana da iki mecidiye bir tekaüt maaşı bağlamışlardı.…Atatürk yedi yaşında iken sevgili babasını kaybetmisti… Zübeyde hanıma az para maaşbağlandığından Mustafa ile Makbule yi üvey kardesi Hüseyin Ağanın Rapla çiftligine götürdü. Atatürk  bu çiftlik hayatı hakkında şunları anlatmıştır;
    “Babam vefat etti. Annemle beraber dayımın yanına yerleştim… Annem, mektepsiz kaldığım için endişe etmeğe başladı.
     Nihayet Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmege ve mektebe devam etmeğe karar verildi.” Makbule  Hanımda çiftlik hayatına ilişkin şunları anlattı; “Babam ölünce dayım Hüseyin Ağa Selaniğe gelerek… “Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim diyerek bizi Selanik civarında Rapta çiftligine götürdü…
    Ağabeyimin sünnet zamanı geldi. Agabeyimi çiftlikte sünnet ettirmeğe karar verdiler. O gün on altı fakir çocuk da sünnet edildi…
     Ağabeyimin bu çiftlikte canı çok sıkılıyordu… okumak istiyordu. Bunun üzerine annem Çalı çiftliginde bulunan bir kilisedeki mektebe ağabeyimi gönderdi.  
    Bir müddet bu mektebe devam ettikten sonra  “ben bu mektebe gitmem” diye tutturdu. Annem “niçin gitmiyorsun”, deyince, “ben  kilisedeki gâvur mektebine gitmem” diyerek bu mektebi terk etti.
    Bu defa annem çiftlikte okuma ve yazması olan Arnavut  yazıcı  Kamil Efendiye ona hoca tayin etti. Bu hocaya üç gün tahammül etti.
    Sonra “ben böyle cahil adamlardan ders alamam diye” isyan etti. Bundan sonra komşumuz  Hatice Hanımdan ders aldı… Bir müddet sonra da “kadınlardan ders alamam, mektep isterim” diye tutturdu.
      Bundan sonra annem ağabeyimi Selaniğe halamın yanına gönderdi.
   O  agabeyimi okutacaktı. Fakat bir yatsı zamanı agabeyimi simit almağa göndermiş. Agabeyim simidi alıp getirmiş. Lakin halam bu simitleri beğenmeyerek geri göndermiş.  Ağabeyim halamın bu hareketinden müteessir olarak anneme haber gönderdi.
   Agabeyimi Mülkiye Rüştiyesine yazdırdılar. Burada hocası fena halde kulağını çekmiş. Buna kızan ağabeyim bu mektebinde terk etti.” 
    Sonra Askeriye Rüştiye’ye girmesine vesile olan olay aynen burada da tekrar edilir.  Atatürk Selanik Askeri Rüştiyesine 1893 tarihinde girmiştir. “ Askeri Rüştiyesinde ateşli zekâsını bilhassa  riyaziye “matematik” dersinde gösterdigi kabiliyet, öğretmenlerinin dikkat nazarını çekiyordu.
      Yukarıda bir kısım metinlerini aldıgım bölümleri dikkatle inceledigimizde aslında yapılan tüm çalışmaların birbirinden farklı içerikler taşıdıgı gözükmektedir.
     Günümüzde de Atatürk’ün Şeceresine ilişkin yapılan çalışmaları okumakta ve bu kitapların hazırlanması esnasında basit tarihsel hataların nasıl yapıla bilecegine akıl sır erdirememekteyiz.
    Çeşitli unvanlar ve isimlerin arkasında hazırlanan bu şecerelerin çok dikkatle incelenmesi ve yapılan hataların en kısa sürede düzenlenmesi gereklidir.   
     Atatürk’ün gerçekten bir Şeceresi vardır? Ve yetkili kurumların ve uzman insanların bu Şecere hazırlığını yaparak Türk  ve  Dünya Kamuoyunun önüne koyması oldukça zor degildir.































ATATÜRK’ÜN KARDEŞLERİ VE BİR 
DEĞERLENDİRME
    Mustafa Kemal Atatürk’ün şeceresine ilişkin, yukarıda vermeye çalıştığımız bilgiler içinde dikkat çeken birkaç konuda  kardeşlerine ilişkin bilgilerdir.  
    Konuyla ilgili yazılmış birçok eserde isim, doğum, ölüm ve hatta ölüm şekillerinin bile verildiği kardeşleri,  Atatürk ile ilgili konularda pek halkımız tarafından bilinmez.
    Bunun en önemli sebebi ise; İlköğretim yıllarından belki de daha öncesinden Atatürk’e ait bilgilerin yer aldığı ders kitaplarında bunlardan sadece bilineni Makbule  Boysan Atadan’dır.
   Sonyıllarda bu isimlere Naciye Hanım da eklenmiştir. Konunun başında hemen bu kardeşlere ilişkin bilgileri verelim;
Fatma (1871/72-1875)
Ahmet (1874-1883)
Ömer (1875-1883)
Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938)
Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956)
Naciye (1889-1901)
    Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz, yaşlarında o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından öldüler.
      En küçükleri  Naciye Hanım,  Mustafa Kemal Harp Okulunu bitirdiği sene vefat etmiştir.
    Atatürk’ün kardeşlerine ilişkin bilinenlerde bunlardan ibaret gibidir.
    Aşağıda sunacağımız bilgi ve belgelere her hangi bir yorum katmadan araştırmacı ve konu üzerinde merakları olanların bilgilerine sunmak istiyorum[3].
    Hürriyet Gazetesi’nin Çukurova’da çkan,“Hürriyet Çukurova” ekinin 22 Kasım 1989 sayılı nüshasında “Atatürk’ün akrabası oldugunu söyleyen Ömer Çakır’ın haberi yer almaktadır. Haberde; … Atatürk’ün ölümünden 50 yıl sonra açılmak üzere kaleme aldığı Vasiyeti’nin 7. Cumhurbaşkan Kenan  Evren tarafından açtırılmadığını da dile getiren Ömer Çakır, Çeşitli illerde birçok dava açtıgını da belirtiyor.
      En son Akçadağ Sulh Hukuk Mahkemesi’ne 21.03.1991 tarihinde  verdiği dilekçeyle  dava açan Ömer Çakır’ın davacı olması üzerine sulh Hukuk Mahkemesi, Akçadag Nüfus Müdürlügüne  şu yazıyı yazdı;
     ‘Davacı Ömer Çakır tarafından mahkememize verilen dilekçesi yazımız ekinde gönderilmiş olup,1938 tarihinde ölen Mustafa Kemal Atatürk’ün aile nüfus kaydının çıkartılarak  Mahkememize gönderilmesi rica olunur. 22.3.1991’ Bu dilekçeye karşılık gönderilen, 12.11.1991tarihli Mustafa Kemal Atatürk’ün kütük kaydı  da gönderilmiştir.
     Ayrıca naklen nereden geldigine dair bir not’ta burada yer almıştır.
     1991 yılında yine Hürriyet Gazetesi’nin “ Hürriyet Bölgenizde” ekinin 16.17.18 Nisan 1991 nüshasında,Ömer Çakır’ın, “Atatürk’ün akrabasıyım” sözlerine yer verildigini görmekteyiz.  
    Şahsı ve kimliği hakkında ve Atatürk ile olan akrabalığına ilişkin bir bilginin yazılı olmadığı ÖmerÇakır’ın öncelikle aile kimlik dokümanını ortaya koymak gereklidir.
    Buna göre; Malatya Merkez Nüfus Müdürlüğünün 21.11.2005 tarihli nüfus kayıt örnegi, Malatya Akçadag Nüfus Müdürlügünün 15.07.1992 tarihli Nüfus kayıt örnegi , Ömer Çakır’ın “1332 yılı ölüm vukuat defterinden çıkartılan kayıt” dökümanı , Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlügü’nün 15.05.1986 tarihli yazısından  yola çıkılarakhazırlanan soy ağaçları , Bu konuyla ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığının verdigi cevabi yazıda   şunlar yazmaktadır; Genelkurmay Başkanlığı’nın 21 Ekim 1991 tarihli cevabi yazıda;
‘…1-Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik EtütBaşkanlığı’na gönderilen ilgi ara kararıyla, davacıÖmer Çakır tarafından açılan veraset ilamı davasının görüm ve çözümüyle ilgili olarak Mustafa Kemal ATATÜRK ve yakınlarına ait nüfus kayıt örneğinin çıkartılarak gönderilmesi istenilmektedir.
2- Genelkurmay ATAŞE Başkanlığı Arşivinde şahıslara ait künye kaydı ve nüfus kayıt örnekleri bulunmamaktadır.  Bu sebeple ve Mustafa KemalATATÜRK ve yakınlarına ait nüfus kayıt örneklerini göndermek mümkün olamamıştır.
3-Bununla birlikte Genelkurmay Başkanlığı yayınlarından olan, Başkanlık Kütüphanesinde de bulunan ve aşağıda bibliyografik künyesi verilen eser üzerinde arşiv uzmanlarınca yapılan incelemedeATATÜRK’ün şeceresi ve nüfus cüzdanının yer aldığı tespit edilmiştir.. Cüzdan 993814 B Seri numarasınıtaşımakta ve ATATÜRK’ e 24 Kasım 1934’ de Ankara ili Nüfus Müdürlügü tarafından verildigi belirtilmektedir.  Bu bilgiler ışığında ATATÜRK’ün nüfus kayıt örneginin Ankara Nüfus Müdürlüğünde olabileceği düşünülmektedir. Bilgilerinize ricaederim’ demektedirler.
     İçisleri Bakanlıgı Nüfus ve Vatandaslık İşleriGenel Müdürlügü 16.02.1987 tarihli Resul Çakır’ın dilekçesine cevabi yazısında konuyla ilgili cevabını vermiştir.
    Bu kitabın ekler kısmında ise hukuki süreç de yaşananların neler olduğunu gözlemlemekte mümkündür.
     Bu metinler arasında dikkat edilecek olunursa Atatürk’ün vasiyetinin açılmadığı yönünde bir iddiatekrarlanmaktadır.








ATATÜRK’ÜN VASİYETNAMESİ 

     Mustafa Kemal Atatürk vefatının artık yaklaştığını anladığı andan itibaren vefatından sonra mirasına ilişkin hemen harekete geçmiştir.
   Ançak medeni kanuna göre, Atatürk’ün malvarlığını devri imkânsızdı.
    Bu konuda çalışılması için Saruhan Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi görevlendirilmiş  o da birkaç gün sonra Atatürk’ün huzuruna çıkarak  “ Paşa Hazretleri için hususi bir kanun çıkartmaktan başka çare bulamadım…” diyerek, T.B.M.M. 12 Haziran 1933 tarihli ve 2307 sayılı  “ Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin Kanunu medeninin 452 inci maddesine göre tasarruflarının, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olduğuna dair kanun”  çıkartılmıştır.
      Resmi Gazetede ilan edilen 19 Haziran 1933 tarih ve 2431 sayılı nüshasında “Kanun no; 2307 Madde 1-Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin kanuni medeninin 452. maddesi dairesindeki tasarrufları , mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup bütün mallarında muteberdir.
Madde 2-Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. Madde 3-Bu kanun hükümlerini icraya icra Vekilleri Heyeti Memurdur.” denilmektedir.
     Yine herkes tarafından malum olduğu üzere Atatürk’ün  6 maddelik 15.09.1938 tarihli vasiyeti ve Beyoğlu 6. Noterliğince  6 Eylül 1938 tarihli noter İsmail Kunter imzalı kaydı bulunmaktadır.
     Bu kadar resmiyet olması ve Atatürk’ünde henüz vefat etmediği bu günlerde tartışma yokken neden bu konu günümüzde bir tartışma haline gelmiştir?
    Bütün bu soru işaretlerinin altında yatan Atatürk’ün bu bilinen vasiyetinin dışında başka bir vasiyetinin olduğu ya da açılan vasiyetnamenin eksik açıldığı yönünde olmuştur.
       Atatürk’ün vasiyeti ile ilgili açılan konularda ilk olarak ismi geçen 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’dir.
      Kenan Evren’in isminin sürekli olarak zikredilmesinin nedeni ise bu gizli olduğu düşünülen belgenin, Atatürk’ün hayatta iken ölümünün üzerinden 50 yıl geçtikten sonra bu vasiyetin açılmasını istemesinden kaynaklanmaktadır.
      Tarih olarak da bu yıllar da Cumhurbaşkanlığı görevi yapan Kenan Evren doğal olarak bu soruların muhatabı haline gelmiştir.
     2005 yılında karşıma çıkan ilginç bir bilgi bu vasiyet konusunun bir açısını aydınlatmamı sağladı. Alattin Tumluer isimli bir vatandaşımızın uzun bir süredir (25-30 yıl) kendisinin Atatürk tarafından Mersine gelişinde not olarak ettirdiği fakat bu notun vasiyetname açıldığında kaybedildiği ya da açıklanmadığı yönünde bilgileri olduğunu dile getirmistir.
Neydi bu not?  “Alattin Tumluer kendisinin Atatürk tarafından ilan edilen bir Mehdi olduğunu” dile getirmektedir[4].
     İşte bu aralarda sıklıkla gündeme getirilen bu konunun takipçisi, İstanbul Milletvekili Emin Şirin ile Meclisteki odasında yaptığımız görüşme sonrasında konuya ilişkin bilgiler vermiş ve yaptığı çalışmalardan bazı notları da şahsıma sunmuştur.
    Bu bilgileri olduğu gibi ekler bölümünden bakabilirsiniz. Burada görülecegi üzerine Devletin yetkili ağızlarının yazılı ve sözlü olarak teyit ettiklerini kabulden başka bir sonuç çıkartmak mümkün değildir.
  Ola ki böyle söylendiği ve anlatıldığı gibi bir durum gerçekleşirse  Devletimizin itibarı ve güvenirliği tartışma haline gelebilir.
   






ATATÜRK’ÜN  NAŞI NEREDE?

     Yukarda da bahsedildiği ve yine sadece bir kısmının alındığı saldırıların temelinde Atatürk’ün bu bahsi geçen konularla hiçbir ilişkisi olmamasına karşınyapılan ve anlatılmaya çalışılan bu hatalı tarih yazımı
sonucu  ar niyetli kendini bilmezlere fırsat verilmiş ve verilmeye de devam edilecektir.
     Kaldı ki, Genel Kurmay Baskanlığı yakın birzamanda ilk defa yayınlanıyor ibaresiyle basına, Atatürk’ün  Etnoğrafya Müzesinden Anıtkabire taşınmasına ilişkin görüntüleri dağıtarak Türk Kamuoyunun önüne koydu.
     Bu güzel bir gelişmeydi. Ayrıca gelecek günlerde yeni bilgilerin ve belgelerinde kamuoyuyla paylaşılacağının işareti bu şekilde verilmiş oldu.
     Olumlu ve güzel çalışmaya rağmen hala eksik vetartışma yaratacak sahnelerde bu açıklamalarda  yerettiği de ortadadır.
    Öncelikle bu konuya ilişkin belge ve bilgilere bakıp buradaki eksik noktaları göstermekte fayda oldugunu düşünmekteyim. Bu konuda yaygın bir metin ve bilgileri tekrar paylaşmak istiyorum;
      “Tarih: 10 Kasım 1953  Mermer lahit sökülmüş , betonlar kırılmıs, tabutu kaldıracak zincirli makaralar lahit salonunun tavanına yerleştirilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Basbakan Adnan Menderes ve devletin en üst düzeyi, tabutun çevresindeler...
   Lahtin üzeri tamamen açılmış, Atatürk'ün cenazesini 15 yıldan beri muhafaza eden kurşun tabut ortaya çıkmıştı. Tabut salonun zeminine yerleştiriliyor. Adnan Menderes birazdan 'Hanımefendi, buyurunuz'diyecek ve Atatürk'ün kız kardesi Makbule Atadan'ı tabutun yanına götürecek...
    Sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar lâhit salonunun tavanına yerlestiriliyor. ”   
   Lahitin açılması esnasında görevlendirilen Prof. Dr.Kamile Şevki Mutlu ile ilişkin yazılan metinlerde ise şunlar söylenmektedir;
    “8 Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23.00'de Prof. Dr.Kamile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü Baskan’ıydı. Patoloğdu.
   Arayan ise Ankara Valisi Kemal Aygün’dü... Aygün, "Hocam" dedi, "10Kasım günü Atamızın naşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naşı geleneklere uyğun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz." Diyordu.
    Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı: "Ben sizi sarar sarmalar götürürüm, bu tarihi birgörev" dedi.
    Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı  Etnoğrafya Müzesi'ne gitti. Başbakan Adnan Menderes oradaydı. Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski baskan Abdülhalik Renda da... Mutlu, görevden affını istemekle ne büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...Ata'nın gül agacından tabutu, 4 Kasım günü, geçici kabrinden çıkarılıp müzenin holündeki mermer katafalka konulmuştu.
     Bir hafta boyunca sırayla ögrenciler, subaylar ve generaller katafalk basında nöbet tutmuştu.
     Nihayet tabutun açılma günü gelip de komite üyeleri tamam olunca Prof. Kamile Mutlu "Başlayın" talimatını verdi.
     Bunun üzerine tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu
sanduka da gaz birikmiş olma ihtimali düşünülerek önce bir burgu ile delik açıldı.
    Gaz ya da koku çıkmadı. Sanduka talaş doluydu.Sanduka’nın içi, muhafaza solüsyonu ile ıslatılmış tahta talaşı doluydu.
    Bu talaş, naaşın  ayak yönüne doğru toplandı. Talaşın arasında, agzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu.
    Bu, cesedi muhafaza için kullanılan solüsyondan bir numuneydi. Üzerinde terkibi yazılıydı. Ata’nın naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir musambayla kaplanmıştı.
   Sargıları açmaya başladılar. Herkes nefesini tutmuştu. Çünkü"Naaş çürüyüp bozulmuş, çıkan gazlar tabutu patlatmış, nöbetçi er, kokudan bayılmış" diye bir sürü söylenti geziniyordu.
    Ve 15 yıl sonra ilk kez Ata'nın yüzünü göreceklerdi. Kefenin sargıları aralanınca Prof. Kamile Şevki Mutlu, orada  bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk'ün yüzüne baktı.
   Ata'nın derisi kahverengi bir hal almış, ama yüzhatları bozulmamıştı. Menderes sapsarı olmuştu.  
      Prof.Mutlu, gördüğü tabloyu daha sonra şöyle anlatacaktı:
     "Yüzünü örten  ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca Ata'nın heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü.
    Atatürk, Dolmabahçe  Sarayı'ndaki yatağında uyuyor gibiydi ." Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir şekilde aşağı, tabuta doğru baktı.
     O an ne olduğunu Prof. Kamile Mutludan aktaralım:
    "Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Birde baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk'ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı. En sona Abdülhalik Renda kalmıstı.  O da Ata'yla karşı karşıya gelir gelmez tabutun yanına yığılıverdi.
    Salondaki herkes Atatürk'ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata'nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.
    Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Dr. Cahit Özen'in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kâgıdı gösterdi ve şöyle dedi: "Bu kâgıdı, Atatürk'ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine Atatürk'ün gögsü üstüne konmasını istiyor. "Doç. Özen, kâgıda bir gözattı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı. "Böyle bir kâğıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır" dedi.
    Komiser kâgıdı katlayıp cebine koydu ve uzaklastı. Bütün işlemler bittikten sonra  salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir agızdan besmeleçektiler ve cesedi yeni tabuta yerleştirdiler.
    Bu tabutda 15 yıl içinde yattığı büyük gül agacı tabutun içine konuldu.
    Üzeri bayrakla örtüldükten sonra kapağı kapatıldı. Ve 10 Kasım sabahı, Ata'nın naaşı 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara'ya taşıyan top arabasına yerleştirilip son durağı olacak Anıtkabir'e taşındı.
     Artık ebediyen orada kalacaktı...Atatürk'ün tabutu, Menderes'in huzurunda  açılmıştı.  Ata'nın 15 yıl Etnografya Müzesi'nde bekletilen  naaşı, 12 askerin omuzları üzerinde oradan alınmış ve136 asteğmenin çektigi bir top arabası ve matem marsı eşliğinde Anıtkabir'e taşınmıştı.
    Radyodan naklen yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki kadar hüzünlüdür. ”
       Evet, bu muazzam günün görüntü ve fotoğrafları 2006’nın 10 Kasım günü TV’lerden izlendi. Hepimizde bu görüntüleri muazzam bir ilgi ve merakla da izledik.
    Öncelikle burada sorulması gereken ilk soru şu, bu kadar kameranın, fotoğraf makinesinin görüntülediği bu sahnenin içinde neden Atatürk’ün fotoğrafı yok?
     Dile getirildigi gibi mumyalanmış  bedeninin bozulmadan duran görüntüsünü çekmek hiç kimsenin aklına gelmemiş midir?
     Ayrıca, Ankara Valisi Kemal Aygün’ün, saat 23.00 da evinden arayarak; "10 Kasım günü Atamızın naşını Anıtkabir’e taşıyacağız.  Bunun için bir komite kurduk. Naşı geleneklere uygun olarak topraga defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korundugunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz."
   Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek bu görevi bir baska meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı "Sözlerinden neden henüz açılmamış bir tabutun bozulmadan durduğunun belgelenmesi istendigi düşündürücüdür…
    Bunun devamında ise hastalığını mazeret göstererek gitmek istemeyen Prof. Mutlu’nun böyle bir tarihi olayda bir mazeret uydurmasının nedeni ne olabilirdi?
    İşin tuhaf  yanlarından biride  Adnan Menderes’in Atatürk’ün cesedine bakmadan arkasını dönüp  gitmesi akıllara acaba Atatürk katafalk da yok muydu? Sorusunu getirmektedir.
    Yine bu tahnit işinde (Atatürk’ün naaşı’nın korunabilmesi için "tahnit" denilen bir işlem yapılmıştı.) “bu tahniti gerçekleştiren Gülhane Patolojik Anatomi profesörü  Dr. Lütfi Aksu’dur. İşlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül  enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Atatürk’ün koltuk  altlarına  yerleştirilmişti.”  denilerek Bu işlem sayesinde öldügü günkü haliyle korunabilirdi.
    Ancak  İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması şarttı. Nakilden önce, bu işlem için bir komite kuruldu. komite, törenden bir gün önce, Başbakan Adnan Menderes'in huzurunda Atatürk’ün tabutunun açılmasını kararlaştırdı.
    Tabut açılınca tahnit bozulacak ve ceset çürümeye başlayacaktı. Bir başkadeyişle Atatürk’ün (mumyalanmış gibi) korunmus  naaşını son görenler, o törene katılanlar olacaktı. Bu kararların ve yapılan işlemde Özel olarak hazırlanan bu tahnit şişesi, içindeki madde ve formülleri ne olmustur?  Bugün bu şişe elimizde bulunmakta mıdır?
    Ayrıca bu tahnit işlemi sırasında Atatürk’ün iç organlarına  dokanılmış mıdır? Dokanıldı ise bu organlara ne gibi bir işlem yapılmıştır?











Sonuç

    Yukarıdan aşağıya kadar incelediğimiz konulardadikkat çekmeye çalıştığımız konulardan biride Atatürk’ün hakkında çıkartılan asılsız saldırılardır ki bu saldırılara temelde zemin hazırlayan nedenlerin başında, Atatürk’ün şeceresinde yıllardır yapılan yanlışlıkların kemikleşmesi ve şüpheler uyandırmasıdır.
    Bu konuda bazı temel görüşlerimizi maddeleştirecek olursak şunları söylememiz gerekecektir;
1- Geçmişten günümüze ve bundan sonrada devam edeceğini anladığımız Atatürk’ün manevi şahsiyetine saldırıların asıl nedeni kendi şahsı değil onun şahsında Yüce Türk Milletidir.  
    Atatürk dünya üzerinde milleti ve devletiyle bütünleşmis tek liderdir.
2- Bu saldırıların mahiyetlerine dikkatle baktığımızda kendi özel hayatı ve yaşantısı hakkında ortaya konulan eserlerin sağlıklı ve inandırıcı olmadığı muhakkak ki kesindir.
    Bu dış ve iç düşmanlarımızca çok güzel değerlendirilerek  gerçekler saptırılmaya ve Yüce Türk Milletinin önüne farklı bir kimlikle Atatürk konulmaktadır.
3- Yine sonuna kadar savunacağımız bir temel gerçek ise bu ülke sınırları içinde vatan, Millet ve Atatürk edebiyatı yapanların bu saldırılar karşısında yapıcı çözümler bulmak yerine ya hiç duymazlıktan gelmekte ya da bu tür çalışmalardan ne tür menfaatsağlayacağının hesaplarını yaparak iki yüzlülüklerini ortaya koymaktadırlar. Tabii  ki bu durumda toplumun diger kesimleri  arasında ayrımcılığı tetiklemekte ve ülkemizde Atatürk’ü sevenler bir de sevmeyenler diye toplum ikiye bölünmektedir.  Gerçekten Atatürk’ün mirasına samimi olarak  inanan Yüce TürkMilleti bu oyunların çok uzağında yasananları bir süreliğine izleyerek müdahale için gerekli zamanı beklemektedirler ve o zaman da gelmiştir.
    Atatürk hiçbir zümrenin sahipleneceği kadar dar bir çerçevede bakılmayıp, Ülke sınırlarını aşmıs evrensel bir kişilik olarak görmek zamanı artık geçmiştir.
     Bu sebepten ötürü yıllardır kendilerine kisisel çıkar ve menfaat edinme yolundan artık vazgeçilmelidir.





























KAYNAKLAR
-Sadi Borak, Atatürk Biyografisinde yapılan yanlışlıklar, A.A.M.D. Sayı;1, Cilt;1, Kasım-1984
-Yunan Gazetesi Hronos, 1 Mart 1996
-Zekeriya Türkmen, A.A.M.D. Sayı; 32, Cilt;11, Temmuz-1995
-Burhan Göksel,Atatürk’ün Soy Kütüğü üzerine bir çalışma, Kül. Bak. Yay. Atatürk dizisi;40,1994
-Yusuf  Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve eseri, 1. Doğumundan Samsuna çıkısına kadar, Güven Mat.Ank.
-Enver Behnan Şapolyon, Atamız, Güven Mat.1963
-Enver Behnan Şapolyon, Küçük Mustafa KemalAtatürk’ün Çocukluk hayatı, Rafet Zaimler yay. Işıl mat.
- Enver Behnan Şapolyon, Atatürk’ün Hayatı, Zafer Gazetesi ilavesi, Güneş T.A.O. Matbaası, Ank.1954
-Türk Gençliğinin Atatürk Hakkında öğrenmek İstediği Konular", Özel Yükselis Koleji, 1974, Ankara, Sayı: 8 -"Bir Anketin Sonuçlan: Atatürk Hakkında Neler Öğrenmek İstiyorsunuz?", "BelgelerleTürk Tarihi Dergisi",1973, İstanbul, Sayı: 74–75–76.
-Lord Kınross, "Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu" Türkçesi, Ayhan Tezel, İstanbul Matbaası, 1970, sf. 23
-Doktor George W. Grawrych H., Cornbat StudiesInstitutie U.S. Army Command And General StaffeCollege. "Military Culture in The Turkish ArmedForces".
-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1949, 10. Cüz sf. 719–807 " Atatürk" Bölümü.
-Şemsi Belli, "Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa  Kemal", 1959, Ayyıldız Matbaası, Ankara, sf.22
-Burhan Göksel, "Atatürk'ün Yaşantısında Demokrasi" (Makale), Atatürk  Haftası  Armağanı, Genelkurmay-Askerî Tarih Stratejik Etüd Başkanlığı Yayını, 10 Kasım 1983, Ankara, sf.59-71.
-Burhan Göksel. "Atatürk’ün Ağzından: Gençleri Seviniz" (Makale), Askerî Hava Dergisi,Sayı: 250 Kasım 1973.
-Muhterem Erenli. "Atatürk–1 (Yapı Kredi Bankası Yayını. 1981, sf. 7-37.
-Kılıç Ali, "Atatürk’ün Hususiyetleri", SelYayınevi, Hisar Matbaası, 1955. sf.7-27.
-Cihat Akçakayılıoğlu, "Atatürk" (Komutan, Devrimci ve Devlet Adamı Yönleriyle) Genelkurmay Bşk. 1980, Askerî Matbaa, Ankara.
-Türk'ün Altın Kitabı, "Gazinin Hayatı” TürkNeşriyat Yurdu, 1928, Cumhuriyet Matbaası (Eskiyazı ile), sf. 11-58.
-Sükrü Tezer, "Atatürk’ün  Hatıra Defteri,T.T.K. Basımevi, 1972, sf.80-199.
-Prof. Dr. Hamza Eroglu, E. Alb. İsmet Gönülel, Doç. Dr. Muzaffer Ankara, "Atatürk ve TürkToplumu", Türkiye Zirai Donatan Kurumu Yayınlan Pelin Ofset, 1981, S: 65-78 (Aile şecereleri ilginçtir.)
-Yusuf Hikmet Bayur, "Atatürk, Hayatı ve Eserleri–1, Ankara, 1963.
-Uluğ İgdemir "Atatürk’ün Yaşamı", (1881–1938)  T.T.K. Ankara, 1980
-İhsan Sungu, "Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi" Belleten T.T.K. Ankara 1939
-Faik Reşit Unat, "Atatürk’ün Ailesi" V. Tarih Konğresi sf. 737, T.T.K. Ankara.
-Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" Doğan Kardes Matbaası, İstanbul, 1969, sf. 17-22.
-Şevket Süreyya Aydemir, "Tek Adam-I Cilt" Remzi  Kitapevi
-Prof. Turhan Feyzioglu, " The Life andAchievements of Mustafa Kemal Atatürk",İstanbul, 1982.Turkish National Commission For Unesco, "Atatürk" T.T.K. Basımevi, 1981.
-Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, "Atatürk Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri" Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum, 1973, sf.5-17.
-Ahmet Niyazi Banğoğlu, Yayımlanmamış Belgelerle Atatürk, Siyasi ve Özel Hayatı, ilkeleri", İstanbul Gözen Yayınlan, 1981.
-Eflatun Cem Güney, Atatürk Hayatı ve eserleri, Milli Eiitim basımevi, İstanbul–1963,sf,3–8









































                          EKLER























EK-1 ATATÜRKÜN KARDEŞİ OLDUĞUNU İDDİA EDEN ÇAKIR AİLESİ







































 















































EK-2 ATATÜRKÜN VASİYETİ ARKASINDA Kİ 
            MEHTİLİK İDDİASI
























































EK DOSYA: Zekeriya Türkmen, Atatürk Araştırma Kurumunun  Dergisi sayı; 32,Cilt; Xl, Temmuz 1995 teki makalesinde, “Mustafa Kemal (Atatürk)'in Yemen'e Tayini ve Bununla ilgili Belgeler”

     …Son dönem Osmanlı Tarihi’ne bakılırsa, Yemen’de mücadele etmemiş erkân ve ümera hemen hemen yok gibidir. XX. Yüzyılda Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından birisi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk hakkında günümüze kadar pek çok eser, inceleme ve araştırma kaleme alınmış olmakla beraber, O’nun hayatında hâlâ bilinmeyen yönlerin bulunduğu yeni ortaya çıkan arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.
     Mustafa Kemal Atatürk hakkında bilinmeyen hususlar, daha ziyade O’nun 1919 yılından önceki dönemine aittir[5]. Bu araştırmada, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1909 yılındaki hayatına ait gizli kalmış bir yönü belgelerle izah edilmeye çalışılacaktır.







Mustafa Kemal’in Yemen’e Tayinine Kadar Geçen
Zamandaki Faaliyetleri

    Mustafa Kemal Harp Akademisi’nden 11 Ocak 1905’te beşinci olarak mezun olup[6], erkân-ı harp yüzbaşısı rütbesiyle Şam’da bulunan V. Ordu’ya tayin edilerek[7] staj görevine başladı[8]. Şam’daki görevi sırasında (Ekim 1906) arkadaşlarıyla, “Vatan ve Hürriyet Cemiyetim” kurdu[9]. Cemiyet, Suriye-Lübnan-Filistin kıyı şeridinde bulunan bazı şehirlerde şubeler açarak faaliyetlerini sürdürdü[10]. Bilahare Selanik’e gelen Mustafa Kemal tarafından cemiyetin bir şubesi de burada açıldı[11]; fakat kısa bir süre sonra ittihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşti[12]. Böylece Osmanlı ülkesinde meşrutî bir sistemin kurulmasına gayret gösteren ve II. Abdülhamid idaresine karşı olan subayların kurduktan cemiyetler tek bir gaye etrafında birleşmiş oldu.
    30 Eylül 1907’de III. Ordu komutanlığı emrine tayin edilen Mustafa Kemal[13], Selanik’te maiyet müşiri erkân-ı harbiyesine atandı[14]. Buradaki resmî görevi yanında, diğer taraftan da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faal bir azası olarak çalışmalara katılıyordu[15].
      Öte yandan, Mustafa Kemal Selanik’teki görevi sırasında kurmaylık yeteneğini arttırmaya yönelik faaliyetlerde bulundu. O, II. Meşrutiyet’in ilânı sırasında Selanik’te görevli idi. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra, yeni rejime tepki olarak ayaklananları bastırmak üzere Trablusgarb’a giden birlik de görevlendirildi[16].
      Mustafa Kemal, Trablusgarp’taki bu isyanın bastırılmasından sonra tekrar Selanik’e geri döndü ve 13 Ocak 1909’da Selanik XVII. Redif Fırkası’nda kurmaylık görevine atandı[17].
     Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde (BOA) bulunan belgelerden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal, Trablusgarp’tan döndükten sonra, Selanik Redif Fırkası’ndaki erkân-ı harplik görevi yanında yine aynı yerde -Selanik’te- bulunan Jandarma Efrad-ı Cedide Mektebi Kumandanlığı görevine de tayin edildi[18].
    Bu mektep kumandanlığında Mustafa Kemal’den önce de, O’nun samimi arkadaşlarından birisi olan Erkân-ı Harp Binbaşısı Ali Fethi Bey bulunuyordu[19]. Belgelerden çıkarılan sonuca göre, Ali Fethi Bey Paris ateşemiliterliğine tayin edilince, öyle anlaşıyor ki Kolağası Mustafa Kemal Bey, Harbiye Nezaretin’ce yetenekli ve muktedir bir komutan olarak görüldüğünden bu sırada rütbesi küçük olmasına rağmen bu önemli vazifeye getirilmişti.
     Mustafa Kemal, 31 Mart Olayı üzerine Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusunda I. Mürettep Fırka’nın kurmay başkanı olarak görevlendirildi[20] ve Hareket Ordusu ile İstanbul’a girdi[21]. Hatta Hareket Ordusu Yeşilköy’de bulunduğu sırada, Osmanlı basınının bu konuya eğilmesi üzerine basında da, gelen ordu hakkında yer yer haberler yayınlanmaya başlandı. İşte bu sırada Osmanlı basınından Süleyman Nazif -belki de hiç farkında olmadan geleceğin büyük devlet adamı olacak olan- Mustafa Kemal ile mülakat yaparak bunu gazetesinin sütunlarında haber olar vermişti[22]. Mustafa Kemal bilahare ordu ile İstanbul’a girdi[23] ve şehirde asayişin sağlanması ile vazifelendirilen zabitler arasında yer aldı.
     Hareket Ordusu İstanbul’a hâkim olduktan sonra, önemli karakolların komutanlıklarına orduca güvenilir zabitler getirildi. Bu sırada Kolağası Mustafa Kemal Bey de Galatasarayı Jandarma Karakolu komutanlığında görevlendirildi[24].



Kolağası Mustafa Kemal’in Yemen’e Tayini

      Mustafa Kemal, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuş, Selanik’e dönünce bunun İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmesini sağlamışsa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde umduğunu bulamamıştı.
     Ordu mensuplarının siyasetle uğraşmaları 31 Mart Olayı örneğinde görüldüğü üzere memleketin birlik ve beraberliği açısından kötü sonuçlar doğurmuştu.
     Bu yüzden Mustafa Kemal ordunun siyaset yapmasının uygun olmadığını savunmaya başladı. O’nun orduyu siyasetten ayırmaya matuf düşünceleri İttihat ve Terakki Cemiyeti erkânınca hoş karşılanmadı. Cemiyetin lider kadrosu, kendilerine bir gaile çıkarır düşüncesiyle Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılması için faaliyete geçmekten geri kalmadı.
     XIX. ve XX. Yüzyıllar Osmanlı Devleti’nde dış müdahalenin arttığı devirler olarak karşımıza çıkmaktadır. İfade edilen devire kadar arap yarımadasında kabile yaşantısını sürdüren Araplardan bazıları İngiltere, Fransa ve İtalya ile temaslarda bulunuyordu.
     Yarımadanın çeşitli bölgelerinde iktidarı eline alan emirler birbirleriyle de temas halinde idiler Hicaz’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Asir’de Seyyid İdris, Yemen’de İmam Yahya, Necit ve Şamar’da İbn-i Suud ve İbn-i Reşit vardı. Bunlardan Şerif Hüseyin, İdris ve İbn-i Suud İngiliz dostu, İbn-i Reşit ise Türk dostu olarak biliniyordu.
     Bunlardan Şerif Hüseyin ile İbn-i Suud ve Seyyid İdris’in arası açıktı. Seyyid İdris XIX. asrın sonlarına doğru Afrika’dan Asir’e gelip Sıbya bölgesine yerleşerek burada kendisine taraftar toplamaya başladı[25]. İtalyanlardan da gerekli desteği alan Seyyid İdris Asir’de imamlığım ilan edince, devlet bunun üzerine kuvvet gönderdi, üzerine gönderilen bir Türk alayım Cizan’da baskınla çok kötü duruma düşüren İdris, bundan cesaret bularak büsbütün. şımardı[26]. Bu sırada Yemen’de kontrolü ele geçirerek yerli hanedanları da yanına çekmeyi başaran İmam Yahya da devlete isyan etti. Osmanlı Devleti, İmam Yahya’ya bir takım idari haklar vererek O’nu kendi yanına çekti. İmam Yahya ile en son Ahmet İzzet Paşa Yemen’de görevli iken 1911 yılında bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşma Yemen’in elimizden çıkışma kadar (1918) yürürlükte kaldı[27].
     Öte yandan, Asir’de Seyyid İdris’in isyanını bastırmak üzere hal çareleri arayan Osmanlı hükümeti sonunda bu bölgeyi tanıyan biri olarak bilinen Süleyman Şefik Paşa’yı[28]
     19 Mayıs 1909 tarihinde Yemen’de Asir Mutasarrıflığı ve Askerî kuvvetler komutanlığına tayin etti[29]. Süleyman Şefik Paşa da İdris’e karşı mücadelesini sürdürebilmek için devlet merkezinden gerekli desteği aldı. Yukarıda kısaca ifade edildiği üzere, ittihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşen Mustafa Kemal’in İstanbul dışındaki bir yere tayini gündeme geldi.
     Bu tayin bir nevi sürgün şeklinde yapılmış bir tayine benzemekle beraber, Kolağası Mustafa Kemal’in muvafakati alınmasından dolayı farklı mülahaza edilebilir.
    Nitekim Harbiye Nezareti Jandarma Dairesi Reisi bulunan Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa, 13 Haziran 1325/26 Haziran 1909 tarihinde yazdığı tezkirede; Asir Sancağı Mutasarrıf ve Kumandanı bulunan Süleyman (Şefik) Paşa’dan gelen bir telgraftan bahisle Asir’de bulunan jandarma kuvvetinin nizam ve intizam altına alınması gerektiğini belirterek “ehil ve ma’lûmâtı”  olmasından dolayı Mümtaz Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’in rızasının alınarak adı geçen Jandarma Tabur Komutanlığına tayininin kararlaştırıldığım izah etmektedir.
     Ayrıca bu tezkirede, Mustafa Kemal’in daha evvel Selanik Jandarma Efrad-ı Cedide Mektebi kumandanı iken bilahare ordu ile İstanbul’a geldiği ve Galatasarayı Jandarma Bölük komutanlığı görevini yürüttüğü de hatırlatılmakta idi.
     Tezkirede bundan başka adı geçen kişinin sınıf-ı nizamiyeye irtibatının bakî kalacağı, fakat rütbesinin bu derece terfi ile Asir Tabur kumandanlığına tayini hakkında nezaret ve hükümete gerekli yazıların yazıldığı belirtilmekte idi[30]. Aynı gün Harbiye Nazırı Salih Paşa tarafından da Mustafa Kemal’in tayini tasdik edilerek, konu hükümet kanadına iletildi[31].
     Hükümet tarafından da onaylanan bu tayin Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa tarafından 15 Haziran 1325/28 Haziran 1909 tarihinde padişahın tasdikine sunulmuş ve 16 Haziran 1325/29 Haziran 1909 tarihinde de iradesi çıkmıştır[32]. Sadaret bu tayinin onaylanmasının ardından 18 Haziran/1Temmuz tarihinde Harbiye Nezareti’ne durumu tebliğ etmiş, konu hakkında kısa bir bilgi vermiştir[33].
      Böylece Jandarma dairesinin teklifi, Mustafa Kemal’in de onayının alınması üzerine, bu sırada isyanların arttığı bir bölge olan Yemen’deki Asir Jandarma Taburu Kumandanlığı’na tayin gerçekleşmiştir.
    Konuyla ilgili belgelerden anlaşıldığına göre, Asir’de bulunan jandarmanın disiplinsiz ve karışık bir halde bulunduğu ve bu durumdaki birlikleri tecrübe ve bilgisinden dolayı Yüzbaşı Mustafa Kemal’in düzenli birlikler haline getirebileceği ve daha önce Selanik Jandarma Mektebi ve Hareket Ordusundaki görevinin hemen akabinden Galatasarayı Jandarma Bölüğü komutanlıklarında basanlarından dolayı kendisini kabul ettirdiği belirtilmektedir.
    Mustafa Kemal’in Asir’e tayininde bir de bir derece terfi ile yapılması karara bağlanmıştı; buna göre Binbaşı rütbesi ile tayini gerekiyordu.
    Kolağası Mustafa kemal, 1 Temmuz 1909 tarihinde Asir’e tayiniyle ilgili işlemlerin tamamlanmasının hemen ardından gerekli hazırlıklara koyulmuş ve bilahare Yemen’e gitmiştir[34].       
      Mustafa Kemal Yemen’de Asir Jandarma komutanlığı vazifesine hangi yolu takip ederek gittiğine dair kayıtlar mevcut olmamakla beraber, iki ihtimal bulunmaktadır. Karadan demiryolu ile Medine’ye oradan da kıyı şeridini takip ederek gitmiştir veya deniz yolu ile Akdeniz, Süveyş ve Kızıldeniz yolunu takip ederek Asir’deki Konfuda limanına oradan da kara yolu ile görev mahalline gitmiş olması muhtemeldir.
     Mustafa Kemal, Asir’de Süleyman Şefik Paşa’nın komutasına girdikten sonra jandarmanın ıslahı konusuna eğilmiş, yerlilerden gönüllü jandarma kaydı yolunda çalışmalarda da bulunmuştur.
     Mustafa Kemal, bu sırada Asir’de isyan halinde bulunan Seyyid İdris’in hareketini önlemek üzere Süleyman Şefik Paşa tarafından önde gelen şeyhlerle birlikte arabuluculukta bulunmak üzere vazifelendirilmiştir.
     Süleyman Şefik Paşa devlet merkezine yazdığı tezkirede, kamuoyunun İdris’ten yana olduğunu belirterek[35], kendisinin gerekli tertibatı ve hazırlığı yaptıktan sonra Mustafa Kemal’i İdris nezdine göndereceğini -belirtmektedir.
      Paşa ayrıca, Seyyid idrisle yapılacak görüşmede Asir Kıt’ası için yapılması düşünülen ıslahat hakkında yerli halkın düşüncesinin de alınacağını ifade etmektedir[36].
    Yapılan bu görüşmelerden önemli bir sonuç elde edilememiştir. Öte yandan, devlet merkezinden gönderilen 31 Ekim 1909 tarihli şifrede, Mustafa Kemal’in meşayihten üç kişiyle İdris nezdinde icra ettiği faaliyetin sonucunun merak edildiği belirtilerek, gereken bilginin gönderilmesi isteniyordu[37]
    İlk görüşmelerde istenen sonucu alamayan Süleyman Şefik Paşa, ikinci defa Seyyid İdrisle görüşmelerde bulunmak üzere yine Mustafa Kemal’i görevlendirdi. Paşa, ayrıca Mustafa Kemal’in maiyetine bir hey’et vererek isyandan vazgeçmesi için Seyyid İdris’in yanına gitmesine ruhsat vermiştir.
     Bu sırada Asir Kıt’asında Ebha-Sıbya yolunun keşfine memur edilen[38] Yüzbaşı Mustafa Kemal heyetiyle beraber İdris’in yanına gidip görüşmüştür.
    Bu sırada, Süleyman Şefik Paşa ise görüşmeler esnasında olumsuz bir durum ortaya çıkması halinde, kendisinin Cizan-Konfuda taraflarından büyük bir kuvvetle harekete geçerek isyanı kökünden bastırmak amacında olduğunu belirtmekte idi[39].
      Nitekim yapılan görüşmelerde olumsuz bir sonuç çıkmadı, zaten İdris de bu sırada devlete dehalet ettiğini belirttiği gibi bölgede bulunan diğer bir Osmanlı komutanı olan Said Paşa ile de görüşmelerde bulunmuştur[40].
     Mustafa Kemal buradaki vazifesini başarıyla sona erdirdikten sonra İstanbul’a dönmüş ve Genelkurmay karargâhında vazifelendirilmiştir.
     Mustafa Kemal, İstanbul’daki görevi sırasında da kendini kabul ettirmiş ve 1910 Yılında Fransa’da Picardie Manevralarında Türk ordusunu temsil eden üç kurmay subay arasına dâhil edilmiştir[41].






















SONUÇ
     Atatürk hakkında biyografi yazanlar genellikle bilgileri birbirinden aktararak, klâsik bir metodu takip etmektedirler. Bilimsel tarih anlayışının hâkim olduğu ülkemizde artık bu metod terk edilerek, birbirinden nakilden ziyade, arşiv kaynaklarına dayanan araştırma ve incelemelere büyük önem verilmeli, Mustafa Kemal Atatürk’ün değişik cepheleri ele alınarak ortaya konmalı, O’nun yüksek dehâ sahibi bir asker-devlet adamı olduğu vurgulanmalıdır.
     Kaynaklardan tespit edilen bilgilere göre Mustafa Kemal’in başarılı bir asker oluşu, dolayısıyla O’nun daha mesleğe atılışının ilk yıllarında mümtaz bir mevkiye gelmesini sağlamıştır.
     O, genç subaylık yıllarında vatan coğrafyasının değişik mekânlarında, çeşitli görevleri icra ederek memleketi tanıma fırsatını buldu; buralardaki görevleri esnasında kendini yetiştirdi. Bu küçük çalışmada da tesbit edildiği gibi, Mustafa Kemal henüz yüzbaşı rütbesinde iken Selanik’te Jandarma Mektep Komutanlığı görevinde bulunmuş; Hareket Ordusunun 31 Mart Olayını bastırması sırasında aktif görev almış; başkentin asayişinin sağlanması konusunda da Galatasarayında bir nev’i inzibatı sağlamakla vazifelendirilmişti.
      Ordunun siyasetten ayrılması konusundaki fikirlerinden dolayı İttihat ve Terakki liderleri ile anlaşmazlığa düşmesi, O’nun Yemen/Asir gibi uzak bir vatan köşesine kendi rızasının da alınması ile tayin edilmesine sebep olmuştur[42].
   İttihatçılara göre sürgün şeklinde telakki edilen bu tayine Mustafa Kemal’in rıza göstermesi, O’nun -belki- ordudaki siyasî hizipleşmelerden bir müddet uzak kalmak istemesinden kaynaklanmış olsa gerektir. Nitekim Mustafa Kemal, Asir’deki görevini başarıyla bitirip 1910 yılında tekrar İstanbul’a geri dönmüştür[43].
  Yukardaki makalenin sonunda verilen ekleride konuyla direk bağlantılı oldukları için aynen buraya alıyorum olduğu gibi bu bölüme almak istiyorum.


























EK–1

BOA. İrade Askeriye nr: 32, 11 Cemaziyelahir 1327/16 Haziran 1325-29 Haziran 1909.
Harbiye Nezareti
Jandarma Dairesi
Asır Sancağı mutasarrıf ve kumandanlığına tayin kılman Süleyman (Şefik) Paşa tarafından varid olan tezkirede Asir’de bulunan yerli jandarmanın hal-i intizama vaz’ı ve mümkün olduğu surette ücretli asker haline ifrağı ve bu suretle ale’t-tedrîc asâkir-i nizamiyenin taklîl miktarı orada bulunacak jandarma za-bitanınm ehil ve ma’lûmâtt olmasına mütevakkıf olduğundan ve Selanik jandarma zabitanmdan Beyoğlu zabıtasına memur Mümtaz Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey evsâf-ı lazimeyi haiz olduğu gibi rızası da tahsil olunduğundan bahisle bir derece terfi’ile liva-i mezkûr jandarma tabur kumandanlığına tayini iş’ar olunmuş ve mumaileyh, Selanik Efrad-ı Cedide Mektebi Kumandanı iken ahiren Dersa’adet’e celbedilerek elyevm Galatasaray t Jandarma Bölüğü kumandanlığında müstahdem olduğu anlaşılmış olduğundan mumaileyhin sınıf-ı nizamiyeye irtibatı bakî kalmak üzere rütbesinin bir derece terfi’ile mezkûr tabur kumandanlığına tayini tensîb buyrülduğu halde iktizasının ifâ ve emr ü inbâ buyrulması hususunun bâbıâlî canib-i sâmisine inhası babından emr ü ferman hazret-i men lehü’l-emrindir.
Fî: 8 Cemaziyelahir 1327113 Haziran 1325
Şube-i mezbüreye memur alay kumandanı Derviş b. Yusuf Hâmid (Mühür)
Müdür Muavini Miralay Mehmet Arifb. El-hâc Ahmet (Mühür)
Şube-i mezbüreye memur erkân-ı harbiye miralaylarından Tevfik b. Mehmet Tevfik (Mühür)
Daire-i mezbûre şube müdürlerinden erkân-ı harbiye mirlivalarından Hakkı b. Hüseyin Sabri (Mühür)
Jandarma Dairesi Reis Vekili Ferik Münir b Hüseyin Hüsnü (Müfıiir) Tasdik olunmuştur: fî: 13 minhu, Salih Hulusi (İmza)
































EK–2

Harbiye Nezareti
Jandarma Dairesi
679
Ma’ruz-ı çöker Kemîneleridir ki,
Galalasarayı Jandarma Bölüğü Kumandanlığı’nda müstahdem bulunan Mümtaz Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’in sınıf-ı nizamiyeye irtibatı bakî kalmak üzere rütbesinin bir derece terfi’üe Yemen vilayeti jandarma alayının Asir taburu kumandanlığına tayini hakkında Jandarma Dairesi’nden tanzim olunan mazbata leffen takdim-i pişgâh-ı sâmi-yi sadaretpenâhileri kılmmagla icra-yı icabı merhûn müsa’ade-i celîle-i fahâmet-penâhüeridir. Ol babda emr ü ferman hazret-i ve-liyyü’l-emrindir. Fi: 8 Cemaziyelahir 1327/13 Haziran 1325
Harbiye Nazırı
bende
Şalini Hulusi (İmza)



















EK–3

Dairesi Sadaret
Aıûfetlû Efendim Hazretleri
Galatasarayı Jandarma Bölüğü Kumandanlığı’nda müstahdem Mümtaz Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’in sınıf-ı nizamiyeye irtibatı bakî kalmak üzere rütbesinin bir derece terfi’ile Yemen Vilayeti Jandarma Alay mm Asir Taburu Kumandanlığı’na tayini hakkında Harbiye Nezaret-i Aliyyesinin tezkiresi melfûfu ile arz ve takdim kılmmagla, irade-i seniyye-i hazret-i tâcidârî ve veçhile şeref-südûr buyrulur ise mantûk-ı âlîsi infaz olunacağı beyanıyla tezkire-i senâverî terkîm kılındı efendim. Fî: 10 Cemaziyelahir 1327115 Haziran 1325
Sadrazam
Hüseyin Hilmi (imza)
Maruz-ı Çâker Kemîneleridir,
Reside-i dest-i ta’zim olup melfüflarvyla beraber manzâr-ı alî buyrulan işbu tezkire-i samiye-i sadarelpenâhîleri üzerine mucibince irade-i cenâb-ı padişahı şeref-müte’allık buyrulmuş olmagla, ol babda emr ü ferman hazrel-i veliyyü’l-emindir.
Ft: 11C. Ahir 1327116 Haziran 1325
Ser-kâüb-i hazret-i Şehriyârî
Halid Ziya (imza)













EK–4

Sadaret-i Uzmâ Metduhî Kalemi nr: 594
Tarih-i tesvidi: 13 C. ahir 1327118 Haziran 1325
Tarih-i tebyizi: 13 C. ahir 1327/18 Haziran 1325
Harbiye Nezaret-i Aliyyesine,
Suretleri bâlâda muharrer tezkire-i maruza ve şeref-sâdır olan irade-i seniyye-i hazret-i hilafet-penâhiyi mübellig-ı hamiş mucibince Harbiye Nezaret-i Aliyyesinden icra-yı icabına himimet olunmak.
Galatasarayı Jandarma Bölüğü Kumandanlığı ‘nda müstahdem Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’in bir derece terfi’i rütbesiyle Asir Tabur Kumandanlığına tayini hakkında






EK–5

BOA. DH. MUİ., Ds: 1-4/40,16. L. 1327.
Dahiliye Nezareti Muhaberât-ı Umumiye Dairesi, 2. Şube
Asir Mutasarrıflığına (şifre) 18 Teşrin-i evvel 1325
Mustafa Kemal Bey ile meşayihten üç zatın tdris nezdine gönderileceği evvelce bildirilmişti. Cereyan eden muamele ve müzakere neticesinin sür’at-i iş’ârı.









EK–6
BOA. DH. MUİ., DS : 1-4/77,5. L. 1327
Babıâli Dâhiliye Nezareti Şifre Kalemi
Asir Mutasarrıflığından alınan şifre hallidir.
Dün cevaben Seyyid’den aldığım mektupta Yemen valisinin beyannamesinden şikâyetle bütün Tıhame’nin hâl-i galeyanda olduğu ve eğer nezdine gidersem, esbabına tevessül ile teskîn-i fitne mümkün ve şu hareketi son cehdi olacağını beyân ediyor. Civar ru’esâ-yı meşâyihten aldığım mektuplarda ve şifahi ifâdâtında dahi bayram ertesi önü alınmazsa kıyâm-ı umumî vaki olacağı bildiriliyor. Bütün efkâr Seyyid”in lehindedir. Sabtya’dan aldığım mevsuk malûmatta dahi Şevval’in üçüncü günü (İS Ekim 1909) harekâtı umumiye emri her tarafa verilmiş olduğundan muhakemât-ı acizâneme göre Seyyid, kat’iyyen harekât-ı ihtilâliye ifâ’ına mutasaddi olsa idi, asker vürüd etmezden evvel şu eyyamı elimede bizi hasr ve tazyik eder idi. Her halde bendeniz siyasetle teskîn-i fitne ile devleti bir ga’ileye sokmamak fikrindeyim. Binaenaleyh her türlü eshâb-ı silaha tevessül etmiş olmak üzere tarihten üç gün sonra Jandarma Kumandanı Mümtaz Kolağası Mustafa Kemal Bey’le meşâyih vefiıkahâdan üç zâtı nezd-i Seyyid’e gönderiyorum. Vereceğim ta’limât, eğer Seyyid teskîn-i fitne ile vtfâk tarafdarı ise her güne tebligat icra içün yollar açılsın, Konfuda’dan buraya erzak, akçe, bilâ-muhafaza gelsün, ben de emir vereyim, iş’ar-ı âhire kadar Konfuda’ya çıkacak kuvvet ileri hareket etmesin, sonra bizzat bir nokta-i mu’ayyenede Seyyid’le birleşeyim. Memleketin ıslâhı neye mutavakkıf olduğunu bilmüzâkere makam-ı hilâfete arz edeyim. Şu teklifimi kabul ederse, nüfûz-ı münteşiresine nazaran tâlib-i salâh olduğu tebeyyün eder. Vallah zaten biz, her suretle mukabele ve müdafaaya hazır olduğumuzdan sell-i seyften müctenip değiliz. Ve fakat şu teklifi kabul etmezse, şüphe buyrulmasm ti Seyyid, pek çok tarafdar zayi edecektir. Binaenaleyh sahile çıkacak askerin bendenizle muharebe etmeksizin hareket etmemesi hususunda lâzım gelenlere emir buyrulması ehemmiyetle müsterhamdır. Yalnız bir de Konfuda’dan aldığım mektupta Cidde’den Ağustos ve Eylül taksitleri henüz gönderilmediği bildirilip burası ise son derece müzayaka içinde olduğundan akçenin sür’at-i irsali esbabının islikmâli başkaca mercûdur.
18 Eylül 132511 Ekim 1909
Asir Kumandanı
Süleyman
Vürûdu 6 Teşrin-i evvel 1325/19 Ekim 1909


























EK–7

Babıâli Dâhiliye Nezareti Şifre Kalemi
Asir Mutasarrıflığından Alınan Şifre
C.14 ve 18 Teşrin-i evvel 1325. İki defa gönderildiği tebliğ buyrulan 15.000 lira kuvâ-yi cedîdenin masrafı karşılığı ise sevâhil ve cibâlde inşası mühim olan müdafa’alı kışlaları hangi para ile yapacağız. Seyyid’e gönderdiğim hey’et meyânma Mustafa Kemal Bey idhal edilememişti. Aldığım cevap pek mülayim ve zımnen teferru’kârâne idi. Akdemce arz ettiğim veçhile Seyyid’e vesile-i iğfal kalmamak içün her türlü mes’uliyeti duş-ı sıhhiyete alarak şeri’atm tamamiyi tatbikına taraf-ı saltanattan me’mûr olduğunu ilanla halkı tereddüde düşürmüş ve bu suretle şu kıt’ada isyan-ı umumînin önünü almıştım. Zira şurası kat’iyyen malûm olsun ki, Seyyid burada bir hükûmet-iarabiyye te’sis maksadıyla halkı isyana davet edemez. Davet etse de meşayihin mahall-i menâfi’i olduğundan kat’iyyen kabul olunmaz. Bu zâtın istediği şimdilik zımâm-i halkı her ne suretle olursa olsun eline alıp ileride maksad-ı hafisini icraya bir zemin ihzarı olması me’mûldür. Binaenaleyh hükümet, velev yalnız ahkâm-ı şeri’atm buralarda tamamı-yi icrası gibi meyl-i halka ve menfa’at-i devlete muvafık bir tedbir musibi Seyyidin müracaat ve mutalebesi ve tavassutu ile kabul ve ilan eder ise, halkı Sey-yid’in kucağına kendi eliyle atmış olur. Şu mühim/nenin nazar-ı mutala’aya alınması ile Hicaz ve Yemen ve Asir’de yalnız ahkâm-ı şer’iyenin cari olacağına devlet kendiliğinden karar verip ilan etmesi şu kıt’aâtm rakipsiz elimizde kalmasını ve bu suretle lâzım gelen ıslahatın ale’t-tedrîc kemal-i suhuletle mevki’-i icraya vaz’ını te’min edeceğini arz ile Seyyid’le devletin müzakere edip verilecek mukarrer at m aksi te’sir hâsıl edeceğine ve zira Sa’idPaşa mülakatı üzerine devletle musalâha ediyoruz mutala’am tervtc olunacaktır. Herkes ırz ve edebiyle hareket etsin ve fakat mücrimleri bize getirsin yolunda Seyyid-i mumaileyh tarafından hakimane ve galibâne neşriyat vaki’ olmakta ve bu ise mumaileyhin nüfuz ve kudretini tevsi’ etmekte olduğundan âtiyen vehamet zuhuru muhakkaktır. Şurası da malûm olsun ki, eğer buradan isyan başlarsa, mes’elenin Hicaz’a dahi sirayeti şüphesizdir. Geçenlerde katil mu’temedleri tutup nam-ı şerife icra ettiğim iki hıdmet askeri bütün cebeli titrettiği gibifevcfevc merkeze gelerek icra-yı şeri’at-ı ahmediyede devletle beraber fedâ-yı cana hazır olduklarına and ve imza verdiler. Görülüyor ki, bütün usâta sihir gibi te’sir eden ahkâm-ı şer’iyyeyi ilahla bütün halk nâm-ı celîl ile ona katılarak şu kıt’a-i vâsi’in kan dökülmeksizin teskin ve ıslâh olunacağına ve bundan bagka doğru bir hareket olmadığına şüphe buyrulmasın. Binaenaleyh bir te-tebbu-ı amîk neticesi olan şu ma’rûzâtıma müsaade buyrulduğu surette sevahili zabt içün istediğim vesâ’üin sür’at-i irsali ve çökerlerine muvazzafı bir ta’limât i’tâsı ve afv-ı dima ıskat-ı fera’iz demek olup buna halifenin bile selahiyeti olmayıp vereseye ait idüğüne dair Seyyid’e yazdığım mukni’ ve müdellil mektuba cevab-ı muvafakat aldığım halde tarafından bir hey’et-i meb’use meyanında Ebha-Sabiya tarîkinin keşfine me’mur Mustafa Kemal Bey’le bazı memurini nezd-i Seyyid’e göndereceğimi ve lede’l-hâce bunların merkez-i saltanata kadar gitmelerine ruhsat i’tâ edeceğimi her halde Seyyid’in başka bir maksadı tebeyyün ettiği surette buradan ve Cîzân üzerinden Sabiya üzerine yürüyüp fesadı kökünden imha vacip olduğunu bu bâbda tereddüde mahal olmadığını hakikat olarak arza mücasir olurum.
22 Tesrin-i sani 132515 Aralık 1909
vürûru: 25

Mutasarrıf ve Kumandan
Süleyman















[1] -Matbaada basılan 5.000 adet kitap baskıyı yapan  kişi tarafından  dağıtılmıştır.
[2] -EK DOSYA: Zekeriya Türkmen, Atatürk Araştırma Kurumunun  Dergisi sayı; 32,Cilt; Xl, Temmuz 1995 teki makalesinde, “Mustafa Kemal (Atatürk)'in Yemen'e Tayini ve Bununla ilgili Belgeler”
[3] -EK-1 ATATÜRKÜN KARDEŞİ OLDUĞUNU İDDİA EDEN ÇAKIR AİLESİ
[4] - EK-2 ATATÜRKÜN VASİYETİ ARKASINDA Kİ  MEHTİLİK İDDİASI

[5] - Maalesef Atatürk biyografileri kaleme alınırken nedense hep 1926 yılında Emekli Sandığının bir takım kayıtları dikkate alınmaktadır. 1989 Yılında Atatürk Araştırma Merkezinde İsmet Gönülal Beyle yaptığımız görüşmede kendisine Atatürk’ün 1915’ten önceki hayatı hakkında detaylı bilgi nerede bulabileceğimizi sorduğumuzda, cevaben yukarıdaki kaynağı tavsiye etti. Bu kaynakta da genel bilgiler mevcut idi. Bu açıdan O’nun hayatında bilinmeyen dönem diyebileceğimiz 1914 öncesi hakkında arşivlerimizde önemli belgeler olduğu kanaatindeyiz ve yapılacak araştırmalarla bunlar gün ışığına çıkartılacaktır.
[6] - Salih Omurtak, “Atatürk”, I A., I, s. 720.
[7] - Ahmet Emin (Yalman) “Gazi Mustafa Kemal Pasa ile Mülakat”, Vakit nr: 1468,10 Ocak 1922; ayrıca bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Turk İnkılâbı Tarihi. W. Ankara 1983. s. 196; Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Dogufu. (Çev. Metin Kıratlı), Ankara 1984, s. 203.
[8] - Faik Reşit Unat, “Atatürk’ün II. Meşrutiyet İnkılâbının Hazırlanmasındaki Rolüme Ait Belgeler”, Belleten, XXVT/102.1962, s. 344.
[9] - Şalin Omurtak, a.g.e., 720; Uluğ iğdemir, Atatürk ve Yafamı. c.I. Ankara 1980, s. 9; Yusuf Hikmet Bayur. a.g.e., s. 196.
[10] - Vakit, aynı nüsha

[11] - E.E. Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilâli, (Çev. N. Yavuz), İstanbul 1982, s. 117.
[12] - Uluğ İğdemir, a.g.e.. Aynı eser, s. 11; ayrıca bkz. Tahsin Üzer, Makedonya’da Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, Ankara 1987, s. 23.
[13] - Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, I. İstanbul 1963, s. 107.
[14] - Salameı-i Devlet-i Aliyye, 64. Sene, Dersa’adet 1323, s. 316; ayrıca bkz., Bekir Erkin, “Atatürk’ün Selanik’teki Askerlik Hayatına Ait Hatıratı”, Belleten, XX/80,1956, s. 599.
[15] - Salih Omurtak, a.g.e., s. 721; Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e., s. 215.
[16] - Bekir Tünay, “Mustafa Kemal re İttihat ve Terakki”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, I/I, Ankara 1984, s. 257.
[17] - Bekir Tünay, a.g.e., s. 257.
[18] - BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivii), İrade Askeriye nr: 32, 11 Cemaziyelahir 1327/16 Haziran 1325 tarihli belgeden Mustafa Kemal’in Selanik’teki Jandarma Mektebinin komutanlığını yaptığı ifade edilmektedir.
[19] - BOA., Babıâli Evrak Odası (BEO), Rumeli Müfettişliği Gelen, nr 248949,13 Haziran 1324.
[20] - Gn. Kur. ATASE Arşivi nr: 9-3411, Kls: 71, Ds: 38, F: 4/17.
[21] - Hareket Ordusunun hazırlanması, İstanbul’a yürüyüşü, İstanbul’a hakim olması, başkentte iktidarı değiştirmesi ve diğer faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bkz,. Zekeriya Türkmen, Osmanlı Meşrutiyetinde Ordu-Siyasete Çalışması, İstanbul 1993.
[22] - Süleyman Nazif, “Hürriyet Ordusunda”, (Osmanlı nr: 36. 21 Nisan 1909) başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“... Ayastefenos’ta Meclis-i Maarif a’zasından Hikmet Bey’e tesadüf ettim. Beni iki refikimle evine götürdü. Öğle ta’amı yaptık. Hikmet Bey’in hanelerinde III. Ordu kahramanlarından Mümtaz Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey’e tesadüf ettim. Selanik Jandarma Efrad-ı Cedide Mektebi Kumandam iken tehlikede bulunan vatanın imdadına müsare’ada pay-ı tahta koşmuş, simdi nefer libasıyla zabitlik yapıyor.”
[23] - Gn. Kur. A TASE. Arşivi nr: 9-341 k Kls: 71. Ds: 45. F: 7.
[24] - BOA., İrade Askeriye nr: 32. E Cemaziyelahir 1327/16 Haziran 1325.
[25] - Seyyid İdris çok önceleri Fas’tan Sudan’a giderek kurduğu İdrisiye tarikatı De taraftar toplamaya çalışmıştır, İdris tarikatını daha geni; alana yaymak ve daha sonra da buna dayanarak bir hükümet ve devlet kurmak azminde idi. İdris bunun için en uygun yer olarak Asır1! seçti ve XIX. Asrın sonlarına doğu buraya yerleşti. Asir, Osmanlı idari teşkilatına göre bağımsız statüye sahip sancaklardan birisi idi. 1907 Yılından itibaren Osmanlı hükümeti İdris ile ciddi olarak uğraşmaya başladı. Bkz., Gn. Kur. ATASE Başkanlığı Yayını, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi: Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı 1914-1918, c VI. Ankara 1978, s. 26-27,40.
[26] - Tarihe “Ozan Felaketi” adıyla geçen bu olay İdris’in yöredeki bedevi Arap kabileleri arasındaki şöhretinin giderek artmasına sebep olduğu gibi kendisine büyük ölçüde katılımlar da oldu. Bkz., Gn. Kur. ATASE Başkanlığı, a.g.«., s. 4.
[27] - İhsan Süreyya Sırma, a.g.e., s. 381.
[28] - Süleyman Şefik Paşa, İstiklal Harbi yıllarında İstanbul hükümetinin - 1919 yılı Ağustos-Eylül aylarında Harbiye Nazlılığını yapmış: bilahare Anadolu’da kuva-yı mîlliyeye karşı faaliyette bulunmak üzere İngiliz desteği ile İstanbul’da hazırlanmış, olan kuva-yı inzibatiyenin komutanlığına getirilmiş, olan kişidir.
[29] - BOA., İrade Askeriye nr: 19, 29 Rebiyülahır 1327/7 Mayıs 1326. İradede “ahval-i mahalliyeye vukufuna ve iktidarına mebni Seyyar Topçu Üçüncü Liva Kumandanı Mirliva Süleyman Şefik Paşa’nın Asir Mutasarrıf ve Kumandanlığına tayin edildiği” belirtiliyordu.
[30] - BOA. İrade Askeriye nr: 31,11 Cemaziyelahir 1327/16 Haziran 1325. lef: 1.

[31] - BOA., Aynı belge, lef: 2.
[32] - BOA., Aynı belge, lef: 3.
[33] - BOA., Aynı belge, lef: 4.
[34] - Mustafa Kemal Atatürk’ün Asir’e tayini meselesini Yüksek Lisans tezini hazırlarken, 1989 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşiv’inde yaptığımız çalışmalar sırasında tespit ettik. Zamanımıza kadar yapılan bütün çalışma ve Atatürk biyografilerini incelediğimizde bu konuyla ilgili hiç bir kayda rastlamadık. Bu konuyu Atatürk Araştırma Merkebinde olsun Genelkurmay ATASE Arşivin’deki çalışmalarımızda olsun çeşidi vesilelerle dile getirdiğimizde hiç kimseden bu konu hakkında bir açıklama bulamadık. Arşivcilik konusunda Türkiye’de mütehassıs bir kimse olan rahmetli Mithat Sertoğlu Bey’e de bu konuyu sorduğumuzda bu tayin ve vazifeler hakkında pek fazla bilgi olmadığını, fakat Mustafa Kemal’in aktif bir kişiliğe sahip olmasından dolayı memleketin pek çok yerinde vazifelendirildiğini ifade etmişlerdir. Yapılan bu araştırmalardan sonra, bu konuyu hemen o «ırada gündeme getirmedik. îsim benzerliği olabilir - Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey - düşüncesiyle bulduğumuz belgeleri kuvvetlendirecek bilgilere ulaşmamız gerekmekte idi. Nihayet arşivde yeni fonların açılmasından sonra yapılan araştırmalarda Süleyman Şefik Paşa’nın devlet merkezine gönderdiği belgelerden hareketle Mustafa Kemal’in Yemen’e gittiği ve bilfiil görev yaptığı tespit edilmiştir. Diğer taraftan dönemin devlet ve askeri salnamelerine (yıllık) de bakarak isim benzerliği konusundaki şüpheler ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Öte yandan Mustafa Kemal’in Yüzbaşı rütbesinde iken Selanik’te Jandarma Mektep Komutanlığı ve Galatasarayı Jandarma Bölük komutanlığı görevleri ile .ilgili bel-, gelen dönemin basınındaki haberlerle pekiştirerek bir sonuca ulaşmış, fakat Yemen’e tayini konusunda irade ve belgeleri bulmuş gidip gitmediği konusunda tereddüde düşmüştük. Bu konuyu bir makale ve ilim camiasına sunmayı bir vazife addettik. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, daha genç yaşlarda - henüz 28 yaşında bir yüzbaşı- iken kendisinden Harbiye Nezareti’nin övgü ile bahsettiği görevinde ehil olduğunu belirttiği bir komutan hüviyetindedir. Bahsedilen bu konu bilahare, tarafımızdan bir makale halinde neşredilmiştir. Bkz., Zekeriya Türkmen, “Mustafa Kemal Atatürk Hakkında Bilmediklerimiz: Atatürk’ün 1909 Yılında İki Görev ve Bir tayini’’, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 72, Aralık 1992, s. 29-36.
[35] - Halkın İdris’ten yana olduğunu gören Süleyman Sefili Paşa, hatta bir cuma günü İdris’ten kendisine hediye olarak gönderilen gömleği giymek suretiyle aşırı iltifatta bulunmuş, bu olaylar devlet otoritesini sarstığı gibi, İdris’in büsbütün şımarmasına sebep olmuştur. Bkz., Cm. Kur. ATASE Başkanlığı Yay., a.g.e., s. 27.
[36] - BOA., Dahiliye Nezareti, Mukaieratı-ı Umumiye idaresi Evrakı (DH. MVİ), Ds: 1-V77.5.L 1327/ 20 Ekim 1909, lef: 2-3.
[37] - BOA., DH. MU t, Ds: 1-4140. L. 1327131 Ekim 1909.
[38] - Ebha Asir’de dağlık bir mıntıkada bulunmaktadır. Sıbya ise Kızıldeniz’e yakın bir yerleşim birimidir. Ebha-Sıbya arasında yer alan yol düzenli bir yol olmamakla beraber denizden içeriye doğru gidişte en müsait mekanlardan birisidir. Bkz., BOA., Harita Katoloğu nr: 633, Yemen-Asir haritası.
[39] - BOA. DH. MUİ. DS: 1-7/34, F: 4-5,5 Aralık 1909.
[40] - BOA, DH. MUİ. Ds: f-5/23. 24 Kasım 1909.
[41] - Salih Omurtak, -Atatürk”. tA. ti. s. 722.
[42] - Atatürk’ün sevdiği türküler arasında Rumeli türküleri olduğu kadar en fazla yer tutanlardan birisi de Yemen türküsüdür. O, bu türküyü -belki de- Yemen çöllerindeki o mücadele günlerini hamlatması bakımından hafızasında devamlı canlı tutmuştur.
[43] - Mustafa Kemal’in Asir’deki görevi sırasında amiri durumundaki Süleyman Şefik Paşa, en yıllık bir aradan sonra (1919) O’nun askerlikten tardı yolunda kararlar çıkartacak ve millî hareketin lideri durumunda olan M. Kemal’e Karşı cephe alacaktır.